30 Ağustos 2019

30 Ağustos Zafer Bayramımızın 97. Yılı Kutlu Olsun!


Bu muazzam Zaferin etkilerinin en önemlisi ve aslisi Türk Milletinin kayıtsız şartsız hakimiyeti eline almış olmasıdır. 

30 Ağustos Zaferi, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasıdır. Ulusal tarihimiz çok büyük, parlak zaferlerle doludur, ama Türk Ulusu'nun burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir akım vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum. Besbelli ki genç Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli burada sağlamlaştırıldı, ölümsüz yaşayışı burada taçlandırıldı.

 

 
 

28 Ağustos 2019

İlhan Berk - Sözcükler, IV


I
Bazı sözcükler yaralı doğmuştur.
İyileşmez.
Akışı uzun gece.

II
Anlam değildir sözcüklerden beklenen
İçiçeriktir.

III
Sessizlik de üretir sözcükler.
Ama kullanmazlar.

IV
Bazı sözcükler miyop, kısa boylu, kel kafalıdır.
Varlıkları kuşkuludur.

(Kabalistler kuşlarla konuşabiliyorlardı)

V
Her şey konuşur evrende.
Sözcük sonra gelir.

VI
Ben nesnelerin tabuluğu gibi sözcüklerin de
tabuluğuna bağlıyım.
Bu uçurumu hep yaşarım.

(adam sanat / sayı: 231)
 

J. Wolfgang Goethe "Ah, birazcık kaygısızlık beni dünyanın en mutlu insanı yapabilirdi."




İnsana Dönmek - Ahmet Cemal


 "Evet, artık itibarın hep çok değerli saydığım çevirilerde ve yazılarda değil, ama genel bir yaşama biçiminde, kredi kartı diye adlandırılan kartlarda ve benzeri 'dışlama biçimleri'nde yoğunlaştığını biliyorum. Dolayısıyla kendime artık 'itibarlı' değil, 'itibarsız' bir kişi gözüyle bakıyorum. Böylece uzun sürmüş bir yanılsamadan uyanmış olarak, yaptıklarımı bundan böyle 'itibarsız' bir kişi olmanın bilinciyle sürdürüyorum. Belki de yaşadığım ülkenin 'kendine özgü' koşullarında, bazı yollarda direnebilmek, böyle bir 'itibarsız'lığı göze almaya bağlı."
 
 Ahmet Cemal, yılların imbiğinden geçirdiği gözlemlerine, bir aydın olmanın birikimini de katarak, toplum, sanat, insan üzerine düşüncelerini, edebiyattan sanata, kişisel olandan evrensel olana deneyimlerini, 'kitaptaki yazıların çoğu, insana dönüşün yollarını aramanın sancılarıyla dolu' diyerek okurlarıyla paylaşıyor. Usta bir yazarın kaleminden, üzerinde herkesin düşünmesi gereken yazılar.
 
 
 
İnsana Dönmek, Ama Nasıl?
İtalyan şairi ve yazarı Cesare Pavese, savaşın hemen ardından, 20 Mayıs 1945 tarihinde, Torino'da yayınlanan 'L'Unita' gazetesinde çıkan 'İnsana Dönmek' ('Ritorno all uomo') başlıklı makalesinde, dört yıllık korkunç bir kıyımın ardından nasıl yeniden insanca bir dünyaya dönülebileceğini tartışıken, savaş yıllarında direnme gücünün nasıl bulunduğuna da değinir; "Korku ve kanla dolu geçen o yıllar bize, korkunun ve kanın her şeyin sonu olmadığını da öğretti. Tüm dehşetin ortasında ve dehşete karşın, gücünü hiç yitirmeyen bir şey var; İnsanın insanla insan olarak açıkca karşılaşabilmesi. Her yerde en bilgisiz ve karanlık gözlerde bile katılmanın bize kaldığı bir insan sevgisinin ve bir masumiyetin gizli olduğunu biliyorduk. O günlerde pek çok sınır, pek çok anlamsız duvar yıkılıp gitti. Her insanın salt varlığından yükselen, bilinçdışı yardım isteyen çağrıyı bir süredir izlemekte olan bizler de, nasıl bir zenginliğin her yanımızı kapladığını ve sürüklediğini görünce hayretler içinde kalmıştık. O zamanlar insan, kendini gerçekten de en canlı güçleriyle sergilemişti ve şimdi o insan bizlerden, anlayabilmemizi ve konuşabilmemizi bekliyor."


Rasyonalizm (Akılcılık)

George Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831) : Hegel’de rasyonalizmin doruk noktasına ulaşmıştır. Rasyonalizmin temelini oluşturan ‘’akıl’’ Hegel’in felsefesinde değişmez, mutlak en çok güvenilen bilgi kaynağı kabul edilmiştir. 

Hegel’e göre gerçek olan ‘’ide’’ yada ‘’geist’’ adını alan mutlak akıldır. İde değişen ve farklılaşan,maddi olmayan bir varlıktır. İde değişirken doğayı ve insan dünyasında yer alan her şeyi ortaya koyar. Dolayısı ile varlık özü itibari ile ruhsal,yani aklidir. İnsan aklı,kendisiyle aynı yapıda olan varlığı kavrayabilir. Deneye başvurmadan sadece akıl ile varlığı kavrayabiliriz. Bu nedenle de mantık en temel bilimdir.
 
Hegel’e göre değişmenin yasası diyalektiktir. Diyalektik hem varlığın‘(ide) değişmesini, hem de düşüncenin değişmesini ifade eder.Hegel’ göre her değişmenin temelinde çelişme vardır. Her şey karşıtı aracılığıyla değişir ve gelişir. Her şey üç aşamalı bir gelişme süreci içinde oluşur. Tez, antitez, sentez adını alan bu aşamalar diyalektiğin aşamalarıdır.Tez,antitezini gerektirir.Tez ve antitez sentez adını alan daha yüksek düzeyde birleşir. Sentez yeniden kendi antitezini oluşturur, onunla çatışmaya girer ve yeni bir sentez meydana gelir. Bu süreç böyle devam eder. Örneğin: Çiçek (tez), çiçeğin yok olması (antitez), meyve (sentez).

  Hegel'e göre insan; varlık hakkında duyuları hiç kullanmaksızın yalnızca akıl yoluyla gerçek ve kesin bir bilgiye ulaşabilir. Çünkü aklın yasalarıyla varlığın yasaları bir aynıdır. Bunu da "Akla uygun olan gerçek, gerçek olan da akla uygundur." 
 
Hegel aklın ve varlığın yasaları konusunda geleneksel mantık ilkelerini reddederek diyalektik yasalar adını verdiği yasalar ortaya koymuştur. Bu yasalara göre varlığın kendini tez-antitez-sentez şeklinde açtığını savunur. (Varlık-yokluk-oluş). Bu aşamanın sonunda Mutlak Ruh vardır. Mutlak ruh gelişim aşamasını tamamlamış ve varlık dünyasını kavramıştır.

 
Rasyonalizm bilginin kaynağının ‘’akıl’’ olduğunu kabul eden görüştür. Rasyonalizme göre genel- geçer bilgi vardır ve kaynağı akıl düşünmedir. Örneğin Matemaik ve mantık bilgileri deneye dayanmaz, akıl ve düşünceye dayanır. (Denyden gelmeyen, deney öncesi olan böyle bilgilere apriori bilgi denir.) Sokrates, Aristo , Platon , Farabi, Descartes, Hegel önemli rasyonalist filozoflardır.

    Sokrates (M.Ö. 469-399) : Sokrates’e göre bilgiler her insanda doğuştan vardır.  Yani insan dünyaya bilgi ile gelir. Ancak ruhta uyku halinde olan bu bilgileri uyandırmak, zihinden çekip çıkarmak gerekir. Bunu da karşılıklı konuşma (dialog) yöntemi ile yapar. Bu yöntem ironi(alaya alma) ve maiotik(doğurtma) olmak üzere iki aşamada gerçekleşir. İlk aşamada Sokrates karşısındaki ile konuşurken bir şeyler bildiğini sanan kişiye aslında hiçbir şey bilmediğini alaylı bir şekilde kanıtlar. İkinci aşamada ise hiçbir şeyi bilmediğini benimsemiş olan kişinin aklında doğuştan var olan bilgileri,ustaca hazırladığı sorulardan aldığı cevaplarla açığa çıkarır.

     Platon (M.Ö. 427-347) : Platon doğru bilginin varlığını ‘’idealar kuramı’’ndan hareketle açıklar. O birbirinden farklı iki varlık alanının olduğunu düşünür. 
1-)İdealar Dünyası: Varlığını akıl yoluyla kavrarız.İdealar öncesiz ve sonrasızdır.İdealar dünyasını duyularımızla değil aklımızla bilebiliriz
2-)Fenomenler ( Görünüşler) Dünyası: İçinde yaşadığımız ve duyu organlarımızla kavradığımız dünyadır
    Platon’a göre asıl bilgi, değişmez varlıkların bulunduğu idealar dünyasına ait bilgilerdir. İdeaların bilgisi kesin, mutlak, genel-geçer bilgidir. Platon buna episteme der.
Görünüşler (nesneler) dünyası ise idealar dünyasının duyular ile algılanan kopyalarıdır. Algıların yanılmalarından dolayı görünüşler dünyasının bilgisi aldatıcıdır ve doğru bilgi olamaz. Platon bu bilgiye doxa(sanı) der. Örneğin doğada görme duyusu ile kavradığımız ağaç, gerçek ağaç değildir; gerçek ağaç ideasının bir kopyasıdır.
    İnsan idealar dünyasının bilgisini ancak akılla kavrar. Bu anlamda bilmek, ideal düşünmektir. Yani ideaları hatırlamaktır.

    Aristotales (m.ö. 384-322) : Aristotales’e göre idealar ayrı bir evren değildir. Bu evrendeki varlıkların içinde bulunan “öz”lerdir. Bu öze form denir. Form aynı türden yer alan bütün varlıkların paylaştığı ortak, zamanla değişmeyen, tümel gerçekliklerdir. Formlar maddeye biçim kazandırıp varlıkların ortaya çıkmasını sağlar.
    Platon için önemli olan idealardı. Aristotales içinse önemli olan tekil varlıklardır. Çünkü asıl gerçek olan tekil olandır. Aristotales’te amaç tümelin bilinmesi değil, bireysel olanın kavranmasıdır. Bunu da bize mantık gösterir.
    Mantığın konusu tümdengelimin kurallarını koymaktır.
    Aristotales aklı etkin akıl ve edilgin akıl diye ikiye ayırır. Edilgin akıl duyu verilerini elde ederek bilginin malzemesini sağlar. Etkin akıl ise bu malzemeyi bilgi haline getirir.

    Farabi (870-950) :   İslam inancı ile Aristotales felsefesini uzlaştırmaya çalışan, Türk asıllı bir filozoftur. Muallim-i Sani (ikinci öğretmen) olarak da bilinir. (Muallim-i asri –Birinci öğretmen- Aristotales kabul edilir.)
    Farabi’ye göre bilginin üç kaynağı vardır.
1-Duyu 2-Akıl 3-Nazar(derinlemesine düşünce). Duyu ve akıl ile doğrudan, aracısız bilgi elde ederiz. Nazarla (zihinsel kurgu) dolaylı olarak bilgi sahibi oluruz. Nazar gerçekte ilgili düşünceleri deneyden değil, düşünceden üretmektir. Duyu yoluyla dış dünyayı algılarız. Akılla kendi iç dünyamızda olan biteni gözleriz. Nazar derinlemesine düşünmemizi sağlar. İnsan zihninde sezgi adını alan bir güç vardır. Sezgiyle apaçık ve kesin bilgiye ulaşırız.
    Farabi’ye göre en güvenilir bilgi edinme aracımız akıldır. Duyular, bilginin malzemesini sağlar. Akıl bu malzemeyi işleyip bilgi üretme yetisine sahiptir.

    Rene Descartes (1596-1650) : Yeniçağ rasyonalizminin kurucusu olan filozof ve matematikçidir. Analitik geometrinin kurucusudur.
    Descartes, matematik yöntemle açık, seçik ve kesinliği apaçık bilgilerin nasıl elde edilebileceği sorusuna cevap arar.Descartes, kanıtlanmayan her şeyden kuşku duymuştur. Onun bu şüphesine ‘’Metodik Şüphe’’ denir. Descartes önce kendisinin varlığını, sonra Tanrının varlığını en son da cisimler dünyasının varlığını akılla kanıtlamaya çalışan rasyonalist bir düşünürdür.
(Düşünüyorum o halde varım.     –Descartes )

24 Ağustos 2019

Hıfzı Veldet Velidedeoğlu


Eğer Atatürk "Kurtuluş Savaşı"nda ve daha sonra yanılgıya düşerek tarihsel fırsatları iyi kullanmasaydı, bugünkü bağımsız "Türkiye Cumhuriyeti" yer yüzünde olamazdı. Bunu görmemek için ya bilgisizlik, bilinçsizlik veya nankörlük içinde ya da Türk vatanına ve O'nun çocuklarına karşı beslenen korkunç kin ve düşmanlığın oluşturduğu ahlaksal bir körlük içinde bulunmak gerekir!

Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 
 

Paulo Coelho "Açıklamalarla vaktini harcama; insanlar sadece duymak istediklerini duyarlar."


Cesur ol. Risk al. Hiçbir şey deneyimin yerini tutamaz.
Risk almak zorundasın. Çünkü, yalnızca beklenmeyenin olmasına izin verdiğimizde, hayatın mucizelerini tam olarak anlayabiliriz.

Açıklamalarla vaktini harcama; insanlar sadece duymak istediklerini duyarlar.

Beklemek insana acı verir. Unutmak acı verir. Ama ne karar vereceğini bilememek, acıların en büyüğüdür.

Hayat, eskiden beri harekete geçmek için doğru anı bekleme meselesi olmuştur.

Jorge Luis Borges - Ölüm ve Pusula

 Tanrının Elyazısı
Zından derindir, taştır; gerçi zemin (ki o da taştır) tam anlamıyla geniş bir çember sayılamaz ve bu olgu her nedense bir kıstırılmışlık ve onun yanısıra bir bitimsizlik duygusu çağırır ama yapının biçimi hemen hemen kusursuz bir yarıküredir. Ortadan bir duvar geçer; çok yüksek olmasına karşın bu duvar mahzenin üst kısmına ulaşamaz; hücrelerin birinde ben varım. Pedro de Alvarado’nun ateşe verdiği Quaholom piramidinin büyücüsü Tzinacan’ım ben; öbüründe, tutsaklığın zamanını ve uzamını sinsi, düzenli adımlarla arşınlayan bir jaguar var. Zeminden başlayan parmaklıklı koca bir pencere ortadaki duvarı kesiyor. Gölgesiz saatte (öğleüstü) tepelerdeki tavandan bir kapak kalkıyor, yılların gitgide silikleştirdiği bir gardiyan, oluklu çarkı çevirerek bize bir halatın ucunda su testileri, et parçaları sarkıtıyor. Işık sızıyor mahzene; o an jaguarı görebiliyorum.

Karanlıkta yattığım yılların sayısını unuttum; bir zaman genç, bu zındanda volta atabilen benken, şimdi beklemekten, hem de ölüm-duruşunda, tanrıların kararlaştırdığı yazgımı beklemekten başka bir şey elimden gelmiyor. Zamanında, ışıltılı, oluklu bıçağımla kurbanların göğsünü deşmiştim. Oysa şimdi, bir büyü yetişmezse şu toz-topraktan yekinecek gücüm yok.

Piramidin yakıldığı gece, görkemli atlardan inen adamlar, beni kızgın demirlerle dağladılar, gizli bir hazinenin yerini almak istediler ağzımdan. Tanrının putunu gözlerimin önünde yere çaldılar ama tanrı beni bırakmadı, ben de işkencelere sessizce katlandım. Beni kamçıladılar, hırpaladılar, sakat bıraktılar ve neden sonra ölümlü yaşamım süresince asla dışarı çıkamayacağım bu zındanda gözlerimi açtım.

İlle de bir şeyler yapma, ne yapıp edip zamanı doldurma çaresizliğinin kışkırtısıyla, kendi karanlığımda, bildiklerimin tümünü anmaya çalıştım. Bitimsiz geceleri, taşa-oyulma yılanların sırasıyla sayısını ya da şifalı bir ağacın şaşmaz biçimini anmaya adadım. Böylece geçen yılların gönlünü aldım gitgide, böylece aslında benim olanı yeniden ele geçirdim. Bir gece çok özel bir anının eşiğine yaklaştığımı sezdim; denizi görmeden önce yolcu, kanında bir hızlanma duyar. Saatler sonra bu anının dış çizgilerini seçmeye başladım. Bir ayetti. Tanrı, zamanın sonunda yağma ve yıkım geleceğini önceden görerek, daha Yaratılış’ın ilk gününde bu kötülükleri savuşturacak güçte tılsımlı bir tümce yazmıştı. Öyle yazılmıştı ki bu tümce, en ötedeki kuşaklara erişebilecek, raslantının oyununa düşmeyecekti. Kimse onun nereye, nasıl harflerle yazıldığını bilmiyor, ama gizliden varolduğu, bir gün bir cennetlikçe okunacağı kesin. Her zamanki gibi şimdi de zamanın sonunda durduğumuzu düşündüm; yazgımın, tanrının son rahibi sıfatıyla beni bu elyazısını sezgileme ayrıcalığıyla donatacağını düşündüm. Zından duvarları arasına kıstırılmam, umudumu engellemiyordu; belki de Quahalom elyazısını daha önce bin kere görmüştüm de şimdi yalnızca sırrına ermem gerekiyordu.

Bu dalıp gitmeler yüreklendirdi beni, sonra da bir çeşit başdönmesiyle doldurdu. Yeryüzü, baştan başa epeski biçimlerle kaplıdır, bozulmayan, sonsuz biçimlerle; aradığım simge onlardan herhangi biri olabilirdi. Bir dağ olabilirdi tanrının söylemi, bir ırmak, ya da imparatorluk ya da yıldız kümeleri. Ne var ki yüzyılların sürecinde dağ yassılır, ırmak yatağını değiştirir, imparatorluklar başkalaşmalara uğrayarak alaşağı edilir ve yıldız kümelenişleri değişir. Gökkubbede değişme vardır. Dağ ve yıldız bireydirler ve bireyler yokolur. Daha direngen, daha etkilenmez bir şey arıyordum ben. Gelmiş geçmiş tahıl, ot, kuş, insan kuşaklarını düşündüm. Belki de o tılsım, sonunda benim yüzüme yazılacaktı, belki de arayışımın bitimi kendimdim. Bu kuruntuyla kavrulurken birdenbire jaguarın, tanrının niteliklerinden biri olduğunu anımsadım.

O an içim acıyla doldu. Zamanın ilk sabahı gözlerimin önüne geldi; oyuklarda, şekerkamışı tarlalarında, adalarda durmaksızın sevişip üreyecek jaguarların canlı derisine tanrının bildirisini gizleyişi ve böylelikle son insanlara devredişi geldi gözlerimin önüne. Bu tasarıyı sürdürme adına otlaklara, sürülere ürkü salan kaplanlar, o tıklım tıklım kaplanlar labirenti geldi gözlerimin önüne. Öbür hücrede bir jaguar vardı, onun bunca yakınında, varsayımımın doğrulandığını, gizli bir kayraya kavuştuğumu algıladım.

Uzun yılları, beneklerin düzenini, kümelenişini öğrenmeye adadım. Karanlığın her döneminde anlık bir ışık bağışlanıyordu ve ben böylece sarı kürk boyunca akan kara lekeleri titizlikle saptıyordum. Bir bölüğü sivri uçluydu, bir bölüğü bacakların içinde çaprazlama hatlar oluşturuyordu; daha başka bir bölük, halhal biçimliler, sık yineleniyordu. Belki de bunların tümü tek bir ses, tek bir sözcüktü. Çoğunun ucu kırmızıydı.

Zorlu çabamın güçlüklerini sayıp dökecek değilim. Kaç kereler mahzene doğru haykırdım, bu metni çözmek olanaksızdır diye. Gitgide, uğrunda ter döktüğüm somut bulmaca, tanrının yazdığı bir tümcenin tür-başlatıcı bulmacasından daha az tedirgin etti beni. Saltık bir zihin (diye sordum kendime) ne çeşit bir tümce kurar? İnsan dillerinde bile evrenin tümünü imlemeyen tek önerme yoktur diye düşündüm, kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Tanrıların dilinde her sözcüğün o sonsuz olgular zincirini açıklayacağını düşündüm, üstelik üstü-kapalı değil, apaçık bir biçimde, zamanla bağımlı olarak değil, anında. Zamanla, tanrısal tümce düşüncesi, çocukça, hatta kafirce geldi bana. Bir tanrının, diye düşüncelere dalıyordum, ağzından çıkan her sözcükte saltık bir tamlık olacaktır. Onun ağzından çıkan hiçbir sözcük, evrenden aşağı, ya da zamanın toplamından az olamaz. İşte o sözcüğün, bir dili, o dilin kapsayabileceklerini karşılayacak gölgeleri ya da kusurlu suretleri de zavallı, hırslı insan sözcükleridir, hepsi, dünya, evren.

Bir gün ya da bir gece —benim günlerimle gecelerim arasında ne ayrım olabilir ki?— zındanın zemininde bir kum tanesi gördüm düşümde. Önemsemedim, yine uyudum, düşümde uyandığımda, zeminde iki kum tanesi vardı. Yine uyudum, kum tanelerinin sayısının üçe yükseldiğini gördüm. Böyle çoğalıyor, sonunda zındanı dolduruyorlardı, ben de o kum yarıküresinin altında ölü yatıyordum. Düş gördüğümü kavradım; büyük bir çabayla silkindim ve uyandım. Uyanmanın yararı yoktu; sayısız kum taneleri boğuyordu beni. Biri dedi ki: “Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmalıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.”

Yitmiştim sanki. Kumlar dolmuştu ağzıma, yine de haykırdım: “Düşlerin bir kum taneciği öldüremez beni, ne de düşler vardır düşler içre.” Bir ışık yalazında uyandım. Tepedeki karanlıkta bir ışık halkası büyüyordu. Gardiyanın yüzünü, ellerini gördüm, oluklu çarkı, halatı, et parçalarını, su testilerini.

Kişi, yazgısının biçimlenişinden şaşkına döner gitgide, nereden bakılsa kişi, içinde bulunduğu koşullardır. Bir şifre-çözücü ya da bir öc-alıcı, tanrının bir rahibi olmaktan öte bir tutukluydum ben. Düşlerin labirentlerinden, sılaya dönercesine döndüm acımasız zındanıma. Onun ıslaklığını kutsadım, kaplanını kutsadım, o ışık sızıntısını kutsadım, kendi ihtiyar, acılı bedenimi kutsadım, karanlığı ve taşı kutsadım.

Sonra unutamayacağım, iletemeyeceğim o şey oldu. Tanrısalla, evrenle (bu sözcüklerin anlamlarında bir ayrım var mı, bilmiyorum) birlik gerçekleşti. Doruk-coşku, simgelerini yinelemez; Tanrı, bir yalazda, bir kılıçta ya da bir gülün halkalarında görülmüştür. Ben çok ulu bir tekerlek gördüm, gözlerimin önünde değildi, arkamda da değildi, iki yanımda da değildi, ama her yerde aynı andaydı. Sudan yapılmaydı bu Tekerlek, sudan ve ateşten, ayrıca (ucu göründüğü halde) sonsuzdu. Gelecek, şimdi, geçmiş ne varsa, içiçe biçim veriyorlardı ona, ben o toplam dokunun ipliklerinden biriydim, işkencecim Pedro de Alvarado da bir başkasıydı. Nedenlerle sonuçlar apaçık ortadaydı işte, hepsine akıl erdirebilmek için o Tekerlek’i görmem yetmişti, sonu olmayanı. Ey anlayışın mutluluğu, imgelemi ve duygulanımı aşan mutluluk. Evreni gördüm, evrenin çok özel tasarılarını gördüm. İngiliz Kilisesi Kitabı’nda anlatılan kaynağı gördüm. Sulardan yükselen dağları gördüm, ilk orman adamlarını, onlardan yüz çeviren sarnıçları, yüzlerini paralayan köpekleri gördüm. Öteki tanrıların arkasına gizlenmiş yüzü-belirsiz tanrıyı gördüm. Bir tek esenliği oluşturan sonsuz süreçler gördüm ve hepsini anlayınca, kaplanın elyazısını da anlayabildim.

On dört gelişigüzel sözcükten (gelişigüzel görünen) oluşan bir formül bu, onu bir kerecik yüksek sesle söylesem, gücüm tanrı-gücüne ulaşacak. Onu söylemek bu taş zındanı ortadan kaldırmaya, geceme günışığı salmaya, gencelmeme, ölümsüzleşmeme, kaplanın dişlerinin Alvarado’yu öğütmesine, kutsal bıçağın İspanyolların göğsünü deşmesine, piramidi yeniden kurmaya yetecek. Tam kırk hece, ondört sözcük ve ben, Moctezuma’nın bir zamanlar yönettiği toprakları yönetebilirim. Ama bu sözcükleri söylemeyeceğimi biliyorum, çünkü Tzinacan’ı ansımıyorum ki artık.

Kaplanların derisine işlenen giz benimle öle! Evreni görmüş olan, evrenin ateşli tasarılarını gözlemiş olan, tek kişiyle, o kişinin bahtı ya da bahtsızlıklarıyla sınırlı düşünemez ki, kendisi özbeöz o olsa da. O adam bir zamanlar kendisiydi, ama artık umurunda bile değildir. Ötekinin yaşamı, ötekinin ulusu nedir onun gözünde, kendisi artık hiç kimseyse. İşte bu yüzden formülü dile getirmiyorum, bu yüzden, burada bu karanlıkta yatarak günlerin unutuşa gömmesine  bırakıyorum kendimi.  
 

Howard Zinn - Öteki Amerika 1

ABD'nin tarihini anlatırken benim bakış açım değişik: Devletlerin hafızasını kendi hafızamız olarak kabullenmemeliyiz. Uluslar ortak çıkarlara sahip topluluklar değildir ve hiçbir zaman da olmadılar. Bir ailenin tarihi olarak sunulan herhangi bir ülkenin tarihi, fatihler ve fethedilenler, efendiler ve köleler, kapitalistler ve işçiler, egemen ırk ve egemen cins ile ezilenler arasında -bazen su yüzüne çıkan ama çoğunlukla bastırılan- şiddetli çıkar çatışmalarını gizler. Ve böylesi bir çatışma dünyasında, bir kurbanlar ve cellatların tarafında yer almamaktır.

Dolayısıyla tarih içindeki seçimimden veya vurgularımdan kaynaklanan bu kaçınılmaz yer alışımda ben Amerika'nın keşfini Arawakların bakış açısıyla anlatmayı tercih ediyorum; Anayasayı kölelerin bakış açısıyla, Andrew Jacksona'ı Cherakeelerin açısından, Amerikan İç Savaşı'nı New York Irish'a göründüğü gibi, Meksika Savaşı'nı Scott'un ordusundan firar eden askerlere, sanayiinin yükselişini Lowell tekstil atölyelerindeki genç kadınlara, İspanyol-Amerikan Savaşı'nı Kübalılara, Filipinler'in fethini Luzan'daki siyah askerlere, Yaldızlı Çağ'ı güneyli çiftçilere, Birinci Dünya Savaşı'nı sosyalistlere, İkinci Dünya Savaşı'nı pasifistlere, New Deal politikalarını Harlem'deki siyahlara, savaş sonrası Amerikan İmparatorluğunu Latin Amerika'daki gündelikçilere göründüğü gibi anlatmayı tercih ediyorum...

19 Ağustos 2019

Tevfik Fikret " Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim "

Kimseden yardım ummam, dilenmem kol kanat
Kendi boşluğum, kendi göklerimde kendim uçarım
Eğilmek, tutsaklık boyunduruğundan ağırdır boynuma
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim
*
Devril ey köhne bağımsızlık tahtı
Eziciliğinin altında inliyor kuşaklar
Parçalan ey sönük taç
Ne savaşçı, ne savaş ve yayılma
Ne sataşma, ne sultanlık, ne eşkıyalık
Ne yakınma, ne zulüm ve baskı
Ben benim, sen de sen
Ne efendi, ne kul
Yırtılır, ey köhne kitap yarın
Düşünce mezarı olan sayfaların
Bunu kimden umalım
Bu büyük yaratılış devrimini kim
Hangi güç üstlenecek
Evrenin sahibi, evet gerçek
Evrenin sahibi olan ululuk
O yaklaşılmaz suskun yüz
Ama kaynağı o hep bu kavgaların.

Tarih-i Kadim (Eski Çağlar Tarihi) 

*

Bir gün fen yapacak, şu kara toprağı altın
Her şey bilim gücüyle olacak buna inandım.


Blaise Pascal - Risaleler

 

Risaleler’in ortak tarafı Pascal’ın yaşamında belli durumlarla ilişkili olmaları ve toplamda onun bir tür otobiyografisini vermeleridir.  Felsefe tarihinin ilk röportajlarından birini de içeren, geometrik yönteme, felsefeye, ahlak ve siyasete ve dinsel duyarlığa ilişkin ayırt edici numuneler olan en bilindik yazılarını ya da sohbetlerini bir araya getiren bu derleme “Biz modernler, eskilerden daha fazlasını görüyoruz” diyen Pascal’ın düşünsel zenginliğinin, derinliğinin ve evrenselliğinin en güzel örneklerini sunuyor:



Federico García Lorca " Özgür olmayan insan nedir? Söyle bana, Marina. Söyle seni nasıl sevebilirim. Özgür olmazsam? Sana kalbimi nasıl açabilirim. Bu yürek benim değilse."




16 Ağustos 2019

Hacı Bektaş Veli

 
Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda.
Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Aslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda.


Ara Güler " Anadolu "



Dahası...


Charles Bukowski - Mahvolmuş Hayatlar



 'aynı kadınla iki kez
evlenerek hayatımı mahvettim'demiş
William Saroyan.

hayatlarımızı mahvedecek bir şeyler
her zaman vardır,
William,
neyin veya kimin
bizi önce
bulduğuna
bakar,
mahvolmaya hep
hazırızdır.

mahvolmuş hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de.

ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varırız
intiharların, ayyaşların, hapisane
kuşlarının, uyuşturucu müptelaları
ve benzerlerinin.
varoluşun
menekşeler kadar,
gökkuşağı
kasırga
ve
tamtakır
mutfak
dolabı
kadar
olağan
bir
parçası
olduklarının.


Mahmut Makal - Anımsı Acımsı


"Okuyun! Okumazsanız uyanamazsınız. Uyanamazsanız, düşünemezsiniz. Düşünemezseniz, kurtulamazsınız"
 
Dil aslında soyut bir şeydir. Yeryüzünde hiçbir varlık adı böğrüne yapıştırılarak ortaya çıkarılmıyor doğaca. Hiçbir sözcük de sittin sene aynı görevi yapmıyor. Çağın gidişine ya da insanoğlunun eriştiği aşamalara göre dil de kendini toparlayarak değişime uğruyor. Daha doğrusu insanlar gerçekleştiriyor bu değişimi. Bunun karşıtı zaten mümkün olamaz. Şurası da unutulmamalıdır ki, her iki anlamda da dilin kemiği yoktur.
 
Köy Enstitüleri kapatılmamış olsaydı, her köyü okula ve öğretmene kavuşturmak için o zaman yapılan plana göre 1956'da okulsuz köy kalmayacaktı. Hepsi öğretmene de kavuşacaktı. Her sekiz on köy bir sağlık memuruna ve ebeye kavuşacaktı. 1956'da tüm köyler sağlık denetimine alınmış olacaktı.
 
Sağ yobazlığa ne kadar düşmansam, sol yobazlığa da o kadar düşmanım.
 
Bir türlü kavrayamıyorum... Eğer demokrasinin ana prensiplerini anlayamıyor ve ideal hukuka uygun yasaları uygulayamıyorsak kabahat demokratik hukuk devleti düzeninin mi, yoksa bizim midir?
 
Siz düşünmüyorsunuz, siz geldiğiniz yere inanacak yerde, onu bırakıp politika esnafının ve de onlara uşaklık eden sözüm yabana yazarların, aydın taslaklarının yavelerine inanıyorsunuz. Bırakın da onlar sizden ders alsınlar. Üstelik okumuyorsunuz. Dünyadan haberiniz yok. Buyrun lafını ettiğiniz köye götüreyim sizi. Otobüsü de benden. Ankara'dan gitmesi üç saat sürer. Bir pazar sabahı gider akşama geri döneriz. Evet beyler, Halep oradaysa arşın buradadır. Buyrun?
 
Neydi Makal'ın suçu? Halktan yana olmak, halkın uyutulmasına karşı olmak. Göstermelik törenlerle halkın kalkınamayacağı için gerçek halk kalkınmasının yollarını yazmak. Köylünün ve de öğretmenlerin Atatürk'ü gerçek ve devrimci yönü ile tanımalarını sağlamak için onlara kitaplar, ödevler vererek gerçek ulusçunun görevini yapmak.
 
Nerede kaymakam dendi, ona bağlı olarak "hükümet" de dillerden düşmüyordu: Hükümete çıktım; hükümet bilir, hükümet ceza verir, diye konuşulur giderdi günlük yaşam içinde. "Hükümet, hükümet diyorsun, nerede hükümet, nedir hükümet?" diye sorardım anama.
 
Oktay Rıfat'ın şiirinde çok güzel anlattığı bir tip vardı o zaman hükümetin başında. O da vatanı kurtarmaya çalışıyordu ama hem işleri, hem kavramları karıştırarak: Herif küpünü doldurmuş Malum usulle bilirsin Bir dostu var ki vallahi Yanında sen çirkin kalırsın Öylesine kurum, öylesine çalım Sanki küçük dağları yaratmış Ama bir parmak üstünün yanında Kerata süklüm püklüm Kurumuna bakarsan büyük vatanperver Bir o bilir dünyada olanı biteni İnanma güzelim inanma Çiftlikleriyle karıştırıyor vatanı
 
 Suçumuz insan olmak...
 
 Bende kitap tutkusu çok küçükken başlamıştı. Nasıl anımsamam, nasıl unutabilirim, karda kışta yüklendikleri ak torbalarla köye kitap taşıyan Darende'li çocukları? Hele onlardan birini, Cabir'i nasıl unutabilirim.
 
 Öğretmenleri kıyıma uğratanlar, aslında yaraya tuz biber ekiyorlar. Her zaman olduğu gibi bugün de öğretmen kıyımı sürüyor. Bizim insanımız, bizim öğretmenimiz, yeniden kıyılamayacak kadar kıyılmıştır. Ulus olarak kurtuluşumuz için en olmaz zorluklar içinde yine de çalışan öğretmen bulunca dünyayı zehir etmeye kalkışıyorlar. Anlaşılıyor ki kimsenin bu ulusun kurtuluşu için çalışmasını istemiyorlar. Gidişata bakınca başka türlü düşünmenin olanağı kalmıyor.
 
 Sonra canım, neymiş, Köy Enstitüleri gomonis yuvasıymış. Ordan çıktığıma göre bunun kuşku götürür yanı da yokmuş. Öyle olmasa köylünün konukseverliğini, askerlik severliğini; gönül zenginliğini bırakıp da neden açlığını, yoksulluğunu yazmışım?
 
 Oturunca da İstanbul'u ve Ankara'yı nasıl bulduğumu sordu. "Ankara'yı daha çok beğendim. Şehir daha derli toplu. Yollar daha güzel.
 
"Çözülür" demiş Faust "bu kainatın sırrı" Ve onunçün çarpılmış Hakkın cezasına, Demek ki, hikmetinden sual olunmayan Tanrı Razı değil milletin okuyup yazmasına .
 
Makal, yurdumuzun çileli yazarlarından biridir. Çilesi, halkçı, toplumcu yazar olmasından ileri geliyor. Yoksa, bugün O da sonsuz bir rahatlık içinde olurdu. Eline, çok para kazanma fırsatları geçmişti. Amacı para kazanmak olmadığından, böylesi ucuz rahatlıklara kendini kaptırmadı. Önünde, bugün pek çoklarının düşünde yaşattığı koltuklar duruyordu. O, iskemlede oturmayı koltuğa yeğ tuttu. Çünkü Makal, bir halk yazarı olarak ortaya çıkmıştı, halk yazarı olarak yaşayacaktı. Yerli halklı, o yükseldiği oranda O da yükselecekti. Böyle olmak, halk yazarı olmanın gereklerindendir.

Ne diyor Sartre: "Aç bir dünyada edebiyatın işi nedir? Yazar herkese seslenmek, herkesçe okunmak istiyorsa, açlıktan ölen milyarlardan yana olmalıdır. Bunu yapmadıkça, mutlu bir azınlık hizmetindedir ve onun gibi sömürücüdür."

Eski kuşağın, "Ayağı nalınlı kızların tıpış tıpış raks ettiği yer" olarak tasvir ettiği Anadolu köyünün üstündeki kalın ve karanlık perdeyi yırtıp atmak ancak Mahmut Makal'a nasip olabilmiştir. Makal, böyle mutlu bir akımın öncüsüdür. İşini çok iyi bilen bir yazardır, bu yüzden teslim bayrağını çekemez. Edebiyatı, "edebiyat olsun" diye yapan eski kuşaktan değil çünkü. Geri bırakılmış bir halkın acısını, Makal ve Makal'lar çekecektir. Ama şurası bilinsin ki, tarihin kutsal sayfaları bu acı çekenlere yer verecektir, acı çektirenlere değil
 
 *
 
"Mahmut Makal, halktan kopuk edebiyata hiçbir zaman önem vermedi. Devlet örgütleriyle karşı karşıya kalmak ve yaşam boyu yokluk, yoksunluk içinde, arkasız bir halk çocuğu olarak yaşamayı ve yazmayı yeğledi. Halk yazarı olarak ortaya çıkmıştı, halk yazarı olarak yaşadı... Mahmut Makal yaşayan en büyük öykü yazarımızdır. Kentli küçük burjuvaların uydurma aşkları, halktan kopuk kahramanlıkları ve sanal acıları onu ilgilendirmemektedir. Makal'ı ilgilendiren sevgili köylüsüdür ve onun sorunlarını anlatmak için çok acılara katlanmıştır."

Cumhuriyet Kitap, 16 Nisan 1998 "Ciddi görünüşü ve ateşli anlatımı, sözündeki doğruluğu ve saktnmazlığı ile Mahmut Makal boyun eğecek bir kişiye benzemiyor. Doğru bildiği şeyi söylemeyi, cehalete ve yoksulluğa karşı savaşını sürdürüyor. Durmadan yazıyor. Kitapları; İngilizce, Rusça, Almanca, Japonca, Fransızca'ya çevriliyor. Bu eylem insanı, kendisine yolların en çetinini seçmiştir. Umutsuzluğa ve yoksulluğa karşı tek başına savaş. Bu yolu isteyerek seçmiştir. Genç kuşaklara daha iyi bir dünyanın kurulması için onlara inanç ve cesaret vermeye çalışarak geçirdiği günlerden hiç pişman değildir."  
 

Atatürk Ödülü sahibi ilk Türk kadın opera sanatçısı ve ressam Semiha Berksoy

‘‘Semiha'nın Ankara'da Devlet Operası'nda çalışmaya başlayacağı da ayrıca beni bahtiyar etti.
Pırlanta ne kadar toz toprak içine atılsa, günün birinde yine pırlantalığını belli eder ve hakkını ister.
Semiha da bizim Türk kadın sesinin pırlantasıdır.
Haydi hayırlısı.
Dünya onun, yolu açık olsun.’’

14 Ağustos 2019

Bertolt Brecht - Çay Kökünden Yapılmış Bir Çin Aslanı Üzerine

 
kötüleri korkutur pençen
iyileri sevindirir inceliğin,
benzer şeyler
duymak isterdim
dizelerim için.
 
 
 
 

Nazım Hikmet - Son Şiirleri


çınar olsam dinlensem gölgesinde
kitap olsam okusam uykusuz gecelerimde içim
sıkılmadan
kalem olmak istemem kendi elimde bile
kapı olsam iyilere açsam kötülere kapasam
pencere olsam perdesiz ve iki kanadı açık bir pencere
ve şehri soksam odama
söz olsam çağırsam haklıya doğruya güzele
söz olsam söylesem sevdamı yumuşacık


Hermann Hesse Seçme sözler

Bir insanı başkalarından ayıran özellikleri belirlemek, o insanı tanımaktır.

Hiçbir yerde nefes almak ve nefes vermek, erkek ve kadın olmak, özgürlük ve düzen, içgüdü ve us bir arada var olmuyordu, birini kazanmak için ötekini elden çıkartmak gerekiyordu ister istemez.

Sevginin sözleri gerektirmemesi bir mutluluktu, yoksa yanlış anlaşılmalarla dolu sersemce bir şey olup çıkardı.

En mutsuz yaşamda bile yıldızın parladığı anlar, kum ve çakıl taşları arasında küçük çiçeklerin açtığı anlar vardır.

Bir babadan çocuğuna burnu, gözleri, hatta zekası kalıtım yoluyla geçebilir, ama ruhu asla. Her insan yeni bir ruh taşır kendisinde.

Güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir.

Sana bir sır vereyim mi, ciddilik zamana aşırı değer verilmesinden kaynaklanır.


 Birisi saadetiyle veya faziletiyle övünüyor, böbürleniyorsa, onda bunun ikisi de yok demektir.

 Bu kitapta, çocukluktan beri içimde taşıdığım Almanya'yı ve Almanlık ruhunu bir kez olsun dile getirmek ve onlara duyduğum sevgiyi itiraf etmek istedim - bugün, 'Alman' olan her şeyden nefret ediyorum çünkü...Hesse, 1993; YKY, Narziss ve Goldmund arka kapak yazısından

    Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça başkalarının ruhlarındaki kıpırtıyı anlayamaz.
    
Kabul ederek şanssızlık şansa dönüştürülebilir.
  
  ...Oysa şimdi bu eski ve yerde bir boşluk göze çarpıyordu; küçük dünyamda bir çatlak belirmişti ve karanlık, ölüm ve dehşet gözlerini dikmiş bu çatlaktan içeri bakıyordu. Bundan böyle ne bir dal ne bir meyve koparabilecektim ağaçtan, bundan böyle dallarından birinin özgün ve fantastik mimarisini resme geçirmeye çalışmayacak, sıcak yaz öğlelerinde merdivenden inip çıkarken onun yanına uğrayarak ince gölgesinde bir an soluklanamayacaktım. Yazık, ağaçlara bel bağlamaya gelmiyor artık, onlar da insanın elinden kayıp gidebiliyor, onlar da seni beni düşünmeden bu dünyadan göçebiliyor, insanı yüzüstü bırakıp o koyu karanlığa dalarak gözden kaybolabiliyor!
 
 Bizzat sorumluluk yüklenmek ve düşünmek istemeyenlerin lidere ihtiyaçları vardır.
    
İster zayıf olsunlar, ister zararlı olsunlar, insanları seviniz ama onları yönlendirmeye kalkmayınız.
    
Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder. Ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.
    
Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar.


Ve dönüp dolaşıp geleceğe inanan bizler o eski çağrıyı yineleyeceğiz: ‘Öldürmeyeceksin!’ Yeryüzündeki bütün yasa kitapları gün gelip cana kıymayı yasaklasa, hatta savaşta öldürmeler ve cellat eliyle can almalar da bu yasak kapsamına girse, yine de söz konusu çağrı susmayacak. Çünkü tüm ilerlemelerin, insan olmaya yönelik tüm çabaların temelinde saklı yatan çağrıdır bu. Canına kıydığımız o kadar çok şey var ki! Öldürme eylemini yalnız o aptalca savaşlarda, devrimlerin budalaca sokak çatışmalarında gerçekleştirmiyoruz çünkü, adım başında bu cinayeti işliyoruz. Yetenekli gençleri çaresizlik içinde bırakıp kendileri için uygun sayılmayacak meslekler edinmeye zorlayarak öldürüyoruz. Yoksulluklar, çaresizlikler, yüz kızartıcı durumlar karşısında gözlerimizi yumarak öldürüyoruz. Toplum, devlet, okul ve kilisede ömrünü tamamlamış uygulamalara kararlı bir tutumla sırt çevirecekken, rahatımızı gözetip bunlara istifimizi bozmadan seyirci kalarak, riyakarlığa sapıp onaylar bir tavır takınarak öldürme eylemini gerçekleştiriyoruz. Tutarlı bir sosyalizm için mal mülk sahibi olmak nasıl hırsızlık sayılıyorsa, tutarlı inanç sahipleri için de yaşama karşı çıkışlar, tüm hoyratlıklar, umursamazlık ve aşağılamalar öldürmekten başka şey değildir. İçinde yaşanılan zaman öldürülebileceği gibi, geleceğin kendisi de öldürme eylemine konu yapılabilir. Biraz espriyle karışık kuşkuya başvurularak genç bir insanda bir yığın geleceğin canına okunabilir. Dört bir yanda yaşam bekliyor bizi, dört bir yanda gelecek çiçek açıyor, oysa biz hep birazını algılıyoruz bunun, pek çok şeyi ayaklarımızın altında ezip geçiyor, adım başında öldürüyoruz.

Hiçbir şey varlığı ne gösterilebilen ne de incelenebilen belirli şeyler hakkında konuşmaktan daha zor ya da daha fazla gerekli değildir. Ciddi ve dürüst insanların en belirgin özelliği var olan şeylere onların var oluşa ve doğuşa bir adım daha yakınlaştırıcı olarak yaklaşmalarıdır.

    Siddhartha kulak verip dinledi. Bütünüyle kulak verip dinleyen biri kesilmişti şimdi, kendini tümüyle dinlemeye vermiş, tümüyle boşalmış, tümüyle soğurup içine alan biri olmuştu. Dinleme sanatında öğrenilecek her şeyi öğrendiğini hissediyordu. O zamana kadar bütün sesleri sık sık işitmişti, ırmağın çıkardığı bu pek çok sesi; ama sesler bugün bir başka yankılanıyordu. Pek çok sesi birbirinden ayırt edemiyordu artık, neşelileri gözü yaşlılardan, çocuksuları erkeksilerden ayıramıyordu, bir bütünlük oluşturuyordu hepsi, özlemin yakınması ve bilen kişinin gülüşü, öfkenin haykırışı ve ölen kişilerin iniltisi, hepsi birdi şimdi, hepsi içi içe geçmişti, birbirine bağlanmış, binlerce kez birbirine sarılıp dolanmıştı. Ve tümü, bütün sesler, bütün amaçlar, bütün özlemler, bütün çileler, bütün hazlar, bütün iyi, bütün kötü şeyler, tümü birden dünyayı oluşturmaktaydı. Tümü birden yaşamın müziğiydi.
    
Düşünebilirim, bekleyebilirim, oruç tutabilirim.
    
Siddhartha, haz vermeden haz alınamayacağını, her jestin, her okşayışın, her dokunuşun, her bakışın ne kadar küçük olursa olsun vücuttaki her köşenin kendine özgü bir gizle donatıldığını, bu gizi keşfetmenin, keşfeden kişiyi mutlu kılacağını öğrendi. Her sevişmeden sonra sevgililer birbirlerinden, biri ötekine hayranlıkla bakmadan ayrılmamalıydılar; hem yenmiş hem yenilmiş olmalı, herhangi birinde aşırı doymuşluk ya da bıkkınlık duygusu uyanmamalı, sömürdükleri ya da sömürüldükleri duygusuna kapılmamalıdır.
    
Aynı zamanda hem sevip, hem aşağıladığı insanların çocuksu ya da hayvansı bir yaşam sürdüğünü görüyordu. Çalışıp didindiğini görüyordu onların; karşılığında ödedikleri ücrete hiç de değmeyecek nesneler uğrunda, para pul, küçük hazlar, küçük payeler uğrunda acı çektiklerini, saçlarını ağarttıklarını görüyor, birbirlerine veriştirip hakaretler yağdırdıklarını bir samananın hiç duyumsamadığı yokluk ve yoksunluklardan etkilendiğini görüyordu.
    
İnsanların büyük çoğunluğu, düşen bir yaprak gibidir, kapılıp gider rüzgarın önüne, havada süzülür, dönüp durur, sağa sola yalpalar vurarak iner yere. Pek az kişi de vardır, yıldızlara benzer, belli bir yörüngede ilerler durur, hiçbir rüzgar varamaz yanlarına, kendi yasalarını ve izleyecekleri yolu kendi içlerinde taşırlar. Bugüne kadar sadece bir kişi böyleydi. O da Buddha’ydı. Bu mükemmel özelliklere sahipti.
    
Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması daha iyidir. Dünya zevklerinin ve dünya malının insana hayır getirmeyeceğini daha çocukken öğrendim. Hanidir biliyordum bunu, ama ancak şimdi yaşadım. Ve şimdi biliyorum, belleğimle değil, gözlerimle, yüreğimle, midemle biliyorum böyle olduğunu. Ne mutlu bana ki, biliyorum artık!
    
Geçmişte olan, gelecekte olan hiçbir şey yoktur; her şey vardır sadece, şu an içinde varlık sahibidir.
    
Oh, tüm çile ve kahırlar zaman değil miydi? Tüm uğraşıp didinmeler, tüm korkular, dünyadaki bütün güçlükler, bütün düşmanlıklar, silinip gitmiyor mu, yenilgiye uğratılmıyor mu?
    
Yumuşak, sertten güçlüdür; su kayadan güçlü; sevgi, zorbalıktan güçlüdür.
    
Bilgelik, bir başkasına anlatılamaz; bir bilgenin başkalarına anlatmaya çalıştığı bilgelik, aptalca bir şey gibi gelir kulağa.
    
Bilgi, bir başkasına aktarılabilir; bilgelikse hayır. Bilgelik keşfedilebilir, bilgelik yaşanabilir, bilgelik el üstünde taşıyabilir insanı, bilgelikle mucizeler yaratılabilir ama bilgelik anlatılamaz ve öğretilemez.
    
Asla bir insan tümüyle kutsal ya da tümüyle günahkar olamaz. Böyle gibi görünmesi, yanılmamızdan, zamana gerçek bir nesne gibi bakmamızdandır. Zaman gerçek değildir. Zaman gerçek değilse, dünya ile sonsuzluk, acı ile mutluluk, kötü ile iyi arasında var gibi görünen çizgi de bir yanılgıdan başka bir şey değildir.
    
Bir insanın hazinesini ve bilgeliğini oluşturan şeyin, bir başkasının kulağına her zaman aptalca gelmesine de hiç diyeceğim yok.
    
Ölümden kurtulmanın çaresini buldun. Kendi aramalarının sonunda, kendi izlediğin yolda, düşünerek, meditasyonla, bilip kavrayarak, ilhamla sağladın bunu, öğretiyle değil! Ey ulu kişi, kimse öğretiyle kurtuluşa kavuşamaz. Kimseye, ey saygıdeğer kişi, ilham saatinde senin neler yaşadığını, sözle olsun, öğretiyle olsun aktaramaz, anlatamazsın. ( Siddhartha'nın Buddha'ya yönelttiği eleştiri )
    
Önemli olan görüşler değil asla, bunlar güzel ya da çirkin, zekice ya da budalaca olabilir, isteyen benimser, isteyen elinin tersiyle itebilir bunları. Benden dinlediğin öğretiye gelince, kendi görüş ve düşüncemi içermiyor bu, öğrenmeye meraklı kişiler için dünyayı açıklamak gibi bir amaç güttüğü de yok. Bir başkadır onun amacı, acılardan kurtulmaktır. Buddha'nın da öğretisi budur işte, başka şey değil. ( Siddhartha'nın yönelttiği eleştiriye, Buddha'nın yanıtı )


Dostoyevski " Bir ağacın önünden onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklım almıyor."





Eğitimde öğrenmenin sırrı nedir? Bu sırrı keşfeden bir adam: Piaget. İşte o sırlı keşif


“Eğitimde sadece anlatmak ve göstermekle yetinilmemeli. Aynı zamanda uygulama ve aktif katılım sağlanmalı. Entelektüel eğitimin hedefi zekâyı şekillendirmek ve entelektüel kâşifler üretmektir. Hafızayı doldurmak  yoğun ve derin öğrenme değildir. Öyleyse geleneksel eğitim fikri büyük yanılgı içerisinde.”

Felsefe ve ruhbilimin öncülerinden sayılan İsviçreli bilim adamı Jean Piaget meslek yaşamının büyük bir bölümünü çocukları dinleyip, gözleyerek ve dünyanın her köşesinden bilim insanlarının aynı konuda hazırladıkları raporları inceleyerek geçirdi. Piaget sonuçta, çocukların yetişkinlerden çok farklı düşündüklerini ortaya koydu.

Kendilerini ancak dile getirebilen binlerce çoçukla yaptığı görüşmelerden sonra, Piaget söz konusu yaş grubunun dışa vurdukları o şirin, ancak mantığa aykırıymış gibi gelen görüşlerinin ardında kendilerine özgü bir düzen ve mantığı olan düşünce süreçlerinin yatabileceği sonucuna vardı. Einstein bunu, “yalnızca bir dahinin akıl erdirebileceği basitlikte bir buluş” olarak nitelendirdi. Piaget’nin ortaya attığı görüş, zekânın özünde yatan işlevlere yeni bir pencere açtı.

10 yaşında yayımladığı ilk bilimsel raporundan 84 yaşında ölümüne dek uzanan, yaklaşık 75 yıllık yoğun bir araştırma süreci sonunda Piaget gelişimsel ruhbilim, bilişsel kuram ve genetik bilgi kuramı (epistemoloji) adı verilen birçok yeni bilim dalının gelişmesine katkıda bulundu.

Eğitim konusunda düzeltimci biri sayılmasa da, Piaget günümüzde eğitime yeni bir çehre getirilmesini hedefleyen eylemlerin temelini oluşturan çocuk düşünce biçimini su yüzüne çıkarttı. Çağdaş insanbilimcilerinin ortaya attıkları “soylu yabanıllar” ve “yamyamlar” türü öykülere kıyasla, Piaget çok farklı bir görüş ortaya attı. Bu açıdan ele alındığında, Piaget’nin çocukların düşünce biçimini ilk kez ciddiye alan bir bilim adamı olduğu söylenebilir. Çocuklara aynı ilgiyle yaklaşan Amerikalı John Dewey , İtalyan Maria Montessori ve Brezilyalı Paulo Freire gibi bilim insanları okullarda hemen bir değişime gidilmesi yönünde çok daha yoğun bir çaba harcamalarına karşın Piaget’nin eğitime katkısı çok daha etkili oldu.

Jean Piaget’nin çocukların bilgiyle doldurulacak boş çuvallar olmayıp bilginin etkin yapıcıları oldukları, sürekli olarak kendilerine özgü kuramlar yaratıp bunları sınadıkları yönündeki görüşü kuşaklar boyunca eğitimciler tarafından saygıyla karşılandı. Freud ya da B. F. Skinner denli ünlü olmasa da, ruhbilime katkısı çok daha uzun ömürlü oldu. Bilgisayarlar ve Internet çocuklara giderek çok daha geniş kapsamlı sayısal dünyalara ulaşma olanağı tanırken, Piaget’nin öne sürdüğü görüşler çok daha belirgin bir önem kazandı.

Piaget İsviçre’nin Fransız kesimindeki, şarap ve saatleriyle tanınan Neuchatel bölgesinde yetişti. Babası ortaçağ bilimleri profesörü, annesi ise katı bir Kalvinist idi. Küçük yaşta doğa bilimleriyle yakından ilgilenen dahi bir çocuktu. 10 yaşındayken gerçekleştirdiği gözlemler yalnızca üniversite kitaplarında açıklamaları bulunabilecek türde çalışmalardı. Kitaplık görevlisinin kendisine bir çocukmuş gibi davranmasına son vermek amacıyla albinoz serçelerin görüş gücü üzerine kısa bir not yayımladı ve amacına ulaştı. Doktorasını hayvanbilim konusunda yapan Piaget, herhangi bir şeyi kavramanın tek yolunun o şeyin nasıl evrildiğinin anlaşılması olduğunu savunan görüşünü ortaya attı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra Piaget ruhbilimle ilgilenmeye başladı. Zürih’e giderek Carl Jung ‘un derslerine katıldı, ardından Paris’e giderek mantık ve ruhsal bozukluklar konusunda eğitim görmeye başladı. Alfred Binet ‘nin çocuk ruhbilimi laboratuvarında Theodore Simon ile birlikte çalışan Piaget aynı yaştaki Parisli çocukların doğru-yanlış seçenekli zekâ testlerinde benzer yanlışlar yaptıklarının ayırdına vardı. Onların uslama sürecinden son derece etkilenen bilim adamı çocuğun kafa yapısının özüne inilerek insanın öğrenme sürecinin su yüzüne çıkartılabileceğini öne sürdü. Bu arada İsviçreli bilim adamları, çocukları oynarken inceden inceye gözleyip kullandıkları sözcükleri ve sergiledikleri davranış biçemlerim kaydetmeye başladılar.

RÜZGÂR NASIL OLUŞUR?

En tanınmış deneylerinden birinde Piaget çocuklara “Rüzgâr nasıl oluşur” diye soruyor ve karşılıklı konuşma şöyle sürüyordu:

Piaget: Rüzgâr nasıl oluşur?

Julia: Ağaçlar.

P: Nereden biliyorsun?

J: Onları kollarını sallarken gördüm,

P: Bu nasıl rüzgâr oluşturuyor?

J: (Elini yüzünün önünde sallayarak) İşte böyle. Ama onların kolları daha uzun. Hem daha çok ağaç var.

P: Okyanuslardaki rüzgâr nasıl oluşuyor?

J: Karadan oraya esiyor. Yok,yok. Dalgalardan…

Piaget, erişkin ölçütlerine aykırı olmakla birlikte, Julia’nın görüşlerinin “yanlış da sayılamayacağını”, bunların oldukça mantıklı ve çocuğun bilgi edinme sürecine uygun olduğunu gördü. Çocuğun bilgisini sınarken “doğru” ya da “yanlış” biçiminde bir ayrıma gidilmesi olayın tam olarak kavranamaması ve çocuğa yeterince saygı gösterilmemesi demekti. Piaget’nin amacı, rüzgarla ilgili sohbetten yola çıkarak, çocukların sözel bir açıklama getirmede erişkinler denli becerikli olamadıklarında başvurdukları yöntemlerle ilgili bir kuram oluşturmaktı.

ÇOCUĞA NASIL DAVRANMALI?
Kendisi bir eğitimci değildi ve böylesi durumlarda nasıl bir tavır takınılması gerektiği yönünde asla kurallar koyma yoluna gitmedi. Gelgelelim, çalışmaları büyüklerin çocuğun davranışlarını hemen düzeltme yoluna gitmelerinin son derece yanlış olabileceğini, onlara kendi kuramlarını oluşturma olanağını tanımanın çok daha yararlı olduğunu ortaya koyuyor. Piaget bu görüşünü belirtirken, “Çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz.” diyor.

Hemen hemen her eğitimci Piaget’nin çocuğun gelişimiyle ilgili olarak öne sürdüğü dört aşamayı (duyumsal devinim, ön-edimsel, somut edimsel ve biçimsel edimsel) ezbere bilse de, onun çok daha önemli görüşleri, belki de eğitimciler tarafından “çok ağdalı” bulunduğu için, pek iyi bilinmez.

BİLGİ KURAMI
Piaget asla kendisini bir çocuk ruhbilimcisi olarak görmedi. Onun asıl ilgi alanı, Piaget bu konuya el atıp onu bir bilime dönüştürünceye dek, tıpkı fizik gibi felsefenin bir dalı olarak ele alınan bilgi kuramı idi. Piaget, bilgiye ulaşmanın birden çok yolu olduğunu ve bunların yargılama yoluna gidilmeden bir düşün adamının titizliğiyle incelendiğini öne süren, bir tür göreli bilgi kuramını oluşturdu. Piaget’den bu yana söz konusu alanın sınırları kadınlara özgü düşünce biçemleri, Afromerkezli düşünce biçemleri, dahası bilgisayara özgü düşünce biçemleri gibi konularla daha da genişledi. Gerçekten de, yapay zekâ ve zekânın bilgi işlem modeli Piaget’e sanıldığından çok daha fazla şey borçludur.

Son on yıldır Piaget’nin görüşlerine bilginin beynin içsel bir öğesi olduğu yönünde bir görüşle karşı çıkılıyor. İncelikli deneyler yeni doğan bebeklerin Piaget’nin çocukların oluşturduklarına inandığı bilgilerin bir bölümüne doğuştan sahip olduklarını ortaya koyuyor. Ne var ki, bilişsel kuram alanında Piaget’nin günümüzde de dev konumunu koruduğuna inananlar için, bebeğin doğuşta sahip olduğu bilgi ile erişkinlerin sahip olduğu bilgi arasındaki fark öylesine büyüktür ki, yeni buluşlar bu açığı kapatmak şöyle dursun, olaya daha da gizemli bir boyut kazandırmaktadır.

Dr. Hüsnü Kurtuluş

Kaynak: http://www.gata.edu.tr/dahilibilimler/cocukruh/piaget.htm


* * * * * *
Piaget'nin Bilişsel Gelişim Kuramı 
 Bilişsel(zihinsel) gelişim alanında çok önemli çalışmalar yapmış olan İsviçreli bilim adamı, psikolog Piaget’e göre zeka çevreye uyum sağlama yeteneğidir. Uyumla birlikte deneyimleyerek öğrenme, sindirme ve özümseme kavramları da gelişim için çok önemlidir. Piaget’nin çalışmaları büyüklerin çocuğun davranışlarını, hemen düzeltme yoluna gitmelerinin son derece yanlış olabileceğini, onlara kendi deneyimlerini yaşayıp, kendi mantıksal çıkarımlarını oluşturabilme olanağını tanımanın çok daha yararlı olduğunu ortaya koyuyor. Piaget’e göre, çocuklar yalnızca kendi keşfettikleri şeyleri gerçek anlamda kavrayabilirler. Onlara bir şeyleri şipşak öğretmeye kalkıştığımızda, bu şeyleri kendilerinin yeniden keşfetmelerini engellemiş oluruz.

Piaget, zekanın gelişimini 4 evreye ayırmıştır. Ona göre çocuk bir dönemde kazanması gereken tüm gerekli bilişsel yapılarını oluşturduğunda, o dönemdeki gelişimini tamamlamaktadır. Piaget tüm çocukların bu gelişim aşamalarını sırasıyla geçirmesi gerektiğini savunur. Çocuk bir gelişim dönemini atlayarak diğerine geçemez. Ancak çocukların gelişim dönemlerine girme ve tamamlama yaşları birbirinden farklılık gösterebilir.

1. Duyusal-Hareket Dönemi (0–2 Yas?)
Bebeklik dönemi olarak tanımlanan, 0-2 yas? döneminde çocuk, fiziksel, zihinsel ve duygusal yönden en hızlı geliştiği dönemin içindedir. Bebek bu dönemde duyarak, dokunarak, hissederek ve yaparak dünyayı öğrenmektedir. Yoğun bir şekilde duyu organlarını kullanır, bedeninin farkına varır ve onu istediği gibi kullanabilmeyi öğrenir. Önceleri refleksleri ile hareket ederken, iki yaşına doğru daha çok düşünerek hareket etmeye başlar. Dönem sonunda yürüyebilir ve beden hareketlerini istediği şekilde yönlendirebilir.

2. İşlem Öncesi Dönem (2–7 Yas?)
Çocukta, bu evrede seçim yapabilme yetisi gelis?mektedir. Bunlar elbette yaşına uygun ve basit seçimlerdir. Çocuğa konulan sınırlar ve ög?retiler çocug?un seçim yapabilme yetisini as?ırı uçlara götürmeyecek biçimde, güven verici olmalıdır. Aynı zamanda ailenin koyduğu güvenli sınırlar içinde çocuğa seçim yapma özgürlüğü mutlaka tanınmalıdır. Çünkü çocuk ancak bu sayede özerklik duygusunu kazanacak ve benlik gelişimi güçlenecektir. Çocuk, toplumsal kurallar içinde bazı s?eyleri yapmayı ög?renirken utandırılmamalı ve cezalandırılmamalıdır. Utanç ve suçluluk duygularını yoğun olarak yaşayan çocuklar, bu dönemi sağlıklı bir şekilde tamamlayamaz. Bu duygular yerleşebilir, seçim yapabilme ve irade yetilerinin gelis?imi kösteklenebilir. Bu durum da, yetişkinliğinde kendini şu şekilde gösterebilir; yoğun bir şekilde yanlış yapma korkusu ve bundan kaynaklı seçim yapmada, hayatıyla ilgili kararlar almada zorlanma. Bunun sonucunda sorumluluktan kaçınma ve yanlış bir şey yaptığında bununla başa çıkmakta güçlük çekme gibi durumlar yaşayabilir.

Bu dönemde dil gelişimi hızlanır ve konuşma kazanılmaya başlar. Bu dönemdeki çocuklara verilecek eğitim dil ve kavram gelişimlerini artırmaya yönelik olmalıdır. Nesnelerle ilgili deneyimler artırılmalıdır. Bu yaşlarda çocuk, mantık kurallarına uygun düşünme yerine, sezgilerine dayalı olarak akıl yürütme ve problemleri sezgileriyle çözmeye çalışır. Büyüsel ve dog?aüstü düs?ünce tarzı ve zengin bir hayal gücüne sahiptir. Bu nedenle bazen hayali bir arkadas?a sahip oldukları gözlemlenebilir.

Egosantrizmin (ben merkezcilik) hakim olduğu bir dönemdir. Yani çocuk ilgisi olmasa bile yaşanan şeylerin, kendi ile ilgili olduğunu düşünebilir. Örneğin anne babası kavga ettiğinde, çocuk kendisi yüzünde kavga ettiklerini, kendisinin yanlış bir şey yaptığını düşünebilir. Ya da ‘neden kar yağıyor?’ sorusuna, ‘çocuklar oynasın diye’ bir cevap verebilir. Çocuk bu dönemi sağlıklı bir şekilde geçiremeyip, takılı kalırsa, ileride egoist ve narsist kişilik özellikleri gösterebilir.

3. Somut İşlemler Dönemi (7–11 Yas?)
Çocuğun algı, bellek gibi bilişsel yetileri giderek gerçeğe daha uygun değerlendirmeler yapabilecek düzeye gelir. Zamanı, yeri, çevreyi tanıması gelişir. Eski çocuksu ağlamaları, çırpınmaları yerine daha denetimli duygusal dışavurumları vardır. Artık iki yönlü düşünme becerisini de kazanmıştır. Egosantrizmin bittiği ve mantığın geliştiği bir dönemdir. Problemlere mantıklı çözümler bulabilir. Artık kuralları daha rahat anlayabilir. Neden sonuç ilişkisi daha rahat kurabilir. Fakat çoğunlukla somut nesneler üzerinde düşünür. Bu dönemde çocuklar yeni kazandıkları becerileri uygulamaya yönelik eğitim almalıdır. Sosyal ilişkileri desteklenmelidir.

4. Soyut İşlemler Dönemi (12-18 Yaş)
Bu dönemde çocuk artık her türlü problemi çözebilmek için çıkarsama ve yargılama becerilerine sahiptir. Yapısal olarak bir yetişkinle aynı zihinsel süreçleri kullanmaktadır. Düşünmenin yetişkin düzeyine eriştiği dönemdir, planlama ve analiz sentez yapma yeteneğinin iyice gelişmiş olduğu düşünülür. Soyut düşünme becerileri gelişmiştir.

Robert Frost - Ağaçların Sesi


Ağaçları merak ediyorum
Biz sonsuza kadar
Neden onların sesine katlanmak isteriz
Başka seslerden daha fazla
Evlerimize yakın olduğu için?
Gün be gün katlanıyoruz
Kaybedene dek tempomuzu
Ve sevinçlerimizdeki durağanlığı
Ve havayı dinlemeyi
Onlar gidişin konuşmaları
Ama hiçbir zaman kaçmazlar
Bilmek için daha az konuşurlar
Büyüdükçe daha bilge ve daha eski
Bu, şimdi kalmak demektir.
Ayaklarım zemini çekiştiriyor
Başım omzuma hükmediyor bazen
Ağaçların hükümranlığını seyrederken
Pencereden ya da kapıdan
Bir yere bildirmeliyim
Pervasız bir seçim yapmalıyım
Bir gün, onların sözü geçince
Ve korkutmak için havaya fırlatıp beyaz bulutlar üzerlerine gelince
Daha az konuşmalıyım
Ama gitmiş olmalıyım.
Tercüme: Ertuğrul Rast

Louis Aragon - Yalnız Adam

 
Yalnız adam bir merdiven

Bir yere götürmez insanları
Ve sarayların bütün kapıları
Farksızdır ona bir zulümden

Yalnız adamın eğiktir kolları
Nefesi çizgi çizgi gözü bir tane
Yastığı başka yerde
Uykusu sokak kadını

Yalnız adamın parmakları rüzgâr
Kül olur ona ne verilirse
Hiçbir şey alamaz hattâ zevk bile
Tozdan başka onu bulsa da tekrar

Yüzü yok yalnız adamın
O ancak yağmur için pencere
Ve gördüğün ağlayışlar onun üstünde
Âdeta parçası manzaranın

O kayıp bir mektuptur ancak
Yanlış adres mi vardı yoksa üzerinde
Sevgiler diyordu ama kime
Hangi eller onu yırtmış olacak

Mutlu Aşk Yoktur


12 Ağustos 2019

Şiire saygı duruşudur Can Yücel’i anmak.

   “ Ölüm bir eşek şarkısıdır / Gelir geçer göçer. ”
Can Yücel Antik Romalılar yitirdikleri insanlar için ‘ öldü’ sözcüğünü kullanmazlarmış, kullandığımız diğer ‘vefat etti’ vb. ifadelerde değilmiş tanımları. “yaşadı” derlermiş ölen için. Can Yücel’i anarken de söylenebilecek en doğru söz bu olsa gerek: O ölmedi, yaşadı… Ne de olsa “Yaşamı onun en güzel şiiri..”

Çağdaş Türk Şiiri’nin Can’ı artık yoktu, okurlarının ve Datça’nın Can Baba’sı dünyayı terk etmiş, son yıllarını geçirdiği ve çok sevdiği cenneti Datça’dan başka diyarlara yola çıkmıştı bile…
1999 yılının ağustos ayında yitirdiğimiz Can Yücel’in aramızdan ayrılışının üzerinden .. yıl geçti, ancak şiirleri her zaman bizimle ve olmaya da devam ediyor. Son birkaç yıldır kapalı olan “ Can Evi”, şairin mezarının tahrip edilmesiyle yaşadığımız üzüntüyü daha da artırmış olsa da şiirleri ve anılarıyla O’nu anmak bir nebze avutacaktır bizi…

“Belkim bir kertenkeleydim
piç edilmiş bir yağmurun serini

can-yucel-in-mezari-

bir güzelin çirkiniydim
çirkinlerin en güzeli
yeşil koşsa güneşlerin gölgesi
ben en hızlı yeşiliydim
kurbağa yarışlarında annemin ..
çatal matal kaç çataldım kimbilir
Alıntı biçiminde verilen ve sahibi belirtilmeyen sözler şairin kendisine aittir.
bin dereden bir kendimi getirdim
haydan gelip huya giden bir huysuz
heyheyler içinde bir heydim
belkim yedi belkim sekiz belaydım
düdük çalar hırsızlanmış polisler
ben korkudan üstlerime işerdim
üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü
karşısında önüm açık gezerdim
ağzı bozuk meymenetsiz bir ozan
rus cenginde cağanozdum bir zaman ..”

Böyle anlatır kendi ‘ Ben Bir Kertenkeleydim’ şiirinde Can Yücel. Çevresinde‘ höt be höt’ bir adam olarak tanınan ve şu hayatta fazla “zartası zurtası” olmadığından bu tabiri kendine yakıştırdığından bahseder son röportajında.. Şiirinin temelinin yaşadıkları olduğunu söyler.

Palmiyelerin kesilmesine karşı durduğu için turizm müdürlüğü görevinden alınan, askerliğini Kore’de çevirmen olarak yapan ve Nazım Hikmet’in öldüğü gün kendi tabiriyle “ kafayı çekip ” kendinden geçen ve BBC Londra’nın Türkçe servisinde spiker olarak çalıştığı işinden, o gün yayın saatinin gecikip sabah Türkçe yayının girilememesinden ötürü “kovulan” gidenlerin ardından şiir söylemeye henüz küçük bir çocukken, ölen arkadaşı Refik’le başlayan bir büyük şair, bir sağlam yürek…

BBC-1963-yilindan-bir-toplu-fotograf-Soldan-saga-ayaktakiler-Halit-Kıvanc-Mehmet-Refig-Can-Yucel-Omer-Umar-İzgan-Baz-Oturanlar-Feyyaz-Fergar-(Kayacan)-Leyla-Umar-Dr-Andrew-Mango-Mübeccel-Argun-1963-BBC

BBC – 1963 yılından bir toplu fotoğraf. Soldan sağa, ayaktakiler: Halit Kıvanç, Mehmet Refiğ, Can Yücel, Ömer Umar, İzgan Baz. Oturanlar: Feyyaz Fergar (Kayacan), Leyla Umar, Dr. Andrew Mango, Mübeccel Argun. 1963 © BBC

O’nu tanımlamak için yaşadığı gibi yazan, şiir gibi adam, hatta “ şiirden adam” denilebilir. Şiirlerinin dili, öylesine gerçek, öylesine çarpıcı, silkeleyici ve şaşırtıcıdır ki, okuyucu bir müddet duraklar, adeta sindirir mısraları bir bir… Sesli okumadan önce prova edilmesi gereken şiirlerdir onun şiirleri, müstehcen ve argo barındırır çokca ‘ağzı bozuk meymenetsiz ozan’ ın .. Zira, O’na göre ne yazık ki “ Türkiye’de özgürlüklerden kala kala küfür etme özgürlüğü kalmıştır bir tek” ..

İlk şiirini 10 yaşında babasının Paris’ten getirdiği Beethoven ile Mozart plaklarının etkisiyle yazan, Maarif Müdürü Hasan Ali Yücel’e duyduğu özlemi, babasına hasret çocukluk dönemi geçiren büyüklerin hala söylediği, Mazlum Çimen tarafından bestelenen “ Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” şiiri ile anlatan Can Yücel, 1926 yılında İstanbul’da ikiz kardeşi Canan’la birlikte hayata gözlerini açtı. Babası ve babaannesinden dinlediği şiirlerle büyüyen Can’a, şiire elverişli bir dünyanın kapıları da henüz çocuk yaştayken açılmış bu sebepten…

Hayatı boyunca ideallerinden taviz vermeyen bir babanın oğlu olmanın sıkıntısını çektiğini söyleyen Can Yücel’in , şiirlerinin satır aralarında kendisine ayıracak zamanı olmayan, mesleğine aşık bir baba yatar. Annesine duyduğu sevgi ise bambaşka; “ o sevgiyi anlatacak kadar şair olmadığını” söyler.

Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okuyup, çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, BBC kanalında spikerlik yapan şair, çevirilerinde, başkalarının “ Tanrı aşkına gitme ” diye çevireceği bir dizeyi “ Allasen gitme ” olarak çevirmesiyle, diline ne kadar sahip olduğu bir yana,yalın ama hakikatli bir samimiyet de gösterir. Sanırız Shakespeare’in ünlü ‘to be or not to be’ sözünü ‘bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin’ şeklinde Türkçeleştirecek ondan başka çevirmen de yoktur …

Şiir dünyasına Küfür ve argoların da Türkçe’ye ve hatta şiire dahil olduğunu da öğreten, sözünü sakınmayan Can Baba’nın, ne gelirse diline o gider karşısındakine.. Ne de olsa, ünlü şiirinde de dediği gibi “ Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” ..

SEVGİ DUVARI can-yucel-gencligi-
sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi
kumkapı meyhanelerine dadandık
Alıntı biçiminde verilen ve sahibi belirtilmeyen sözler şairin kendisine aittir.
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerimmaaile-can-yucel
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

İlham kaynakları ve şiirlerinin konuları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar, duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanlar vardır. Bu sebepten kitaplarından birinin adı dahi ‘Maaile‘ dir. Can Yücel için aile çok önemlidir: anne ve babası, eşi, çocukları, torunları… Ailesiyle olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımıştır, mutfağında yemek pişen, bacasından şiir tüten evinde…
‘Küçük Kızım Su’ya’, ‘Güzel’e’, ‘Yeni Hasan’a Yolluk’ gibi şiirleri çocuklarına bıraktığı mirasıdır aynı zamanda :

KÜÇÜK KIZIM SU’YA
Bir derin uykudaydım ölümün içinden
Bir suyun gölgesi gibi
Kendisi adeta bir suyun 

guzel-yucel-ve-su-yucel

Ayakucunda sen oturuyorsun
Şiir getirenlerin çok olsun çocuğum!
GÜZEL’E
Sen ki çicekleri toplamayan güzelim
Çicekleri sulayan çocuk
Ve ben ki buruk ve kavruk
Bir ihtiyar adamım artık
Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok


Ailesinin yanı sıra, şair dostlarına yazdığı şiirler, sitemkar, dostça, içten ve esprilidir :
İLHAN BERK İÇİN
Epiydir görüşmüyoruz kendisiyle
seksenlik merdivenini
çıka çıka bitiremediği halde
hala dinçmiş öyle diyorlar
ama oldumbittim bunaktı zaten
şiirlerini gerdirmek için
avrupaya gidiyormuş arasıra

Yaşamının son dönemlerinde alkole, özellikle şaraba düşkünlüğü eleştiri konusu olan Can Yücel, Ömer Hayyam misali, bunu da kendine özgü nükteli haliyle şöyle ifade eder :

“Erkekler mi sevmez ?

– Ben hiç yol kenarında sabahlayan şarapcı bir kadın görmedim.”

Can Baba’nın alkol alışkanlığı ile ilgili olumlu bir şey söylenemez elbet.. Alkol yüzünden çok sevdiği, hayatının aşkı, eşi Güler Yücel’le dahi sorunlar yaşayan şairin yakın dostlarından Cezmi Ersöz, “ Gider içerdi Can Baba, kendisine acımadan ama…” başlıklı yazısında durumu şöyle anlatmıştır :

can-yucel-ve-bira

Can Baba, hatırlar mısın, bir akşam, arkadaşlarla Kuzguncuk’taki evinize gelmiştik… Evde senden başka kimse yoktu. Yapayalnızdın. Sevgilisi terk etmiş liseli bir öğrenci gibi çaresizdin. Bütün ışıkları, televizyonu, radyoyu açsan da evde garip ve hüzünlü bir sessizlik vardı. …Oysa insanların, bir tutam neşe,öfke, coşku, yaşam sevinci koparmak için uğraştığı, sevinçli ve kutsal bir bahçeydi, eviniz…

“Güler, evi terk etti,” dedin neredeyse, ağlamaklı… Önce inanmadık. Çünkü eşin, Güler Ablam, bildiğimiz kadarıyla sana aşıktı ve seni hiç terk etmeyecek gibi görünüyordu. Hatta bir keresinde ona; “Güler Abla, Can Baba’yı biraz yaşlanmış gibi gördüm,” deyince, bana şöyle bir küçümseyerek bakmış, “saçmalama, gittikçe yakışıklı olduğunu söylemişti… Peki, Can Baba, sen dememiş miydin bir keresinde , “Güler benden önce ölürse, ibne olurum,” diye… Çok gülmüştük bu sözüne; “Yoo, gülmeyin çocuklar,” demiştin o bilge ve davudi sesinle, “dünyanın bin bir türlü hali vardır, belli olmaz; Aragon, sevgilisi Elsa öldükten sonra ibne olmadı mı; korkuyorum, ya Güler benden önce ölürse!”

Sen de aşıktın Güler Abla’ya ,hem de sımsıkı, tepeden tırnağa… Ama senin yüreğinle oynadığın ıstıraplı bir oyun vardı. Sen aşkını kaybedip kaybedip bulurdun. İşte bu sırada, şiir çıkardı.. “

Bize veda ettiğinde 72 yaşındaydı Can Baba, yaşayabilirdi şüphesiz şiirleri bitmemişti daha..

Bir de vasiyeti vardı bıraktığı şiirlerinden birinde:mekanim-datca-olsun-can-yucel
“Beni kuzum Datça’ya gömün
Geçin Ankara’yı İstanbul’u!
Oralar ağzına kadar dolu
Alabildiğine de pahalı,
Örneğin Zincirlikuyu’da
Bir mezar 750 milyona
Burası nispeten ucuzluk
Ortada kalma tehlikesi de yok
Hayır dua da istemez,
Dediğim gibi beni Datça’ya gömün
Şu deniz gören mezarlığın orda,
Gömü sanıp deşerlerse karışmam ama! ”

Bilir gibi başına ne geleceğini mezar taşının, yazmış bu dizeleri böylesine yalın ve ‘can’dan şiirlerini topladığı Can Yücel “ Mekanım Datça olsun” kitabında.. Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un tasar yapımını üstlendiği, vasiyetine binaen yapılan mezar, gün boyu emdiği güneş ışığını akşamdan itibaren dışarıya yayan özel tasarımıyla ana karnında bir cenin görünümünde inşa edilen özel bir taş olan “ Can Taşı” nı barındırır. Bu taşın önünde içinden su geçen bir bir göbek bağı uzanıyor ve sanatçının deyimiyle Can Yücel bu göbek bağıyla hayata bağlanıyor… İşte 2011 yılında zarar verilene kadar böyle bir sanat eseriymiş bu güzel mezar, tam Can Baba’ya göre, “deniz manzaralı, nispeten de ucuz”muş..

Çok sevdiği eşi ve ailesi, Can Yücel’in ölümünden sonra evini, her yıl ölüm yıldönümünde sevenleri tarafından ziyaret edilebilsin diye açmıştır. Ancak vandalca zarar verilen Can Baba’nın mezarıyla ilgili olarak hayal kırıklığına uğramış, sonrasında Can Yücel’e hitaben yazdığı şiirinde duygularını dile getirmiş ;

GÜLER YÜCEL’DEN CAN YÜCEL’E BİR NAME 

can-yucel-ve-esi-guler-yucel

Yine geldi 12 Ağustos
Yine cırcır böcekleri ötüyor
Bu yıl Ege Denizi senin dediğin kadar sakin değil
Ortalık biraz karışık
Taşı kırmakla kalmadılar, beni de kırdılar
Bu kırma başka türlü bir kırma
Yalnız sana değil Can’cığım
..
Şiire saygı duruşudur Can Yücel’i anmak.
Ne yazsak eksik kalır, anlatılmaz Can Yücel.
“ O çocuklar, o yapraklar, o şarabi eşkıyalar
Onlar da olmasalar benim gayrı kimim var ?”
demişsin ya Yaprak Dökümü şiirinde..
Seni anmak için biz varız, şiirlerinle birlikte…
“Mekanın Datça Olsun” Can Baba !