Edebiyat tarihinde hikâyeci olarak adıma rastlarsınız. Hikâye nedir? Yaşanmış ya da yaşanacak bir olayı anlatmaktır. Ben pek çok öykü yazdım. Çoğu uydurmadır, yani gerçekliği biraz azdır. Böyle deriz. Ama her hikâye yazarı gözlerini yaşadığı toplumdan hiç ayırmaz. Yazdıkları kendi hayalinden bile çıkmış olsa yaşantılarımızın bir yazıyla kâğıtlara dökülüşüdür. Hikâye yazanları küçümserler. Oturmuş masal anlatır gibi bir serüveni gözümüzün önüne getiriyor derler. Doğrusu hikâyeyi bir masal olmaktan kurtaran, hem toplumsal hem de ruhsal açıdan insanın iç yapısını zenginleştirmesidir. Ben çocukluğumdan beri hikâye yazarım. Birçok kitabım var. Nice yıllar sonra kalkar, bu eski kitaplarımdan birini alır okurum. Zaman diye bir acayip varlığın oluştuğunu görürüm. Hepsinde ben varım, bana benzeyen biri var. Aslında o çoktan yok olmuş, çekmiş gitmiş, ölmüş dememek için böyle diyorum. İyi yazılmış hikâyeler hiçbir zaman eskimez. Hep yeni kalır. “Ben mi yazmışım bunları?” diye hayret ettiğim çoktur.
Oysa kendim her hikâyeyi yaşamdan koparılarak alınmış bir ölümsüz yaşantı sayarım. Öyledir de, ölümsüzüz. Sen gidersin işini bitirmeden de olsa. Onlar kalır, bugünün gençlerine, geleceğine, insanlarına bir armağan olarak.
Şiir gibidir güzel hikâyeler. Türkçesiyle öyküler. Ben öykücüyüm derim kendime.
Önce Ekmekler Bozuldu, Aşksız İnsanlar, Bizans Definesi... Hepsi gündelik yaşamdan kopartılarak alınmış, bambaşka bir şey olmuştur. Öykü ile şiir akrabadırlar. Biri olmazsa öbürü yetim kalır. Onun için hikâyeyle şiiri birbiriyle kaynaştırmalıdır. Şiirsiz öykü olmaz, öyküsüz şiir de pek yoktur. Bu ikisini birleştirenlerin yazdıkları daha etkilidir. Bu da benim hikâyede şiir arayışım işte... 16 Mart 2014 Pazar