Her zaman bilenler her şeyi bilmez.
Her şeyi bildiğini söyleyenler başka bir şey bilmez.
Akıllarını işletmemiş olanlar çok şey bilmez.
Çok işletmiş olanlar da her zaman bilmez.
Öğrenci sözlü sınavda:
Hatırlamadığını bilmediği için bilemiyor.
Öğretmen:
Bilmediğini hatırlamadığı için, hatırladığını soruyor.
İyi öğretmen: Öğrencilerini tanımış. Onların ortalama anlayış,
alış gücüne göre anlatıyor.
Üstün öğrenciler üzgün. Geri öğrenciler ... Ortalamayı düşürenler.
0kuldan sonra betiklerle ilgisini kesenlerin çokluğuna takıldım.
Canım sıkıldı.
Canımın sıkıntısını giderecek bir araç aradım. Buldum: Betik.
Üniversitelerde gençlik eğitimi güdenlerin sayısı bilgi edinmek
isteyenlerinkinden çok.
Üniversite öğrencileri okul ile yetişmişlik arasındadırlar. Bu
yüzden onların bilime mi yoksa yaşamaya mı saptıklarını çokluk
anlayamayız. Hele üniversiteyi ezbercilik sırasıyla bitirip de
hiçbir yöne sapamamış olanlar onları hiç anlayamaz.
Bu konuda en çok yakınanlar da bunlardır. Çünkü ne bilime
yönüktürler ne de genel yaşamaya. Gençlikçiler sınavlarını atlatamamış
olmanın güveni ile çalışmaya koyulurlar. Ezberciler ise sınavlarını
yersiz aşmanın güvensizliği ile çabalamaya koyulurlar.
Bu arada, üniversitelerden birkaç bilim adamı çıkar. Yaşama
süresi kendi içinde akar. Toplum yaşayışında bir başka düzen
kurulur:
a) Kendilerini yetiştirenler.
b) Kendilerine yetişmesi gerekenler.
Doğru kurulmuş bir problem: Biri bunu yanlış çözdü. Daha
doğrusu çözemedi.
Kuruluşunda bir yanlışlık olan problem: Bir öğrenci bunu,
yanlışlığı sezmeden doğru çözdü.
Sınavı problemi çözemeyen kazanır.
Öğrendiklerimi ikiye ayırıyorum ..
Önünde durduğum parçası bilgimdir. Önüme alabildiğim
parçası kişiliğim ..
Beni bilinmeyenlere hem götüren hem de direndiren gücüm.
0kula ilk başladığımız yıllardan şunları hatırlayorum. Öğretmenlerimizden
biri:
- Tanrı o kadar büyük, o kadar büyüktür ki, insan göremez
.. demişdi.
Başka bir öğretmen de:
- Mikrop o kadar küçük, o kadar küçüktür ki, insan göremez
.. demişdi.
Başka öğretmenlerimiz de, iyilik, doğruluk, kahramanlık,
yüreklilik, vatan, nüfus ... gibi göz ile görülmeyen, el ile tutulmayan
kavramlar üzerinde düşünmeye zorlamışlardı.
Sonra, bizlere, görebileceğimiz, tutabileceğimiz, taş, demir,
tahta, yaprak, toprak gibi şeyleri gösterip öğrettiler.
Şimdi bakınıyorum da .. Görüp öğrendiklerimizden çok görmediklerimiz
bizleri bugün de tartışmalara sürükleyor.
Görülmeyenleri öğretmeye çalışırlarken bizleri görülenlerle
rni oyaladılar yoksa!
Yoksa görülenleri öğretmek isterlerken görülmeyeceklerle
rni oyaladılar bizi?
0kul birinci sınıfda başlar, yaşam birinci sınıfda biter.
Okullarında birinci olanların çoğu yaşama geç bitsin deye
rni yaşamda sonuncu kalırlar.
Kentin esintili havası, varsa güneşi
artık burada kesilmiş, gölgeler garip biçimde koyulaşmıştır. Yabancı
bankalar, azınlık adları taşıyan dükkânlar, cam vitrinlerde sergilenen
dış ülkelerden satın alınmış makineler, caddeye birleşen dar, meyilli
sokaklar, sonra Kuledibi’ne, oradan Şişhane’ye, Tünel’e sürüp giden
yokuşlar (özellikle o yıllarda) hiçbir yerli öğe taşımıyor. Bankalar
Caddesi’nde ilerlerken, sağa gizlenmiş, bükümlü, gri taş merdivenler,
Kartçınar Sokağı başına çıkar. Buradaki okul, kilise ve daha ilerideki
hastanenin büyük eski yapıları güneşi bir kez daha keser, gölgeleri bir
kat daha koyulaştırır. Bu yapılar, sığınak gibi dar geçitler ve gizli
merdivenlerle birbirine bağlanmıştır. Erkek Lisesi’ndeki papazlar, Kız
Lisesi’ndeki rahibeler, kilisede sabahın alacakaranlığında başlayan
dinsel ayinler, bu Orta Avrupa havasını, ortaçağa dek geriye iter.
Okulun demir kapısı önünde duran şişman rahibe, giysilerimizi
denetliyor. Lacivert ya da beyaz dışında bir renk giyip giymediğimizi
sıkıca araştırıyor. Bu denetimden sonra dar merdivenleri tırmanıp,
soldaki cam kapıdan okul yapısına girince, alacakaranlıkla
karşılaşıyoruz.
Okula erken varmışsak, kiliseden rahibelerin ayinleri işitiliyor. Org
müziği ve rahibeler korosu. Ürküyoruz. Sonra onlar tespihlerini çekerek,
kimsenin yüzüne bakmadan, sabah solgunlukları içinde uçuşan kara
bulutlar gibi yerlere varan giysileriyle önümüzden hızla merdivenleri
çıkıyor, kendilerinden daha da derin, bir uçurumu andıran manastır
karanlığında yitiyorlar (ders saatine dek). Odalarına girer girmez,
kapılarını kitliyorlar. Bir isteğimiz olduğunda kapılarını çalıyoruz.
Burunları ve ağızları görülebilecek kadar aralıyor, bir adım bile içeri
girmemize izin vermeden, dileğimizi geçiştirip, hemen kapıyı yüzümüze
kitliyorlar. Yaşamlarının karanlık odasından bir şeyler görebilme isteği
boşuna
Sınıflarda en sönük ampuller yanıyor. O çocukluk yıllarında en büyük
merakımız, başlarını lacivert örtüler altında gizleyen bu soluk yüzlü
kadınların saçları. Bir söylentiye göre saçları kısacık ve kafalarında
tıraşla bir haç kazılı. Ne ilginç ve olağanüstü bir görüntü olmalı bu.
Birinden birinin başörtüsünü çekivermek, başlarına kazılmış haçı görmek
ve neden rahibe olduklarını bilmek, öğrenmek istiyoruz. Oysa bu
dileğimiz yıllar yılı sürüyor. Hiçbir gerçeği öğrenemiyoruz. Dokuz yıl
süreyle yönelttiğimiz sorulara tek bir yanıt alıyoruz:
— Tanrıyı her şeyden çok sevdiğim için rahibe oldum. Tanrıyla birleşmek yeryüzü verilerinin en güzeli, en kutsalıdır!
Rahibelerin her birinin ayrı çılgınlıkları var. Aralarında gözle görülür
hiçbir dostluk yok. Aksine birbirini çekememezlik var. Yalnız işbölümü
yapmışlar. Derslere girmeyen rahibeler tuvaletlerin temizliği,
paydoslarda yiyecek satışı, yabancı çocuklarından oluşan ilkokul
sınıflarıyla ilgilenmek gibi uğraşılar üstlenmişler.
Taşrada karlı günlerde okula kızakla gitmek bir başka coşku. Güneş,
ağaçlar üzerine birikmiş kar kümelerini aydınlatıyor. Çocuklar kızağımı
itiyor. Sınıflarda yanan küçük sac sobaların ısıtıp ısıtmadığını
anımsamıyorum. Öğretmen saçlarımızda bit arıyor. Bitli öğrencileri
dövüyor. Yaşlı öğretmenin kalın parmakları garip bir hastalıkla kabarmış
tırnakları var.
Yapılar arasına sıkışmış küçük taş avlu, açık havaya çıkabileceğimiz tek
yer. Burada bir ya da iki ağaç var. Avlunun yüksek taş duvarlarını
tahta banklar çevreliyor. Avludan dar bir geçitle Erkek Lisesi’ne
geçiliyor. Paydoslarda buradan bir erkeğin çıkıp gelmesi en olağanüstü
olay. O an avludaki bütün kızlar kikirdiyor, kulaktan kulağa bir şeyler
fısıldanıyor. Sanki herkes kendini o erkekle yatıyor hissediyor. Üç yıl
süreyle Almanca derslerine aynı rahibe geliyor. Sınıfa birkaç dakika geç
ve hızla giriyor. Yüzü pençe pençe kızarmış. Karga burnunu çekiyor,
omuzlarını silkiyor, bir yandan kollarını sıvarken, bir yandan da
kalçasını yerine oturtmak istercesine iteliyor. Karatahtanın önüne
geçince, boynunu abartarak geriye atıyor. Başını askeri bölük denetleyen
komutan gibi kaldırıyor. Bizler de aynı hareketleri yineliyoruz.
— Tanrı sizlerle olsun, sevgili çocuklar!
diye selamlıyor.
— Tanrı bizlerle olsun, sevgili şivester!
diye yanıtlıyoruz.
— Ne olacaksam, eksiksiz olmak isterim!
diyor.
— Ne olacaksam eksiksiz olmak isterim!
diye bağırıyoruz.
— “O” harfi araştırmasını söyleyeceğiz!
diyor.
Kırk beş soluk yüzlü, siyah giysili öğrenciden oluşan sınıfımız, rahibenin söylediklerini bağırıyor!
— Kahırlar sabahları başlar!
— Kahırlar sabahları başlar!
— Erken ya da geç, her zaman kahırlar!
— Erken ya da geç, her zaman kahırlar!
— Ama kahırlarla da başlasa gün!
— Ama kahırlarla da başlasa gün!
— Bırakalım Tanrım kahırları!
— Bırakalım Tanrım kahırları!
— Tanrı bugün de yarın da germiştir kanatlarını!
— Tanrı bugün de yarın da germiştir kanatlarını!
— Çünkü sever bizleri!
— Çünkü sever bizleri!
— Oturun!
— Sevgili Hannelore’yi söylemeyecek miyiz?
— Kalkın! Sevgili Hannelore’yi söyleyeceğiz!
Sevgili Hannelore!
— Sevgili Hannelore!
— Neşeli pazar çocuğu!
— Neşeli pazar çocuğu!
— Sen pazar günü doğmuşsun!
— Sen pazar günü doğmuşsun!
— Kutsanmış güller çocuğu!
— Kutsanmış güller çocuğu!
Bu dizeleri kendisi yazmış. Hemen her sözcüğünün Almancasında “o” harfi
var. Bu harfi özellikle uzatarak söylüyor, ağızlarımızı Alman dilininin
“o” harfine alıştırmaya çalışıyoruz. Hemen ardından her günkü anlatısına
geçiyor. Bu, Nietzsche’nin ölümü. Tanrıyı yadsıdığı için, Tanrının
Nietzsche’yi cezalandırdığını, onun çıldırarak öldüğünü anlatıyor:
— Oturağından pisliğini alıp yedi. Son an bağırdı (kendisi de bağırıyor ve sahnedeki bir tiyatro oyucusunu oynuyor):
— Bana rahibi getirin! Ama artık geç kalmıştı. Tanrı onu kendi katına almadı, Tanrı onu cezalandırdı.
Her gün bir ders süren bu dinsel konulardan sonra Goethe’nin şiirlerine geçiyoruz:
“Tüm zirvelerde sessizlik,
Tek bir ağaç bile solumuyor,
Kuşlar ormanda susuyor,
Biraz daha bekle,
Yakında sen de gömüleceksin sessizliğe…”
— Nedir burada “sessizliğe gömülmek?”
— Ölüm sevgili şivester.
— Evet. Ölüm. İnsanın Tanrı’sına kavuşması. O en kutsal an… Tanrı’ya
ulaşılan en kutsal an. Varoluşun tek gerçek anı… Ölüm. Tanrı’yla
birleşme. Çocukluğun Soğuk Geceleri
“Rüzgâr martıların izlerini siler.
Yağmur insanın ayak izini siler.
Güneş zamanın izini siler.
Öykü anlatıcıları yitik hatıranın, aşkın ve acının
görünmeyen ama hiç silinmeyen izini arar.”
Güney Amerika edebiyatı içinde kendi sesini bulan Eduardo Galeano, evrensel bir tarih yazıcısı olmanın yanında, günümüz dünyasının hikaye anlatıcısıdır aynı zamanda.
Onun anlatıcılığı, hiçbir kalemle ve hiç kimseyle kıyaslanmayacak derecede biriciktir; ezilenin, sömürülenin, aşağılanın sesi ve kulağıdır. Dünyaya bakmayı, dünyayı okumayı belleğinde bir iş haline getirmiş; tarih yazımını, akademinin ve resmi tarihin tekelinden alıp soyutlayarak anlatılarla zenginleştirmiştir.
Böylelikle modern tarih yazımına karşı bir direnişle ortaya çıkar Galeano. Geçmişe olan tarihsel bakışını gerçeğin canlı belleği olarak çağa taşır. O bakışını şöyle perçinler, "Bakışlarını geriye çevirmiş bir peygamberdir tarih: Olmuş olandan hareketle ve olmuş olana karşıt olarak gelecek olanı haber verir."
Galeano, ezenlerin ezilenlere yönelik kısır bellek yaratımına taş koyarken, egemenlerin iddia ettiği gibi "sessiz ve dilsiz" bir geçmişin olmadığını, ezilenin sesi ve kulağıyla gerçeklerin yer edineceğini belirtir.
Her bir kelimesi, tarihin, çağın ve geleceğin gölgesinde yol kılavuzluğu görevi üstlenir. Ne fazla ne eksik ne görkemli ne de abartılıdır.
Hikaye, Galeano'da belleğin keşfidir. Bu keşif, Latin Amerika'dan başlar
ve bütün sömürge toplumlarda vücut bulur, aynı elbiseyi giyer.
Eduardo Galeano, yaşamı kendi ölçütlerinden geçirerek toplumun hatırlama eylemini vicdan üzerinden yorumlar. Hatırlamak, vicdanlı olmakla, eşdeğerdir. Tarih yazımını, bu hatırlama pratiğiyle kaynaştırır.
Eylemin hikayeden başlayarak bireyde, toplumda yeni eylemler yarattığını öne sürer. Bu yüzden, kavramları, kelimeleri insanlığın da kelimeleridir; ama gerçekçi ve belleğe sahip kelimeler. Herkesin sustuğu yerde konuşmaya başlar.
Ona çağımızın vicdanı desek, pek de yanlış olmaz. Evrensel bilginin temasını öz belleği üzerinde yorumlarken, hatırlamayı "vicdan" olarak tanımlayan Galeano, Latin Amerika deyince Güney Amerika'nın yoksul hayatından, diktatörlerden çok çekmiş bir Urugaylı.
Ama bu onun sesini hiçbir zaman kısmamıştır. Bu yüzdendir ki, Galenano'nun politik duruşu olmadan ona dair bir çerçeve çizmek de imkansızdır.
Yaşlı ağız, yaşlanmamış gerçekler
Galeano, sanki bütün dünyayı etrafına toplamış, onlara dünyanın adaletsizliğini, kötülüğünü, iyiliğini, masalını, mitini, gölgesini, ışığını, dağlarını, tepelerini, ölümlerini hikaye anlatarak gerçeği resmetmiştir.
Anlattıkça etrafını kalabalıklaştıran, kendi benliğinde bizlere de yer veren bir anlatıcı. O, dünyanın tüm gerçeklerini ve yalanlarını hikaye anlatarak perçinler. Galeano sadece tarihin yırtık yalanlarını, sömürülen dünyayı ele almaz, insan olan her şeyi kendine dert edinir.
İnsanın yalnızlığını, korkularını, sevinçlerini, çaresizliğini, çıkmazlarını, kararlarını, duygularını, düşüncelerini, aşklarını ve yenilgilerini bu dünyanın tüm insanlarına sunar.
Onun yaşamı, onun kanatları arasında gerilen insanlık halleri,
boşluğa düşürülmüş, yoksunluğa itilmiş, direnen insanın sadece savaşını
değil, onun aşklarını da çerçeveye yerleştirir. Mitolojiden, felsefeden,
doğadan ansızın biri gelir konuk olur hikayesine.
Eduardo Galeano, insan haklarından özgür düşünceye uzanan bir yolda, her şeyi tarihsel bir bellek ışığında iki kutup arasında aktarır.
Şöyle ki:
— Benim ülkemde, demişti, eğer yayınlamazsan ölürsün.
Myrna'nın buna yanıtı şöyle oldu:
— Benim ülkemde, eğer yayınlarsan ölürsün.
Myrna yayınladı.
Bıçak darbeleriyle onu öldürdüler.
Eduardo Galeano'nun yazmadığı hikaye kaldı mı?
Dile getirmediği bir olay var mı?
Tersine çeviremediği bir tarih sayfası, hâlâ arşivlerin arasında duruyor mu?
Belki hepsini yazmıştır. Ya da hepsinin gelecekte gerçekleşme durumunu hesaba katarak, yazılmamış gibi göstermiştir. Ama onlar da gerçekleştiğinde, zamanın günleri onunla birlikte yürüyecektir.
Eduardo Galeano, bir insanın aşklar ve savaşlar arasında bilenen belleğine iner. Ve bunu Kadınlar kitabında, hem ötekinin halini hem de ötekinin aşkına dair silinmez bir fotoğraf çizer.
Aşk ve aşkın en silinmez halini iz, ateş ve duvar eşliğinde belleğe yerleştirir:
Adamın gölgesi duvara vuruyor.
Aşığı şu anda kadının yanında yatıyor ama gidecek. Şafak vakti savaşa, ölüme gidecek. Duvardaki gölgesi, yolculuk arkadaşı da onunla birlikte gidecek ve onunla birlikte ölecek.
Şu anda henüz gece. Kadın korların içinden yarısı yanmış bir odun parçası alıyor ve duvara gölgenin konturlarını çiziyor.
Bu çizgiler gitmeyecek.
Kendisini kucaklamayacaklar, bunu biliyor. Ama en azından gitmeyecekler.
Eduardo Galeano, dünyanın tezatlığına düşen her bir şeye kelimelerle bir
şahsiyet giydirir. Ve bu şahsiyet öylece üstünde kalır, herkes o
şahsiyetten biraz alır.
O, dünyayı ve körleşmiş halkları körlükten kurtarırken, onlara adım atacakları bir yol, bakacakları bir pencere, girecekleri bir kapı da gösterir. Eduardo Galeano, olmakta olanın ve olmuş olanların habercisi olarak sayfalara düştüğünde, derinden bir uyarı da yapar insanlığa:
Aç adam kahvaltıda korku yer. Sessizlik korkusu sokakları sarsar.