29 Mayıs 2015

Edip Cansever - Saray Köftesi

Cebinde parası yok ama yoksul değil
İleri görüşleri var okumuşluğu yok
Canı hürriyeti çekmiş saray köftesi yiyor
Koca bir konağın iç odasında
Bin dokuz yüz beşte İstanbul’u düşünüyor
Bin dokuz yüz beşte İstanbul’da
Bir semai kahvesinde şiir okunuyor
Siz de okuyun o şiir güzel
Efendim kim demiş üftâdegânında muhabbet yok

Bin dokuz yüz elli üçte İstanbul’da
Evin küçük beyi saray köftesi yiyor
Siz de yiyin iç odalara çekilin de
İçinize hüzün akıtın iyimser olun biraz
Para pul düşünmeyin sakın
Kötü işler gelmesin aklınıza
Kılığı yok mu bir adamın yoksul demeyin
Ot mu yiyor ekmek mi görmemezlikten geleceksiniz

Bakın bakın bakın
Döşeklere yaz kokuları sinmiş duydunuz mu
Bilir bilmez ötüşleri var toprağın içinizde
Kim demiş tabiatta düzen var diye
Aç bir kedi duvara sürtünüyor onu da görün
Atın kendinizi çalgıların çağanların içine
Uygarlığı insan işlerini bilginler düşünsün

Ardarda betikler yazsınlar size ne
Böyle yaşıyacaksınız işte söz yok
Ölümsüz bir çiçek sofranızda
Yaz güneşi pembeden kırmızıya kırmızıdan pembeye
Kapılar pencereler tabiatla oynaşacak

Bu düzen size insanlığınızı unutturacak.

Kaynak: Dirlik Düzenlik, Edip Cansever, Yeditepe Yayınları 

27 Mayıs 2015

En büyük servet; Gülen bir arkadaş, İyi hissettiren bir dost, Ve vücudundaki sıhhattir...Mevlana

 
Bazı insanlarla yüzleşmek zordur, haksız çıkarsın. Çünkü onların galip gelecekleri ikinci bir yüzleri daha vardır...Bernard Shaw

Giysi soğuğa karşı nasıl korursa, sabır da bizi hakaretlere karşı öyle korur. Elbiselerini soğuk arttıkça kat kat giyersin ki, soğuk sana zarar veremesin. Zor zamanlarda sabrını artır ki, duygularını incitemesinler!...Leonardo Da Vinci

25 Mayıs 2015

Halikarnas Balıkçısı

  

 Doğum, hastalık, ölüm Allah’ın emri. Anladık! Fakat ne bileyim, özlediğin bir işte çalışmadan, içine doğduğun şu dünyanın ötesini berisini hiç görmeden, taş üstüne bir taş koymadan, bir ağaçcağız olsun dikmeden, bir günceğiz olsun şunun bunun eteğini öpmeden yaşayamamak ve böylece dünyadan defolup gitmek de Allah’ın emri değil a!

‘‘Ne tuhaftır, sokakta, cana yakın birini görürsünüz içinizden ona, “Hey insanoğlu geçmişte ve gelecekte rastlantı sonucu işte birbirimizi dünya gözüyle görüyoruz. Nasılsın bakalım?” diyesiniz gelir. Ama kendinizi tutarsınız çünkü görenek ve geleneğe göre birbirinizin yabancısısınız. Yanaşmaya gelmez çünkü kirpiymişsiniz gibi dikenleriniz birbirine batar. Somurtacaksınız. Oysa yabancı olsa da el yürekte eğrilerek selam vermek hoş oluyordu.’’

‘‘Vakit öldürüyoruz, diyorlardı. Kimin haddine düşmüş vakti öldürmek! “Vakit” onu yaşatmayı bilmeyenleri öldürür; bitkileri, insanları, imparatorlukları, uygarlıkları, çağları hep yok eder.’’

‘‘Yaşam öyledir ki birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirlerini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdir.’’

‘‘Düşünün bir kez, insan olmayan yerde, insanın insana rastlayınca çıldırasıya sevindiğini düşünün…’’

‘‘Adı çıkacağına canı çıksın derler.  Adım çıktı diye canım niye çıksın?..Hele şu adımla canımı çıkartanlara bakında bir! Canımın onların çıkartacağı adımla ne ilgisi var? Ben kendi hayatımı yaşarken, isteyen adımla kalır. Benim hayatım kendi beynimin içinde ve başımda yaşıyor, hayatım başkasının beyninde ve o beynin benimle ilgili anlayışında yaşamıyor ki, bana hakaret edenlere, namusuma saldıranlara hemen öfkelenmem gereksin. Ama zorla değil ya hiç öfkelenmiyordum, alışılan öfkelenmektir, diye öfke taslamak zahmetine de katlanamıyordum. Ben neysem oyum, ne övünmekle yükselir, ne yerinmekle alçalırım.’’

‘‘Gönlünce gezip tozmakta, sevmekte ve umutlanmakta özgür ya, bundan ötesini ne yapacaktı!’’

‘‘Hayatımda pek kazanmadım ki kazanmasını öğreneyim. Ama kaybetmesini, hem de şahane kaybetmesini öyle öğrendim ki en zengin kazanışlara taş çıkartan bir ferahlık ve gönül açıklığıyla, gülerek kaybederim.’’ 

Mavi Sürgün

Cicero'nun teorisi'de cemiyet kademesi

Cicero teorisi cemiyetin yapısını inceleyen teoridir.

1- Fakir, Çalışır.
2- Zengin, Sömürür,
3- Asker, her ikisini de korur,
4- Mükellef, üçü için öder,
5- Serseri, dördünün adına istirahat eder,
6- Ayyaş, beşi için içer,
7- Bankacı ilk altıyı dolandırır,
8- Avukat, ilk yediyi kandırarak savunur,
9- Hekim, sekizini de öldürür,
10- Mezarcı, dokuzun uda gömer,
11- Politikacı, 10’lar sayesinde yaşar.

ikibin yıldır dünya değişmedi!



23 Mayıs 2015

Cengiz Aytmatov 'Mankurt Efsanesi'


Juan-Juan adlı barbar bir toplum, tutsak ettiği kişileri nitelikli (!) köleler haline getirmek için onların belleklerini silermiş. Bunu şöyle yaparlarmış: Önce tutsağın başını kazır, saçlarını tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bu arada bir deveyi keser derisinin en kalın yeri olan boynundaki deriyi tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Kuruyup büzülen deri kafayı mengene gibi sıkıp, dayanılmaz acılar verirmiş. Bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp dışarı çıkamayınca başına batarmış. Tutsak başını yerlere vurmasın diye bir kütüğe bağlanır, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç susuz bırakılırmış. Beşinci günün sonunda tutsakların çoğu ölürmüş. Kalanlar ise belleklerini yitirirmiş. Tutsak zamanla kendine gelir yiyip içerek gücünü toparlarmış. Ama o artık bir insan değil, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan “mankurt” olurmuş. Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan geldiğini, anasını, babasını ve çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. “Gün Olur Asra Bedel” yapıtında anlattığı bir efsane
 
 
 “Sarı Özbek’i işgal eden düşmanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir ‘mankurt’, yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bundan sonra deri geçirilen tutsağın boynuna başını yere sürtmesin diye bir kütük ya da tahta bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç susuz güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Sarı-Özek’in kızgın güneşine ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür, ya da aklını hafızasını yitirirmiş. Bir ‘mankurt’ kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını babasını bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş.” Cengiz Aytmatov - ‘Gün Olur Asra Bedel’(Gün Uzar Yüzyıl Olur)

Survival of the Fattest “En şişmanın hayatta kalması”

  (Yedi metre) adlı bir proje kapsamında, Kopenhag’ın pek çok yerine Danimarkalı heykeltraş Jens Galschiot’nun bronz heykelleri yerleştirilmiş. Bu proje  adını, Grönland’daki bütün buzlar eridiğinde tüm dünyada suların yedi metre yükselecek olmasına istinaden almış. Proje çeşitli iklim hareketi grupları tarafından destekleniyor. 
 Örneğin hemen meşhur Deniz Kızı heykelinin arkasına yerleştirilen “Survival of the fattest” “En şişmanın hayatta kalması” adı verilen, suların içinde boğulmak üzere olan, bir deri bir kemik kalmış bir insanın omuzlarının üzerinde, elinde terazisi ile obez adalet figürü çok ilginç.

M. Luther King

Eğer sizden sokakları süpürmeniz istenirse Michelangelo'nun resim yaptığı, Beethoven’ ın beste yaptığı veya Shakespeare’in şiir yazdığı gibi süpürün. O kadar güzel süpürülsün ki gökteki ve yerdeki herkes durup burada dünyanın en iyi çöpçüsü yaşıyormuş desin.

 

Rainer Maria Rilke - Genç Şaire Mektuplar

Gerçeği söylemek gerekirse, tarifsiz yalnızlıklar içinde yaşayıp gidiyoruz, özellikle en derin ve en önemli konularda hepsinden çok büyüyor yalnızlığımız.
(s.14)

Bir süre bu kitaplarda yaşayın, içlerinde öğrenmeye değer göreceğiniz ne varsa öğrenin hepsini, ama her şeyden önce onları sevin. Bin kat karşılığını göreceksiniz bu sevginin; yaşamınız ilerde nasıl bir akış izlerse izlesin, kesinlikle şuna inanıyorum ki, bu sevgi gelişiminizin dokusuna karışacak, yaşantılarınızın düş kırıklıklarınızın ve kıvançlarınızın en önemli ipliklerinden biri gibi yürüyüp gidecektir bu dokuda.
(s.16)

Bedensel haz duygusal bir yaşantıdır. Güzel bir yemişin saf seyrine ya da ağzı dolduran meyvenin dilde uyandırdığı saf duyguya benzer tıpkı: bize bağışlanan, büyük ve sonsuz bir yaşantıdır, dünyayı bir biliştir, tüm bilmelerde saklı o zenginlik ve parlaklıktır. Bizim bu yaşantıya sahip çıkmamız değildir kötü olan. Hemen herkesin ona aşırı yüklenmesi, ondan savurganlığa kaçması, onu uyarıcı bir nesne gibi yaşamının yorgun köşelerine yerleştirmesi, yaşamın doruk noktalarında ise kendisini toparlamasına yarayacak değil de, kendisini oyalayacak bir nesne gibi ona başvurmasıdır.
(s.25)

Anne babalarla çocuklar arasında her vakit patlak verdiği görülen yangının üzerine körükle gitmeyin. Böyle yapmanız çocuklardaki azımsanmayacak güç kaynağını kurutacak, beri yandan yaşlıların bir anlayıştan kaynaklanmasa da, etkinlik göstermekten ve karşıdakini ısıtmaktan geri kalmayan sevgisini yiyip yutacaktır. Onlara başvurup akıl istemeyin, onlardan anlayış göreceğinizi ummayın; ama bir miras gibi sizin için saklı tutulan bir sevginin yüreklerinde yaşadığına inanın, bu sevginin kendisinde bir gücü barındırdığına, bir kutsanmışlığı içerdiğine ve çok ilerilere gidebilmeniz için söz konusu kutsanmışlıktan dışarı ayak atmanız gerekmediğine inanın!
(s.29)

Yalnızlığınızın büyüklüğünü de duyumsarsanız buna sevinin; çünkü diye sorun kendinize, büyüklüğü içermeyen bir yalnızlık neye yarar? Topu topu tek bir yalnızlık vardır, o da büyüktür, kolay katlanılacak gibi değildir. Dolayısıyla, herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığı verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister. Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar; çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günleri gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak… İşte erişilmesi gereken şey bizler için.
(s.33)

Anlamak yalnızlıktır.
(s.34)

Sevmek de iyidir, çünkü zordur sevmek. İnsanın insanı sevmesi: bize verilmiş ödevlerin hepsinden zoru budur belki, tüm sınırların ötesinde bir ödevdir, en son sınama ve deneme, diğer bütün uğraşların kendisi için bir hazırlık sayılacağı bir uğraştır. Bunun içindir ki genellikle bütün işlerde henüz toy gençler sevmenin üstesinden gelemez; sevmeyi öğreneceklerdir henüz. Tüm varlıklarıyla, yalnızlıklar ve korkular içinde hop hop atan yüreklerinin çevresinde bir araya toplanmış bütün güçleriyle sevmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Ama çıraklık denen şey, kendi içinde kapalı uzun bir dönem oluşturur hep, dolayısıyla sevmeyi öğrenmek de yaşamın hayli içerlerine dek uzanır, sürer epey zaman.
(s.40)

Kişi için olgunlaşmanın, kendi içinde bir şey olmanın, dünya olmanın, bir başkası uğruna kendisi için bir dünya olmanın yolunda yüce bir fırsattır sevgi; kişiye yöneltilen, alçakgönüllü diye nitelenemeyecek geniş kapsamlı bir istektir, bir kimseyi başkaları arasından seçip ötelere çağıran bir güçtür.
(s.41)

Güneş yerinde duruyor, sonsuz boşlukta yalnız bizleriz devinen.
(s.49)

Sizi şimdiye kadar en iyi saatlerinizde olduğunuzdan daha iyi duruma getirebilecek her şey iyidir. Bütün kanınıza işlemişse, gelip geçici bir esriklik değilse, bir bulanık hüzün olmayıp baktığınız zaman dibini görebileceğiniz bir sevinçse bu, tüm açılıp yayılmalar iyidir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
(s.56)

Kuşkunuz da iyi bir özelliğe dönüşebilir, yeter ki eğitin onu. Bilici olmalı kuşkunuz, eleştirici olmalı. Size bir şeyi zehir etmek istedi mi sorun bakalım, neden şu ya da bu şey çirkinmiş, kanıtlar isteyin, sınamadan geçirin kendisini. Belki o zaman çaresiz kalacak, ne yapıp edeceğini bilemeyecektir; ama belki de kafa tutacaktır size. Sakın arkasını bırakayım demeyin, kanıt isteyin hep ve her defasında böyle davranın, böyle uyanık ve şaşmaz. Bakacaksınız bir gün gelecek, kuşkunuz sizi mahveden bir nesne özelliğini yitirecektir; hizmetinize çalışan en iyi uşaklardan birine dönüşecek, belki de yaşamınızın kurulup çatılmasına katkı yapan tüm güçlerin en akıllısı olacaktır.
(s.56)

 
Kendi kendinize sorun: Büyük olmayan yalnızlık, yalnızlık mıdır? Ancak bir tek yalnızlık vardır, o da büyüktür ve katlanılması güçtür. Öyle bir an gelir ki, insan yalnızlığını kolayca elde edilen herhangi bir beraberlikle değişmek ister. Hiç uymadığı halde uyar gibi görünüp yanındaki herhangi biriyle, hatta en düzeysiz biriyle bile birlikte olmayı düşünür. Ama yalnızlığın büyüdüğü anlar, belki bu anlardır. Onların büyümesi, erkek çocukların büyümesi gibi acılar içinde olur; ilkyazın başlangıcı gibi de üzücüdür. Yalnız bu sizi şaşırtmamalı. İçe dönmek ve kendinle baş başa kalmak...İnsan buna alışabilmeli.

Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…

Sayın Herr Kappus,

Mektubunuz ancak birkaç gün önce elime geçti. Göstermiş olduğunuz büyük ve içten güveninize var olun demek isterim; daha çoğu da elimden gelmez. Dizeleriniz üzerinde duramayacağım; çünkü eleştirmek, benim işim değil. Sanat eserlerini eleştirmeye kalkınca da birçok anlaşmazlıklar doğar.

İç olaylar, çoğunlukla bizi inandırmaya çalıştıkları halde, elle tutulup sözle söylenemiyor, çoğu da anlatılamıyor. Bunlar, sözcüğün hiç giremediği yerde oluyorlar, ölümlü hayatınız yanında ölümsüzlük kazanan büyülü varlıklarıyla sanat eserleri açıklanamıyor.

Öncelikle bunu belirttikten sonra, size, sadece, dizelerinizin kendine özgü bir biçimi olmadığını, ama kişiliğinizi bulma yolunda sessiz, gizli ipuçları verdiğini söyleyebilirim. Bunu en belirgin şekilde “Ruhum” adını verdiğiniz son şiirinizde sezdim. Burada dile gelmek isteyen bir özellik göze çarpıyor.

“Leopardi’ye” adlı güzel yazınızda da belki, bu “büyük yalnız” ile bir yakınlığınız olacak. Ama yine de, şiirleriniz, henüz özel, size özgü değil. Sonuncusu, Leopardi’nin olanı bile değil. Şiirlerinizle birlikte gönderdiğiniz mektup, dizelerinizi okurken hissettiğim ama söyleyemediğim birçok eksiği açıklıyor.

Dizelerinizin güzel olup olmadığını soruyorsunuz. Bunu bana soruyorsunuz, belki benden önce başkalarına da sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurumları bu çalışmalarınızı beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (öğüt vermemi siz istediniz) size yalvarıyorum, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt vermez, hiç kimse bir yardımda bulunamaz.

Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilince, artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da, gecenizin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık bulmaya bakın.

Eğer bu karşılık “evet” ise, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım diyebiliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu gereksiniminize uygun olarak kurun. Yaşamınız en uçarı, en başıboş anınıza kadar bu içgüdünüzün bir belirtisi, bir belgesi olmalı. İşte o zaman doğaya yaklaşmış olursunuz. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın.

Aşk şiirleri yazmayın. Her şeyden önce de bilinen, hiçbir özelliği bulunmayan biçimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol vardır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların yanında, öz yaratıcılık için büyük, olgun bir güç ister. Bunun için genel konulardan kaçının ve günlük yaşamınızdan gelen konulara sığının.

Acılarınızı, arzularınızı, aklınızdan geçenleri ve her hangi bir güzelliğe karşı olan inancınızı, anlatın bütün bunları, içten, usul usul, alçak gönüllükle, açıkça anlatın; anlatabilmek için de, çevrenizdeki eşyaları, düşlerinizin görülerini, anılarınızın konularını kullanın.

Günlük yaşamınız size zengin görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının, zenginliklerinizi görecek yeterlikte sanatçı olmadığınızı söyleyin; çünkü yaratan için yoksulluk olmadığı gibi, yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Duvarları, dünyanın hiçbir gürültüsünü duyurmayan bir cezaevinde bile olsanız -gene hiç değilse bir çocukluğunuz, anılarınızın bu değerli, görkemli zenginliğiniz, bu hazneniz yok mudur? Gözlerinizi oraya çevirin.

Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını canlandırmaya bakın.

O zaman kişiliğiniz oturacak, yalnızlığınız da büyüyecek ve yavaş yavaş aydınlanan, başkalarının gürültüleri de uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmaktan dizeler doğarsa, o zaman siz, bunların güzel dizeler olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle ilgilenmeleri için uğraştırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve sizde içkinleşmiş olanları, yaşamınızdan bir parçayı görecek, yaşamınızdan bir ezgi duyacaksınız.

Sanat eseri ancak yaratma gereksiniminden doğarsa güzeldir. Onun yargısı, doğuşunun bu türündedir: Bunun bir başka yolu yoktur. Bu yüzden, sayın Herr Kappus, size şundan başka bir öğüt veremeyeceğim: İçinize dönün, yaşamınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kaynağında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız.

İçinizdeki ezgileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alınyazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın; çünkü yaratan, başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi bağlandığı doğada bulmalı.

Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra gene, şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız dediğim gibi, yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabileceğini duyması yeter. O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna değildir. Yaşamınız, o andan başlayarak öz yollar bulacaktır. Bu yollarında iyi, zengin ve genişliğinin sözle ifade edebileceğinden çok olmasını dilerim.

Size daha ne söyleyeyim? Hepsini, değerine göre belirttiğimi sanıyorum.

Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağırbaşlılıkla gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak içten, duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak yanıtlayabileceği soruları, dışa bakıp, dıştan yanıtlamasını beklerseniz, kösteklemiş olursunuz. Yazınızda, Profesör Horacek’ in adıyla karşılaştığıma çok sevindim. Bu alçak gönüllü bilgine karşı olan büyük saygım, yıllar boyunca da sönmeyen gönül borcumu içimde saklıyorum.

Yalvarırım, kendisine benim bu duygularımı söyleyin. Onun bu güne kadar beni düşünmesi kendi iyiliğindendir; ben de bunu değerlendirmesini biliyorum.

Dostça inanarak göndermiş olduğunuz dizeleri size geri verirken, bir daha, bu büyük ve içten inancınıza teşekkür ederim. Açık ve güvendiğim bilgilerime dayanarak, sorularınıza verdiğim bu yanıtımla, belki de kendimi olduğumdan üstün göstermeğe çalışmışımdır. Özür diler, duygularınızı paylaşırım.

Paris, 17 Şubat 1903

Füruğ Ferruhzad - Rüzgar Bizi Götürecek

küçücük gecemde benim, ne yazık
rüzgârın yapraklarla buluşması var
küçücük gecemde benim yıkım korkusu var

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
bakıyorum elgince ben bu mutluluğa
bağımlısıyım ben kendi umutsuzluğumun

dinle
karanlığın esintisini duyuyor musun?
şimdi bir şeyler geçiyor geceden
ay kızıldır ve allak bullak
ve her an yıkılma korkusundaki bu damda
bulutlar sanki, yaslı yığınlar misali
yağış anını bekliyorlar

bir an
ve sonrasında hiç.
bu pencerenin arkasında gece titremede
ve yeryüzü giderek durmada
bu pencerenin arkasında bir bilinmez
seni ve beni merak ediyor
ey baştan aşağı yeşil!
yakıcı anılar gibi ellerini,
bırak benim aşık ellerime
ve dudaklarını
varlığın sıcak duygusunu
benim sevdalı dudaklarımın okşayışına bırak
rüzgâr bizi götürecek
rüzgâr bizi götürecek.


Sözleri  'Rüzgar Bizi Götürecek' şiirinden alınmıştır.

22 Mayıs 2015

Halil Cibran - Gezgin

Savaş ve Barış 
 
Üç köpek, bir yandan güneşleniyor, bir yandan da söyleşiyorlardı.
Birinci köpek, düşler içinde, dedi, “Köpekliğin bu günlerinde yaşıyor olmak gerçekten harika. Denizin altında, yeryüzünde hatta gökyüzünde ne denli
rahatlıkla yol alabildiğimizi bir düşünsenize. Ve köpeklerin rahatı için gerçekleştirilen buluşları bir an için aklınızdan geçirin; gözlerimiz,
kulaklarımız, burunlarımız için olanları da… ” 
 
Ve ikinci köpek konuştu ve dedi, “Artık sanatlara daha düşkünüz. Aya doğru atalarımızın yapabildiğinden çok daha uyumlu uluyoruz. Ve suda yansımamıza baktığımızda, hatlarımızın dün olduğundan çok daha pırıltılı olduğunu görüyoruz.”
Ve üçüncü köpek konuştu ve dedi, “ama beni en çok ilgilendiren ve hayran bırakan, köpeklikler arasındaki huzur dolu anlayış havası.”
O anda baktılar ve eyvah, köpek yakalayıcısının yaklaşmakta olduğunu gördüler. Üç köpek yerlerinden fırlayıp yoldan aşağıya doğru bir koşu kopardı; ve koşarlarken üçüncü köpek dedi, “Koşun Allah aşkına. Uygarlık peşimizde.”

19 Mayıs 2015

Atatürk "Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir."

  
  19 Mayıs Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı Kutlu Olsun!
“Siz genç arkadaşlar, yorulmadan beni takibe ahdetmişsiniz. İşte ben bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmamak ne demek? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada dinlenmeden beni takip etmektir. Yorgunluk, her insan için tabii bir halettir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevi bir kuvvet vardır ki, bu kuvvet yorulanları dinlendirmeden yürütür. Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç evlatları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Ben buraya yalnız bunu size anlatmak için gelmiş bulunuyorum. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.”
 

17 Mayıs 2015

Bertolt Brecht - Halkın Ekmeği

Bilin: Halkın ekmeğidir adalet.
bakarsınız bol olur bu ekmek,
bakarsınız kıt,
bakarsınız doyum olmaz tadına,
bakarsınız berbat.
Azaldı mı ekmek,başlar açlık,
bozuldumu tadı,başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.

Bozuk adalet yeter artık!
Acemi ellerle yuğurulan,iyi pişirilmemiş adalet yeter!
Yeter katıksız,kara kabuklu adalet!
Dura dura bayatlayan adalet yeter!

Bolsa insanın önünde ekmek,lezzetliyse,
gözler öbür yiyeceklere yumulsada olur.
Ama her şey bollaşmaz ki birdenbire...
Bilirsiniz,nasıl bolluk doğurur ekmek:
Adaletin ekmeğiyle beslene beslene.

Ekmek her gün nasıl gerekliyse nasıl,
adalet de gerekli her gün,
hem o,günde bir çok kez gerekli.
Sabahtan akşama dek,iş yerinde,eğlencede,
hele çalışırken canla başla,
kederliyken, sevinçliyken,
halkın ihtiyacı var pişkin, bol ekmeğe,
günlük, has ekmeğine adaletin.
madem adaletin ekmeği bu kadar önemli,
onu kim pişirmeli, dostlar, söyleyin?
Öteki ekmeği kim pişiren?
Adaletin ekmeğini de
kendisi pişirmeli halkın,
gündelik ekmek gibi.
Bol,pişkin,verimli.

06 Mayıs 2015

Deniz Gezmiş

Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı...
O Mahur Beste Çalar – Attilâ İlhan

  "Müjgan’la Ben Ağlarız” ve hüzünlü öyküsü” Atilla İlhan anlatıyor;
“12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı… Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra… Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm”.
“Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı ” 6 Mayıs 1972
Bir kadın ismi sanılan “Müjgan”eski dilde “kirpik” anlamına geliyor ve Şair’in “müjganla ağlaşmak”tan ne söylemek istediği orada çözülüyor; Atilla İlhan, 6 Mayıs 1972 yılında idam edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’a ağlıyordu?

04 Mayıs 2015

Bertrand Russell’ın bundan 1000 yıl sonra yaşayan insanlara mesajı

NPG x139578; Bertrand Russell - Portrait - National Portrait Gallery 20. yüzyılın önemli isimlerinden ünlü İngiliz filozof ve toplumsal eleştirmen Bertrand Russell‘ın 1959 yılında katıldığı Face-to-Face (Yüz Yüze) adlı bir BBC programında kapanış sorusu olarak kendisine şöyle bir soru yöneltiliyor: “Bundan 1000 yıl sonrasında yaşayan nesillere yaşadığınız hayat ve bundan çıkardığınız dersler hakkında ne söylerdiniz?” Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçi de olan filozofun cevabı ise oldukça kısa ve öz:

“Biri entelektüel ve biri de ahlaki olmak üzere iki şey söylemek isterim:
Onlara söylemek istediğim entelektüel şey şu: Herhangi bir konu üzerinde çalıştığınızda ya da herhangi bir felsefeyi ele aldığınızda, kendinize yalnızca gerçeklerin/olguların (fact) ne olduğunu ve bu gerçeklerin doğrulandığı hakikatin ne olduğunu sorun. İnanmayı dilediğiniz şeyler tarafından ya da ona inanılmış olursa hayırlı toplumsal etkileri olacağını düşündüğünüz şeyler tarafından yönlendirilmiş olmaya asla izin vermeyin, yalnızca ve sadece gerçeklerin/olguların ne olduğuna bakın. Söylemeyi istediğim entelektüel şey budur.

Onlara söylemek istediğim ahlaki şey ise çok basit. Şunu söylemeliyim: Sevgi akıllıcadır/bilgeliktir, nefret aptalcadır. Giderek birbiriyle daha yakından bağlantılanan bu dünyada, birbirimizi hoşgörmeyi öğrenmek zorundayız. Bazı insanların bizim hoşumuza gitmeyen şeyler söylediği gerçeğine tahammül etmeyi öğrenmek zorundayız. Yalnızca bu şekilde birlikte yaşayabiliriz, ve birlikte ölmek yerine birlikte yaşayacaksak bir tür yardımlaşma ve bir tür hoşgörüyü öğrenmeliyiz, ki bu yardımlaşma ve hoşgörü bu gezegen üzerindeki insan yaşamının devamı için kesinlikle hayati bir önem taşıyor.” 

Mina Urgan 'Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi.'

Sait Faik, kılık kıyafeti ve davranışlarıyla, yazar çizer takımının aydınlarına hiç mi hiç benzemezdi. Koltuğunun altında kitap taşımaz, okuduklarını anlatmaz, düşüncelerini iddialı iddialı savunmaya kalkmaz, kişiliğini ikide birde ileri sürmez, kendinden hiç söz etmezdi. Sait Faik ile tanışanlar, bir halk adamı sanırlardı onu. Hakları da vardı; çünkü Sait Faik gerçekten bir halk adamıydı.
 Bir Dinozorun Anıları

02 Mayıs 2015

Eduardo Galeano

 
Oysa bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı giydiriyor olmasın?

Televizyon ailenin en önemli üyesi olmayı bırakacak, ona da ütü ya da çamaşır makinesi gibi davranılacak.

Dünya bir zamanlar uçsuz-bucaksız-sınırsızdı, gerekli tek pasaport ayaklardı... Aynalar

İlk başta ebemiz olan zaman, gün gelecek celladımız olacak. Dün zaman bizi emzirdi ama yarın yiyecek...Aynalar

Kimse gidecek kadar kahraman, kalacak kadar vatansever değil...Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri

Üst sınıf istatistiklerle oynuyordu, orta sınıf borsada oynuyordu, alt sınıfsa spor toto oynuyordu...

Görevliler, görevini yapmaz. 

Politikacılar, konuşur ama hiçbir şey söylemezler. 
Seçmenler, oy kullanır ama seçemezler. 
Bilgilendirme medyası bilgilendirmez. 
Okullar cahillik öğretir. 
Yargıçlar, kurbanları cezalandırır. 
Ordular, kendi vatandaşlarıyla savaşır. 
Polisler, suç işlemekten, suçla savaşmaya zaman bulamaz. 
Kârlar özelleştirilirken iflaslar kamulaştırılır. 
Para, insandan özgürdür. 
İnsanlar nesnelerin hizmetindedir.

Başarı hep geçici, felaket hep kalıcıdır...

Hayır işlerine inanmıyorum.
Dayanışmaya inanıyorum.
Hayırseverlik çok dikey.
Yukarıdan aşağı iniyor.
Dayanışma yataydır.
Ötekine saygı duyar.

Kaybolan şeyler..
Barış ve adalet haykırarak doğan yirminci yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında..
Yine barış ve adalet haykırarak doğan yirmi birinci yüzyıl da, önceki yüzyılın izinden gitmekte..
Ben çocukken, dünyada kaybolan her şeyin Ay'a gittiğine inanıyordum..
Ne var ki, Ay'a giden astronotlar orada ne tehlikeli rüyaları ne tutulmayan vaatleri ne de kırık umutları buldular..
Eğer bunlar Ay'da değilseler, neredeler o zaman?
Yoksa dünyada kaybolmadılar mı?
Yoksa dünyada saklanıyorlar mı?...Aynalar

Çocukların çocuk olma hakları her geçen gün daha fazla reddediliyor.. Dünya zengin çocuklara para muamelesi yapıyor, paranın davrandığı gibi davranmayı öğrensinler diye.. Dünya yoksul çocuklara çöp muamelesi yapıyor, çöpe dönüşsünler diye.. Orta sınıftakileri, ne zengin ne de yoksul olanları televizyona bağlıyor; vakit henüz erkenken tutsak hayatını kader olarak bellesinler diye.. Çocuk olmayı başaran çocuklar çok şanslı, çok büyülüler...Tepetaklak

Beni güldürmeyen hiç bir şeyi ciddiye almamayı öğrendim hayatta…

Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder.

Büyüyün ve çoğalın dedik, makineler de büyüyüp çoğaldılar. Bizim için çalışacaklarına söz vermiştiler. Şimdi biz onlar için çalışıyoruz. Gıda miktarını arttırsınlar diye icat ettiğimiz makineler açlığı çoğaltıyorlar. Kendimizi savunmak için icat ettiğimiz makineler bizi öldürüyorlar. Hareket etmek için icat ettiğimiz otomobiller bizi hareketsiz hale getiriyorlar. Buluşmak için icat ettiğimiz şehirler bizi yalnızlaştırıyorlar. İletişim kurmak için icat ettiğimiz büyük iletişim araçları, ne bizi dinliyorlar ne de bizi görüyorlar. Biz makinelerimizin makineleriyiz. Onlar masum olduklarını iddia ediyorlar. Ve bunda haklılar.

Dünya o kadar hüzünlü ki, gökkuşağı bile siyah beyaz çıkıyor ve o kadar çirkin ki, can çekişenlerin peşindeki akbabalar hemen üstlerinden uçuyor.

Hayat lavabodaki pislik gibi, giderden akıp gidiyor.

Bir yalnızlaşma, yalıtılmışlık düzeni: Her koyun kendi bacağından asılır. Komşun senin ne kardeşindir ne de sevgilin. Komşun bir rakip, bir düşmandır, ortadan kaldırılacak bir engel ya da kullanılacak bir araç. Bu düzen, ne bedeni besleyebilir ne de ruhu. Birçok insan ekmek bulamadığı için açlık çekmeye mahkûmdur; kucaklaşma yoksunluğu yüzünden gönül açlığı çekenlerin sayısı ise daha kabarıktır...Açlık -2

Nazım Hikmet'in Şiir Üzerine Düşünceleri

Gerçek şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde halkının nabzı atmalıdır...Şair başarılı olmak için, yapıtlarında maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya yargılıdır...Babaye

Yeni şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar tanımıyor... O, bir tek lisanla yazıyor: Uydurma, sahte, sun’i olmayan; canlı, geniş, renkli, derin ve sade lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! Şair, bulutlarda uçtuğunu vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir vatandaştır!...Babayef
 
Şairin dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün bizim şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin dünyası daracık, soluğu yok, tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine kulak verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa bile, gerçekte iç âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi gerçekte dış âlemin bir inikâsından [yansımasından] başka bir şey değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç dünyası da daracık olur...Memet Fuat’a Mektuplar
 
Sanatkâr, ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır. İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre [somut] bir varlıktır. Yani her insan muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetede [toplumda], belli bir sınıfın insanı olarak vardır. Yoksa umumiyetle, mücerret [soyut] olarak insan denilen bir şey, bir anlam mevcut değildir. Birçok mektubumda bu meselenin üzerinde durdum sanıyorum, fakat bunu çok iyi anlamanı isterim. Şimdi, bundan dolayı, sanatkâr da konkre bir insandır. Muayyen bir fizyolojisi, belli bir maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir tarih devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede çeşitli sınıflar ve tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde eserini verir. Onun üzerinde doğumundan başlayarak bütün bu sayıp döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi yapısı konkre muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu sosyeteye ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva esas olmakla beraber, kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu suretle muhteva [içerik] ile şekil [biçim] arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir tesir vardır. (...) Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir münasebet değildir. Yani şair sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun değişmesinde derece derece amil de olur...Memet Fuat’a Mektuplar

Dönemlerinin karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa giren bu ilerici sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış, hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir yalanın; tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini durduramayacağını bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur...Babayef

Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır. (...) Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır. Lakin bazı muhtevalar vardır ki, kafiye ister - kafiye de çeşit çeşit olabilir, kafiye imkânları da hudutsuzdur - ve bazı muhtevalar vardır ki, konuşma dili yetmez, daha geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı daha renksiz bir dil ister. Hasılı bu getirdiğim misalleri istediğin kadar çoğaltabilirsin. Yalnız, bir şey yapma, dogmatizme saplanma, gençlikte dogmatizme, değişmeyen, ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları kabul etmek ileri bir işmiş gibi gelir insana. Bak ben, yıllardır, hiç kafiyesi olmayan şiirler yazdım, konuşma dillerinin çeşidiyle şiirler yazdım, içinde bol resim olan, yahut hiç resim olmayan şiirler yazdım, kitap diliyle şiirler yazdım, çeşitli kafiye telakkileriyle yazdım, hasılı, muhtevama, o şiirdeki, o muayyen, müşahhas yazıdaki muhtevaya uygun şekli bulmaya çalıştım. Yanlış bir iş yaptığıma da kani değilim. şiirimizin genel olarak - bazen çok güzel şeylere de rastlanıyor - bugünkü sefaleti şairlerimizin bir dönüm noktasında iki çeşit, birbirine zıt iki yobazlığa, yani hareketsizliğe, yani ölülüğe saplanmış olmaları, şekil meselesini, kendilerinin kabul ettiği bir tek şekli esas olarak almalarıdır...Memet Fuat’a Mektuplar

Artık şiirlerimi tiyatro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı yoktu. (...) Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir etti. ’Kerem’ gibi bazı şiirlerde, hele hicviyelerde kesin kafiye ve sürprizli hayal imkânlarını kullanmakla beraber, ana hattında, şiirlerimde lirik eleman, bundan sevda elemanını anlamıyorum, gitgide kuvvetlendi, kafiyeler yumuşadı, dil şairin bir kişiyle, yahut birkaç kişiyle konuşması oldu. (...)

Beynelmilel olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak böylelikle bunları bastırabilirdim. (...)

Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanı’dır. Burada şekil bakımından, halk vezni unsurları, Divan edebiyatı unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil imkãnlarının bir muhasebesiydi. (...)

Bu kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri de tercih edebilirim. (...)

Sanat bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik nihilistliğin [yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi zevkinden başka her şeyi, bütün görüşleri inkâr eder. Hele şekil meselesinde sekterliğin kötülükleri sayılamayacak kadar çoktur. Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler kadar dar kafalıdır. şiir öyle de yazılır, böyle de. Edebiyat dili, hele şiir dili hayallerle, teşbihlerle falanla ortaya çıkar, ancak böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa, tersini kabul etmek de o kadar yanlıştır. Gençliğimde, ben de az sekter değildim. Klasik halk vezinleri ve kafiyeleriyle şiir yazdıktan sonra, şekilde yenilikler aramaya başladım, kendime göre bir çeşit serbest vezinle yazmaya başladım. Bunun temelinde yine de halk şiirinin ölçüleri, hatta bazen aruz vardı, kafiye ve dil bahsinde de öyle, ama şiirin yalnız böyle yazılacağını, bunun biricik şiir şekli olduğunu iddiaya kalkıştım. Uzun zaman sevda şiiri yazmadım. Hatta şiirlerimde ’yürek’ kelimesini kullanmadım, yürek şuurun değil, duygunun sembolüdür diye. Zaman oldu en renkli, en ahenkli şekillerin peşinde koştum. Halka söylemek istediklerimi bu şekillerle söylersem daha hoşa gider, daha kolay dinlenir, daha dokunaklı olur diye düşündüm. Zaman oldu, büsbütün tersine, en sade, en göze görünmez şekillerle halka türkümü dinletmek istedim. Bence öylesi de lazım, böylesi de, daha nice nicesi de. Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu araştırmalar aylarca süren bir baş ağrısından, sinir bozukluğundan başka sonuç vermez. Olsun. (...) 
Ben şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’na dair şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın...Babayef, ’Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor’, Konuşmalar

Wilhelm Reich " Gerçek bilim ve sanat zincire vurulmaya dayanamaz."

Küçük adam üzerinde” güçlerini uygulamaları için iktidar sahiplerine yetki veriyorsun. Ama kendin dilsizsin; seni temsil etmeleri için güçlülerin ya da kötü niyetli güçsüzlerin daha fazla güçlenmelerine göz yumuyorsun. Her zaman aldatılanın sen olduğunu çok geç fark ediyorsun.
Sana kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaad ediyorlar. Sana insani özsaygı değil, ulusal büyüklük vaad ediyorlar. “Ulusal özgürlük” ve “devletin çıkarları” ifadeleri bir kemiğin bir köpeğin ağzını sulandırdığı gibi senin ağzını sulandırıyor ve sen onları alkışlıyorsun .Onlar seni bir sembole kurban ediyorlar ve sen onları kendi üzerinde iktidara taşıyorsun. Bütün maskeleri düştüğü halde senin efendilerin senin tarafından yükseltildiler, senin tarafından beslendiler.

“Sende gerçek büyük adamı tanıyabilecek his ve göz yok. Onun varlığı, acıları, özlemleri, kavgaları, senin için verdiği mücadeleler sana uzak ve yabancı şeylerdir.”

Büyük adam yaşamın amacını senin gibi zengin olmakta, kızlarının kurallara göre evlenmelerinde, politik kariyerde, profesör süslerinde görmüyor. Senin gibi olmadığı için onu “dahi” ya da “tuhaf” olarak adlandırıyorsun. Ama o senin boş gevezelik toplantıların yerine kendi düşünceleriyle yalnız kalmayı tercih ettiğinde onun toplumsal olmadığını söylüyorsun. Sen küçük ada, bu sıradan dürüst adamın karşısında yozlaşmışlığın içinde kendini “normalliğin” prototipi olarak çıkarıyor ve ona “anormal” diyorsun. Onu küçücük ölçülerinle ölçüyorsun ve senin normallik ölçülerine uymadığını düşünüyorsun.

Sen “halksın”, “kamu düşüncesisin”, “toplumun vicdanısın”. Bu kelimelerde ne büyük sorumluluk olduğunu hiç düşündün mü küçük adam? Büyük sosyal bakış açısıyla doğanın ya da büyük insani eylemlerin, örneğin bir insanın doğru ya da yanlış mı düşündüğünü kendisine hiç sordun mu? Aksine komşunun ne diyeceğini ya da dürüstlüğünün sana paraya mal olup olmayacağını sordun. Sen büyük adamı yalnızlığa ittikten sonra ona nasıl bir kötülük yaptığını unuttun. Tekrar tekrar anlamsızlıklar, bayağılıklar yaptın ve bir kere daha onu derinden yaraladın.

Dinle küçük adam; insanın sefaleti senin her küçük kötülüğünde gün ışığına çıkıyor.
 
Bütün büyük insanlar yalnızdırlar.

Bu dünyada benim kim olduğuma karar verecek olan yalnızca benim, başka hiç kimse değil. Ben biyolojik ve kültürel bir melezim ve bütün sınıfların, ırkların ve ulusların fiziksel ve zihinsel ürünü olmaktan, senin gibi saf ırk olmamaktan, şovenist olmamaktan ve bütün sınıfların, ırkların ve ulusların küçük bir faşisti olmamaktan dolayı gurur duyuyorum.

Evlilikten doğmuş çocukları meşru, “evlilik dışı” çocukları gayrimeşru olarak ayıran sen değil misin? Yeni doğmuş İsa’yı yüceltiyorsun. Yeni doğmuş İsa evlilik cüzdanı olmayan bir anneden doğmuştu. Sen evlilik dışı doğmuş, evlilik dışı çocuk tanımayan İsa’yı tanrının oğlu katına yükselttin. Ve sonra kendi küçük gerçekliğin içinde gerçek sevgin ve gerçek nefretinle dinsel kanunlara dayanarak çocuklara saldırıyorsun, sen sefil bir küçük adamsın! Sen otomobilinle büyük Galile’nin tasarladığı köprülerden geçiyorsun. Bütün dünyanın küçük adamı, sen büyük Galile’nin evlilik cüzdanı olmadan üç çocuk sahibi olduğunu biliyor musun? Bunu okuldaki çocuklardan saklıyorsun ve Galile’ye bu yüzden acı çektirmiyor musun?

“Senin ve senin topluluklarının bütün zorbalıklarından kurtulması gerekiyor, bu gerçek. Ama büyük adam seni eğitirken küçük bir hata yaptı. O senin özgürlük arzuna ve yeteneğine güveniyordu. O özgürlüğü bir kez ele geçirdiğinde onu güvence altına alacağından şüphe etmiyordu. Ve senin proleterye diktatörü olmana rıza gösterme hatasını da yaptı.
Sana gösterilenlerin içinde yalnızca bir kelime kaldı: diktatör!Bütün diğer şeyleri güverteden aşağı attın; özgürlük, gerçek şeylerdeki temizlik, ekonomik köleliğin çözümü, ileriyi düşünme yöntemleri, bütün bunlar güverteden aşağı uçtu. Bilge adamın bu küçük hatasından sen, yalanlardan, kovuşturmadan, işkenceden, zindandan, cellatlardan, gizli polisten, mareşallereden ve madalyalardan oluşan bir sistem inşa ettin…”

Sen ya ‘yaşasın’ diye bağırır, ya kağıt oynarsın, ya da bir büroda istemeyerek çalışırsın. Ve hiçbir zaman yardım edenin yardımına koşmazsın.”

“Sen mutluluğun için gereken ekonomik koşulları, “mekanizmayla” karıştırdın. Devletin büyüklüğünü insanlığın kurtuluşu; katı, aptal parti disiplinini büyük amaçlar için duyulan fedakarlık arzusu; tankların geçit törenini milyonların uyanışı sandın. Aşkın özgürleşmesini tüm kadınların ırzına geçmekle, yoksulluğun yok edilmesini bütün yoksulları, zayıfları ve yardıma muhtaç olanları yok etmekle, memeye gereksinim duyan bebeleri vatansever yetiştirmekle, doğum kontrolünü on çocuk annesine madalya vermekle karıştırdın.

Senin yakınında küçük adam, mutluluğu yiyip bitirmek kolaydır, ama mutluluğu elde tutmak zordur.

Deha senin satmak için pazara getirdiğin ticari bir markadır. Ancak kaşif bir dahi olursa, onun dünyaya getirdiği mutluluğu daha iyi yiyip bitirebilirsin. Evet onu iştahla yiyebilirsin; çünkü sonra küçük adam gelip seninle birlikte, “dahi, dahi” diye haykıracaktır. Ve insanlar kitle halinde gelip elindeki ürünü yiyip tüketecektir.”

“Yaşayanın izinde olan herkesi onurun ya da akademik unvanın, dinin, para cüzdanın ya da tankın uğruna suçladın, lekeledin, yalanladın, mahkum ettin ya da sakatladın.”

İşte sen busun küçük adam, sen çok iyi boşaltabilir, tüketebilir, kaşıklayabilir ve yiyip bitirebilirsin ama yaratamazsın. Sen hiçbir gelişme göstermezsin, yeni düşünceler için hiçbir şansın yok. Çünkü sen hiçbir zaman vermedin, yalnızca başkalarının senin önüne hazırca sunduklarını kaşıkladın.

Dönüp de senin vatansever dediklerine bak bir kere. Onlar adım atmıyor, hücum ediyorlar. Onlar düşmanlarından nefret etmiyorlar, onlar ezeli düşmanlarını on yılda bir değiştirdikleri ezeli düşman yapmak için ebedi arkadaş yapıyorlar. Şarkı söylemiyorlar, yürüyüş marşları söylüyorlar. Onlar kız arkadaşlarını kucaklamıyorlar, sadece onları becerip bir gecede kaç kez iş bitirdiklerini hesaplıyorlar.

Senin cinsel açlık içinde olduğunu, diğer cinsten insanlara nasıl şehvetle baktığını, dostlarınla aşk meseleleri üzerine pis şakalar yaptığını, pis pornografik fantezilerin olduğunu sen biliyorsun, ben biliyorum, herkes biliyor (…) Senin kafanda her türlü ahlaksızlık marifeti oluşuyor. Benim sevgiyle kucaklayışım senin yaşamında pornografik bir sahne haline geliyor. Benim neden söz ettiğimi bilmiyorsun küçük adam. 
Bu yüzden hep geride kaldın küçük adam.

Sen bir kartal olmak istemiyorsun küçük adam ve bu yüzden de akbabalar tarafından yenileceksin. Sen kartallardan korkuyorsun, bu yüzden de sürü içinde yaşıyorsun ve büyük sürülerin ve kitlelerin yemi olacaksın.Şimdi sen büyük kitleler arasında açlık çekiyorsun, büyük kitleler içinde ölüyorsun ve senin civcivlerini kuluçkalayan kartaldan hala korkuyorsun.

Sen Hitler yanlılarını ancak milyonlarca insanı öldürdükten sonra asıyorsun. Bu milyonlar öldürülmeden önce nerdeydin ve ne düşünüyordun? Doğru düşünmen için bir düzine ceset yetmez mi? İnsanlığın ancak milyonlarca ceset gördüğünde mi ortaya çıkıyor? Senin bu tek tek küçüklüklerin, insan-hayvandaki büyük sefaleti ortaya çıkarıyor.

“Evin hala kum üstünde duruyor, çatı başına yıkılıyor ama senin ‘proleter’ ya da ‘ulusal namus’un var. Su borun patlıyor ve çocuğun boğuluyor; ama sen yine çocukların sopayla ödüllendirildiği eğitim ve düzenden yanasın.”

Boks maçı yerine kitapçıya git, eğlence merkezlerine gitmek yerine uzak ülkelere seyahat et.Doğayı düzetlmeye çalışma, onu kavramayı ve korumayı öğren…

Daha yüzyıllar boyunca dostlarını öldüreceksin ve bütün halkların, proleterlerin önderlerini efendilerin olarak ödüllendireceksin. Bir efendinin ardından diğerini yücelteceksin. Sen yüzyıllar boyunca yaşamı korumak yerine kan dökeceksin, celladının yardımıyla özgürlüğünü temellendirdiğine inanacaksın…

Sen gerçekler konuşulduğu zaman dinlemiyorsun; sen yalnızca gürültüyü dinliyorsun. Ve sonra ‘yaşasın’ diye bağırıyorsun.

Biliyorum küçük adam bir gerçek işine gelmediğinde hemen deli damgası vuruyorsun. Ve sen kendini normal insan kabul ediyorsun. Delileri içeri tıktın ve bu dünyayı normal insanlar idare ediyor…

Senin kamuoyu dediğin şey küçük adam, bütün küçük adamların ve kadınların düşüncelerinin ürünüdür. Her küçük adamın, her küçük kadının içinde bir doğru ama aslında tamamen yanlış bir düşünce vardır.Diğer küçük adamların ve kadınların yanlış düşüncelerinden korktukları için yanlış düşüncelere sahiptirler. Bu yüzden doğru düşünceler ön plana çıkamıyor.
 
“Gerçek bilim ve sanat zincire vurulmaya dayanamaz.”
Dinle Küçük Adam