30 Temmuz 2018

Ingmar Bergman " Bir film çekmek, yönetmen için evreni baştan aşağıya yeniden organize etmek gibidir. "

Bütün endişelerimiz, ihanete uğramış düşlerimiz, bu anlaşılmaz vahşet, kaybolan şeyler için duyduğumuz korku ve dünyevi koşullarımızın acı dolu ağırlığı yavaş yavaş dünya dışı bir umudu alarak kristalize oluyor. İnanç ve şüphelerimiz karanlığa karşı sessiz bir çığlık ve sessizlik terk edilmişliğimizin en büyük kanıtı.
 
  ***

Umarım dindarlaşacak kadar uzun yaşamam.
 
(Bergman bir rahibin oğluydu, kariyeri boyunca pek çok filminde Hıristiyanlığa ilişkin inanç meselelerini hararetle tartıştı ve "dindarlaşacak" kadar da uzun yaşadı. Tamı tamına 89 yıl!)


27 Temmuz 2018

Max Horkheimer – Akıl Tutulması

Max Horkheimer | Signatures
Aklın bugünkü bunalımının temelinde, düşüncenin belli bir noktadan sonra böyle bir nesnelliği ya hiç kavrayamaması ya da bir sanrı olarak reddetmesi yatmaktadır. bu süreç giderek bütün rasyonel kavramlara yayılmış, sonunda hiçbir gerçeklik kendi başına akla uygun görülemez olmuştur; içerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de. ... Öznelci görüş geçerli olunca, düşünce de herhangi bir amacın kendi içinde değerli olup olmadığını belirleyemez olur. Ülkülerin benimsenebilirliği, eylem ve inançlarımızın ölçütleri, ahlak ve siyasetin temel ilkeleri ve bütün önemli kararlarımız, aklın dışındaki etmenlere bağlı duruma gelir. Bunların eğilimlerin, mizaçların sonucu olduğu kabul edilir; pratik, ahlaki ya da estetik kararlarda doğruluktan söz etmek anlamsızlaşır. 
 

İçerikleri boşalan bütün temel kavramlar biçimsel kabuklara dönüşmüştür. Akıl öznelleşirken, biçimselleşmektedir de.

Akıl, bu görevini, dünyamızı fiilen teslim almışa benzeyen çatışan çıkarlara devretmiştir.

Daimon da ruha dönüşmüştür ve ruh da ideaları algılayabilen gözdür.

Yeni çağda akıl kendi nesnel içeriğini yok etme eğilimi içine girmiştir.

Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri de güçleşir. Eşya olarak, makine olarak görülürler. Dil, çağdaş toplumun dev üretim aygıtındaki gereçlerden biri, herhangi biridir artık. Anlamın yerini, eşyanın ve olayların dünyasındaki işlev ya da etki almıştır.

Evet, düşünceler köklü olarak işlevselleştirilmiştir ve dil gerek üretimin düşünsel öğelerinin depolanması ve iletilmesi için, gerekse kitlelerin yönlendirilmesi için bir araç olarak görülmektedir; ama buna karşı dil de büyü aşamasına geri dönerek öç almaktadır sanki. Büyülere inanıldığı çağlarda olduğu gibi, sözcükler toplumu yıkabilecek tehlikeli kuvvetler olarak görülmekte ve konuşanlar kullandıkları sözcüklerden sorumlu tutulmaktadır.

Pragmatizmde görüş ufkunun daralması, bir düşüncenin anlamını bir planını ya da bir taslağın anlamı düzeyine düşürmektedir.

Pozitivistlerin anladığı biçimiyle modern bilim, esas olarak olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu yüzden de genel olarak hayatın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayar. Dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar; dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini göremez. Oysa ‘olgu’ kavramı bile bir üründür, toplumsal yabancılaşmanın bir ürünü. Bu kavramda mübadelenin soyut nesnesi, verili kategori içindeki bütün yaşantı nesneleri için bir model olarak düşünülmüştür.

Özneyi yücelten öznelleşme, onu aynı zamanda yok oluşa da mahkum etmektedir.

Öznel, biçimselleşmiş aklın zaferi, aynı zamanda, öznenin karşısına mutlak egemen bir nesnellik olarak çıkan bir gerçekliğin de zaferidir.

Bugün doğanın dili koparılmıştır. Bir zamanlar, her sözün, çığlığın ya da jestin içsel bir anlamı olduğuna inanılırdı; bugünse hepsi sıradan bir olay, bir rastlantı olarak görülmektedir.

Her öznenin içindeki ego, yöneticinin temsilcisi olmuştur.

Çocukluktan gençliğe geçmekte olan bireyi koyu bir umutsuzluğa iten, akıl, benlik, tahakküm ve doğa arasındaki sıkı ilişkiyi, bunların neredeyse özdeş olduklarını belli belirsiz de olsa görmesi, sezmesidir.

İnsanın eşya üzerinde iktidar kurma isteği ne kadar yoğun olursa, eşyanın onun üzerindeki tahakkümü de o kadar ağır olur ve insan da gerçek bireysel özelliklerinden o kadar uzaklaşır, zihni giderek bir biçimsel akıl otomatına dönüşür.

İlerleme doktrini doğrudan doğruya doğa üzerindeki egemenlik düşüncesini mutlaklaştırır ve sonunda kendisi de statik ve türemiş bir mitolojiye dönüşür.

Birey, gerçekliğe doğruluk tasarısına uygun bir biçim verme yükümlülüğünden sıyrılmakla, zorbalığa da teslim etmektedir kendini.

Modern çağda herhangi bir bireyin tek ölçütü ve varlık nedeni olan etkinliğin de gerçek teknik veya idari ustalıkla karıştırılmaması gerekir.

Öznel akıl adını verdiğimiz yaklaşım, sorumsuzluğa, keyfiliğe düşmekten ve basit bir zihin oyununa dönüşmekten korkan bilincin kendini özne ile nesne arasındaki yabancılaşmaya, toplumsal şeyleşme sürecine uydurmasıyla ortaya çıkan tutumdur.

Bugün en parlak düşünürler bile düşünmeyi planlamayla karıştırmaktadırlar. Toplumsal adaletsizlik ve din kılığına bürünmüş ikiyüzlülük karşısında dehşete kapılan bu insanlar, ideoloji gerçeklikle birleştirmek, ya da kendi deyimleriyle söylersek, mühendis aklını dine uygulayarak gerçekliği isteklerimize uydurmaya çalışmaktadırlar.

Bilim, doğadaki bilinmeyen karşısında duyduğumuz korkuyu yenmemizi sağlamıştır: Artık kendi ürünümüz olan toplumsal baskıların esiriyiz.

Çeviren: Orhan Koçak

26 Temmuz 2018

Aldous Huxley " İnsanların aynası kitaplardır."

Bilimin büyük trajedisi, güzelim hipotezleri çirkin bir gerçek yüzünden katletmek.

Dile, sezgilere, zekaya ve sempatiye rağmen, birisi asla gerçekten başkasıyla bir şey hakkında iletişim kuramaz.
    
Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim.

Hepimizin aynı fikirde olması iyi bir şey değildir. Yaratıcılığı ortaya çıkaran fikir ayrılıklarıdır.
    
İnsanın tüm evrende kesin olarak düzeltebileceği tek bir şey vardır: Kendisi.   
    
Mutluluk, başka şeylerin yan ürünü olarak gelir.    
   
Siz görmezden gelseniz de gerçekler varolmayı sürdürürler.
    
Şans bukalemun gibidir; biraz zaman tanı, mutlaka değişecektir.
    
Oturarak başarıya ulaşan tek yaratık bir tavuktur.
    
Tecrübe insanın başına gelen şey değildir; o insanın o başına gelenle ne yaptığıdır.

 İyi çalışan, sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder.

Yapabileceğin kadar söz ver, sonra söz verdiğinden daha fazlasını yap.
    
Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar, sonunda en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.

Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin; şimdi başla, şu anda bulunduğun yerden, elindekilerle başla.

Kimi zaman içindeki o sessiz sese, uzmanlardan daha fazla güven.

Propagandanın amacı, bir grup insana, bir başka grup insanın insan olduğunu unutturmaktır.

Günün sonunda kendini bir sokak köpeği kadar yorgun hissediyorsan, bu belki bütün gün hırladığın içindir.

André Maurois - Sonbahar Gülleri

Sonbahar Gülleri : Andre Maurois, Samih Tiryakioğlu: Amazon.com.tr: Kitap

Aşkın dehayı ya da gençliği geri getirmeyeceğini kim iddia edebilir!

1949 yılında, tek başına bir Güney Amerika seyahatine çıkan André Maurois, bu seyahatte tanıştığı ve eserlerini İspanyolca’ya çeviren genç ve güzel Maria de los Dolores Checa Garçía y Rivera’ya aşık olur. Yirmi gün süren bu ilişkinin ardından Fransa’ya genç bir adam olarak dönen Maurois, “Marita” adını verdiği bu kadına elli dört mektup ve on bir şiir yazar. Bu mektup ve şiirler daha sonra karısının isteğine uyularak yayımlanır.

Maurois her ne kadar Sonbahar Gülleri’nin girişinde “Bu roman bir romandır; bu şahıslar da şahıslardır. Bunda ölü veya diri, gerçek yaratıklar bulup çıkarmaya çalışan kişi, bir romanın ne olduğunu, şahısların da neler olduklarını bilmediğini ispat etmiş olur,” dese de insan, romanın baş kişisi yazar Guillaume Fontane’ın hikayesinde André Maurois’yı aramadan edemiyor.

İklimler, Yaşama Sanatı ve Patronlar gibi hem Türkiye’de hem de dünyada severek okunmuş eserlerin yazarı Andre Maurois’nın son romanı Sonbahar Gülleri, ömrünün sonbaharını yaşayan ünlü bir yazarın, kendisini tepeden tırnağa dönüştüren “yasak aşkını” anlatıyor.

24 Temmuz 2018

Didem Madak’la Söyleşi

Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.


Adnan Yücel - Sıcaklığın Senin


Ne zaman sulara sorsam su diliyle seni
Elinde yüreğini kamçılayan bir kitap
Seyhan kıyılarındasın
Yüzünü saçların kucaklamış yine
Orhan Kemal’in sıcaklığındasın.

Ne zaman ağaçlara sorsam ağaç diliyle seni
Dilinde pınar akışı bir türkü
Toros yaylalarındasın
Saçların belinde çiçek büyütüyor yine
Karacaoğlan’ın sevda sıcaklığındasın.

Ne zaman kitaplara sorsam kitap diliyle seni
Sesinde çınlayan bir şiirin dizeleri
Üniversite kitaplarındasın
Hiçbir fermanı dinlemiyorsun yine
Dadaloğlu’nun kavga sıcaklığındasın.
 

Afife Jale


Başkaldırı, başarı, aşk, mutluluk, mutsuzluk... Huysuz ve Tatlı Kadın şarkısı onun için yapıldı. 24 Temmuz 1941"de yaşama veda eden Afife Jale , tarihe; "sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını" olarak geçti. Ama onun kısacık yaşamı daha fazlasını içeriyor.

Afife Jale , orta halli bir ailenin kızı olarak,1902 yılında İstanbul'un Kadıköy semtinde dünyaya geldi. Dr. Sait Paşa'nın torunudur. Çocukluk düşlerinde hep tiyatro vardı. İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı.O yıllar Müslüman kadınların sahneye çıkmasının yasak olduğu yıllardı. Bu yasağa rağmen 1918'de, Darülbedayi'ye (Şehir Tiyatroları) alınmak üzere açılan sınava bile girdi.

10 Kasım 1918'de, Behire, Memduha, Beyza, Refika ve Afife stajyer kadrosuna alındılar. Afife ve Refika hariç öteki kızlar daha fazla dayanamamış ve "nasılsa sahneye çıkamayacakları" gerekçesiyle tiyatroyu bırakmışlardı . Aynı yılın 18 Aralık günü, Refika tiyatronun süflör, Afife de "mülazım artistlik" (stajyer oyuncu) kadrolarına alınmışlardı. Afife ise bir yılı aşkın bir süre boyunca bütün provalara katıldı, kendini sahneye hazırladı. Ama bir türlü sahneye çıkamadı. Öte yandan Refika, sahne gerisinde görev alan ilk müslüman Türk kadını oldu.

Prof. Metin And, Türk Tiyatrosu Tarihi kitabında, 1920 yılında Darülbedayi'de, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyununu, Kadıköy'deki Apollon Tiyatrosu'nda (şimdiki Reks Sineması) sahneye koyuyordu. Bu oyunda Emel adlı kızı oynayan Eliza Benemenciyan topluluktan ayrılıp Paris'e gittiği için, bu rolü yüklenecek bir kadın sanatçıya ihtiyaç vardı. Ve Afife Jale, bu rol için seçildi. İlk kez Emel rolüyle ve takma bir isimle sahneye çıktı. O gece tiyatroya gelen zaptiyeler, yöneticilere bir uyarıda bulundularsa da, genç sanatçı bir hafta sonra da "Tatlı Sır" oyununda yeniden sahneye çıktı. Sanatçı polis tarafından tutuklanmak istenince, Kınar Hanım tarafından arka bahçeye kaçırılarak polislerin elinden zor kurtuldu.

"Mesut olduğum ilk gece"
Afife Jale O tarihi geceyi, altı yıl sonra Refik Ahmet Sevengil'e anlatırken; "Hayatımda mesut olduğum ilk gece..." diye tanımlıyordu: "Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. Ağlama sahnesinde, taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım... Alkış, alkış, alkış... Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Hüseyin Suat bey, kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü: "Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin." dedi.

Gerçekten de Afife Jale bir fedai gibi geçirir bundan sonraki yaşamını...
Ve daha sonra Onu diğer kadınlar izledi. Tüm baskılara karşın bundan sonra Burhanettin Topluluğunda Seniye, Yeni Sahne'de Şaziye (Moral), Münir (Neyire Neyyir), Bedia (Muvahhit) Milli Sahne'de Huriye ve Hikmet, Ruhat gibi Müslüman Türk kadınları Afife'yi izlediler" diye anlatılır.

İşsizlik
Sanatı için baba evini terk etti. 1921'de dahiliye nezaretinin bir buyruğu ile belediye, 27 Şubat günü 204 sayılı bildiriyi Darülbedayi Yönetim Kurulu'na gönderdi. Bildiride, Müslüman kadınların kesinlikle sahneye çıkamayacakları yazıyordu. Bu bildiri üzerine Afife'nin, Darülbedayi'deki ücretli görevine de son verildi.. Artık hayat onun için çok zorlaşmıştı. Güvencesiz ve parasızdı ama tiyatro onun için bir tutkuydu ve gözü başka bir şey görmüyordu.

Hastalık
Önüne gecilmeyen şiddetli başağrıları başlar. Tiyatrosuz kalması Afife'nin zaten zayıf olan sinirlerini alt üst etmiş, kaçışı haplarda ve uyuşturucularda bulmaya başlamıştı. Sonradan aşık olduğu Suriye'li bir eczacının , yaptığı iğneler de onda bir alışkanlık başlatmıştı. Eczacı morfinle tedavi yoluna giderek büyük bir yanlışlık yapar. Bunun sonucu Afife artık bir morfinmandır.

Ortalık biraz durulunca, birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu'da turneye çıkmış, yeni tiyatro topluluğu ile Kadıköy'de oynamış, daha sonra da Fikret Şadi'nin Milli Sahne'siyle çeşitli kentlerde temsiller vermişti. Zaten 1923'ten sonra Türk Kadınları Atatürk'ün emriyle sahneye çıkmaya başlamıştı.

Gün geçtikçe bozulan sağlığı ve uyuşturucu alışkanlığı, tiyatroyu ister istemez bırakmasına neden oldu. Bu onu büsbütün çileden çıkardı.

1928 yılında bir arkadaşıyla, Kuşdili çayırında Hafız Burhan'ın bir konserine gitmiş, orada sanatçıya tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar'la tanışmıştı. Kısa bir sürede Pınar, genç kadına deliler gibi aşık olur. 1929 yılında evlenirler ve Selahattin Pınar "Nereden Sevdim O Zalim Kadını", " Huysuz ve Tatlı Kadın " gibi birçok ölümsüz şarkısını onun için besteler.

İkisi de, Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi, birlikte yapmaya çalıştılar. Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip, yarıştılar. "Bir çocuk resmi" kıvamında şiirler yazdılar. Pınar çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriye'li Eczacı onu morfine alıştırmıştı bir defa, kurtulamıyordu.... Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla ilişkiye girmişti Afife.. Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu. Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar olmuştu .Ama Bir süre sonra, Pınar karısının morfin bağımlılığı ile başa çıkamamaya başladı. Tiyatrodan uzak kalmak, sahneye çıkamamak, Afife'yi mutsuz kılıyor, kurtuluşu yalnız "iğne"de buluyordu.

Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için... Olmadı ! Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife; "Terk et beni" diye yalvardı ona. "Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim" dedi. Ve 1935 yılında boşandılar... Şimdi afife için en kötü yıllar başlıyordu. Bundan sonra Afife içine düştüğü girdaba büsbütün batarak, sefalet içinde sürünmeye başladı. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karının doyururken, ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağlardı. Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmadığı bu kadından kısa sürede ayrılır.

Afife Jale, kimsesizliğinin, terk edilmişliğinin, yoksulluğunun son durağı olan, Bakırköy Akıl ve Sinir Hastanesi'nde geçirir, yaşamının son yıllarını... 24 Temmuz 1941 günü henüz 39 yaşındayken, bir deri bir kemik veda etti hayata.. Ölümü gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı. Mezar yeri de, mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu...

Tiyatronun ve devrinin bu büyük fedaisi, böylece sessiz sedasız yok olup gitti. O istediği hayatı yaşayabilmek için çok bedel ödedi. Büyük mutlulukları ve mutsuzlukları bir arada yaşadı . Ve elbette sanatta, kadınların tarihine geçti.

Uzun yıllar onun adını bile anan olmadı. Lâkin son dönemlerde, önemli bir yere sahip oldu;yönetmenliğini "Şahin Kaygun'un üstlendiği, Müjde Ar ve Tarık Tarcan'ın baş rollerini paylaştığı, " AFİFE JALE " adlı sinema filmi ile, Afife Jalenin hayatı, beyaz perdeye taşınmıştır... Daha sonra, Haldun Dormen'in önerisi ile 1997 yılının mayıs ayından bu yana, her yıl Afife Jale adına, tiyatro ödülleri dağıtılmaktadır...

Neziha Araz'ın kaleminden Afife şöyle sesleniyor; "Beni acıyarak değil, düşünerek severek, kucaklayarak hatırlayın.

Tiyatro varsa ben varım" inancı ve aşkıyla yaşıyordu Afife, "Olmak ya da olmamak" işte gerçek buydu onun için. "Olmak"la sanatını icra etmek eşanlamlıydı, bu eşanlam da tiyatroydu. Toplum hayatında ilk olmak; yani onun deyimle "ilk ateşi yakmak"," ilk türküyü söylemek"," ilk aşkı ya da direnişi başlatmak" bir olaydı ve bunun her zaman bir bedeli vardı. İlkler, yol boyu bu bedeli ödediler." 


Behçet Kemal Çağlar - Hal Tercümesi


Yalınayak basardım yaz - kış toprağa;
Odun toplamıya giderdim dağa;
Ata üzengisiz binmekti derdim;
Bazlamaya çaman sürer de yerdim;
Bezir yağı idi yanan lâmbamda,
Yıldız saya saya uyurdum damda;
Yufka pişirmeye firez yolardım;
Yazları üst daldan kiraz yolardım;
Yonca otlatırdım sarı Tosuna.
Bayılırdım yanık uıı kokusuna
Güzün değirmende nöbet beklerken.
Büyük anam «Yasin, babam «Türküm ben»
Ezberletirlerdi kışın her gece.
Anam baş ucuma gelir, gizlice,
«Keloğlan masalı» söyler giderdi.
Nutuk söyletmekti hocamın derdi.
Amcamın yanında askerdim dimdik.
Yazın köylü, kışın şehirli idik.
Mektepte leyliydim, bir uzun kıştı,
Kitaplar okudum, aklım karıştı,
Dünya güzelini düşümde gördüm.
Denizi on altı yaşımda gördüm
«Maden Mektebi» ne zorla giderken,
Sonra Avrupayı dolaştım da ben.
Çeşit çeşit süsler - keyifler gördüm;
Yine de gözümde tüterdi yurdum.
Gurbette vatanı yaman özledim,
Yine acıkınca çaman özledim,
Yine yıkanmaya aradım dere,
Bildim: çabalamam benim boş yere;
Ben ki hep bu dağın - taşın çocuğu,
Yüz yıl geçse on beş yaşın çocuğu.


Ahmet Kutsi Tecer - Şimal Rüzgarı

Duyulmuyor günlerin nasıl geçtiği
Bu temmuz, ağustos ayları böyledir
Dakikalar öyle süratli geçer ki
Daha sabah zannedersiniz, öğledir

Erkenden çağırır ya deniz, ya bahçe
Her yerde tükenmez kahkaha, eğlence
Daha uzak uzak sanırsınız gece
Bir de bakarsınız gün batmış, ay bedir

Sonra bir yel eser enginden, şimalden
Bütün neş'eleri toplayıp götüren
Ey şimal rüzgârı, hasret dolu tren,
Bari o günlerin kokusunu getir.


Arif Damar " Ne Mutlu Şiir Okuyana Ve Sevene! "

Şiir depremdir, şiir ayaklanmadır, şiir başkaldırıdır. Şiir şimşektir, yıldırımdır, gök gürültüsüdür şiir. Şiir korkunçtur, güzeldir. Hiçbir kapı, hiçbir duvar önünde duramaz. Kapı tunçtan, demirden, çelikten de olsa önünde duramaz. Şiir yürür, ezer geçer. Şiir her şeyden, herkesten daha güçlü, daha yıldırıcıdır. Şiir sınır tanımaz, ne kral tanır ne imparator. Şiir Cengiz Han’dan da, Sezar’dan da, Hitler’den de, Büyük İskender’den de büyüktür. 

Şiirin yürüdüğü yolun bitimi yoktur. Şiir sonsuzluğa gider, sonsuzluktan gelir. Şiir hiçbir güce boyun eğmez. En güçlüden daha güçlü, en güzelden daha da güzeldir. Eşsizdir, bir benzeri daha olmamıştır ve olmayacaktır da. Şiir bütün dillerden başka, bambaşka bir dille konuşur. Ama onun dilini, söylediğini herkes ama herkes anlar. Şiiri hiçbir güç tutsak edemez. 

Şiir dilsizleri konuşturur, sağırların kulaklarını açar. Şiir buluttur, yağmurdur, gökyüzüdür. Şiir ne tanker ne şilep ne gemidir. Şiir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. 

Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir. Emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider. Şiir durmaz ve durdurulamaz. Şiire ne boyunduruk ne tasma takılır. Şiir özgürdür, özgürlüktür.


Altın da, pırlanta da, elmas da şiirden değerli değildir; olmamıştır, olmayacaktır. Şiir dilsizleri konuşturur, sağırların kulaklarını açar. Şiir buluttur, yağmurdur, gökyüzüdür.

Şiirin arkadaşları, dostları vardır. En yakın dostu bilimdir. Sonra musiki ve resim gelir. Şiirde müzik de vardır, resim de, yontu da. Mimar Sinan'la da dosttur, Darwin, Einstein'la da. Şiir gelecektir, umuttur, özlemdir, mutluluk ve güzelliktir.

Şiirden en zalim, en gaddar, en acımasız krallar, imparatorlar bile çekinir, korkar. Şiir ölümü bilmez, şiir yaşamdır. Şiir muştu, sevinç ve mutluluktur. Şiir kötümserlik bilmez, tanımaz. İyimserdir, cömerttir ve gençtir, delikanlıdır. Yakışıklıdır şiir.

Şiir sonsuzluk gibi en güzel kokar; güllerden de, karanfillerden, zambaklardan da güzel. Şiir deniz gibidir. Nasıl denizi kimse anlatamazsa şiir de tıpkı öyledir. Homeros, Dante, Shakespeare şiiri anlatmak için büyük çaba harcadılar ama şiiri deniz gibi tam anlamıyla kimse, hiç kimse anlatamadı.

Deniz gibi, o da yalnız kendi anlatır kendini. Şiir sevgilidir, şiir yazandan iyi koca olmaz. İyi baba, iyi oğul, iyi kız da olmaz belki ama iyi arkadaş, iyi dost, iyi kardeş olur. Şiir sevgilidir dedik ve hep sevgili kalmıştır ve kalacaktır.

Şiir ne tanker, ne şilep, ne gemidir. Şiir yelkenlidir. Bir korsan yelkenlisidir. Hayduttur şiir. Şiir aldatmaz, çalıp çırpmaz. Doğruluktur şiir. Emektir, alın teridir. Şiir inatçıdır, hırçındır ve hep ama hep yürür gider. Şiir durmaz ve durdurulamaz. Şiire ne boyunduruk, ne tasma takılır. Şiir zincire vurulamaz. Şiire kelepçe takılamaz. Şiir özgürdür, özgürlüktür. Şiir zalimlere, alçaklara, namussuzlara meydan okur. Onun gücü en güçlüye boyun eğdirir. Engel tanımaz. Engelleri yıkar ve ezer geçer.

Şiir ölümsüzdür. Şiir olmasa, sevdalılar söyleyecek söz bulamaz; o zaman sevda da, aşk da olamaz. İnsanoğlu yok olur. Şiirdir insanoğlunu sürekli kılan. Anaların şefkati, babaların güveni, çocukların kıvancıdır. Şiiri anlatmaya çalıştım ama ne gezer. Önce söylediğim gibi şiiri, deniz gibi kendi, yalnız kendi anlatır. Yaşasın şiir. Yıkılsın diktatörler, krallar, asiller, emperyalistler. Şiir zaten onları hep ama hep yıktı ve hep yıkacaktır. Ne mutlu şiir yazan, şiir okuyan, şiir sevene. Ötesi yok. 


2006 Yılı Dünya Şiir Günü Bildirisi

Paracelsus "İnsan bir mikrokozmostur veya küçük bir dünyadır, çünkü o, tüm gökkubbedeki tüm yıldızlardan ve gezegenlerden, topraktan ve elementlerden bir alıntıdır; ve dolayısıyla o onların özüdür."

"İnsan gökyüzü ile yeryüzüdür ve daha aşağılardaki kürelerdir. İçlerinde her ne varsa onlardır. Bu yüzden de ona gereğince mikro kozmos denir, zira o tüm âlemdir. O halde şunu bil ki, insanın içinde çeşitli astrolojik konumlar ile gezegenlerin görkemli rotalarından oluşmuş yüce bir sema vardır. Kalp güneştir, güneş nasıl kendisini ve yeryüzünün üzerinde etki ediyorsa, kalp de aynı şekilde kendisinin ve bedenin üzerinde etki ediyor."
 
Paracelsus
 "Man is a microcosm, or a little world, because he is an extract from all the stars and planets of the whole firmament, from the earth and the elements; and so he is their quintessence." 
 
"İnsan bir mikrokozmostur veya küçük bir dünyadır, çünkü o, tüm gökkubbedeki tüm yıldızlardan ve gezegenlerden, topraktan ve elementlerden bir alıntıdır; ve dolayısıyla o onların özüdür." Paracelsus
 

22 Temmuz 2018

Leyla Erbil " Ben insanların tümünün yaralı ve hasta olduğuna inanıyorum. Sanatımın kaynağı da bu her insanda gördüğüm zavallılıkla, derinlikle ilgilidir. "


Hiç durmadan yaz, yaz yaz at bir köşeye, arkasını bırakma yazmanın. İşte benim tek sığındığım, tek avunduğum şiirlerden de umudum kesildi artık. Yaşamanın anlamı ne olacak artık, ölebilirim artık...Tuhaf Bir Kadın


 İçimde birçok anlar bitmek tükenmek bilmez bir yıkıntı, bir huzursuzluk var. Bulamadığım, bulamayacağım bir şeyi daima arıyor gibiyim. Nedir beni mesut edecek, ne gibi bir şeydir, onu da bilmiyorum...Mektup Aşkları

Rüya Sakinleri - Iris Murdoch



Ona ne olmuştu acaba ve neydi bütün yaşananlar; hem artık neredeyse her şey sona erdiğine göre bir önemi var mıydı ki? Hepsi bir rüya, diye düşündü, insan bir rüya içinde geçiriyor hayatı, hepsi fazlasıyla ZOR. Ölüm tümevarımı yalanlıyor. Neydi bütün yaşananlar diyebileceğin bir "şey" yok. Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir gölgenin içindeki gölge. Janie ve Gwen'in, annesinin ve tanıdığı kadarıyla Maureen'in dünyada başka bir yerlerde olduklarından daha güçlü, daha gerçek olarak şimdi burada, onun kafasında var olduklarını düşünmek tuhaftı. Benim yaşam-rüyamın bir parçasılar, diye düşündü, formaline batırılmış örnekler gibi bilincime batmışlar. Ben Tithonus gibi yaşlanırken hepsi de ebediyen genç kalan kadınlar. Pek yakında gerçeklikleri de kalmayacak. Bu rüya meselesi, onun böylesine yoğun olan rüyası bir an gelecek sona erip bitmiş olacaktı ve hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini asla bilemeyecekti. Kendini yetiştirmek için göstermiş olduğu bütün çabalar, artık hiçbir amaç da kalmadığına göre, şimdi beyhude görünüyordu. Almanca öğrenmek, İtalyanca öğrenmek için nasıl da çalışmıştı. Asla yaşanmamış bir anın içinde duyulan birilerini etkileme, başarma, hayran olunma arzusu; şimdi hepsi beyhude görünüyordu. Janie öyle güzel İtalyanca konuşurdu ki. 
---Artık gökyüzü nereseyse kararmıştı; pırıl pırıl bir akşam yıldızı ve çevresinde diğer yıldızların minik noktacıkları vardı. Old Brompton Road'daki trafiğin tekdüze uğultusu geliyordu. Hep son ışıklarla ötmeye başlayan bir karatavuk yakındaki bir ağaçta yardım dileyen kuşların duasının içe işleyen, ısrarlı melodisini seslendiriyordu. Nemli hava karanlıkta soğuğa dönüşüyordu. Aşağıda soluk bir şey hareket ediyordu. Soluk elbiseli bir kadın yavaş yavaş kaldırım taşlarının üzerinden karşıya geçip biçilmiş otların olduğu yoldan kemere doğru yürüyordu. Hangisiydi acaba? Hareket eden figürü sessizce izlerken belirsizlik gözlerini bozguna uğrattı. Aniden odadaki ışık açıldı. 

---"Ölümde de olduğu gibi, dünya değişmez, son bulur." "Ölüm yaşamımızdaki bir olay değildir. Ölüm görüp geçirilmez." "Eğer ebediyetten anlaşılan, zamanın sonsuz sürekliliği değil de, zamanın olmayışı ise, bugünde yaşayan ebedi yaşar." "Mistik olan dünyanın nasıl olduğu değil, olmasıdır." "Konuşamayacağımız konularda." "Susmalıyız." 

---"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na inanıyorsun?" "O'na mı? Evet." "O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno, "Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi, aslında belki de O GÖKYÜZÜYDÜ, küçük çocuklara karşı tamamen bir iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini, parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım "onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu hissediyordum. Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar. İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O, modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim ÖRÜMCEKLERDİ O. bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi. Daha sonra büyüme çağında her şey duygularla karmakarışık oldu. Tanrı'nın Sevgi olduğunu düşünüyordum, dünyayı kocaman ıslak öpücüklerle sırılsıklam edip her şeyi yoluna koyan fazla hissi kocaman bir sevgi. Kendimi dönüşmüş, arınmış, yücelmiş hissediyordum. Daha önce masumiyet hakkında hiç düşünmemiştim ama o zaman bunu yaşadım. Parlak bir gençtim. Kendimden çok fazla etkileniyordum. Tanrı'yı çok seviyordum, Tanrı'ya aşıktım ve dünya da sevginin gücüyle doluydu. O zamanlar Tanrı çoktu. Sonra azaldı, kurulaştı, önemsizleşti ve daha çok kurallar yapan bir memura dönüştü. O'na bakarak ayağımı denk almam gerekiyordu. Konrtoller yapan, sonra bir daha kontrol eden bir bürokrat gibiydi. O zamanlar ne parlaklık ne de masumiyet vardı. O'nu sevmeyi bıraktım ve O'nu iç karartıcı bulmaya başladım. Derken O büsbütün geri çekildi, kadınların yaptığı bir şey, bir tür kadın işi haline geldi, yine de nadir de olsa karşılaşıyordum O'nunla, çoğunlukla taşra kiliselerinde tek başımayken oluyordu, birdenbire ortaya çıkıyordu. Bu karşılaşmalarda yine farklıydı. Artık bir memur değildi, epeyce kafası karışmış, dokunaklı bir şeydi, belki de bir parça çıldırmıştı ve küçüktü. O'nun için üzüldüm. Eğer O'nun elini tutabilseydim, küçük bir çocuğa yol göstermek gibi bir şey olacaktı. Ama O'nu kendi yerleri vardı, kendi delikleri ve yuvaları ve O'nu oralarda bulmak hala bir tür şaşkınlık veriyordu. Daha sonrasına gelince, yok oluvermişti; entelektüel bir kurgudan, eski bir hipotezden, bir edebiyat eserinden başka bir şey değildi." 

---Lisa güldü, kolunu ablasının kolundan geçirip bir anlığına sıktı. Kısa bir süre sonra, Brompton Mezarlığı'nın içinden geçen kestirme yola girerlerken Lisa, "Bruno'yu böyle görmek bana babamı hatırlattı," dedi. "Ah Tanrım. Lisa, bazen bunu ben de düşünüyorum ama sana sormak istemedim hiç. Öldüğünde gerçekten yanında mıydın?" "Evet." "Böyle şeyleri düşünmek insanın hiç hoşuna gitmiyor. Öyle korkağım ki, ben uzaktayken olduğu için çok rahatlamıştım. Çok mu berbattı?" "Evet." "Nasıldı?" "Sanırım insan böyle sahnelerin ÖZELLİĞİNİ neredeyse tamamen unutuyor." "Acaba-korkuyor muydu?" "Evet." "Senin için çok kötüydü herhalde." "Başka hiçbir korkuya benzemiyor. Öylesine DERİN. Kişisel bir şey olmaktan çıkıyor neredeyse. Filozoflar biz kendi ölümlerimizin sahibiyiz diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Ölüm sahiplenmeyi ve benliği yalanlıyor. Keşke insan bunu en başından beri bilebilse." "Sanırım insan o zamanlar bir hayvandan ibaret oluyor." "İnsan o zamanlar bir hayvanla birlikte oluyor. İkisi tam da aynı şey değil." "Hastalığının başlarında ne kadar iyiydi." "Daha başlarda inanmamıştı; şimdi biz nasıl inanmıyorsak öyle." "Onu kandırmaya çalışmıştık." "Kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Onun fark edişini görmek korkunçtu-gerçeği fark edişini." "Aman Tanrım. Sen ne yaptın?" "Elini tuttum, onu sevdiğimi söyledim-" "Sanırım insanın bilmek isteyeceği tek şey bu." "Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile - bir hiçmiş." "Bu doğru olamaz." "Ne demek istediğini anlıyorum. Bu doğru olamaz. Belki de insan aniden sevginin ne olması gerektiğinin boyutlarını görüyor işte - başının üzerinde açılmaya başlayan koca bir kemer gibi-" "Gidişi - zor oldu mu?" "Evet. Fiziksel bir mücadele gibiydi. Yani fiziksel bir mücadeleydi, bir şeyler yapmaya çalışması." "Bence ölüm bir tür eylem. Ama sonunda gerçekten farkında değildir bana kalırsa." "Bilmiyorum. Sonunda ne olduğunu kim bilebilir ki?" "Ne kasvetli bir konuşma. Lisa, n'oldu, ağlıyorsun sen! Aa bırak ağlamayı, canım, ağlamayı bırak, tanrı aşkına!" 

---"Kyrie eleison, Kyrie eleison, Kyrie eleison. Christe eleison. Christe eleison, Christe eleison." Kendimi bu muammadan kurtaramaz mıyım, diye düşündü Miles. Aşık olmak, "l'amour fou" tıpkı tinsel bir durum gibi. Platon herhangi bir sevginin bizi tinler dünyasına götürmeye gücü yettiğini düşünüyordu: Belki aşık olmak sıkıcı hayatın, bu hayata yabancı olan aşkın kendi gerçekliğini ve gücünü ortaya koyuyor. Fakat aşık olmak aynı zamanda açgözlü tutkulu benliğin canlanması ve büyümesini de içeriyor. Böyle bir aşk acı çekmeyi, yokluğu, ayrılığı öngörüyor, hatta bunlarla coşuyor: Fakat öngöremediği şey ölümdür, en büyük kayıp. Aşık olmanın hiçbir şekilde katlanamayacağı imgelem budur, her ne pahasına olursa olsun yolunu bulup çıkacak, dönüştürecek, gizleyecektir. Miles düşünceleriyle boğuşuyordu: Anahtar buralarda bir yerde, dedi kendi kendine, ama nerede? Bu parçalar gerçekten birbirini tutuyor mu? Pek anlamlı konuşmuyorum, saçmalıyorum, çıldırıyorum. 

---Sırtı Danby'ye yarı dönük olan Miles başını kitaptan kaldırıyordu. Önce, başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Diana başını kaldırırken Miles tekrar kitabına döndü. Diana önce başı önünde olan Miles'a, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Lisa başını kaldırırken Diana tekrar kitabına döndü. Lisa önce başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Miles'a baktı. Miles başını kaldırırken Lisa tekrar kitabına döndü. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. 

---Lisa'nın gittiğini biliyordu. Kempsford Gardens'a uğramış, Diana da ona boş odayı göstermişti. diana onun temelli yurtdışına gittiğini söylemişti. Danby detay sormadı. Yurtdışına yalnız gitmiş olacağını sanmıyordu. Boş odada Diana'yla suskun durdu. Danby ancak ayrıldıktan sonra Diana'nın, kendisiyle Lisa hakkındakileri biliyor göründüğünü anladı. Miles söylemiş olmalıydı. Ertesi gün ve daha ertesi gün büroya gitti. Bruno'ya her zamanki gibi bakıyordu, öğle vakti yemek yedirmek için eve gidiyordu. Üç günlük aradan sonra Nigel dönüp görevine başladı. Ne var ki Nigel artık hasım olarak vardı, zayıf, hor gören, yargılayan bir melek. Danby onunla rahatsız, özür diler gibi konuşuyordu, gülümseyişinden kaçıyordu. Adelaide eşyalarını çeşitli valizlere yerleştirmiş, sonra da ihtiyacı olan şeyleri bulmak için her gün yeniden açmıştı. Gideceğini bildirmiş ama henüz gitmemişti. Her gün zamanın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiriyordu. Mutfak kirli kap kacak ve bozulmuş yemeklerle doluydu. Danby ne zaman Bruno'ya yemek yedirecek olsa kullanılmış bir tabağı sıcak suyun altına tutuyordu. Kendisi birahanelerde yiyordu. 

---Miles şiir yazmaya başladı. Kolay yazıyordu. Koca parçalar, büyük karmaşık parçacıklar bütünleşip geliyordu. Etrafında imgeler yüzüyordu, çoklukları onu neredeyse kör ediyordu. Aşık olmakta bir kesinlik zarafeti vardı. Sanatta bir kesinlik zarafeti vardı ama çok nadirdi. Miles bunu ilk defa şiirde kendi sesini duyduğu zaman hissetmişti. Artık kendine alçakgönüllülükle şair demenin zamanının geldiğini düşündü. Yeterince uzun süre beklemiş ve inançla beklemeye çalışmıştı. Ama şimdi nasıl beklemesi gerekirdi, bunu bilmediğini ve girmesi gereken büyük hizmet için yaptığı bütün girişimlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Büyük öteki seyredip gülerken o, hayatın yüzeyini germiş, çekmiş, çizmişti. Şimdi onun işine yaramış olanı, gerçek dünya bariyerinin içine onu geçirmiş olanı Miles biliyordu, ama hayatının işi başladığı için bakışını çevirmişti. Daha derinde ve daha sakin olarak biliyordu ki çılgınlık onu terk ettiğinde -uzun süremezdi- işinin bütün aletleriyle baş başa kalacaktı. 

---Adelaide evlilik hayatındaki acıları ve güçlükleri tahmin etmişti, tahminleri doğru çıktı. Yılların geçmesiyle Will'in siniri düzelmedi, düzensiz tiyatro hayatının sebep olduğu kronik bir hazımsızlık sıkça girdiği nöbetlere yardımcı olmadı. Adelaide önceleri uysalca boyun eğiyordu. Daha sonraları o da bağırıp karşılık vermesini öğrendi. Ama kavgalarından sonra utanç duyuyor ve yorgun düşüyordu. Will kavga ettiklerini bile hatırlamıyor gibiydi. Ne var ki Adelaide kötü şeyleri önceden görmede başarılı olduysa da, iyi şeyleri önceden görmekte başarılı olamamıştı. Will'le kaderiymiş gibi, köşeye sıkışmış bir ruh haliyle evlenmişti. Evliliğiyle ilgili olarak mululuk fikrini hiç aklına getirmemişti. Ama mutluluk da vardı. Adelaide Will'le yatakta olmaktan ne kadar çok zevk alacağını ve bu zevkin her ikisinin de yolunu aydınlatacağını anlayamamıştı. Ağlayıp yeni adı Adelaide Boase'u ilk defa imzalarken, daha sonra ve güzel günlerde Will'in huysuzluklarına rağmen uzun boylu ikizlerinin (çift yumurta, Benedick ve Mercutio) Oxford'da okuyacaklarını, Will'in İngiltere'nin en ünlü ve popüler aktörlerinden biri olacağını, büyük bir değişim geçiren Adelaide'ın Lady Boase olacağını hayal bile edemezdi. Daha yakın zamanda teyze ölünce karşılaştıkları sürpriz beklenmedik bir servet getirdi, mücevherleri on bin sterlin değerinde çıktı. Teyzenin anıları da İngilizce'ye çevrilince çok satar kitap oldu, aynı zamanda Çar rejiminin son günleriyle ilgilenen tarihçiler açısından da bir bilgi hazinesiydi. Adelaide'la Will Rusça öğrenip teyzenin anılarını orijinalinden okuyacaklarını söyleyip durdular hep, ama öğrenemediler. Fakat Benedick bir Rusça uzmanı oldu. Mercutio matematikçiydi. 

---Tekrar yatağına oturup tuvalet masaındaki aynada kendine baktı. Bir sürü ak saçı, oldukça iyi dişleri olan şişman bir adam. İç çekti. Keşke Lisa'yı görmemiş olsaydı, keşke o başka bir şeyin, gerçekten yaşamanın ya da her ne ise onun tadını almamış olsaydı. Adelaide'la sevişmekten oldukça memnundu, Diana'yla cilveleşmekten çok mutluydu. Bu varlıklar onun sıradan tatsız tuzsuz dünyasına ve sıradan yarı karanlık bilncine aitti. Lisa'yla karşılaşma alacakaranlıktan gün ışığına, griden renkliliğe, gölgeden madde ve cisme ani bir geçişti. Bunların ne olduğunu unutmuştu. Belki yine farklı bir şekilde ışıdığı büyük bir durgun göle çıkacaktı. Belki bir tür huzuru yakalayacaktı, yaşlı bir insanın huzurunu, meleksiz sıcak bir geri çekilişin huzurunu. Kadınsız da, diye düşündü. Şimdi başka bir kız bulabilir miydi? Lisa'yı gördükten sonra bunu hiç istemiyordu. 

---Ne hissediyorlar, diye düşündü Bruno. Sinek kanatları güçlü iplikle vücuduna ezilerek yapıştığında acı duymuş mudur? Örümcek çay fincanındayken korkmuş mudur? Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı. Ama Tanrı yoktu. Hayatımın büyük bir küresinin ortasındayım, diye düşündü Bruno, ta ki kör bir el ipliği kapıncaya kadar. Yaklaşık doksan yıldır yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark var? Örümcek ağını öreer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya. Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok geç. 


Rembrandt " Düşünmediğim zaman, yaşamadığım zamandır. "


Rembrandt - Dr. Nicolaes Tulp’un Anatomi Dersi, 1632



Oruç Aruoba - Mumun


Bütün ışıklara karşı geldi
yaktığın bu mum
Neyin nereden nereye geçişiydi
aktığım o mum
Bir aydınlık geçit, bir kedi
sakladığım o kurum
Zamanın ötesinde bir şimdi
sakındığım bu durum


Ingmar Bergman Filmleri

Ingmar Bergman 


 karmaşa içinde mi yaşıyoruz?
- sen ve ben mi?
- hayır, hepimiz.
- ne anlamda bir karmaşa?
- korku, belirsizlik, budalalık, yani karmaşa. sanki tepetaklak yuvarlanma korkusuyla yaşıyoruz ve ne yapacağımızı bilmiyoruz.
- evet, sanırım öyle.




Evlilik Yaşamından Sahneler, 1973 



 Persona, 1965
 Kış Işığı, 1962
  Yedinci Mühür, 1957 
 Sessizlik, 1963 
 Yaban Çilekleri, 1957
 Genç Kız Pınarı, 1960
 Son Bahar Sonatı, 1978 
 Çığlıklar ve Fısıltılar, 1972 
 Fanny ve Alexander, 1983
 Yaz Oyunları, 1950
 Gezgincilerin Gecesi, 1953
 Monika'yla Bir Yaz, 1952 
  Zindan, 1948
  Kurtların Saati, 1967 
 Aynadaki Gibi, 1961 
Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri, 1955  
Sihirli Flüt, 1974 
 Utanç, 1968
 Bir Tutku, 1969


A’dan Z’ye Bilge Karasu

AY: “Camını ay parlatıyordu. ‘Görsen odamı şu anlarda, nasıl kocaman, nasıl küçücük görünür… Ay başucuna vurur yatağın. Her şey büyür, irileşir, her şey uzaklara kaçar.’” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

BUDALA: “bir gün, şey demişti, hatırlarım, kadınlar demişti, hayır hayır, siz kadınlar demişti de alınmıştım, kızmıştım ona, sinirlenme demişti, bağırmak istiyorsun gene besbelli, sus ama sus da dinle, bıktım usandım bu çığırmandan demişti, susmayı o anda sanki neden kabul ettim bilmiyorum, siz kadınlar derken susmayacaktım ya, budalalık ettim, bütün ömrümce ettiğim gibi zaten, bu denli budala olmasaydım, ne babasına varırdım, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın adamcağız, işte beni bir o sevdi, ona da varmadım, varamadım, o hain kaza aldı onu elimden, budala olmasaydım ne Reşit’e varırdım yani ne de,
(“Nereden De Andım Şimdi”, Troya’da Ölüm Vardı)

CAM: “Camın ardından kedilere bakıyordum. Güneşin içinde yüzüyorlardı yerde. Alaca, boylu boyunca uzanmıştı, karnı tokmuşçasına, gözlerini kırpıştırıp duruyordu bana bakarken; ağzı aralıktı, yaşlı dişlerinin uzamışlığından yorgun…”
("Anahtar", Troya’da Ölüm Vardı)

ÇAYIR: “Evin önünde uzanan çayırlık, balçık balçıktı. Ayaklarımız çamurdan ağırlaşıp yürüyemez oluncaya kadar koşmaya çalıştık. Bizim gibi öteki çocuklar da, epeydir unutulmuş bir kapalılığı anlatmak istiyordu. Toplandığımız zaman, herkes, evini yeni görmüşçesine, bilmediğimiz odaları anlatmağa çalıştı.
Durulur gibi olduk bir ara. Çayırın başına gitti gözlerimiz. Gördüklerimiz, hepimizi şaşırttı. Birbirimize nasıl şaşkın şaşkın baktığımızı hâlâ görür gibi oluyorum.” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı)

DOLMUŞ: “Çayın parasını verip çıktım. Dolmuşlara doğru yürüdüm. Burada duramazdım. Bağırasım geliyordu, kendimi güç alakoyuyordum.” (Kılavuz)

EV: “Yanan ev kendi evi kardeşçiğim. Gene de… Deli oluyordum hallerini düşündükçe. Ah, bir yandan da Hüseyin’i görecektin ya…" ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

FİLM: “Saçmalıyordum. Sürücünün filmini şıpınişi çevirmiştim ya, şimdi de kaset üzerine sabukluyordum. Oysa o sabaha dek -haydi, düşleri saymayalım - kendimi akıllı uslu bir adam bilmiştim.” (Kılavuz)

GÖK: “Gök kapkaraydı. Kan gibi kokuyordu hava. Gök bile kokuyordu. Nebile bisikletten düştüğü gün de böyle bir koku vardı eczanede. Kara derisinin üzerinde kan kapkara duruyordu, kokuyordu böyle. Bir et kokusu, kanlı, yanık bir et kokusu. Gök kapkaraydı. Yağmur ne zaman yağdı, dedim. ‘Yangını söndürdüklerinde yağmaya başladı. Sahi sen uyanmadın mı hiç?’” ("Kavruk", Troya’da Ölüm Vardı)

HOROZ:
“Toprak kararıyordu altımda. Otelcinin gözlerinin Suat’ın gözlerine ne denli benzediğini birden anladım. Erdim. Bir horoz öttü… Benim de gözlerim yeşil ama su yeşili değil, yaşlı, yanmış, denizin özlemini çeken bir yeşil değil… Öteki horozlar da sıra ile ötmeye başladılar.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

IŞIK: “Büyümenin tarihi böyle böyle yazılır. Parmaklar, başkalarının parmakları, kulağına, burnuna, gözlerine, dudaklarına, boğazına, bacaklarının arasına istediğini yapar, her yerinde gezinir. Sonra gene yatağının başına götürülür. Pencereden giren ışık gözlerini kamaştırır. Buna ışık denmez oğlum, bu güneş, anladın mı bir tanem, gözlerini kırpıştırma böyle, sonra durmadan, büyüyünce de durmadan kırpış…” (Altı Ay Bir Güz)

İLAN: “Telefon ikinci çalışta açıldı. ‘İlânınız… Ben, Bükönü’nde… Yirmiyedi yaşında…’ diyerek özet-tanıtımımı bitiremeden dingin, pes, genç bir ses, ‘Görüşelim,’ dedi, ‘saat ikiyi çeyrek geçe burada olabilir misiniz?’” (Kılavuz)

JULIO: “Julio’nun yaptığı, çerçeveyi biraz genişletmekse, kendi düşündüğü biraz daha genişletmek olurdu. Oysa bir şeyi yazmak, bölümlerin sırası okurun istediği gibi düzenleyebileceği biçime sokulsa, rastlantıya bırakılsa bile, bir şeyleri belli bir düzende tutmak olur gene de.” (Altı Ay Bir Güz)  

KİLİSE: “Taksim’de üç aydan beri oturduklarını biliyordum ama, mektup yollamasaydı, bu gece, Taksim’deki kilisenin bahçesinde buluşabileceğimiz, gelemezdi aklıma.
Geceyarısına on kala, bahçedeki tek elektrik fenerinin dibinde elini sıktım. Konuştu…
‘Boş yere kararlar verdik. Buluşacaktık nasıl olsa… Bundan sonra da…’
Sesini rüzgâr titretiyor gibi… Babasını gömdükleri günün gecesi, odama çıkmıştı. Pencerenin hemen dibindeymişçesine, yaz sesiyle akan karanlık Boğaza bakarak, babamın tabutu kiliseden çıkarken, demişti, ben de çıktım, bir daha girmemeğe karar vererek… Ama annesi, kendisini gece âyinlerine götürmesini istiyordu. Evlerinden çıkmadan iki gün önce, Noel gecesi, Yalıburnu’ndaki küçük kiliseye annesini birlikte götürmüş, dışarıda beklemiştik onu.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı)

LÂCİVERT: “Lâcivert keten üstlü, lâstik tabanlı pabuçları yanımda durdu. Buruşuk keten pantolonu, ince bacaklarının üzerinde, denizle çakılların önünde, bir sallantı içinde…”  ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

MERDİVEN: “Merdivenin en üst basamağında kavurtuyu da, yeşili de, loşluğu da unutmuştum. Gevşedim. Önce ışıktan sonra da sessizlikten sıyrıldım. Suat’ın oda kapısı aralıktı. Budalaca bir umutla yürüdüm. Çuhacı’ların bomboş evi birden gürüldemeğe başladı. Kapıyı ağır ağır ittim.” ("Çatal", Troya’da Ölüm Vardı)

NİNE: “Eve girer ninesine seslenir ninesi o ufacık oğlunun kucağında trene bindirilen trenden indirilen ninesi vücudunu yuvarlaya yuvarlaya merdivenden aşağı inerken halası yetişir onu kucağına alır öper sıkarmış.” ("Acı Kök Yağmurun Tadında", Troya’da Ölüm Vardı)

ODA: “Sarıkum’daydım gene. Yıllar öncesi gibi. Fakat başka bir odada. Bir otel odası, yabancı, yeni bir oda. Odanın bu yeniliği, bu yabancılığıydı zaten beni baştan çıkaran. Sarıkum’a yıllardır gelmek istediğim halde burada kendime yepyeni bir oda bulamayacağım düşüncesi miydi gelişimi geciktiren? Bu otel odası yeniydi ama üç – beş günlüğüne benim olacaktı; beri yandan bu üç – beş gün içinde karşılaşacağım her dost, her ahbap beni eski günlere, eski odalara çekip götürecekti.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı)

ÖYKÜ: “İstediğim, denizi yazmak. Zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini… Bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için.” (Altı Ay Bir Güz)

POSTANE: “Postanede telefon ediyormuş, Norveçliler de Norveççe konuşan birini bulunca, konuşması bitesiye beklemişler. Biraz gezip havadan sudan konuşmuşlar sonra.” (Kılavuz)

RIHTIM: “Yokuşun dibine varmıştım. Karşıya geçtim. Rıhtım üzerinde gezinenler vardı tek tük. Çoğu denizden dönmüş, dondurma yalayarak, simit geverek oyalanıyordu.” (Kılavuz)

SÜNNET: “Fikret sünnet olalı bir hafta olmuştu ancak; gözümde birden büyümüştü ama bu birkaç gün içinde; büyümüş, çok büyümüş, koskoca bir adam olmuş gibiydi. Oysa bizi hiç düşündürmemişti aramızdaki yaş farkı; onunla konuşurken, altı yılı hiç getirmemiştim aklıma, o güne kadar…” ("Şarkısız Gecelerin İlki", Troya’da Ölüm Vardı

ŞAŞKINLIK: “Ama anladıktan sonra da bildiği anasının yerinde yumuşak başlı, hatır için, söyleneni yapmağa razı olan bir çocuk bulmuştu. Şaşkınlığı anasının iyileşip eve dönmesine dek sürmüştü.” (Altı Ay Bir Güz)

TREN:
“tren
bir yıkıntı gürültüsü içinde
tepemden geçmeye başladı
uzaktan gelişini duymadım
düdüğünü bile
şakaklarım atıyor tekerlerin altında
sustu sonra şakaklarım da
sustu” ("Beşinci Gün", Troya’da Ölüm Vardı)

UZUN: “Uzun, uzayıp giden bacaklarının arasından üç renk görüyordum ardında; ayak bilekleriyle baldırları arasında bir yerlerde toprağın kırmızılığı bitiyor, onun hemen üzerinde zeytinin tozlu yeşili duruyordu. Onun da üstünde mavi bir gökyüzü üçgeni.” (Altı Ay Bir Güz

ÜZÜLMEK: “Kediler geziniyordu yalnız. Ağır, düşünceli. İki üç tanesini çağıracak oldum. En gözü pek olanı, çağırışımı tartar gibi ancak durdu, kaçtı sonra. Ötekiler zaten çoktan kaçmıştı. Üzüldüm. Tanır gibi oldum kimini de. Soy ortadan kalkmamış demek.” ("Sarıkum’a Giriş", Troya’da Ölüm Vardı

VRATSİS: “Ne söylediğini bilmiyor. Dişlerini kenetlemiş; titremesi belli olmasın diye. Aleko, yahut Aleksandros Vratsis, İsa’nın kanını çevreleyenlerin gölgesinde büyümüş bir çocuk, böyle söylüyor. Yalnızlıktan, teklikten korkmadan.” ("Oda Oda Dünya", Troya’da Ölüm Vardı

YOL: “Tozlu yol sıcak. Yürümüyor; bitmiyor. Duruyor yol, kalkıp inen tozun pişen uysallığı altında.
Yol uzundur. Yalaktan yalağa, yalaktan yalağa, yalaktan yalağa sular toplanıp toplanıp yeşil yosun yumağı yalaktan yalağa birikip akan sular süzülüyor, genişliyor, yıl kısalıyor, kısalmanın bolluğu ile gürleşmenin sevinci.
Taş serinliğinden birden yolun dibine, kavuruculuğun göbeğine düşüp çekilme.”
("Doğum", Troya’da Ölüm Vardı)

ZANZALAK AĞACI: “Ağaçlar nasıl ağırdır şimdi, karın altında. Zanzalak ağacını anlatmalı ona. Geniş, ağır, yüksekmiş. Yemişi güzelmiş, çok güzelmiş. Gölgesi genişmiş, koyu, derin, sıcak. Yatak iyice ısındı. Başımı, alnımı geriyor soğuk. Zanzalak ağacının gölgesi sıcak olmalı. Yemişlerini bildiğimce anlatmalıyım ona. Elini atarmış insan, bir ısırırmış.” ("Zanzalak Ağacı", Troya’da Ölüm Vardı)



Gustav Klimt


Love Detail 1895
 Schubert At The Piano


kaynak


Rauda Jamis Frida Kahlo


Hiç mecali yoktu. Kırkıyedinci yaş günü, tükenmekte olan yaşamında eksi­len bir günden başka hiçbir anlam taşımadı. Frida bunun bilincindeydi.

Hiç mecali yoktu. Hiç ama hiç mecali yoktu. "Akciğer ambolisi. " 13 Temmuz 1954'te sabaha karşı Fri­da'yı yatağında cansız bulan doktorların son teşhisleri buy­du. Son tablosu . . . İştah açıcı, kesilmiş, kırmızı karpuzlar: Ya­şasın Yaşam adında bir natürmort. Son sözleri, güncesine yazdığı şu cümleydi: "Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceği­ mi umarım."



Bir Kadının Otoportresi





12 Temmuz 2018

Pablo Neruda (Seçmeler)


NE UZUNDUR YOLLAR, SEVGİLİM,
BİR ÖPÜCÜĞE VARMAYA,
ne avare yalnızlıktır uzar dostluğuna!..
Gider arasız trenler
bir başına kıvrılarak yağmurla.
Güneş arama henüz Taltal baharında.

Ne çıkar, sevgilim, sen ve ben bir bütünüz ya,
bütünüz giysilerden köklere varıncaya;
güzden, sudan, kalçalardan bir bütün,
ben sen, sen ben oluncaya.

Taşıdığı taşlardan bilinir ırmağın ırmak olduğu,
o ağız Boroa sularının kaynadığı,
trenler ve kavimlerle bölünmesinden bilinir.

Sen ve ben yazgılıydık sevdalanmaya
nice erkek nice kadın arasında
karanfillerin kök salıp yetiştiği toprakla.

KARARMIŞ BİR DAL KESTİM YİTİK ORMANLARDA
ve götürdüm mırıltısını susamış dudaklarıma:
Ağlayan yağmurun sesiydi bu belki de,
kırık bir çan ya da bir yürek kan içinde.

Bir şey sezerdim çok ötelerden,
ağırlığına gömülmüş, örtülü toprakla,
sonsuz güzle sağırlaşmış bir çığlık,
yarı açık bir geceden,
yapraklarla nemli bir karanlıktan.

İşte orada, uyanıp ormanların düşünden,
şarkı söyledi fındık dalı dudağının ucunda
ve o serseri kokusu tırmandı aklıma.

Sanki hep arıyorlardı beni yana yakıla,
o terk edilmiş kökler, çocukluğumla yitmiş toprak.
Bense yaralı kalmıştım göçebe bir kokuyla.

DOLU DOLU KADIN, TENİN ELMASI, SICAK AY
buram buram su yosunu kokusu,
dövülmüş ışık ve çamur,
hangi gölgeli karanlık açılır sütûnlarının arasında?
Hangi asırlık gecedir dokunur erkeğe duyularıyla?

Ah, bir su ve yıldız yolculuğudur sevmek,
bunaltıcı hava ve unun ansızın kopan fırtınasıyla:
Şimşeklerin kapışmasıdır sevmek,
hırpalanmış iki beden, aynı baldan geçerek.

Koşturur öpüşlerim küçük sonsuzluğunda,
nehirlerinde, kıyılarında, o birkaç haneli köylerinde
ve koşturur senin dişi alevin de

kanın ince yollarında dönüşüp zevk yangınına
yakıp geçinceye bir gece karanfili gibi,
karanlıkta bir parıltı olup olmamak bütün derdi.

AŞIĞIM BİR AVUÇ TOPRAĞA
SENDEN PARÇADIR DİYE

çünkü başka bir yıldız yok bana
o gezegen çayırlarındakinden.
Tekrarı senin dilinde
gittikçe çoğalan evrenin.

Bir ışığım var saçılmış takımyıldızlarından
ve onda senin sesin, iri gözlerin;
yağmurda göktaşının koştuğu
yollar gibi titreşir tenin.

Kalçalarından bana ağan nice aydan,
derin ağzının
ve tatlılığının kesintisiz güneşinden,
gölgesinde bal gibi yanan onca ışıktan

Yanık kalbinin, uzun, kızıl ışık yolları boyunca,
işte böyle geçiyorum
öpülerek oluşan biçiminden ateşi,
öyle küçüktür, bir gezegen sanki,
bir güvercin ve coğrafya.

AŞK GEÇER TOHUMDAN TOHUMA,
BİR GEZEGENDEN ÖBÜRÜNE,
loş diyarlarıyla rüzgarın ağı,
kanlı çizgileriyle bir savaş;
hem gündüzü hem gecesi başağın.

Adalardan, köprülerden, bayraklardan gelirdik,
iç daraltan güzün uçucu kemanlarından,
mutluluk çoğalırdı, kadehte dudaklarla,
acıysa dondururdu bizi gözyaşı dersleriyle.

Açardı rüzgar bütün cumhuriyetlerde
hiç düşmemiş bayrağını, buzdan saçlarını,
sonra dönerdi o çiçekten işe.

Yine de güz asla küle dönmedi bizde.
Ve aşk, filizlenip büyüdü
çiyin ışıklarıyla kımıltısız ülkemizde.

AH AŞKIM, AH DELİ IŞIK,
TEHLİKELİ DULAVRAT OTU

ziyaret edersin beni
ve tırmanırsın teni çatılmış merdiveninle
kalesinde isle taçlanmış zamanın,
kapalı yüreğin solgun duvarlarına.

Kimseler bilmeyecek, yalnız inceliğin vardı
saf camlardan şehirler kuran,
mutsuz tüneller açmıştı kan
kışın devirdiği saltanatından uzak.

Bu yüzden, aşkım, ağzın, ayakların, ışığın, acıların,
yaşamdan miras kaldılar, kutsal armağanları
yağmurun doğallığın;

Buğdayın gebeliğini taşıyıp yükseltiyor onlar,
fırçalarda şarabın gizli iklimini,
yerde parıltıyla yanışını tahılın.

SENDEN BİR İZ ARARIM BAŞKA KADINLARDA
haşinliklerinde onların, ırmak gibi kıvrılan
örgülü saçlar, sulara gömülen gözler,
köpükten gemiler gibi kayan saydam ayaklar.

İnce uzun tırnaklarına benzetirim erken vakitlerde
çakıp geçen ışıklarını kiraz ağacının,
yüzünün yangın yerine benzetirim sularda
yanan saçını, bakıp öbür vakitlerde.

Baktım, kimse taşımıyordu kalp atışını,
ışığını, ormanlardan getirdiğin karanlık tahılı,
kimsede yoktur senin minik kulakların.

Bir öz var senin inceliğinde, eşsizsin kadınların içinde
ve ben böyle aşık, böyle akıyorum seninle
Missisipi genişliğinde dişi bir halice.

SEVMİYORUM DEMEMDEN BİLECEKSİN SEVDİĞİMİ,
yaşamın iki yüzü olmasından gelir bu,
söz bir kanattır sessizlikten gelen,
soğuk değil midir ateşin bir yarısı...

Seviyorum işte, başlasın diye seni sevmek,
ersin diye nihayete,
dahası hiç vazgeçmeyeyim diye:
Henüz sevdim diyemem bu yüzden de.

Elimde iki anahtar tutuyorum sanki:
Biri sevmek seni, öbürü sevmemek,
biri mutluluk, mutsuz bir yazgı ihtimali öbürü.

İki ihtimali var aşkımın seni severken.
Bundandır seni sevmediğim zaman da sevmek,
bundandır seni sevdiğim zaman da sevmek.

BİR GÜN OLSUN UZAK DURMA BENDEN,
NASIL ANLATIRIM,
bunu nasıl, uzayıp gider o gün,
bir ben bekleyeceğim seni
trenlerin uzaktaki garlarda uyuduğu vakitler.

Gitme bir saatliğine olsa bile, ne diyeyim,
birleşir o saatte uykusuzluğun damlaları
ve ne kadar duman varsa bir ev arayan
bakarsın boğmaya gelir yitik kalbimi.

Ah, silinmeyen hayalindir kumlarda,
ah, uçuşmayan kirpiklerin aramıza giren boşlukta:
Aşkım benim, bir an olsun bile gitme,

öyle uzaklara giderdin ki başımı bir an çevirsem,
sonra durma arşınla yazı yaban ne varsa sorarak:
Dönecek misin, yoksa ölüm yalnız mı bulacak beni?

TEK BİR EKMEK YAPAR SÖZLEŞMİŞ İKİ ÂŞIK,
tek bir ay damlası çimenlerin üstünde,
iki gölge gibi birleşir de giderler
boş bir güneş bırakarak bir yatakta.

Günün ayıklayıp seçtiği bütün gerçekler:
Pamuk ipliğine bağlı, sadece bir kokuya,
ne dinginlik girmiş araya, ne sözcükler.
Saydam bir kuledir hakikat.

Hava ve şarap takılır o âşıkların peşine,
armağan eder gece onlara mutlu taç yapraklarını,
adalet vardır bütün karanfillerde.

Ne bir son olur, ne de ölüm sözleşmiş âşıklara,
doğar ve ölürler pek çok kereler yaşamları boyunca,
sonsuzluğunu taşırlar doğallığın.

GÖZ KAMAŞTIRAN GERÇEK,
ÖĞLENİN DOĞRUDAN VURUŞUYLA,
şeytani berraklığı mutlak üzümlerin,
yolun sonundayız işte,
yalnızız yalnızlık olmadan da,
uzak sayıklamaları vahşi şehirlerin…

Saf çizgi döndürdüğünde güvercinini
ve ateş verdiğinde barış nişanını besiniyle,
sen ve ben kutluyoruz demek ki kutlu dirliği.
Gerçek ve aşk çıplak yaşar bu evde.

Çılgın düşler, ırmaklar buruk gerçekliğin,
bir çekicin düşünde sert kararlar,
düştüler çift kapısına aşıkların.

Yükseldiler bir hizaya gelinceye,
ikiz oldu gerçek ve aşk, iki kanat gibi.
Böyle oldu… ve kuruldu saydamlık.

BİR ACIDAN BİR ACIYA
GEÇİRİR ADALARINI AŞK,

derinleştirir köklerini sulayıp gözyaşlarıyla.
Kim, söyleyin kim kaçabilir adımlarından
sessiz ve kıyıcı koşturan bir yüreğin?
Bir koyak, başka bir gezegen arardık ikimiz,
saçlarına tuzun erişemediği bir yer,
bir yer, günahımdan acıların yeşermediği,
ekmeğin kedersiz bölüşüldüğü bir yer.

Uzaklık ve yapraklarla çevrili bir gezegen,
bir fundalık, bir kaya haşin ve ot bitmeyen,
sağlam bir yuva yapmak tüm dileğimiz

hamarat ellerimizle, taşlanmamış yarayla, sözle.
Böyle olmalıydı aşk; gel gör ki bir deli kentte
benzini soldurur insanların balkonlarda.

GECEDİR SEVDİĞİM,
DÜĞÜMLE KALBİNİ BENİMKİNE,
düş görenler dağıtır karanlıkları
ormanda savaşan çift davul gibi
nemli yaprakların sık örgülü duvarı karşısında.

Bir geçit görünür geceden, sanki kara közü düşlerin
sarılmış filiziyle yeryüzü bağlarının,
karanlığı ve soğuk kayaları durmadan sürükleyen
düğüm olmuş bir trenin dakikliğiyle.

İşte böyle bağlarsın aşkım beni saf harekete,
göğsünde atan dirence,
batık bir kuğunun kanatlarıyla.

Göğün yıldızlı sorularına varsın bu,
yanıtla düşümüzü tek bir anahtarla,
kapalı tek bir kapıyla karanlıkta.

ÖLDÜĞÜMDE ELLERİN OLSUN ELLERİMDE:
isterim ışığını ve buğdayını seven ellerinin,
geçsin son bir defa içimden tazeliğin:
Vursun saflığın değişen kaderime.

İsterim yaşayasın ben oldukça,
uyurken ve beklerken seni,
kulak verip de rüzgâra ne duyduysan ver bana,
ver bana denizin kokusundan kaçırdıklarını,
hani birlikte sevdiğimiz,
kuma basarken birlikte ezdiklerimizi.

Yaşarken sevdiğim şeyler olsun yanımda,
isterim seni sevişimi,
şarkı uydurmamı gördüğüm her şeye,
izleyeyim böylece çiçek açışını bahçende,

aşkım derlesin seni her boy verişinde,
gölgem gezinsin saçlarında,
şarkımdaki gerçeği anlasınlar böylece.
Yüz Aşk Sonesi
Çeviri : Adnan Özer


Ece Ayhan " Şairlerin elinde şiirden başka şey yoktur. "

Filiz Aygündüz: Canınız bunca yanarken şiiri düşünebiliyor musunuz?

Ece Ayhan: Bakın bir örnek vereyim. Vaktiyle ya herru ya merru diyerek Zürih'ten Türkiye'ye döndükten sonra menenjit oldum.Bir arkadaşla Boğaziçi köprüsünde gidiyoruz. Sultantepe'de balkonda otururken şiir ekseninde düşünürdüm, karşıya geçen motorlardaki balonculardan para alıyorlar mı diye. Tam köprüden geçiyoruz bir yandan kusuyorum menenjit yüzünden, bir yandan da baloncuları soruyorum arkadaşa.Yani dün ve bugün, hastalıkta ve sağlıkta hep şiir düşündüm ben.


5-9-1999 tarihli Milliyet Gazetesi'nden...


Percy Bysshe Shelley - Aşkın Felsefesi


Kaynaklar ırmakla karışır
Ve ırmaklar okyanusla,
Cennetin rüzgarları karışır hep
Tatlı bir duyguyla;
Hiçbir şey tek değildir dünyada;
Her şey tanrısal bir yasayla
Bir ruhta karşılaşır ve karışır-
Benimki seninkiyle neden olmasın?

Bir dağın cenneti öpüşüne bak
Ve birbiriyle kucaklaşan dalgalara;
Kardeş çiçek bağışlanmaz
Kardeşi onu hoş gördüyse:

Ve günışığı kucaklar toprağı,
Ve ayışığı öper denizi –
Ne değeri var tüm bu öpüşlerin,
Sen beni öpmedikçe?

 Çeviren: Kenan Gülbağ - Aysel Özgür


11 Temmuz 2018

Son Kitabı " Ben Demokrat Değilim " Ahmet Taner Kışlalı

ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - Gazetemiz yazarı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı yaşamını yitirdiği bombalı suikasttan bir gün önce baskıya gönderdiği son kitabıyla aydınlanma mücadelesini sürdürüyor.

    Kışlalı, ''Cumhuriyet mi, demokrasi mi'' tartışmasına tepkisini kitabına verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' adıyla ortaya koyuyor. ''Demokrasi uğruna Cumhuriyet'in yıkılmasına izin verilmeli mi'' sorusuna ''Hayır'' yanıtını veren Kışlalı, ''Çünkü eğer Cumhuriyet'i koruyabilirseniz, yitirdiğiniz demokrasiye bir gün yeniden kavuşabilirsiniz. Ama eğer Cumhuriyet'i yitirirseniz, demokrasiyi de zaten yitirmişsiniz demektir'' açıklamasını yapıyor. ''Türkiye'nin gündeminde yerleri değişmeyen'' konuların ana başlıkları oluşturduğu kitabında Kışlalı, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarının yanında bir bilim adamı olarak ''Asker ve Siyaset'' üzerine kuramsal bir çalışma yapıyor.

    Kışlalı, basılmış halini göremeyeceği son kitabında, ''Ordu ve Siyaset, Atatürk ve Kemalizm, Demokrasi, Laiklik ve Türban, Güneydoğu Sorunu, Sol, Kültür ve Yazın'' ana başlıklarıyla Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu tarihsel gelişim sürecinde irdeliyor.

Kışlalı, 9. kitabına yazdığı önsözde, demokrasisi köklü olan ülkelerde ''çok özel durumlar dışında'' ordunun, ''duyar, görür, düşünür'' ama konuşmaz olduğuna dikkat çekerek ''Ama gelişmişlik sürecinde geride kalmış olan ülkelerde niçin konuştuğu da önemlidir. Ve bu arada, Türkiye'de eskiden konuşmazken niçin şimdi konuştuğu ise ayrıca önemlidir'' diyor.

Kışlalı, kitabında kendi sıraladığı şu soruların yanıtlarını bilimsel duyarlılıkla ortaya koyuyor: ''Ordu niçin ve ne zaman siyasete karışır? Hangi koşullar üst üste eklendiğinde darbe yapar?

Siyasal iktidara doğrudan ya da dolaylı olarak el koyduğunda, yönünü belirleyen etkenler nelerdir? Ordunun ideolojisi nasıl oluşur, nasıl değişir? 27 Mayıs'ın ordusu ile 12 Eylül'ün ordusu niçin düşman kardeşlerdir? Bugünün ordusu niçin 12 Eylül'ün ordusu değildir? 28 Şubat'ın anlamı nedir? Daha başka türlü sormak gerekirse: Eğer Türk ordusu her zaman Atatürkçü ise toplum yaşamında kısa sayılabilecek aralıklarla yaptığı darbelerdeki tutum farkları, nasıl açıklanabilir?''

    Kışlalı, Türkiye'de yaratılan kavram kargaşasına tepkisini, kitabına adını verdiği ''Ben Demokrat Değilim'' yazısında şöyle gösteriyor:

    ''Eğer Çiller'ler, Birdal'lar, kara kitapların yazarları, numaracı cumhuriyetçiler demokrat ise...

     Ben demokrat değilim!

   Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise... Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise...

    Ben demokrat değilim!

   Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye'nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise... Eğer demokrasi buysa...

    Ben demokrat değilim!

    Eğer demokrasi adına Cumhuriyet'in temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise...

    Ben demokrat değilim!

    Ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum...

    Çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum!''