31 Ocak 2017

Muammer Aksoy - Devrimci Öğretmenin Kıyımı ve Mücadelesi

 Muammer Aksoy - Biyografya

"tamamen medeni, azâmi derecede ölçülü ve hukuk çerçevesi içinde kalan, ama cesaretle, bilinçle yürütülmüş, Anayasamıza ve onun ilân ettiği haklara can verme doğrultusunda öncü bir savaşım..."

Devrimci Öğretmenin Kıyımı ve Mücadelesi

 

 Atatürkçü Düşünce Derneği'nin Kurucu Başkanı  Prof. Dr. Muammer AKSOY (1917 - 31 Ocak 1990)

 "Uygarlıktan yana olanlar da gerilikten yana olanlar kadar yürekli ve özverili olmalıdır."

Ankara Barosu Başkanlığı yapmış, baskı dönemlerinde kimsenin almadığı öğrenci davalarını ücretsiz olarak üstlenmiştir. Muhafazakârların davalarını da almış, yakın çevresinden gelen tepkileri “İnsanlar dindar olabilir; ama haksızlığa uğruyorlarsa savunurum,” sözleriyle karşılamıştır. Haklarında dinci örgüt kurmak suçlamasıyla açılan bir grubu savunmuş ve davayı kazanmıştır.Yurtta Barış ilkesinin gereğince, ülkemizde haksızlığa uğrayan kişilerin mezhebine, etnik kökenine, bölgesine bakmadan savunuculuğunu üstlenerek demokratlığın ne demek olduğuna ilişkin yine bir ders vermiştir.


Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Başkanı Fakir BAYKURT’un devrimci öğretmenlerin mücadelesini içeren bir çalışma yapması isteği üzerine hazırlamaya başladığı ve 160 sayfa olarak planlanan “Devrimci Öğretmenin Kıyımı ve Mücadelesi” kitabı bittiğinde, iki ciltlik, 2.000 sayfalık dev bir yapıt oldu. Muammer AKSOY evini satarak bu kitabın basılabilmesini sağladı. 1980’li yıllarda laiklik karşıtı olanlara, TCK’nin 163. maddesinin kaldırılmasını isteyenlere, şiddetle karşı koydu. Özgürlük uğruna özgürlükleri ortadan kaldırmak isteyenlere karşı "Uygarlıktan yana olanlar da gerilikten yana olanlar kadar yürekli ve özverili olmadıkça Türk toplumu kurtulamaz,’’ diyerek mücadelesini ödünsüzce sürdürdü. Dönemin Aydınlar Ocağı gibi kuruluşlarının Türk-İslam sentezi fikriyle üstü kapalı Atatürk karşıtlığı yaptığını ve gerçek fikri Atatürkçülüğün yapılmadığını, tam tersine Atatürk’ün fiziksel özellikleri üzerinden bedensel Atatürkçülük yapıldığını vurgulayarak gericilerin, siyaset adamlarının, dış güçlerin ve ekonomik güçlerin oluşturduğu laiklik karşıtı kesimin yararına olacak ‘’163. madde kaldırılsın’’ çağrılarına karşı ilkelerinden ödün vermeyen, mücadele etmekten geri durmayan tutumuyla siyasileri ve toplumu uyardı.

Atatürk İlkelerini koruyup kollamak amacıyla 19 Mayıs 1989’da 50 aydın mücadele insanıyla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. Muammer AKSOY’u ve Atatürkçülük uğruna mücadele eden yürekli ve özverili diğer aydınlarımızı anımsamak ve unutturmamak görevimiz olmalıdır. Bu görevi yapmanın yolu ise Muammer Aksoy'un  dediği gibi ‘’Uygarlıktan yana olanlar da gerilikten yana olanlar kadar yürekli ve özverili olmalıdır’’ sözünü şiar edinmekten geçer

30 Ocak 2017

Cumhuriyetimizin ilk kadın öğretmeni Refet Angın


 
Refet Angın’ın Mustafa Kemal Atatürk ile yolları bir kaç kez kesişir. Birinci karşılaşma Angın’ın ilkokul yıllarında, Atatürk’ün yurtiçi gezisinde yolu Gelibolu’ya düştüğünde gerçekleşir. Atatürk, gittiği her il ve ilçede muhakkak okulları ziyaret ederdi ve burada da öyle oldu. 2 Eylül 1928 günü(1) Gelibolu Cumhuriyet İlkokulu’na ziyarete gittiğinde kendisine çiçek sunan Refet Angın ile karşılaşır ve "Büyüyünce ne olacaksın çocuk?" sözüne, "Öğretmen" diye cevap verir. İkinci karşılaşmaları ise 24 Aralık 1930 günü Edirne Kız Öğretmen Okulu’nu ziyarete gittiğinde(2) Ata’ya çiçek verme görevi yine Angın’a verilir. Öğrenci Angın Atatürk’e çiçeği takdimi sırasında, "Bakın sözümü tuttum Paşam. Öğretmen olacağım işte" dediğinde, Atatürk onun Gelibolu’daki küçük kız olduğunu derhal hatırlar ve ona, ne öğretmeni olmak istediğini sorar. ’Matematik’ cevabını alınca, "Hayır tarih öğretmeni olacaksın. Çünkü nesillere tarihlerini öğretmek en önemli vazifedir" sözü üzerine Refet Angın, tarih öğretmeni olmaya karar verir.
 
  




28 Ocak 2017

Mustafa Kemal Atatürk ile

Mustafa Kemal ile ilk kez Balıkesir'de karşılaşır. 
Atatürk Neyzeni çağırdı ve Neyzen'in elini kalbinin üstünde uzun bir süre tuttuktan sonra:
...Ne büyük, kuvvetli ruhun var, dedi.
...Neyzen ne istersin.söyle?
--Sayende herşeyim var, Teşekkür ederim.
...Bir şey iste canım!
...Bir nüfus tezkeresi versinler, emrediniz.
Mustafa Kemal hayretle; "Senin nüfus tezkeren yok mu?"
...Hayır, bundan evvel hükümet yoktu ki nüfus tezkerem olsun!


 Fasulyeye Benziyor
İkinci Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar.
Karşılaştıklarında, Neyzen:
--Maşallah, kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor.
--Genç yasta vali oldu, neden fasulyeye benzesin?
--İşte bende onun için benzetiyorum ya. Fasulye de sırığa sarılarak büyür.

Çalarken
Soruyorlar:
--Neyzen, çalarken mi neşelenirsin, yoksa neşeli olduğun zaman mı çalarsın?
Maliye Bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemidir.
Neyzen: "Maliye Vekili değilim ki, çalarken zevk alayım"

Fıçı
Neyzen Tevfik'e doktor içkiyi men etmişti. Fakat Peyami Safa bir gün üstadı ziyarete gittiğinde odanın bir köşesinde bir fıçı şarap gördü.
-Bu ne bre üstad? Diye sordu. Hani sen artık içmeyecektin?
-Ne yaparsın, oğul, içmezsem kuvvetten düşüyorum.
-Peki, içkinin faydası oluyor mu?
-Ne diyorsun olmaz olur mu? Mesela bu fıçı buraya ilk geldiği zaman yerinden kımıldatamıyordum, şimdi iki elimle kaldırabilirim…

Ben Yumurtlamadım
Neyzen Tevfik'e muharrir yazacağı romanı anlatıyordu. Sonuna gelince
Neyzen yüzünü buruşturdu:
-Bu mevzuu beğenmedim!..
-Öyle ama, siz hiç roman yazmadınız. Nasıl fikir yürütüyorsunuz?!.
Neyzen Tevfik kızdı:
-Ben yumurtanın da iyisini, bayatını anlarım. Fakat hiç yumurtlamadım!...

Nasil görüyor ?
Birinci Dünya Savaşında iki gözünü kaybeden bir tanıdığıyla söyleşmektedir. Tanıdığı sorar:
--Durumu nasıl görüyorsun Tevfik'ciğim?. Neyzen "karanlık" diyecekken vazgeçer,
--Sizin gördüğünüz gibi, diye cevap verir.

Yol veririm
Meyhanenin tuvaletine giderken, daracık koridorda bir kabadayı ile karşılaşır. Birinden birinin kenara çekilmesi gerekmektedir.
Neyzen, "Müsaade et, geçeyim" der.

Sarhoş kabadayı, "Sen kime kafa tutuyorsun babalık, ben senin gibi ciğeri iki para etmezlere yol vermem " diye aksilenir. Neyzen hemen kenara çekilir, "Ben veririm " der.

Bulunur ama?
Neyzen'in bir arkadaşı meyhaneye girer ve garsona sorar;
--Bizim Neyzen burada mi?
--Burada beyim. Sağdan besinci masa.
O masada Neyzen'i göremeyen adam geri döner:
--Gitmiş...
--Affedersiniz beyim, kabahat bende. Masanın altına bakin dememiştim size...

Evin yolu
Aksaray'da bir ev kiralar. Yeni taşındığı sıralar, geceleri meyhaneden dönerken ara sokak içindeki evini bulmakta güçlük çekmektedir. Bir gece, karsısına çıkan Bekçi’ye:
--Bekçi baba, Neyzen Tevfik buralarda bir yerde oturuyor.  Sen evini biliyor musun?
--Neyzen Tevfik sensin ama beyim!
--Ben sana kimim diye sormadım, Neyzen Tevfik'in evini sordum...

Kırk yıllık ölü
Dr. Fahrettin Kerim Gökay "içkinin zararları" konulu konferansını vermektedir. Bir ara:
--Rakının her kadehi, hayatımızı bir saat kısaltır, der.
Dinleyiciler arasında olan Neyzen yerinden fırlayıp bağırır:
--Eyvah, yandık!
--Hayrola?
--Hesap ettim, meğer ben öleli tam kırk yıl olmuş!!!
 
 

27 Ocak 2017

Hasan Ali Yücel "Bir Köy Enstitüsü Mezunu Emekli Öğretmene Mektup"

Bir Köy Enstitüsü Mezunu Emekli Öğretmene Mektup
Köy Enstitüleri'nin kurulmasında unutulmaz hizmetleri geçen dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bakanlıktan ve siyasetten ayrıldıktan, hatta Köy Enstitüleri'nin kapatılmasından sonra da, bu enstitülerden yetişen öğrencilere ve onları yetiştiren öğretmenlere olan ilgisini ilk günkü heyecanıyla sürdürmüştü.
O'nun, bir Köy Enstitüsü mezunu olan şimdi emekli öğretmen Dursun Kut'a 1956 yılında el yazısıyla yazdığı mektubu, onun bu davaya ilgi ve inancının içtenliğini kanıtlaması açısından tarihsel bir belge niteliği de taşımaktadır.

19.Şubat.1956 Ankara 
Aziz Meslekdaşım,
17 Nisan'ı ve o arada beni unutmamış olduğunuz için size minnet ve şükranla duygulanmış bulunuyorum. Köy Enstitüleri, "Efendimiz Köylü"yü "Efendi yapma" dileğinin eseridir. 1839'den 1939'a kadar, yani Garplılaşma hareketinin başlamasından tam 100 yıl geçinceyedek aynı konu üstünde hayli zihin yorulmuş, hayli tedbire başvurulmuştur. Fakat netice ile itiraz götürmez şekide ortaya çıkmıştır ki, bu tedbirlerle 40.000 köyde yaşayan milyonlarca Türk çocuğunu okula ve öğretmene kavuşturmak için kırk bin sene beklemek lazımdır.
Mesele Şudur: Köye, köyden olmayanı yollayarak köylüyü öğretim ve eğitime kavuşturamadık. O halde köye, köyden olanı köy hayat şartları içinde yetiştirip, vermekten başka çare yoktur.
Bu pratik prensip, tamamile bizimdir. Taklit değildir. Türkçe buluştur. Benzersizdir. Çünkü millet sevgisi gibi bir kaynaktan ilhamını almıştır. Pratiktir. Pedagoji kitapları yazmaz. Klasik pedagoglar bilmez. Bilmezler; zira bir terbiye nazariyesi değil, milli bir kalkınmanın temel prensibidir ve onun gerçekleşmesi, hayatileşmesi hamlesidir.
Köy Enstitüleri, her zamanki cinsten bir okul açma teşebbüsü olsaydı, üstüne bu kadar kuvvetli bir dikkat ve ilgi çeker miydi? Daha bir kaç ay önce Ankara'da açılan öğretmen okulunu kim duymuştu? Böyle oluşunun sebebi, enstitülerin sosyal ve geniş ölçüde milli bir hareketin durağı oluşlarıdır. Siyasi dalgalar geçtikten sonra tekrar doğruya dönülecektir. 
Buna kesin olarak inanıyorum.
Size ve hepinize memleket ve meslek hizmetlerine barınak olan yüreğimin bütün sevgilerini yollar, başarı dileklerimle gözlerinizi öperim.
Hasan-Ali Yücel
Zarfın üstündeki adres:
Bay Dursun Kut
Göller Bölgesi Köy Öğ. Derneği, Isparta

26 Ocak 2017

Nietzsche “İnançlar hakikat dūşmanı olarak yalanlardan daha tehlikelidir.”

 
Dünyadaki karışıklıkların ve anarşinin birçok sebeplerinden biri de kendisi düzeltilmeye muhtaç olan insanların dünyayı düzeltmeye kalkmalarıdır.
 
 Acıya sevinen zalimlerin zevk çığlıkları, bir gün kendilerini sağır edecektir.
 
En tehlikeli insan tipi az anlayan çok İnanandır.
 

İrtica saltanatını, bir ülkenin eğitimini ele geçirerek kurar ve böylece kökleşir, kalır. Okullarda beyinleri yıkanan genç kuşaklar yönetimde görev aldıkları zaman, ülke çıkarlarının değil, kendilerini eğitenlerin sözcüleri olacaklardır.

 
 Diktatör; aslında yönettiklerinden korkandır. Halkının manevi duygularını sömürürler, en temel hak ve özgürlüklerle ilgili kısıtlama getirmeye çalışırlar, eleştiriye ve protestoya hiç tahammülleri yoktur. Sonları hep hazin olmuştur; ya intihar etmişler, ya kaçmışlar ama sığınacak yer bulamamışlar ya da yargılanmış ve cezalandırılmışlardır.
 
Bir milyon dolarım varsa ve bunu % 4 faizle mevduata yatırıısam yılda 40 bin dolar kazanırım. Topluma hiçbir katkım olmadan. Ama, daha alt sınıftan biriysem ve arabamı ya da evimi krediyle almak zorundaysam borcu faiziyle öderim; bu faiz de o milyonerin % 4 faizli mevduatına ödenir. Bu şekilde inşa edilmiş parasal sistem, fakirden çalıp zengine veren bir dernek gibi işler. Bugün dünya nüfusunun % 1'i dünya mal varlığının % 40'ına sahiptir.
 
Kapitalizm dindir. Bankalar kilisedir. Bankacılar rahiplerdir. Zenginlik cennettir. Yoksulluk cehennemdir. Zengin insanlar azizdir. Zavallı insanlar günahkardır. Mallar nimettir. Para Tanrıdır Miguel D Levis
 
Öğrencilere okulda evrim konusuna girmeden bitki ve hayvan türleri; otoriteye itaatin rolüne, açgözlülüğe, yetersizliklere ve cehalete değinmeden yalnızca savaşlar, tarihler ve kralları anlatan tarih; elementlerin nereden geldiğine yer verilmeden kimya öğretiliyor.
 
Türkleri savaşarak, asker ve silah kullanarak asla yenemezsiniz. Türklerin sadece din adamlarını ele geçirip onları kulanın. Din adamları zaten devleti yıkarlar!

21 Ocak 2017

Ahmet Oktay - Bengi İz

Bir kahkahayla silkindim
dalıp gittiğim mektuptan;
yaşam hep böyle uyarır bizi,
katıksız neşeye dönüşür
altunî bir sesle
en derin kederler;
mutlu bir düşteymiş gibi
zamanın dibinden gülümser,
artık yanaklarından öpemeyeceğimiz
sevgili yüzler.

Budur odaya süzülen mehtabın,
kurumuş eski çeşmenin
açıklayıp durduğu bilgelik ve giz

Sevinç de olgunlaştırır kalbi
acı ve ayrılık gibi;
süzülüp dibe çökeldikçe anılar
anlarız ki
çürüme ve tohum süreçtirler.

Yine de yetmez zaman
gecenin ve kitapların söylediğini çözmeye,
kaç kent, kaç aşk terk edilmiştir;
sinmiştir ölümler
satırlara bir koku gibi;
hep bir şeyler kalmıştır geride
asla unutmak istemediğimiz

Yüzyıllar içre konuşur farklı Yazılar,
solar, yıpranır meşin ve parşömen
bellekte kalır o bengi iz.


Giordano Bruno "Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı’yı kullanır."

Mustafa Kemal'i düşünüyorum; Ölmemiş bir kasım sabahı! Yine bizimle beraber her yerde, Yaşıyor dört köşesinde vatanın Yaşıyor damar damar yüreklerde...Ü.Yaşar Oğuzcan
 
Verebileceğin en cesurca karar, kalbini ve ruhunu inciten şeyi bırakmandır...Brigitte Nicole

Çoğu insan birbirinin aynıdır. Onların düşünceleri başkalarının fikirleridir, onların hayatları taklit, tutkuları alıntıdır...Oscar Wilde

Olanın olmayana, bilenin bilmeyene borcu var bu dünyada...Hayrettin Karaca
 
Bu günlerin talihsizliği delilerin körleri yönetmesidir...Eduardo Galeano
 
Herkes Gerçeğin, Bir'in ve Var olanın aynı şeyler olduğunu söylemeyi bildi ama insanlar bunu anlamadılar. Bazıları bilgelerin düşünme şekline ulaşmadan, konuşma tarzlarını uyguladılar...Giordano Bruno

 Tanrı, iradesini egemen kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini egemen kılmak için Tanrı’yı kullanır...Giordano Bruno
 
 Doğanın her üretimi bir değişikliktir ama öz daima aynı kalır çünkü sadece tek bir öz vardır. O da ilahi ve ölümsüz olandır...Giordano Bruno
 
Zorluk öyle birşeydir ki alçakları vazgeçirmek için düzenlenmiştir. Kolay ve kaba şeyler kaba insanlar ve sokak insanları içindir...Giordano Bruno
 
Yaşamın amacı kaderi anlayabilmektir çünkü bu bilgi gerçek kurtuluş olan Tanrı ve sonsuzla birleşme bilincine bizi yöneltebilen tek şeydir...Giordano Bruno

Audrey Hepburn "Asla yok olmayan tek güzellik, zarafettir."

Bir insan hakkında, başkalarının onun hakkında söylediğinden çok, onun başkaları hakkında söylediklerinden fikir sahibi olabilirsiniz.

İmkansız diye bir şey yoktur! Çünkü 'imkansız' kelimesinin içinde bile 'imkan' vardır.

Sesini iyi ayarla! Neden değiştiresin ki? 
Kavga esnasında yükseltince daha mı haklı oluyorsun? Herkesin bir yaratılış sesi var, kendini tanı ve mutlu ol.

Yaşamak, bir müzeyi hızlıca gezmeye benzer. Gördüklerini hazmetmen, onlar üzerinde düşünmen ve müzedekiler hakkında okuman zaman ɑlır. Her şeyi bir anda anlayamazsın. Uzun bir hayat ve güzel bir akşam yemeği arasında sadece bir fark vardır. Akşam yemeğinde en tatlı şeyler en son gelir.


Barry Schwartz - Bolluk Paradoksu

İster bir kot pantolon satın alıyor, ister iş alternatifleri arasından seçim yapıyor olalım, günlük kararlarımız, karşı karşıya kaldığımız seçenek fazlalığı nedeniyle giderek daha karmaşık hale geliyor. Daha fazla seçeneğin daha iyi alternatifler ve daha fazla tatmin demek olduğunu zannediyoruz, ama seçenek bolluğunun tehlikelerine dikkat: Kararlarınızı, henüz onları almadan sorgulamanıza yol açabilir, sizi gerçek dışı, yüksek beklentiler içine sokabilir ve sonunda kendinizi suçlamanıza neden olabilir.
Barry Schwartz, elinizdeki kitapta şu çıkarıma varıyor: Seçenekleri elemek, stresi, kaygıyı ve yoğunluğumuzu büyük oranda azaltabilir. Bolluk Paradoksu, seçenekleri makul bir sayı ile sınırlandırmanız, önemli seçeneklere odaklanıp diğerlerini görmezden gelme disiplinini edinmeniz ve sonunda yaptığınız seçimlerden daha büyük tatmin duymanız için pratik çözümler öneriyor.
 
Bu kitap iki açıdan paha biçilmez. Birincisi, çoğumuzun daha az seçenekle daha varlıklı hissedeceğini ortaya koyuyor. İkincisi pek çoğumuzun en iyi seçimi yapmak için haddinden fazla uğraştığımızı anlatıyor. Aynı zamanda seçim ve mutluluk arasındaki psikolojik araştırmalara da bir giriş kitabı niteliğinde.
                                                               DANIEL KAHNEMAN,
 

2002 Nobel Ekonomi Ödülü Sahibi

 *

- Etrafımızdaki insanların ne yaptığıyla daha az ilgilenirsek daha mutlu olabiliriz.

- En iyiyi aramaktansa “yeterince iyiyi” ararsak daha mutlu olabiliriz (siz hiç “Çocuklarım için yalnızca yeterince iyi olanı istiyorum” diyen bir anne baba gördünüz mü?).

- Seçim özgürlüğümüze gönüllü olarak belirli sınırlamalar getirmeyi kabul edersek, daha mutlu olabiliriz.

- Kararlarımızın sonuçlarıyla ilgili beklentilerimizi azaltırsak daha mutlu olabiliriz.


- Verdiğimiz kararlar geri alınamaz olursa daha mutlu olabiliriz.

TIK



George Orwell "Önemli olan yaşamak değildir, başarmak hiç değildir. Önemli olan insan kalmayı bilmektir."

Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir.

Dindarların ve ahlaksızların doğal olarak birbirlerini buldukları bir gerçektir .

Milliyetçi, kendi tarafınca girişilen katliama karşı çıkmamakla kalmaz, ayrıca bunları hiç duymamak gibi müthiş bir yeteneğe de sahiptir.


Wigan İskelesi Yolu... Wigan İskelesi Yolu, George Orwell’in İngiltere’nin sanayi bölgelerinde bugün de fazla değişim göstermeyen ve zaman içinde siyasal etkisinden hiçbir şey yitirmemiş olan işçi sınıfı yaşamıyla ilgili deneyimlerini aktaran önemli bir inceleme. Sosyal adaletsizlik, korkunç konutlar, madenlerdeki çalışma koşulları, sefalet, açlık ve yaygın işsizlik sorunlarının müthiş bir öfke, insancıllık ve dürüstlükle aktarıldığı bu kitabı Peter Ackroyd, “Gerçek deha örneği… Orwell’in bütün öfkesi, hayal kırıklığı, umutsuzluğu ve acısı Wigan İskelesi Yolu’nda en anlamlı ifadesini buluyor,” diye tanımlıyor.
 
"Paranın feodalizme karşı savaşı olan İçsavaş’ta, Kuzey ve Batı kraldan yanayken, Güney ve Doğu parlamentodan yanaydı. Fakat kömür kullanımındaki artışla birlikte, sanayi Kuzey'e kaydı ve orada yeni bir insan tipi, başarısını kendisine borçlu olan Kuzeyli işadamı ortaya çıktı. Nefret dolu ‘ya başarılı olursun ya defolursun’ felsefesiyle Kuzeyli işadamı, yarım kron ile yola çıkan ve sonunda elli bin sterlini olan ve her şeyden çok, para kazandıktan sonra eskisine oranla daha da nobran olmasıyla övünen tiptir. İncelendiğinde, yegâne meziyetinin para kazanma yeteneği olduğu görülür. Bizden ona hayranlık duymamız beklenir; çünkü dar kafalı, çıkarcı, cahil, açgözlü ve görgüsüz olsa da, adamda ‘cevher’ vardır, ‘başarılı olmuştur’, başka bir ifadeyle, nasıl para kazanılacağını biliyordur."

Hayvan Çiftliği (Minikitap)...
İngiliz yazar George Orwell, ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş bir diğer çok ünlü eseridir. 1940'lardaki "reel sosyalizm"in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında yergi türünün başyapıtlarından biri olarak kabul edilir.

Hayvan Çiftliği'nin başkişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirir. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olan domuzlar, kısa sürede önder bir takım oluşturur; ama devrimi de yine onlar yolundan saptırır. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'i simgelediği açıktır. Diğer kahramanlar gerçek kişileri çağrıştırmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir.

Alt başlığı Bir Peri Masalı olan Hayvan Çiftliği, bir masal anlatımıyla yazılmıştır; ama küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değil, çarpıcı bir politik taşlamadır.

1984(Minikitap)...Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu.  Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu. 
 
Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.

Balinanın Karnında... Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından George Orwell, ona haklı ününü sağlayan, totaliter rejimler kadar bu rejimleri yaratan insani hırsların da güçlü bir yergisini konu eden romanlarıyla dünya edebiyatında tartışılmaz bir yer edinmiştir. Denemelerinde net bir biçimde görülebilen politik duruşu, güçlü gözlem yeteneği ve yazarın hem hayatla hem metinlerle ilişkisini sorgulama eğilimi ise bu romanların arka planındaki güçlü hayat görüşünü gözler önüne serer. Franco faşizmine karşı İspanya’ya savaşmaya gitmekten, hapishane üzerine yazmak için sahte bir isimle kendini tutuklatmaya; evsizlerin arasına karışarak düşkünlerevinde vakit geçirme çabasından, Britanya’da İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte yükselmekte olan antisemitizm dalgasına karşı açık yüreklilikle getirdiği eleştirilere kadar uzanan bir berraklıkla hem de. Orwell’ı bu zenginlikle anlamak adına bir araya getirdiğimiz denemelerinden “Balinanın Karnında”, Henry Miller’ın Yengeç Dönencesi üzerinden çağının edebiyat anlayışının dökümünü yaparken, yazarın hayatla kurduğu ilişkinin metinlerine etkisine dair güçlü bir sorgulamaya girişiyor. Tolstoy’un, Shakespeare ve eserlerini “şişirilmiş bir balon” olarak niteleyerek yerdiği risalesiyle girdiği polemik ise edebiyat eleştirisinin tek yanlılığına indirilen keyifli bir darbe. Döneminin güncel konularından evrensele ulaşan çok yönlü bir okuma…

Boğulmamak İçin... “Orwell’in ironik mizah anlayışı tazeliğini hiç yitirmiyor. Bu, kaçırılmaması gereken bir Orwell yapıtı.” The Observer Göbeğinin çapı giderek genişleyen ve evinin taksitlerini ödemekle uğraşan George Bowling kırk beş yaşında, evli ve çocuklu –ve yeni aldığı takma dişleriyle kasvetli hayatından çaresizce kurtulmak isteyen– bir sigorta pazarlamacısıdır.1939’da patlak verecek olan savaşın gelişini; yemek kuyruklarını, askerleri, gizli polisi ve zorbalığı görerek modern zamanlardan korkmaktadır. Böylece çocukluğunun dünyasına, huzur ve sükûn dolu bir yer olarak hatırladığı köyüne sığınmaya karar verir.Fakat köyünde aradığını bulabilecek mi, orası şüphelidir. “Çok komik olmanın yanında hayranlık uyandıracak kadar gerçekçi... Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü burada nüve haliyle görebiliyoruz. Hayvan Çiftliği’ni de... Hem zengin bir okuma keyfi sunan hem de iki klasiğin tohumlarını birden barındıran romanlara kolay rastlanmaz.” John Carey, The Sunday Times

Paris ve Londra’da Beş Parasız..  “Beş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hâlâ ayaktasınız.” Paris ve Londra’da Beş Parasız, 20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell’in, Avrupa’nın iki büyük şehrinde, Paris ve Londra’da yaşadığı sefaleti olanca gerçekliğiyle anlattığı, son derece önemli bir eser. Bir gün Paris’in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra’ya atmasıyla sona erer ama Londra’da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir. Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar. Paris ve Londra’da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.

Neden Yazıyorum... Edebiyat anlayışı hiçbir zaman politik düşüncelerinden ve gözlemlerinden ayrı düşünülemeyecek bir yazar olan George Orwell, Neden Yazıyorum’da bir araya getirilen denemelerinde, hemen her yazarın hayatının bir noktasında kendisine sorduğu ya da başkalarının ona yönelttiği, beylik “Neden Yazıyorum?” sorusuna politik ve insani gözlemlerle yoğurduğu cevaplar veriyor. Politikacıların ipliğini pazara çıkarırken, İngiliz karakterini bir kadavra gibi parçalarına ayırırken, savaşa dair dile getirilmeyenleri dile getirirken iğneyi başkaları kadar kendine de batırmaktan sakınmıyor.
“Tüm yazarlar kibirli, bencil ve tembeldir ve yazma dürtülerinin altında bir gizem yatar. Kitap yazmak, acıdan kıvrandıran bir hastalığın uzun süren nöbetleri gibi insanı yiyip bitiren korkunç bir mücadeledir. İnsan, karşı koyamayacağı ve anlayamayacağı bir iblis tarafından itilmese kesinlikle böyle bir işe kalkışmazdı. Biliyoruz ki bu iblis herkeste vardır ve bir bebeğin ilgi çekmek için ciyak ciyak ağlamasına yol açan içgüdünün aynısıdır. Fakat yine de sürekli kendi kişiliğini gizleme mücadelesi vermediği sürece insanın okunabilir hiçbir şey yazamayacağı da bir o kadar doğru.”


Katalonya’ya Selam...Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir." George Orwell
 
George Orwell’in 1938 yılında yayımlanan kitabı Katalonya’ya Selam, Orwell’in bir milis olarak katıldığı İspanya İç Savaşı’ndaki deneyimlerini konu alır. Orwell’in birinci elden tanıklığına dayanan bu kitap, faşizme karşı yürütülen savaşa ışık tutmanın yanı sıra İspanya’da başlayan toplumsal devrimi, cumhuriyetçiler cephesinde anarşistler ile komünistler arasındaki çatışmaları önyargılardan uzak bir yaklaşımla yansıtmaktadır. Ne var ki yayımlandığı dönemde açık ve çarpıcı içeriği sebebiyle uzunca bir dönem gözlerden uzak tutulmuş, gereken ilgiyi görmemiştir. Yazarın en ünlü kitaplarından 1984 ve Hayvan Çiftliği’nin olgusal arka planını merak edenler için Katalonya’ya Selam muhakkak okunması gereken bir kitaptır. 
 
"Katalonya’ya Selam bence George Orwell’in en önemli eseridir. İspanya İç Savaşı’na dair pek çok şey biliyor olmama rağmen, bu kitap benim için oldukça aydınlatıcı oldu... Orwell dürüst bir adamdı. Kendisini, ideolojik denetim sistemlerinden kurtarmaya çalışmış ve bunda başarılı olmuştur; işte tam da bu sebeple gayet sıradışı ve takdire şayan bir insandır. Noam Chomsky

Kitaplar ve Sigaralar... Kitaplar, gerçekten de okuyucuların yakınmalarına neden olacak kadar pahalı mıdır?” Sıkça sorulan bu sorunun cevabını bu kez George Orwell arıyor. İşe elindeki kitapların envanterini çıkararak başlıyor ve sigaraya harcanan parayla kitaba harcanan para arasında bir kıyas yapıyor. Cevap sizce ne?

Kitaplar ve Sigaralar, eleştirmenlik ve sahaflık da yapmış olan Orwell’ın sansu¨rden başlayıp eleştirmenliğin çelişkilerine uzanan geniş bir yelpazede edebiyat camiasına ilişkin gözlemlerinden oluşan makalelerini bir araya getiriyor. Edebiyat du¨nyasına ve bu du¨nyadaki ilişkileri yöneten ve yönlendiren etiğe ilişkin özgu¨n bir bakış açısı sunan Orwell, yazar, eleştirmen ve okurların panoramasını dönemin politik atmosferi eşliğinde değerlendiriyor.

“Sahafta çalışırken –eğer sahafta çalışmıyorsanız bu mekanı kafanızda çekici yaşlı beyefendilerin uçsuz bucaksız deri ciltli kitap sayfalarının arasında gezindiği bir tu¨r cennet olarak canlandırmanız ne kadar da kolay– beni en çok etkileyen şey gerçek kitapseverlerin az bulunurluğu olmuştu. İlk baskı zu¨ppeleri, edebiyat sevdalılarından daha fazlaydı; ucuz ders kitapları için pazarlık yapan doğulu öğrenciler onlardan da çoktu; ama en çok yeğenleri için doğum gu¨nu¨ hediyesi arayan kafası karışık kadınlar geliyordu. Örneğin 1897’de çok hoş bir kitap okumuş olan, kendisi için o kitabın bir nu¨shasını bulup bulamayacağınızı soran sevgili yaşlı hanımefendi. Ne yazık ki kitabın adını ya da yazarını hatırlamıyor, tıpkı hangi konuyla ilgili olduğunu da hatırlamadığı gibi; fakat kırmızı bir kapağının olduğunu unutmamış.”


Burma Günleri..."Bu ülkede bulunmamızın, hırsızlıktan başka bir nedeni olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu öylesine kolay ki. İngiltere'nin memuru, Burmalı'nın kollarını tutar, tüccar da adamın ceplerini boşaltır. Britanya İmparatorluğu, İngilizlerin, daha doğrusu Yahudi ve İskoç çetelerinin ticaret tekelleri kurmalarını sağlayan bir aracıdan başka bir şey değildir." 
 
Bu sözler, George Orwell'in Burma'daki İngiliz sömürgeciliğine bakış açısını yansıtıyro. Kendisi de Burma'da görev yapmış olan Orwell, en başarılı yapıtı olarak tanımlanan Burma Günleri'nde, İngilizlerin bu sömürgedeki yaşamını ve yaptıklarını, yerli işbirlikçileri ve fırsatçıları, yerli halka insanca yaklaşarak İmparatorluğun tutumuna karşı çıkanları, aşk, nefret, tutku çemberinde destansı bir anlatımla ele alıyor. Burma Günleri, ilk kez 1934 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde yayınlandı. Kitap ve yazarı hakkında herhangi bir dava açılmayınca, ertesi yıl İngiltere'de de basıldı. Ama sömürgecilik dönemi sona erinceye kadar kitabın Hindistan ve Burma'da satılması yasaklandı ve okuyanlar hakkında yasal işlemler yapıldı. Burma Günleri, İngiltere'nin, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk olduğu dönemdeki politik ve sosyal yaklaşımını göz önüne sererken, romandaki karakterlerin işlenmesindeki ayrıntılı ustalıkla da Orwell'in başarısını pekiştirdi.

Hayvan Çiftliği...  İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok 1984 adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci ünlü yapıtıdır. 1940'lardaki 'reel sosyalizm'in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında 'yergi' türünün başyapıtlarından biridir. Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır.
George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'i simgelediği açıkça görülecektir. Öbür kişiler bire bir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında yer albilecek kişilerdir. Romanın alt başlığı Bir Peri Masalı'dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır.


Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler... Yirminci yüzyıl edebiyatının en büyük yazarlarından George Orwell, kurgu eserlerinin yanı sıra keskin kalemi ve ilkeli duruşuyla, eş-dost gözetmeden yazdığı edebi ve siyasi eleştirileriyle, yazın dünyasında kendine benzersiz bir yer edinmiş, herkesin düşünsel dürüstlüğüne saygı duyduğu bir isim olmuştur.
 
Dali’den Karakurbağasına Bazı Düşünceler başlığı altında bir araya getirdiğimiz bu yazılarda da Orwell, kalemini kâh bir neşter kâh bir tüy gibi kullanarak; ilkbaharın güzelliklerinden intikam duygusuna, Dali’nin yaşamı ve eserlerinden ideal pub’ın nasıl olması gerektiğine, İspanya İç Savaşı’ndan suç ve dedektiflik romanlarına, Marakeş ve sakinleri üzerine insani gözlemlerden bilim-siyaset ilişkisine, şömine başında aile saadetinden Arthur Koestler’in eserlerinin edebi eleştirisine kadar birbirinden çok farklı konuları büyük bir ustalıkla, ivmesinden ve entelektüel keskinliğinden hiçbir şey kaybetmeden işliyor. Hangi konuyu ele alırsa alsın, derinlikten taviz vermeden, tadına doyulmaz bir yazınsal şölen sunuyor.
 
“Bir duvardan talep edeceğimiz ilk şey, dik durmasıdır. Dik duruyorsa iyi bir duvardır ve hangi amaca hizmet ettiği bundan ayrı değerlendirilebilir. Fakat bir toplama kampını çevreliyorsa, en iyi duvar bile yıkılmayı hak eder.”


Papazın Kızı... Taşradaki bir kilise papazının kızı olan Dorothy Hare, babasının tüm görevleri onun üstüne yıkmasıyla dükkân borçlarından mıntıka işlerine, bağış toplamaktan cemaati pohpohlamaya her şeyden sorumlu hale gelmiştir. Dorothy’nin Tanrı’ya inancı tamdır, hayatın kendisine biçtiği rolü şikâyet etmeden kabullenmiştir. Ama bir gün, o güçlü rutin aniden sarsılır ve Dorothy kendini beş parasız halde sokaklarda, tanımadığı insanlarla, ağır işçilik yaparken bulur – dahası, kim olduğunu hatırlamamaktadır.
 
Orwell, bir gecede toplumun bir kesiminden bambaşka bir kesimine taşıdığı Dorothy vasıtasıyla 1930’ların İngiltere’sinde kadınların, işçilerin, evsizlerin haline ışık tutuyor. Deneysel sayılabilecek anlatım biçimleriyle yazarın edebiyatında özel bir yere sahip olan Papazın Kızı, inancın ve inançsızlığın, ahlakın ve düşkünlüğün, paranın ve yoksulluğun sorgulandığı eşsiz bir roman.


Aspidistra... İngiliz romancı George Orwell, Hayvan Çiftliği adlı siyasal masalında, zorbalığa dönüşen Stalin yönetimini yerden yere vurmuş; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı ünlü yapıtında da insanlığı belleksiz ve muhalefetsiz bir totaliter toplum tehlikesine karşı uyarmıştı. Ama bu iki büyük yapıtından önce, 1930’lar İngiltere’sinde ‘sınıf atlama özlemi’ni benzersiz bir kara mizahla eleştirdiği Aspidistra romanını kaleme almıştı. Aspidistra, sınıf atlama özentisindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklâm ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklâmcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın sürpriz sonunu yine sevgilisi yaratacaktır.
 
 1984...  Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.

George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.
 

20 Ocak 2017

Haldun Dormen "Bedia Muvahhit sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadındır"

Bedia Muvahhit sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadındır. Bilindiği gibi 1919 yılında Afife Jale sahneye çıkmayı denemiş fakat zamanın koşulları gereği sahneye çıkması birkaç denemeden sonra kesinlikle yasak edilmiştir. 1923’te Cumhuriyetin kuruluşundan sonra MUSTAFA KEMAL o yılın yaz aylarında İzmir’i ziyaret etmiş ve İzmir’de turnede bulunan Darülbedayi (şimdiki İstanbul Şehir Tiyatrosu) PAŞA’yı oyunlarına davet etmek için ziyarete gitmişlerdir. Gidenler arasında tiyatronun ünlü aktörü Muvahhit Bey de varmış. Muvahhit Bey’in eşi iyi eğitilmiş Fransızcayı ve Rumcayı çok iyi konuşan o yıllarda da bir telefon merkezinde çalışan Bedia Hanım eşine “ben de Paşa’yı tanımak istiyorum beni de ziyaretine götürün demiş. Bedia Hanım oyunculukla ilgisi olmadığı halde o yıl çekilen Ateşten Gömlek filminde başrollerden birini oynamıştı. MUSTAFA KEMAL ziyaretçileri büyük bir nezaketle karşılamış ve “Bu akşam oyununuza bir şartla gelirim.” Muvahhit Bey’i işaret ederek “Eşiniz rollerden birini oynarsa…” demiş. Davet edildiği oyundaki bütün kadın rolleri o yıllarda adet olduğu gibi Ermeni oyuncular tarafından oynanıyormuş. Bedia Muvahhit o gece İzmir’de ister istemez rollerden birini oynamak zorunda kalmış. MUSTAFA KEMAL PASA oyuncuları tebrik etmiş. Bedia Hanım’a dönerek “Bundan sonra güzel Türkçemizi sizin gibi yetenekli hanımların ağzından duymak istiyorum. Daha önce gördüğüm Ateşten Gömlek filminde çok başarılıydınız. Bu başarınızı tiyatro sahnelerine de taşımanız gerekmektedir.” diye bir çeşit emir vermiş. Böylelikle İzmir’de o gece bir tarih yazılmış ve Müslüman Türk kadınları için muhteşem bir yol açılmıştı. Bedia Hanim o yıl mevsim başında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Othello’da Desdamona rolünü oynayarak oyunculuğunu perçinlemiş ve şehir tiyatrosundan hiç ayrılmadan 250’nin üstünde başrol oynamış, birçok filmde de önemli roller üstlenmiştir. Bedia Muvahhit’in ayrıca 50’nin üstünde oyun çevirisi vardır.

  Haldun Dormen


Yaşar Kemal "Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır."

Şu dünyada her bir yaratığın tutunacak bir dalı var, insanın yok.
Şu dünyada yalnız kalan, kimsesiz çaresiz olan yalnız be yalnız insandır.
Herkesin, her şeyin yaşaması, ölümsüzlüğü var, insanın yok.
Ağaç, kuş, otlar, böcekler, yılanlar çiyanlar, hiç birisi, hiç birisi yok olmuyor. Ama insan yok oluyor. Çünkü insan kendinde başlayıp, kendinde bitiyor.

Belki kuşlar çok derin, eski bir içgüdüyle buraya, o zaman kesilmiş olacak olan şu ulu çınarın üstüne, göğüne uğrayacaklar bir an duraklayıp bir şeyler arayacak, bir şeyleri anımsamaya çalışacak, beton yığını evlerin üstünde küme küme dolaşacak, konacak bir yer bulamayıp bir uzak keder gibi başlarını alıp çekip gidecekler.

İnsan, evrende gövdesi kadar değil, yüreği kadar yer kaplar.

Çocuklar İnsandır.

İnce Memed'den
Dünyanın bütün kötülüklerine baş kaldır. Bazen senin iyiliğin başkasının kötülüğüne de olabilir. Kendi iyiliğine de baş kaldır...

1971'de Abdi İpekçi'ye verdiği röportajdan
Evrende iki sonsuz doğurgan yaratıcı güç vardır. Biri insan, öbürü doğa. İnsan, yaratıcılığını yitirdiği gün, doğa yaratıcılığını bitirdiği gün her şey bitecektir.

Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.

Sait Faik hakkında
"Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık.. Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanım efendileri seyrederken rastlarsınız ."

Ağrı Dağı Efsanesi
Şu insanlar, şu dünyada var oldukça her şeye akıl erdirecekler, kartalın uçuşuna, karıncanın yuvasına, ayın, günün doğuşuna, batışına, ölüme, kalıma, her şeye akıl sır erdirecekler. Karanlığa ışığa, her şeye, her şeye akıl erdirecekler, tek insanoğluna güçleri yetmeyecek. Onun sırrına ulaşamayacaklar.

Yalnızlık" isimli şiirinden
"çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı."

Yılanların Öfkesi, Yılanların Öcü, Yılanların Hışmı ve Özgürlük Üstüne
Bizi düşünmeye alıştırmamışlar. Üstelik de düşünmeyelim diye ellerinden geleni yapmışlar. Allah beterin beterinden saklasın derler, bir de düşünenleri, gelin şuna düşünenleri demeyelim, düşünmeye çabalayanları hep öldürmüşler.

İnce Memed 1
Ne olursa olsun kadın konuşmuştu. Konuşan insan, öyle kolay kolay dertten ölmez. Bir insan konuşmayıp da içine gömüldü müydü, sonu felakettir.

Yalan üzerine
Kendine güvendiğin için yalancı değilsin. Yalan dolan bilmediğin için yalan karşısında yenileceksin. Yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin. Yenilmenin tadına varacaksın. Doğru yenilmeli. Yenilmeyen doğru yenmiş sayılmaz. Doğru yenile yenile öyle keskin bir hale gelmeli ki… Yüz bin yıl su altında, yıkanmış, düzelmiş çakıltaşı gibi.

İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır.

Kim bilir, bir insanın iyilik mi kötülük mü, dostluk mu düşmanlık mı düşündüğünü şöyle yüzüne bakınca, kim bilir?
Kim bilir? Tanışmadan, konuşup görüşmeden bir insan korkuludur, başka bir şeydir. Yani herhangi bir şeydir. Konuşup görüşüncedir ki işte o zaman insan insan olur. Tanışmadan görüşmeden bir insan bir ıssız ada gibidir. Tehlikelerle doludur.

Bir dil bulacağız her şeye varan. Bir şeyleri anlatabilen...
Böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük dolaşmayacağız bu dünyada.
O iyi insanlar o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.

20.Ocak.1956 - Yaşar Kemal, "İnce Memed" romanıyla Varlık dergisi Roman Armağanı'nı kazandı.

Sabahattin Eyüboğlu "En kötü kitabı yazan bile, kitap yasaklayandan daha saygılı ve daha az zararlıdır insanlığa."

 


Aslı Erdoğan o. Biraz ürkek, biraz yabani, çok içe dönük, gerçek bir sanatçı. Ve bütün sanatçılar gibi delilik ve dahilik arasında gidip gelen biri.

Herkesin bildiği bir yazar değil. Ama bildiğiniz herkesten daha iyi yazar. Hemen hemen herkesten. Kitapları, ‘Çağdaş klasik’ olarak nitelendirilen yapıtlar. Ve Le Monde, Frankfurter Allgemeine, die Welt gibi dünya çapındaki gazete ve dergilerde kitapları üzerine yüzden fazla makale ve çalışma yayınlandı. Öyle böyle değil yani. Harbi yazar. Onu Kafka ve James Joyce ile kıyaslayanlar bile oldu. Aslı Erdoğan o. Biraz ürkek, biraz yabani, çok içe dönük, gerçek bir sanatçı. Ve bütün sanatçılar gibi delilik ve dahilik arasında gidip gelen biri. Ama kimseye zarar verebilecek biri değil. Hele terör örgütü yöneticiliği filan hak getire. Hayatı boyunca şiddete karşı olmuş birinden söz ediyoruz. Hayat boyu yalnızlığı tercih etmiş birinde söz ediyoruz. Hep yazıp çizmiş bir kadın. 3500 kitap ve 10 bin kağıt arasında yaşayan biri. Bir kere, kişiliği örgüte uygun değil. Ruhunun yaralı bir tarafı da var, bir sürü travma yaşamış. Ama bu kadın aynı zamanda ultra zeki bir kadın. Robert Koleji‘nde okuyor, sonra ver elini Boğaziçi hem bilgisayar mühendisliği hem fizik. Böyle zehir gibi bir kadın. CERN’de iki yıl alışıyor. Tanrı parçacığını üzerine tez hazırlıyor. Ama kendisini en iyi yazarak ifade ediyor. Aslı Erdoğan bir yazar, bir mühendis ve çok çok güzel dans eden biri. Bale, modern dans, tango, salsa, klasik müzik aşığı. O, bu dünyaya ait değil. İşte bu kadını, PKK yöneticisi olarak tutukladılar. Neden? Özgür Gündem‘in danışmanı olduğu için, orada yazılar yazdığı için. İçeride geçirdiği 136 gün bakın nasıl anlattı… 
 
TAMAMI TIK

Zülfü Livaneli - Son Ada


Son Ada… Martılar, yasemin kokuları, çam ormanları, renk renk balıklar ve mutlu insanlarla dolu anakaraya uzak bir sığınak. En iyi korunan sır, yeryüzünün gizli cenneti. 
Bu son insani köşe, son sığınak nasıl kaybedildi? Geri kazanmak mümkün mü?
Ünlü edebiyatçı Zülfü Livaneli’nin en politik romanı olan Son Ada, ismini bilmediğimiz bir adada yine ismini bilmediğimiz insanların ve bir diktatörün ekseninde yaşananları anlatıyor. Livaneli, Türkiye’den ve dünyadan tüm okurların aşina olduğu “diktatörlük” gerçeğine alegorik bir anlatımla dikkat çekiyor.
Türk edebiyatının mihenk taşlarından Yaşar Kemal’in Önsöz’de yer alan sözleriyle: “Zülfü bu romanda inanılmaz ölçüler, olanaklar yaratmış. Her şey birbirine uyuyor. Edebiyatta görkemli bir söz vardır, büyük kapıdan girmek. Bu, büyük bir eserin yazarı demek. Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.”
2009 Orhan Kemal Roman Armağanı’na layık görülen ve pek çok dile çevrilip dünya çapında okunan Son Ada, Gezi direnişçilerini selamlayan yenilenmiş finaliyle tekrar okur karşısına çıkıyor.

- - -

-Ülkenin yıllardır kanadığını, kutuplaştığını, insanların birbirine karşı kamplar halinde bölünüp kışkırtıldığını biliyorsun, değil mi? 

-Dünyada kötülük daha örgütlü ve planlı, iyiliğin içinde zaten bir saflık var. Bu yüzden dünyanın her yerinde kötülük saflığı yeniyor.

-Şiir silahtan güçlüdür!

-İnsanoğlunun yaşadığı her kötü deneyim çakralarını kapatıyor, bu da negatif bir enerji yayılmasına sebep oluyordu. Kötülüğün sebebi buydu işte.


-İçinde yaşadığı koşullar ve iklim insanları değiştiriyor.
 

-Keşke o gece Poseidon açık denizin karanlıkları arasından kükrese, üstümüze gecenin bütün lanetli fırtınalarını salsa, o uğursuz karşılama törenini paramparça etseydi.
 

-Kişiliğinin bir noktasına sanki bir Ortaçağ sövalye zırhı geçirmişti, oradan ötesine geçmek mümkün olmuyordu.

-Şunu unutma ki Proust olmak ve Proustvari olmak arasında dağlar kadar fark vardır. Bu biçim, Marcel adlı Parisli yazarın o koşullar içinde bulduğu, kendine özgü bir biçimdir, kendi sesidir. Sende anlatıda kendi sesini bulmalısın. Yoksa yazdığın şey Proust'tan daha iyi olsa bile Proust taklidi olarak kalır.
 

-Tekrar insanlar mı olaylara göre değişir, yoksa olaylar mı insana göre oluşur diye sordum kendi kendime.
 

-Hayattan öğrendiğim bir şey var. Her yerde kötülük çok kuvvetli ve zor yeniliyor. İyilik daha zayıf kalıyor.
 

-Halk dediğin değişken bir şeydir dedi. Bugün böyle davranır, yarın tam tersini yapar. Teşvik ve tehdide bağlı.
 

-Biz insanlar evren hakkında düşünürüz, yargılara varırız ama evrenin bizim hakkımızda ne düşündüğünü hiç merak etmeyiz.
 

-Anne pelikan, yavrularının açlık çektiğini görürse, kendi etinden parça kopararak onları besler.
 

-İnsanoğlunun yaşadığı her kötü deneyim çakralarını kapatıyor, bu da negatif bir enerji yayılmasına sebep oluyordu. Kötülüğün sebebi buydu işte.
 

-İnsanoğlu ne garip diye düşündüm, en ummadığın kişide neler var.
 

-Kelimeleri güzelleştirerek ya da şiddetlendirerek, güzel tasvirlerle insan hallerini anlatmaya kalkma. Sen eylemi anlat, gerisini okur kafasında tamamlasın. Aristo'da böyle demişti.