Gerçek
 şair kendi aşkı, kendi mutluluğu ve acısıyla uğraşmaz. Onun şiirlerinde
 halkının nabzı atmalıdır...Şair başarılı olmak için, yapıtlarında 
maddi yaşamı aydınlatmak zorundadır. Gerçek yaşamdan kaçan ve onunla 
bağıntısız konuları işleyen kimse, saman gibi anlamsızca yanmaya 
yargılıdır...Babaye
 
Yeni
 şair, şiir lisanı, vezin lisanı, konuşma lisanı diye ayrı ayrı lisanlar
 tanımıyor... O, bir tek lisanla yazıyor: Uydurma, sahte, suni olmayan;
 canlı, geniş, renkli, derin ve sade lisanla. Bu lisanın içinde, hayatın
 bütün unsurları vardır. Şair, şiir yazarken başka şahsiyet, konuşurken 
veya kavga ederken başka şahsiyet değildir! Şair, bulutlarda uçtuğunu 
vehmeden dejenere değil, hayatın içinde, hayatı teşkilâtlandıran bir 
vatandaştır!...Babayef
 
 
Şairin
 dünyası, en az, bir romancının dünyası kadar büyük olmalı. Bak, bugün 
bizim şiir piyasasında çok istidatlı delikanlılar var, fakat ekserisinin
 dünyası daracık, soluğu yok, tıknefes. Ve bu dar dünyalı oluşlarını, 
tıknefesliklerini örtbas için, sözde kendi iç âlemlerine kulak 
verdikleri iddiasındalar. Halbuki bir metodoloji bakımından ayrılsa 
bile, gerçekte iç âlem dış âlem diye bir şey yoktur, şairin iç âlemi 
gerçekte dış âlemin bir inikâsından [yansımasından] başka bir şey 
değildir, bundan dolayı da dış dünyası dar olanın, iç dünyası da daracık
 olur...Memet Fuata Mektuplar
  
Sanatkâr,
 ressam, şair, romancı, mimar, aktör vesaire, her şeyden önce insandır. 
İnsan her şeyden önce mücerret bir varlık değil, konkre [somut] bir 
varlıktır. Yani her insan muayyen, belirli, belli bir tarih devrinde, 
belli bir sosyetede [toplumda], belli bir sınıfın insanı olarak vardır. 
Yoksa umumiyetle, mücerret [soyut] olarak insan denilen bir şey, bir 
anlam mevcut değildir. Birçok mektubumda bu meselenin üzerinde durdum 
sanıyorum, fakat bunu çok iyi anlamanı isterim. Şimdi, bundan dolayı, 
sanatkâr da konkre bir insandır. Muayyen bir fizyolojisi, belli bir 
maddi fizyolojik, biyolojik yapısı vardır. Bu yapı belli bir tarih 
devrinde, belli bir sosyetenin içinde yaşar, o belli sosyetede çeşitli 
sınıflar ve tabakalar vardır. Sanatkâr insan bütün bu şartlar içinde 
eserini verir. Onun üzerinde doğumundan başlayarak bütün bu sayıp 
döktüğüm şartlar tesirini gösterir. Ve maddi-şahsi yapısı konkre 
muhitinden aldığı intibaları, bulunduğu tarih devrine, bağlı olduğu 
sosyeteye ve sınıfa göre aksettirir. Fakat bu aksettirme işi, bu muhteva
 esas olmakla beraber, kullandığı aletin, boyanın, kelimenin, notanın 
filan teknik imkânlarıyla da sınırlanmıştır. Bu suretle muhteva [içerik]
 ile şekil [biçim] arasında muhteva esas olmak üzere karşılıklı bir 
tesir vardır. (...) Şairle çevresi arasındaki münasebet pasif bir 
münasebet değildir. Yani şair sadece tespit etmekle kalmaz, onun tespit 
ettiği şey sosyal çevresine tesir eder, onun değişmesinde derece derece 
amil de olur...Memet Fuata Mektuplar
Dönemlerinin
 karanlık güçleriyle savaşan ilerici sanatçılara her ülkede ve her çağda
 raslanır. İnsanların mutluluğu ve dünyada güzel bir yaşam için savaşa 
giren bu ilerici sanatçılar her zaman karanlık güçlerce kuşatılmış, 
kovuşturulmuş, baskıya uğratılmış, hapsedilmiş ve öldürülmüşlerdir. 
Fakat onlar hiçbir baskı ve tehdidin, hiçbir ölümün, hiçbir yalanın; 
tarihin akışını, iyiye, güzele, haklıya ve mutluluğa yönelişini 
durduramayacağını bilirler. Ve bu yazarların yapıtları ve bütün 
yaşamları gelecek kuşaklara örnek olur...Babayef
Evvela,
 bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli : şekilden öze, 
muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva [içerik], 
sonra şekil [biçim]. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. 
Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir 
birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber 
eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır. (...) Kafiye ve vezin 
mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her 
mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun 
gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret [soyut] bir esas olarak 
kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret
 bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul 
etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, 
kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul 
etmeyenlerinki gibi geriliktir. (...) Öyle muhtevalar vardır ki, onlarda
 kafiye istemez, konuşma dili - bazen şehirlinin, bazen köylünün, bazen 
münevverin, bazen işçinin, bazen külhanbeyinin, bazen ev kadınının vs. 
konuşma dili - ahengi ve imkânları yeter ve en uygun olanıdır. Lakin 
bazı muhtevalar vardır ki, kafiye ister - kafiye de çeşit çeşit 
olabilir, kafiye imkânları da hudutsuzdur - ve bazı muhtevalar vardır 
ki, konuşma dili yetmez, daha geniş, daha mücerret, belki bundan dolayı 
daha renksiz bir dil ister. Hasılı bu getirdiğim misalleri istediğin 
kadar çoğaltabilirsin. Yalnız, bir şey yapma, dogmatizme saplanma, 
gençlikte dogmatizme, değişmeyen, ebedi hakikatlere saplanmak ve bunları
 kabul etmek ileri bir işmiş gibi gelir insana. Bak ben, yıllardır, hiç 
kafiyesi olmayan şiirler yazdım, konuşma dillerinin çeşidiyle şiirler 
yazdım, içinde bol resim olan, yahut hiç resim olmayan şiirler yazdım, 
kitap diliyle şiirler yazdım, çeşitli kafiye telakkileriyle yazdım, 
hasılı, muhtevama, o şiirdeki, o muayyen, müşahhas yazıdaki muhtevaya 
uygun şekli bulmaya çalıştım. Yanlış bir iş yaptığıma da kani değilim. 
şiirimizin genel olarak - bazen çok güzel şeylere de rastlanıyor - 
bugünkü sefaleti şairlerimizin bir dönüm noktasında iki çeşit, birbirine
 zıt iki yobazlığa, yani hareketsizliğe, yani ölülüğe saplanmış 
olmaları, şekil meselesini, kendilerinin kabul ettiği bir tek şekli esas
 olarak almalarıdır...Memet Fuata Mektuplar
Artık
 şiirlerimi tiyatro sahnesinden işçilere yüksek sesle okumam imkânı 
yoktu. (...) Bu durum şiirimin hem muhtevasına, hem de şekline tesir 
etti. Kerem gibi bazı şiirlerde, hele hicviyelerde kesin kafiye ve 
sürprizli hayal imkânlarını kullanmakla beraber, ana hattında, 
şiirlerimde lirik eleman, bundan sevda elemanını anlamıyorum, gitgide 
kuvvetlendi, kafiyeler yumuşadı, dil şairin bir kişiyle, yahut birkaç 
kişiyle konuşması oldu. (...) 
Beynelmilel
 olaylar şiirimde önemli bir yer tutmakta devam ediyordu. Bunları, o 
günkü memleket şartlarında, bir çeşit dumanla örtmek zorundaydım, ancak 
böylelikle bunları bastırabilirdim. (...) 
Bu bir sıra poemin sonuncusu Bedreddin Destanıdır.
 Burada şekil bakımından, halk vezni unsurları, Divan edebiyatı 
unsurları bence azami haddinde kullanılmıştır. Diğer taraftan bu kitap, 
şekil bakımından, o zamana kadar elde edebildiğim bütün şekil 
imkãnlarının bir muhasebesiydi. (...) 
Bu
 kitaptan sonra, şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda 
bir kat daha berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, 
tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli öylesine öze uydurmak istiyorum ki,
 şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil belli 
olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat 
kendisi belli olmayan ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim 
şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri de tercih 
edebilirim. (...) 
Sanat
 bahsinde sekterlik [yobazlık] en büyük düşmanımızdır. Sekterlik 
nihilistliğin [yadsımacılık] bir çeşididir. Sekter, bir şeyden, kendi 
zevkinden başka her şeyi, bütün görüşleri inkâr eder. Hele şekil 
meselesinde sekterliğin kötülükleri sayılamayacak kadar çoktur. 
Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de, kafiyesiz, vezinsiz şiir 
yazılmaz diyenler kadar dar kafalıdır. şiir öyle de yazılır, böyle de. 
Edebiyat dili, hele şiir dili hayallerle, teşbihlerle falanla ortaya 
çıkar, ancak böyle bir dil şiir dilidir demek ne kadar yanlışsa, tersini
 kabul etmek de o kadar yanlıştır. Gençliğimde, ben de az sekter 
değildim. Klasik halk vezinleri ve kafiyeleriyle şiir yazdıktan sonra, 
şekilde yenilikler aramaya başladım, kendime göre bir çeşit serbest 
vezinle yazmaya başladım. Bunun temelinde yine de halk şiirinin 
ölçüleri, hatta bazen aruz vardı, kafiye ve dil bahsinde de öyle, ama 
şiirin yalnız böyle yazılacağını, bunun biricik şiir şekli olduğunu 
iddiaya kalkıştım. Uzun zaman sevda şiiri yazmadım. Hatta şiirlerimde 
yürek kelimesini kullanmadım, yürek şuurun değil, duygunun sembolüdür 
diye. Zaman oldu en renkli, en ahenkli şekillerin peşinde koştum. Halka 
söylemek istediklerimi bu şekillerle söylersem daha hoşa gider, daha 
kolay dinlenir, daha dokunaklı olur diye düşündüm. Zaman oldu, büsbütün 
tersine, en sade, en göze görünmez şekillerle halka türkümü dinletmek 
istedim. Bence öylesi de lazım, böylesi de, daha nice nicesi de. 
Sanatkâr, halka türküsünü dinletmek için en uygun şekilleri durup 
dinlenmeden, ömrünün sonuna kadar aramak zorundadır. Bazen bu 
araştırmalar aylarca süren bir baş ağrısından, sinir bozukluğundan başka
 sonuç vermez. Olsun. (...) 
Ben
 şimdi bütün şekillerden faydalanıyorum. Halk edebiyatı vezniyle de 
yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En basit konuşma
 diliyle, kafiyesiz, vezinsiz de şiir yazıyorum. Sevdadan da, barıştan 
da, inkılaptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, 
umuttan da, umutsuzluktan da söz açıyorum, insana has olan her şey 
şiirime de has olsun istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, yahut 
bizde, bütün duyguların ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramına dair 
şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair 
şiir okumak istediği vakit de bizim kitaplarımızı arasın...Babayef, 
Nâzım Hikmet Kendi şiirini Anlatıyor, Konuşmalar