
— İşte bu sokakta oturuyoruz,
diyor.
— Biz de iki durak ötede oturuyoruz,
diyorum.
Günk bize ilk kez geliyor. Kısa bir konuşmadan sonra, ikimiz de eşit düzeydeki ailelerin çocukları olduğumuzu anlıyoruz. Gecekondularla yolu kesilmiş, çıkmaz sokaktaki evimize çekinmeden getirdiğim ilk arkadaşım Günk. Evimizi hiç yadırgamıyor. Üstelik kendi evlerinden daha geniş ve daha da rahat olduğunu söylüyor.
Solgun yüzlü, dümdüz siyah saçlı, zayıf, akıllı bakışlı, duyarlı bir çocuk.
— Zola’yı okudun mu?
Sabahları yedide Günk’e uğrarken ağarıyor hava. Sokak lambaları sönüyor. Beş on dakika taş koridorlarında oyalanıyoruz. Annesi ve babası da kalkmış, öğretmenlik yaptıkları okullara gitmek için hazırlanıyorlar. Annesi okula, öğrencilerine, başarıya ve özellikle “yurduna” çok düşkün bir öğretmen. Her sabah, vatanın bizden beklediği görevlere değiniyor. Günk’ün babası daha rahat bir insan. Boş zamanlarını arkadaşlarıyla kahvede oturmak, oyun oynamakla geçiriyor. Dünyaya alaylı bir yaklaşımı var. Durmadan sigara içiyor.
Günk’ün ve bizim evin tüm bireyleri (Bunni dışında) okula gidiyor. Kimse fabrika, dükkân, büro, atölye gibi bir yerde çalışmıyor. Bu nedenle tüm yaşamımız okul. Bir “öğrenme merkezi”.
(Yıllar sonra, sabah karanlığında küçücük ilkokul çocuklarının belleğimden silemediğim vatan şiirlerini ezberleyerek, siyah giysiler içinde okula gittiklerini görünce, nemli İstanbul sabahlarında…
— Hiçbir yanlış değişmedi,
diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bulutları dağıtmak, güneşi avuçlamak, çocuklarla tepelerde koşmak, ağaçları, rüzgârı, güneşi, yağmuru, insanları onlarla birlikte yaşamak istiyorum.)
Henüz tramvaylar işliyor.. Beşiktaş – Fatih’in yeşil vagonu tıkış tıkış.
Günkler’in taş holünde oturuyoruz. Burada bir kanepe, önünde bir tahta masa, bir de pencerenin önünde, üzerinde radyonun durduğu komodin var. Ağabeyi odasında ara sıra opera aryaları bağırıyor. Akşamüstü. Henüz kalkmamış. Bir süre sonra bol ve çizgili pijamasıyla odasından çıkıyor. İkimizi de görmezlikten geliyor. Mutfakta ayaküstü kahvaltı ediyor. Susuyoruz. Odasından müthiş bir sigara dumanı yayılıyor. Bir süre sonra giyiniyor. Annesinin bir kitap arasına bıraktığı gündeliğini, kış aylarıysa bej paltosunu alıp, hiçbir şey söylemeden evden çıkıyor.
— Hiç konuşmaz mı?
diyorum.
— Çok ender konuşur,
diyor Günk.
Sonra bir süre ağabeylerimizin bunalımlarından söz ediyoruz. Bunalımlarıyla aile içinde yaptıkları baskıdan, kendi aralarında neşeli, konuşkan olduklarından. Günk’ün ağabeyinin odası küçük. Kitaplarla dolu. Günk annesi ve babası ile aynı odada yatıyor. Ablası da konuk odasında. Günkler’in evinde hiç giysi dolabı yok. Her şey kapıların arkasında asılı.
Kentin esintili havası, varsa güneşi 
artık burada kesilmiş, gölgeler garip biçimde koyulaşmıştır. Yabancı 
bankalar, azınlık adları taşıyan dükkânlar, cam vitrinlerde sergilenen 
dış ülkelerden satın alınmış makineler, caddeye birleşen dar, meyilli 
sokaklar, sonra Kuledibi’ne, oradan Şişhane’ye, Tünel’e sürüp giden 
yokuşlar (özellikle o yıllarda) hiçbir yerli öğe taşımıyor. Bankalar 
Caddesi’nde ilerlerken, sağa gizlenmiş, bükümlü, gri taş merdivenler, 
Kartçınar Sokağı başına çıkar. Buradaki okul, kilise ve daha ilerideki 
hastanenin büyük eski yapıları güneşi bir kez daha keser, gölgeleri bir 
kat daha koyulaştırır. Bu yapılar, sığınak gibi dar geçitler ve gizli 
merdivenlerle birbirine bağlanmıştır. Erkek Lisesi’ndeki papazlar, Kız 
Lisesi’ndeki rahibeler, kilisede sabahın alacakaranlığında başlayan 
dinsel ayinler, bu Orta Avrupa havasını, ortaçağa dek geriye iter.
Okulun demir kapısı önünde duran şişman rahibe, giysilerimizi 
denetliyor. Lacivert ya da beyaz dışında bir renk giyip giymediğimizi 
sıkıca araştırıyor. Bu denetimden sonra dar merdivenleri tırmanıp, 
soldaki cam kapıdan okul yapısına girince, alacakaranlıkla 
karşılaşıyoruz.
Okula erken varmışsak, kiliseden rahibelerin ayinleri işitiliyor. Org 
müziği ve rahibeler korosu. Ürküyoruz. Sonra onlar tespihlerini çekerek,
 kimsenin yüzüne bakmadan, sabah solgunlukları içinde uçuşan kara 
bulutlar gibi yerlere varan giysileriyle önümüzden hızla merdivenleri 
çıkıyor, kendilerinden daha da derin, bir uçurumu andıran manastır 
karanlığında yitiyorlar (ders saatine dek). Odalarına girer girmez, 
kapılarını kitliyorlar. Bir isteğimiz olduğunda kapılarını çalıyoruz. 
Burunları ve ağızları görülebilecek kadar aralıyor, bir adım bile içeri 
girmemize izin vermeden, dileğimizi geçiştirip, hemen kapıyı yüzümüze 
kitliyorlar. Yaşamlarının karanlık odasından bir şeyler görebilme isteği
 boşuna
Sınıflarda en sönük ampuller yanıyor. O çocukluk yıllarında en büyük 
merakımız, başlarını lacivert örtüler altında gizleyen bu soluk yüzlü 
kadınların saçları. Bir söylentiye göre saçları kısacık ve kafalarında 
tıraşla bir haç kazılı. Ne ilginç ve olağanüstü bir görüntü olmalı bu. 
Birinden birinin başörtüsünü çekivermek, başlarına kazılmış haçı görmek 
ve neden rahibe olduklarını bilmek, öğrenmek istiyoruz. Oysa bu 
dileğimiz yıllar yılı sürüyor. Hiçbir gerçeği öğrenemiyoruz. Dokuz yıl 
süreyle yönelttiğimiz sorulara tek bir yanıt alıyoruz:
— Tanrıyı her şeyden çok sevdiğim için rahibe oldum. Tanrıyla birleşmek yeryüzü verilerinin en güzeli, en kutsalıdır!
Rahibelerin her birinin ayrı çılgınlıkları var. Aralarında gözle görülür
 hiçbir dostluk yok. Aksine birbirini çekememezlik var. Yalnız işbölümü 
yapmışlar. Derslere girmeyen rahibeler tuvaletlerin temizliği, 
paydoslarda yiyecek satışı, yabancı çocuklarından oluşan ilkokul 
sınıflarıyla ilgilenmek gibi uğraşılar üstlenmişler.
Taşrada karlı günlerde okula kızakla gitmek bir başka coşku. Güneş, 
ağaçlar üzerine birikmiş kar kümelerini aydınlatıyor. Çocuklar kızağımı 
itiyor. Sınıflarda yanan küçük sac sobaların ısıtıp ısıtmadığını 
anımsamıyorum. Öğretmen saçlarımızda bit arıyor. Bitli öğrencileri 
dövüyor. Yaşlı öğretmenin kalın parmakları garip bir hastalıkla kabarmış
 tırnakları var.
Yapılar arasına sıkışmış küçük taş avlu, açık havaya çıkabileceğimiz tek
 yer. Burada bir ya da iki ağaç var. Avlunun yüksek taş duvarlarını 
tahta banklar çevreliyor. Avludan dar bir geçitle Erkek Lisesi’ne 
geçiliyor. Paydoslarda buradan bir erkeğin çıkıp gelmesi en olağanüstü 
olay. O an avludaki bütün kızlar kikirdiyor, kulaktan kulağa bir şeyler 
fısıldanıyor. Sanki herkes kendini o erkekle yatıyor hissediyor. Üç yıl 
süreyle Almanca derslerine aynı rahibe geliyor. Sınıfa birkaç dakika geç
 ve hızla giriyor. Yüzü pençe pençe kızarmış. Karga burnunu çekiyor, 
omuzlarını silkiyor, bir yandan kollarını sıvarken, bir yandan da 
kalçasını yerine oturtmak istercesine iteliyor. Karatahtanın önüne 
geçince, boynunu abartarak geriye atıyor. Başını askeri bölük denetleyen
 komutan gibi kaldırıyor. Bizler de aynı hareketleri yineliyoruz.
— Tanrı sizlerle olsun, sevgili çocuklar!
diye selamlıyor.
— Tanrı bizlerle olsun, sevgili şivester!
diye yanıtlıyoruz.
— Ne olacaksam, eksiksiz olmak isterim!
diyor.
— Ne olacaksam eksiksiz olmak isterim!
diye bağırıyoruz.
— “O” harfi araştırmasını söyleyeceğiz!
diyor.
Kırk beş soluk yüzlü, siyah giysili öğrenciden oluşan sınıfımız, rahibenin söylediklerini bağırıyor!
— Kahırlar sabahları başlar!
— Kahırlar sabahları başlar!
— Erken ya da geç, her zaman kahırlar!
— Erken ya da geç, her zaman kahırlar!
— Ama kahırlarla da başlasa gün!
— Ama kahırlarla da başlasa gün!
— Bırakalım Tanrım kahırları!
— Bırakalım Tanrım kahırları!
— Tanrı bugün de yarın da germiştir kanatlarını!
— Tanrı bugün de yarın da germiştir kanatlarını!
— Çünkü sever bizleri!
— Çünkü sever bizleri!
— Oturun!
— Sevgili Hannelore’yi söylemeyecek miyiz?
— Kalkın! Sevgili Hannelore’yi söyleyeceğiz!
Sevgili Hannelore!
— Sevgili Hannelore!
— Neşeli pazar çocuğu!
— Neşeli pazar çocuğu!
— Sen pazar günü doğmuşsun!
— Sen pazar günü doğmuşsun!
— Kutsanmış güller çocuğu!
— Kutsanmış güller çocuğu!
Bu dizeleri kendisi yazmış. Hemen her sözcüğünün Almancasında “o” harfi 
var. Bu harfi özellikle uzatarak söylüyor, ağızlarımızı Alman dilininin 
“o” harfine alıştırmaya çalışıyoruz. Hemen ardından her günkü anlatısına
 geçiyor. Bu, Nietzsche’nin ölümü. Tanrıyı yadsıdığı için, Tanrının 
Nietzsche’yi cezalandırdığını, onun çıldırarak öldüğünü anlatıyor:
— Oturağından pisliğini alıp yedi. Son an bağırdı (kendisi de bağırıyor ve sahnedeki bir tiyatro oyucusunu oynuyor):
— Bana rahibi getirin! Ama artık geç kalmıştı. Tanrı onu kendi katına almadı, Tanrı onu cezalandırdı.
Her gün bir ders süren bu dinsel konulardan sonra Goethe’nin şiirlerine geçiyoruz:
“Tüm zirvelerde sessizlik,
Tek bir ağaç bile solumuyor,
Kuşlar ormanda susuyor,
Biraz daha bekle,
Yakında sen de gömüleceksin sessizliğe…”
— Nedir burada “sessizliğe gömülmek?”
— Ölüm sevgili şivester.
— Evet. Ölüm. İnsanın Tanrı’sına kavuşması. O en kutsal an… Tanrı’ya 
ulaşılan en kutsal an. Varoluşun tek gerçek anı… Ölüm. Tanrı’yla 
birleşme. Çocukluğun Soğuk Geceleri