30 Temmuz 2018
Ingmar Bergman " Bir film çekmek, yönetmen için evreni baştan aşağıya yeniden organize etmek gibidir. "
27 Temmuz 2018
Max Horkheimer – Akıl Tutulması
İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de.
Akıl, bu görevini, dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir.
Daimon da ruha dönüşmüştür ve ruh da ideaları algılayabilen gözdür.
Yeni çağda akıl kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girmiştir.
Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır.
Evet, düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için, gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir; ama buna karşı dil de büyü aşamasına geri dönerek öç almaktadır sanki. Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır.
Pragmatizmde görüş ufkunun daralması, bir düşüncenin anlamını bir planını ya da bir taslağın anlamı düzeyine düşürmektedir.
Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar; dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini göremez. Oysa ‘olgu’ kavramı bile bir üründür, toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü. Bu kavramda mübadelenin soyut nesnesi, verili kategori içindeki bütün yaşantı nesneleri için bir model olarak düşünülmüştür.
Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkum etmektedir.
Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.
Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar, her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir.
Her öznenin içindeki ego, yöneticinin temsilcisi olmuştur.
Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların neredeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir.
İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.
İlerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür.
Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini.
Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir.
Öznel akıl adını verdiğimiz yaklaşım, sorumsuzluğa, keyfiliğe düşmekten ve basit bir zihin oyununa dönüşmekten korkan bilincin kendini özne ile nesne arasındaki yabancılaşmaya, toplumsal şeyleşme sürecine uydurmasıyla ortaya çıkan tutumdur.
Bugün en parlak düşünürler bile düşünmeyi planlamayla karıştırmaktadırlar. Toplumsal adaletsizlik ve din kılığına bürünmüş ikiyüzlülük karşısında dehşete kapılan bu insanlar, ideoloji gerçeklikle birleştirmek, ya da kendi deyimleriyle söylersek, mühendis aklını dine uygulayarak gerçekliği isteklerimize uydurmaya çalışmaktadırlar.
Bilim, doğadaki bilinmeyen karşısında duyduğumuz korkuyu yenmemizi sağlamıştır: Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz.
26 Temmuz 2018
Aldous Huxley " İnsanların aynası kitaplardır."
Dile, sezgilere, zekaya ve sempatiye rağmen, birisi asla gerçekten başkasıyla bir şey hakkında iletişim kuramaz.
André Maurois - Sonbahar Gülleri
Aşkın dehayı ya da gençliği geri getirmeyeceğini kim iddia edebilir!
1949 yılında, tek başına bir Güney Amerika seyahatine çıkan André Maurois, bu seyahatte tanıştığı ve eserlerini İspanyolca’ya çeviren genç ve güzel Maria de los Dolores Checa Garçía y Rivera’ya aşık olur. Yirmi gün süren bu ilişkinin ardından Fransa’ya genç bir adam olarak dönen Maurois, “Marita” adını verdiği bu kadına elli dört mektup ve on bir şiir yazar. Bu mektup ve şiirler daha sonra karısının isteğine uyularak yayımlanır.
Maurois her ne kadar Sonbahar Gülleri’nin girişinde “Bu roman bir romandır; bu şahıslar da şahıslardır. Bunda ölü veya diri, gerçek yaratıklar bulup çıkarmaya çalışan kişi, bir romanın ne olduğunu, şahısların da neler olduklarını bilmediğini ispat etmiş olur,” dese de insan, romanın baş kişisi yazar Guillaume Fontane’ın hikayesinde André Maurois’yı aramadan edemiyor.
İklimler, Yaşama Sanatı ve Patronlar gibi hem Türkiye’de hem de dünyada severek okunmuş eserlerin yazarı Andre Maurois’nın son romanı Sonbahar Gülleri, ömrünün sonbaharını yaşayan ünlü bir yazarın, kendisini tepeden tırnağa dönüştüren “yasak aşkını” anlatıyor.
24 Temmuz 2018
Didem Madak’la Söyleşi
Adnan Yücel - Sıcaklığın Senin
Elinde yüreğini kamçılayan bir kitap
Seyhan kıyılarındasın
Yüzünü saçların kucaklamış yine
Orhan Kemal’in sıcaklığındasın.
Ne zaman ağaçlara sorsam ağaç diliyle seni
Dilinde pınar akışı bir türkü
Toros yaylalarındasın
Saçların belinde çiçek büyütüyor yine
Karacaoğlan’ın sevda sıcaklığındasın.
Ne zaman kitaplara sorsam kitap diliyle seni
Sesinde çınlayan bir şiirin dizeleri
Üniversite kitaplarındasın
Hiçbir fermanı dinlemiyorsun yine
Dadaloğlu’nun kavga sıcaklığındasın.
Afife Jale
Afife Jale , orta halli bir ailenin kızı olarak,1902 yılında İstanbul'un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. Dr. Sait Paşa'nın torunudur. Çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardı. İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı.O yıllar Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu yıllardı. Bu yasağa rağmen 1918'de, Darülbedayi'ye (Şehir Tiyatroları) alınmak üzere açılan sınava bile girdi.
10 Kasım 1918'de, Behire, Memduha, Beyza, Refika ve Afife stajyer kadrosuna alındılar. Afife ve Refika hariç öteki kızlar daha fazla dayanamamış ve "nasılsa sahneye çıkamayacakları" gerekçesiyle tiyatroyu bırakmışlardı . Aynı yılın 18 Aralık günü, Refika tiyatronun süflör, Afife de "mülazım artistlik" (stajyer oyuncu) kadrolarına alınmışlardı. Afife ise bir yılı aşkın bir süre boyunca bütün provalara katıldı, kendini sahneye hazırladı. Ama bir türlü sahneye çıkamadı. Öte yandan Refika, sahne gerisinde görev alan ilk müslüman Türk kadını oldu.
Prof. Metin And, Türk Tiyatrosu Tarihi kitabında, 1920 yılında Darülbedayi'de, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununu, Kadıköy'deki Apollon Tiyatrosu'nda (şimdiki Reks Sineması) sahneye koyuyordu. Bu oyunda Emel adlı kızı oynayan Eliza Benemenciyan topluluktan ayrılıp Paris'e gittiği için, bu rolü yüklenecek bir kadın sanatçıya ihtiyaç vardı. Ve Afife Jale, bu rol için seçildi. İlk kez Emel rolüyle ve takma bir isimle sahneye çıktı. O gece tiyatroya gelen zaptiyeler, yöneticilere bir uyarıda bulundularsa da, genç sanatçı bir hafta sonra da "Tatlı Sır" oyununda yeniden sahneye çıktı. Sanatçı polis tarafından tutuklanmak istenince, Kınar Hanım tarafından arka bahçeye kaçırılarak polislerin elinden zor kurtuldu.
"Mesut olduğum ilk gece"
Afife Jale O tarihi geceyi, altı yıl sonra Refik Ahmet Sevengil'e anlatırken; "Hayatımda mesut olduğum ilk gece..." diye tanımlıyordu: "Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Ağlama sahnesinde, taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Hüseyin Suat bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi.
Gerçekten de Afife Jale bir fedai gibi geçirir bundan sonraki yaşamını...
Ve daha sonra Onu diğer kadınlar izledi. Tüm baskılara karşın bundan sonra Burhanettin Topluluğunda Seniye, Yeni Sahne'de Şaziye (Moral), Münir (Neyire Neyyir), Bedia (Muvahhit) Milli Sahne'de Huriye ve Hikmet, Ruhat gibi Müslüman Türk kadınları Afife'yi izlediler" diye anlatılır.
İşsizlik
Hastalık
Önüne gecilmeyen şiddetli başağrıları başlar. Tiyatrosuz kalması Afife'nin zaten zayıf olan sinirlerini alt üst etmiş, kaçışı haplarda ve uyuşturucularda bulmaya başlamıştı. Sonradan aşık olduğu Suriye'li bir eczacının , yaptığı iğneler de onda bir alışkanlık başlatmıştı. Eczacı morfinle tedavi yoluna giderek büyük bir yanlışlık yapar. Bunun sonucu Afife artık bir morfinmandır.
Ortalık biraz durulunca, birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu'da turneye çıkmış, yeni tiyatro topluluğu ile Kadıköy'de oynamış, daha sonra da Fikret Şadi'nin Milli Sahne'siyle çeşitli kentlerde temsiller vermişti. Zaten 1923'ten sonra Türk Kadınları Atatürk'ün emriyle sahneye çıkmaya başlamıştı.
Gün geçtikçe bozulan sağlığı ve uyuşturucu alışkanlığı, tiyatroyu ister istemez bırakmasına neden oldu. Bu onu büsbütün çileden çıkardı.
1928 yılında bir arkadaşıyla, Kuşdili çayırında Hafız Burhan'ın bir konserine gitmiş, orada sanatçıya tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar'la tanışmıştı. Kısa bir sürede Pınar, genç kadına deliler gibi aşık olur. 1929 yılında evlenirler ve Selahattin Pınar "Nereden Sevdim O Zalim Kadını", " Huysuz ve Tatlı Kadın " gibi birçok ölümsüz şarkısını onun için besteler.
İkisi de, Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi, birlikte yapmaya çalıştılar. Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip, yarıştılar. "Bir çocuk resmi" kıvamında şiirler yazdılar. Pınar çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriye'li Eczacı onu morfine alıştırmıştı bir defa, kurtulamıyordu.... Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla ilişkiye girmişti Afife.. Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu. Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar olmuştu .Ama Bir süre sonra, Pınar karısının morfin bağımlılığı ile başa çıkamamaya başladı. Tiyatrodan uzak kalmak, sahneye çıkamamak, Afife'yi mutsuz kılıyor, kurtuluşu yalnız "iğne"de buluyordu.
Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için... Olmadı ! Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife; "Terk et beni" diye yalvardı ona. "Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim" dedi. Ve 1935 yılında boşandılar... Şimdi afife için en kötü yıllar başlıyordu. Bundan sonra Afife içine düştüğü girdaba büsbütün batarak, sefalet içinde sürünmeye başladı. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karının doyururken, ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağlardı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmadığı bu kadından kısa sürede ayrılır.
Afife Jale, kimsesizliğinin, terk edilmişliğinin, yoksulluğunun son durağı olan, Bakırköy Akıl ve Sinir Hastanesi'nde geçirir, yaşamının son yıllarını... 24 Temmuz 1941 günü henüz 39 yaşındayken, bir deri bir kemik veda etti hayata.. Ölümü gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de, mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu...
Tiyatronun ve devrinin bu büyük fedaisi, böylece sessiz sedasız yok olup gitti. O istediği hayatı yaşayabilmek için çok bedel ödedi. Büyük mutlulukları ve mutsuzlukları bir arada yaşadı . Ve elbette sanatta, kadınların tarihine geçti.
Uzun yıllar onun adını bile anan olmadı. Lâkin son dönemlerde, önemli bir yere sahip oldu;yönetmenliğini "Şahin Kaygun'un üstlendiği, Müjde Ar ve Tarık Tarcan'ın baş rollerini paylaştığı, " AFİFE JALE " adlı sinema filmi ile, Afife Jalenin hayatı, beyaz perdeye taşınmıştır... Daha sonra, Haldun Dormen'in önerisi ile 1997 yılının mayıs ayından bu yana, her yıl Afife Jale adına, tiyatro ödülleri dağıtılmaktadır...
Neziha Araz'ın kaleminden Afife şöyle sesleniyor; "Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın.
Tiyatro varsa ben varım" inancı ve aşkıyla yaşıyordu Afife, "Olmak ya da olmamak" işte gerçek buydu onun için. "Olmak"la sanatını icra etmek eşanlamlıydı, bu eşanlam da tiyatroydu. Toplum hayatında ilk olmak; yani onun deyimle "ilk ateşi yakmak"," ilk türküyü söylemek"," ilk aşkı ya da direnişi başlatmak" bir olaydı ve bunun her zaman bir bedeli vardı. İlkler, yol boyu bu bedeli ödediler."
Behçet Kemal Çağlar - Hal Tercümesi
Odun toplamıya giderdim dağa;
Ata üzengisiz binmekti derdim;
Bazlamaya çaman sürer de yerdim;
Bezir yağı idi yanan lâmbamda,
Yıldız saya saya uyurdum damda;
Yufka pişirmeye firez yolardım;
Yazları üst daldan kiraz yolardım;
Yonca otlatırdım sarı Tosuna.
Bayılırdım yanık uıı kokusuna
Güzün değirmende nöbet beklerken.
Büyük anam «Yasin, babam «Türküm ben»
Ezberletirlerdi kışın her gece.
Anam baş ucuma gelir, gizlice,
«Keloğlan masalı» söyler giderdi.
Nutuk söyletmekti hocamın derdi.
Amcamın yanında askerdim dimdik.
Yazın köylü, kışın şehirli idik.
Mektepte leyliydim, bir uzun kıştı,
Kitaplar okudum, aklım karıştı,
Dünya güzelini düşümde gördüm.
Denizi on altı yaşımda gördüm
«Maden Mektebi» ne zorla giderken,
Sonra Avrupayı dolaştım da ben.
Çeşit çeşit süsler - keyifler gördüm;
Yine de gözümde tüterdi yurdum.
Gurbette vatanı yaman özledim,
Yine acıkınca çaman özledim,
Yine yıkanmaya aradım dere,
Bildim: çabalamam benim boş yere;
Ben ki hep bu dağın - taşın çocuğu,
Yüz yıl geçse on beş yaşın çocuğu.
Ahmet Kutsi Tecer - Şimal Rüzgarı
Bu temmuz, ağustos ayları böyledir
Dakikalar öyle süratli geçer ki
Daha sabah zannedersiniz, öğledir
Erkenden çağırır ya deniz, ya bahçe
Her yerde tükenmez kahkaha, eğlence
Daha uzak uzak sanırsınız gece
Bir de bakarsınız gün batmış, ay bedir
Sonra bir yel eser enginden, şimalden
Bütün neş'eleri toplayıp götüren
Ey şimal rüzgârı, hasret dolu tren,
Bari o günlerin kokusunu getir.
Arif Damar " Ne Mutlu Şiir Okuyana Ve Sevene! "
Altın da, pırlanta da, elmas da şiirden değerli değildir; olmamıştır, olmayacaktır. Şiir dilsizleri konuşturur, sağırların kulaklarını açar. Şiir buluttur, yağmurdur, gökyüzüdür.
Şiirin arkadaşları, dostları vardır. En yakın dostu bilimdir. Sonra musiki ve resim gelir. Şiirde müzik de vardır, resim de, yontu da. Mimar Sinan'la da dosttur, Darwin, Einstein'la da. Şiir gelecektir, umuttur, özlemdir, mutluluk ve güzelliktir.
Şiirden en zalim, en gaddar, en acımasız krallar, imparatorlar bile çekinir, korkar. Şiir ölümü bilmez, şiir yaşamdır. Şiir muştu, sevinç ve mutluluktur. Şiir kötümserlik bilmez, tanımaz. İyimserdir, cömerttir ve gençtir, delikanlıdır. Yakışıklıdır şiir.
Şiir sonsuzluk gibi en güzel kokar; güllerden de, karanfillerden, zambaklardan da güzel. Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir de tıpkı öyledir. Homeros, Dante, Shakespeare şiiri anlatmak için büyük çaba harcadılar ama şiiri deniz gibi tam anlamıyla kimse, hiç kimse anlatamadı.
Deniz gibi, o da yalnız kendi anlatır kendini. Şiir sevgilidir, şiir yazandan iyi koca olmaz. İyi baba, iyi oğul, iyi kız da olmaz belki ama iyi arkadaş, iyi dost, iyi kardeş olur. Şiir sevgilidir dedik ve hep sevgili kalmıştır ve kalacaktır.
Şiir ne tanker, ne şilep, ne gemidir. Şiir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir. Emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider. Şiir durmaz ve durdurulamaz. Şiire ne boyunduruk, ne tasma takılır. Şiir zincire vurulamaz. Şiire kelepçe takılamaz. Şiir özgürdür, özgürlüktür. Şiir zalimlere, alçaklara, namussuzlara meydan okur. Onun gücü en güçlüye boyun eğdirir. Engel tanımaz. Engelleri yıkar ve ezer geçer.
Şiir ölümsüzdür. Şiir olmasa, sevdalılar söyleyecek söz bulamaz; o zaman sevda da, aşk da olamaz. İnsanoğlu yok olur. Şiirdir insanoğlunu sürekli kılan. Anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır. Şiiri anlatmaya çalıştım ama ne gezer. Önce söylediğim gibi şiiri, deniz gibi kendi, yalnız kendi anlatır. Yaşasın şiir. Yıkılsın diktatörler, krallar, asiller, emperyalistler. Şiir zaten onları hep ama hep yıktı ve hep yıkacaktır. Ne mutlu şiir yazan, şiir okuyan, şiir sevene. Ötesi yok.
Paracelsus "İnsan bir mikrokozmostur veya küçük bir dünyadır, çünkü o, tüm gökkubbedeki tüm yıldızlardan ve gezegenlerden, topraktan ve elementlerden bir alıntıdır; ve dolayısıyla o onların özüdür."
22 Temmuz 2018
Leyla Erbil " Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduğuna inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavallılıkla, derinlikle ilgilidir. "
Rüya Sakinleri - Iris Murdoch
Rembrandt " Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır. "
Oruç Aruoba - Mumun
yaktığın bu mum
Neyin nereden nereye geçişiydi
aktığım o mum
Bir aydınlık geçit, bir kedi
sakladığım o kurum
Zamanın ötesinde bir şimdi
sakındığım bu durum
Ingmar Bergman Filmleri
- sen ve ben mi?
- hayır, hepimiz.
- ne anlamda bir karmaşa?
- korku, belirsizlik, budalalık, yani karmaşa. sanki tepetaklak yuvarlanma korkusuyla yaşıyoruz ve ne yapacağımızı bilmiyoruz.
- evet, sanırım öyle.
A’dan Z’ye Bilge Karasu
BUDALA: “bir gün, şey demişti, hatırlarım, kadınlar demişti, hayır hayır, siz kadınlar demişti de alınmıştım, kızmıştım ona, sinirlenme demişti, bağırmak istiyorsun gene besbelli, sus ama sus da dinle, bıktım usandım bu çığırmandan demişti, susmayı o anda sanki neden kabul ettim bilmiyorum, siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni bir o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden, budala olmasaydım ne Reşit’e varırdım yani ne de,
(“Nereden De Andım Şimdi”, Troya’da Ölüm Vardı)
CAM: “Camın ardından kedilere bakıyordum. Güneşin içinde yüzüyorlardı yerde. Alaca, boylu boyunca uzanmıştı, karnı tokmuşçasına, gözlerini kırpıştırıp duruyordu bana bakarken; ağzı aralıktı, yaşlı dişlerinin uzamışlığından yorgun…”
("Anahtar", Troya’da Ölüm Vardı)
ÇAYIR: “Evin önünde uzanan çayırlık, balçık balçıktı. Ayaklarımız çamurdan ağırlaşıp yürüyemez oluncaya kadar koşmaya çalıştık. Bizim gibi öteki çocuklar da, epeydir unutulmuş bir kapalılığı anlatmak istiyordu. Toplandığımız zaman, herkes, evini yeni görmüşçesine, bilmediğimiz odaları anlatmağa çalıştı.
Durulur gibi olduk bir ara. Çayırın başına gitti gözlerimiz. Gördüklerimiz, hepimizi şaşırttı. Birbirimize nasıl şaşkın şaşkın baktığımızı hâlâ görür gibi oluyorum.” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı)
DOLMUŞ: “Çayın parasını verip çıktım. Dolmuşlara doğru yürüdüm. Burada duramazdım. Bağırasım geliyordu, kendimi güç alakoyuyordum.” (Kılavuz)
EV: “Yanan ev kendi evi kardeşçiğim. Gene de… Deli oluyordum hallerini düşündükçe. Ah, bir yandan da Hüseyin’i görecektin ya…" ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)
FİLM: “Saçmalıyordum. Sürücünün filmini şıpınişi çevirmiştim ya, şimdi de kaset üzerine sabukluyordum. Oysa o sabaha dek -haydi, düşleri saymayalım - kendimi akıllı uslu bir adam bilmiştim.” (Kılavuz)
GÖK: “Gök kapkaraydı. Kan gibi kokuyordu hava. Gök bile kokuyordu. Nebile bisikletten düştüğü gün de böyle bir koku vardı eczanede. Kara derisinin üzerinde kan kapkara duruyordu, kokuyordu böyle. Bir et kokusu, kanlı, yanık bir et kokusu. Gök kapkaraydı. Yağmur ne zaman yağdı, dedim. ‘Yangını söndürdüklerinde yağmaya başladı. Sahi sen uyanmadın mı hiç?’” ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)
HOROZ: “Toprak kararıyordu altımda. Otelcinin gözlerinin Suat’ın gözlerine ne denli benzediğini birden anladım. Erdim. Bir horoz öttü… Benim de gözlerim yeşil ama su yeşili değil, yaşlı, yanmış, denizin özlemini çeken bir yeşil değil… Öteki horozlar da sıra ile ötmeye başladılar.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)
IŞIK: “Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına, boğazına, bacaklarının arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış…” (Altı Ay Bir Güz)
İLAN: “Telefon ikinci çalışta açıldı. ‘İlânınız… Ben, Bükönü’nde… Yirmiyedi yaşında…’ diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses, ‘Görüşelim,’ dedi, ‘saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?’” (Kılavuz)
JULIO: “Julio’nun yaptığı, çerçeveyi biraz genişletmekse, kendi düşündüğü biraz daha genişletmek olurdu. Oysa bir şeyi yazmak, bölümlerin sırası okurun istediği gibi düzenleyebileceği biçime sokulsa, rastlantıya bırakılsa bile, bir şeyleri belli bir düzende tutmak olur gene de.” (Altı Ay Bir Güz)
KİLİSE: “Taksim’de üç aydan beri oturduklarını biliyordum ama, mektup yollamasaydı, bu gece, Taksim’deki kilisenin bahçesinde buluşabileceğimiz, gelemezdi aklıma.
Geceyarısına on kala, bahçedeki tek elektrik fenerinin dibinde elini sıktım. Konuştu…
‘Boş yere kararlar verdik. Buluşacaktık nasıl olsa… Bundan sonra da…’
Sesini rüzgâr titretiyor gibi… Babasını gömdükleri günün gecesi, odama çıkmıştı. Pencerenin hemen dibindeymişçesine, yaz sesiyle akan karanlık Boğaza bakarak, babamın tabutu kiliseden çıkarken, demişti, ben de çıktım, bir daha girmemeğe karar vererek… Ama annesi, kendisini gece âyinlerine götürmesini istiyordu. Evlerinden çıkmadan iki gün önce, Noel gecesi, Yalıburnu’ndaki küçük kiliseye annesini birlikte götürmüş, dışarıda beklemiştik onu.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı)
LÂCİVERT: “Lâcivert keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir sallantı içinde…” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)
MERDİVEN: “Merdivenin en üst basamağında kavurtuyu da, yeşili de, loşluğu da unutmuştum. Gevşedim. Önce ışıktan sonra da sessizlikten sıyrıldım. Suat’ın oda kapısı aralıktı. Budalaca bir umutla yürüdüm. Çuhacı’ların bomboş evi birden gürüldemeğe başladı. Kapıyı ağır ağır ittim.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)
NİNE: “Eve girer ninesine seslenir ninesi o ufacık oğlunun kucağında trene bindirilen trenden indirilen ninesi vücudunu yuvarlaya yuvarlaya merdivenden aşağı inerken halası yetişir onu kucağına alır öper sıkarmış.” ("Acı Kök Yağmurun Tadında", Troya’da Ölüm Vardı)
ODA: “Sarıkum’daydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı zaten beni baştan çıkaran. Sarıkum’a yıllardır gelmek istediğim halde burada kendime yepyeni bir oda bulamayacağım düşüncesi miydi gelişimi geciktiren? Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı; beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı)
ÖYKÜ: “İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini… Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için.” (Altı Ay Bir Güz)
POSTANE: “Postanede telefon ediyormuş, Norveçliler de Norveççe konuşan birini bulunca, konuşması bitesiye beklemişler. Biraz gezip havadan sudan konuşmuşlar sonra.” (Kılavuz)
RIHTIM: “Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek oyalanıyordu.” (Kılavuz)
SÜNNET: “Fikret sünnet olalı bir hafta olmuştu ancak; gözümde birden büyümüştü ama bu birkaç gün içinde; büyümüş, çok büyümüş, koskoca bir adam olmuş gibiydi. Oysa bizi hiç düşündürmemişti aramızdaki yaş farkı; onunla konuşurken, altı yılı hiç getirmemiştim aklıma, o güne kadar…” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı)
ŞAŞKINLIK: “Ama anladıktan sonra da bildiği anasının yerinde yumuşak başlı, hatır için, söyleneni yapmağa razı olan bir çocuk bulmuştu. Şaşkınlığı anasının iyileşip eve dönmesine dek sürmüştü.” (Altı Ay Bir Güz)
TREN:
“tren
bir yıkıntı gürültüsü içinde
tepemden geçmeye başladı
uzaktan gelişini duymadım
düdüğünü bile
şakaklarım atıyor tekerlerin altında
sustu sonra şakaklarım da
sustu” ("Beşinci Gün", Troya’da Ölüm Vardı)
UZUN: “Uzun, uzayıp giden bacaklarının arasından üç renk görüyordum ardında; ayak bilekleriyle baldırları arasında bir yerlerde toprağın kırmızılığı bitiyor, onun hemen üzerinde zeytinin tozlu yeşili duruyordu. Onun da üstünde mavi bir gökyüzü üçgeni.” (Altı Ay Bir Güz)
ÜZÜLMEK: “Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini de. Soy ortadan kalkmamış demek.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı)
VRATSİS: “Ne söylediğini bilmiyor. Dişlerini kenetlemiş; titremesi belli olmasın diye. Aleko, yahut Aleksandros Vratsis, İsa’nın kanını çevreleyenlerin gölgesinde büyümüş bir çocuk, böyle söylüyor. Yalnızlıktan, teklikten korkmadan.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı)
YOL: “Tozlu yol sıcak. Yürümüyor; bitmiyor. Duruyor yol, kalkıp inen tozun pişen uysallığı altında.
Yol uzundur. Yalaktan yalağa, yalaktan yalağa, yalaktan yalağa sular toplanıp toplanıp yeşil yosun yumağı yalaktan yalağa birikip akan sular süzülüyor, genişliyor, yıl kısalıyor, kısalmanın bolluğu ile gürleşmenin sevinci.
Taş serinliğinden birden yolun dibine, kavuruculuğun göbeğine düşüp çekilme.”
("Doğum", Troya’da Ölüm Vardı)
ZANZALAK AĞACI: “Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında. Zanzalak ağacını anlatmalı ona. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış.” ("Zanzalak Ağacı", Troya’da Ölüm Vardı)
Rauda Jamis Frida Kahlo
Hiç mecali yoktu. Kırkıyedinci yaş günü, tükenmekte olan yaşamında eksilen bir günden başka hiçbir anlam taşımadı. Frida bunun bilincindeydi.
Hiç mecali yoktu. Hiç ama hiç mecali yoktu. "Akciğer ambolisi. " 13 Temmuz 1954'te sabaha karşı Frida'yı yatağında cansız bulan doktorların son teşhisleri buydu. Son tablosu . . . İştah açıcı, kesilmiş, kırmızı karpuzlar: Yaşasın Yaşam adında bir natürmort. Son sözleri, güncesine yazdığı şu cümleydi: "Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceği mi umarım."
12 Temmuz 2018
Pablo Neruda (Seçmeler)
ve götürdüm mırıltısını susamış dudaklarıma:
Ağlayan yağmurun sesiydi bu belki de,
kırık bir çan ya da bir yürek kan içinde.
Bir şey sezerdim çok ötelerden,
ağırlığına gömülmüş, örtülü toprakla,
sonsuz güzle sağırlaşmış bir çığlık,
yarı açık bir geceden,
yapraklarla nemli bir karanlıktan.
İşte orada, uyanıp ormanların düşünden,
şarkı söyledi fındık dalı dudağının ucunda
ve o serseri kokusu tırmandı aklıma.
Sanki hep arıyorlardı beni yana yakıla,
o terk edilmiş kökler, çocukluğumla yitmiş toprak.
Bense yaralı kalmıştım göçebe bir kokuyla.
SENDEN PARÇADIR DİYE
çünkü başka bir yıldız yok bana
o gezegen çayırlarındakinden.
Tekrarı senin dilinde
gittikçe çoğalan evrenin.
Bir ışığım var saçılmış takımyıldızlarından
ve onda senin sesin, iri gözlerin;
yağmurda göktaşının koştuğu
yollar gibi titreşir tenin.
Kalçalarından bana ağan nice aydan,
derin ağzının
ve tatlılığının kesintisiz güneşinden,
gölgesinde bal gibi yanan onca ışıktan
Yanık kalbinin, uzun, kızıl ışık yolları boyunca,
işte böyle geçiyorum
öpülerek oluşan biçiminden ateşi,
öyle küçüktür, bir gezegen sanki,
bir güvercin ve coğrafya.
TEHLİKELİ DULAVRAT OTU
ziyaret edersin beni
ve tırmanırsın teni çatılmış merdiveninle
kalesinde isle taçlanmış zamanın,
kapalı yüreğin solgun duvarlarına.
Kimseler bilmeyecek, yalnız inceliğin vardı
saf camlardan şehirler kuran,
mutsuz tüneller açmıştı kan
kışın devirdiği saltanatından uzak.
Bu yüzden, aşkım, ağzın, ayakların, ışığın, acıların,
yaşamdan miras kaldılar, kutsal armağanları
yağmurun doğallığın;
Buğdayın gebeliğini taşıyıp yükseltiyor onlar,
fırçalarda şarabın gizli iklimini,
yerde parıltıyla yanışını tahılın.
yaşamın iki yüzü olmasından gelir bu,
söz bir kanattır sessizlikten gelen,
soğuk değil midir ateşin bir yarısı...
Seviyorum işte, başlasın diye seni sevmek,
ersin diye nihayete,
dahası hiç vazgeçmeyeyim diye:
Henüz sevdim diyemem bu yüzden de.
Elimde iki anahtar tutuyorum sanki:
Biri sevmek seni, öbürü sevmemek,
biri mutluluk, mutsuz bir yazgı ihtimali öbürü.
İki ihtimali var aşkımın seni severken.
Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek,
bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek.
tek bir ay damlası çimenlerin üstünde,
iki gölge gibi birleşir de giderler
boş bir güneş bırakarak bir yatakta.
Günün ayıklayıp seçtiği bütün gerçekler:
Pamuk ipliğine bağlı, sadece bir kokuya,
ne dinginlik girmiş araya, ne sözcükler.
Saydam bir kuledir hakikat.
Hava ve şarap takılır o âşıkların peşine,
armağan eder gece onlara mutlu taç yapraklarını,
adalet vardır bütün karanfillerde.
Ne bir son olur, ne de ölüm sözleşmiş âşıklara,
doğar ve ölürler pek çok kereler yaşamları boyunca,
sonsuzluğunu taşırlar doğallığın.
GEÇİRİR ADALARINI AŞK,
derinleştirir köklerini sulayıp gözyaşlarıyla.
Kim, söyleyin kim kaçabilir adımlarından
sessiz ve kıyıcı koşturan bir yüreğin?
Bir koyak, başka bir gezegen arardık ikimiz,
saçlarına tuzun erişemediği bir yer,
bir yer, günahımdan acıların yeşermediği,
ekmeğin kedersiz bölüşüldüğü bir yer.
Uzaklık ve yapraklarla çevrili bir gezegen,
bir fundalık, bir kaya haşin ve ot bitmeyen,
sağlam bir yuva yapmak tüm dileğimiz
hamarat ellerimizle, taşlanmamış yarayla, sözle.
Böyle olmalıydı aşk; gel gör ki bir deli kentte
benzini soldurur insanların balkonlarda.
isterim ışığını ve buğdayını seven ellerinin,
geçsin son bir defa içimden tazeliğin:
Vursun saflığın değişen kaderime.
İsterim yaşayasın ben oldukça,
uyurken ve beklerken seni,
kulak verip de rüzgâra ne duyduysan ver bana,
ver bana denizin kokusundan kaçırdıklarını,
hani birlikte sevdiğimiz,
kuma basarken birlikte ezdiklerimizi.
Yaşarken sevdiğim şeyler olsun yanımda,
isterim seni sevişimi,
şarkı uydurmamı gördüğüm her şeye,
izleyeyim böylece çiçek açışını bahçende,
aşkım derlesin seni her boy verişinde,
gölgem gezinsin saçlarında,
şarkımdaki gerçeği anlasınlar böylece.
Çeviri : Adnan Özer
Ece Ayhan " Şairlerin elinde şiirden başka şey yoktur. "
Ece Ayhan: Bakın bir örnek vereyim. Vaktiyle ya herru ya merru diyerek Zürih'ten Türkiye'ye döndükten sonra menenjit oldum.Bir arkadaşla Boğaziçi köprüsünde gidiyoruz. Sultantepe'de balkonda otururken şiir ekseninde düşünürdüm, karşıya geçen motorlardaki balonculardan para alıyorlar mı diye. Tam köprüden geçiyoruz bir yandan kusuyorum menenjit yüzünden, bir yandan da baloncuları soruyorum arkadaşa.Yani dün ve bugün, hastalıkta ve sağlıkta hep şiir düşündüm ben.
Percy Bysshe Shelley - Aşkın Felsefesi
Ve ırmaklar okyanusla,
Cennetin rüzgarları karışır hep
Tatlı bir duyguyla;
Hiçbir şey tek değildir dünyada;
Her şey tanrısal bir yasayla
Bir ruhta karşılaşır ve karışır-
Benimki seninkiyle neden olmasın?
Bir dağın cenneti öpüşüne bak
Ve birbiriyle kucaklaşan dalgalara;
Kardeş çiçek bağışlanmaz
Kardeşi onu hoş gördüyse:
Ve günışığı kucaklar toprağı,
Ve ayışığı öper denizi –
Ne değeri var tüm bu öpüşlerin,
Sen beni öpmedikçe?
11 Temmuz 2018
Son Kitabı " Ben Demokrat Değilim " Ahmet Taner Kışlalı
Kışlalı, ''Cumhuriyet mi, demokrasi mi'' tartışmasına tepkisini kitabına verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' adıyla ortaya koyuyor. ''Demokrasi uğruna Cumhuriyet'in yıkılmasına izin verilmeli mi'' sorusuna ''Hayır'' yanıtını veren Kışlalı, ''Çünkü eğer Cumhuriyet'i koruyabilirseniz, yitirdiğiniz demokrasiye bir gün yeniden kavuşabilirsiniz. Ama eğer Cumhuriyet'i yitirirseniz, demokrasiyi de zaten yitirmişsiniz demektir'' açıklamasını yapıyor. ''Türkiye'nin gündeminde yerleri değişmeyen'' konuların ana başlıkları oluşturduğu kitabında Kışlalı, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarının yanında bir bilim adamı olarak ''Asker ve Siyaset'' üzerine kuramsal bir çalışma yapıyor.
Kışlalı, basılmış halini göremeyeceği son kitabında, ''Ordu ve Siyaset, Atatürk ve Kemalizm, Demokrasi, Laiklik ve Türban, Güneydoğu Sorunu, Sol, Kültür ve Yazın'' ana başlıklarıyla Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu tarihsel gelişim sürecinde irdeliyor.
Kışlalı, 9. kitabına yazdığı önsözde, demokrasisi köklü olan ülkelerde ''çok özel durumlar dışında'' ordunun, ''duyar, görür, düşünür'' ama konuşmaz olduğuna dikkat çekerek ''Ama gelişmişlik sürecinde geride kalmış olan ülkelerde niçin konuştuğu da önemlidir. Ve bu arada, Türkiye'de eskiden konuşmazken niçin şimdi konuştuğu ise ayrıca önemlidir'' diyor.
Kışlalı, kitabında kendi sıraladığı şu soruların yanıtlarını bilimsel duyarlılıkla ortaya koyuyor: ''Ordu niçin ve ne zaman siyasete karışır? Hangi koşullar üst üste eklendiğinde darbe yapar?
Siyasal iktidara doğrudan ya da dolaylı olarak el koyduğunda, yönünü belirleyen etkenler nelerdir? Ordunun ideolojisi nasıl oluşur, nasıl değişir? 27 Mayıs'ın ordusu ile 12 Eylül'ün ordusu niçin düşman kardeşlerdir? Bugünün ordusu niçin 12 Eylül'ün ordusu değildir? 28 Şubat'ın anlamı nedir? Daha başka türlü sormak gerekirse: Eğer Türk ordusu her zaman Atatürkçü ise toplum yaşamında kısa sayılabilecek aralıklarla yaptığı darbelerdeki tutum farkları, nasıl açıklanabilir?''
Kışlalı, Türkiye'de yaratılan kavram kargaşasına tepkisini, kitabına adını verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' yazısında şöyle gösteriyor:
''Eğer Çiller'ler, Birdal'lar, kara kitapların yazarları, numaracı cumhuriyetçiler demokrat ise...
Ben demokrat değilim!
Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise... Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise...
Ben demokrat değilim!
Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye'nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise... Eğer demokrasi buysa...
Ben demokrat değilim!
Eğer demokrasi adına Cumhuriyet'in temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise...
Ben demokrat değilim!
Ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum...
Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!''