28 Aralık 2014

Atatürk’ün Yöneticilere Öğütleri

 
Şeffaf olun, başarılarınızı büyütmeyin, başarısızlıklarınızdan ders alın. İnsanlar ancak o zaman size güvenirler. Çalışanları geliştirin ve destekleyin, zekice risk almalarını teşvik edin, çalışanlara düşüncelerini ve tavsiyelerini sorun. Her şeyi kendinize mal etmeyin, çalışanların katkılarını unutmayın. Kendinizi eleştirecek kadar olgun olun. Kendinizi kandırabilirsiniz, başkalarını ancak bir süre yanıltabilirsiniz. Çalıştığınız alandaki kişilerin bilgilerinden faydalanın. Bazı zeki ve becerikli yöneticiler, fiziksel dayanma güçleri olmadıklarından başarısızlığa uğrarlar. Stres altında da normal şartlardaki performanslarını gösteremeyen yöneticiler başarısızlığa mahkûmdur. Yanlış adım attığınızı fark ettiğinizde, geri çekilmekten kaçınmayın. Hatalarınızda ısrar etmeyin, çünkü iş yapan hatasız bir yönetici olamaz. Bilgi toplamak için teknolojiden yararlanın, masraftan kaçınmayın.

Davranışlarınızda esnek olun, peşin hükümlerle hareket etmeyin. Espri anlayışınızla karşınızdakilere mesajlarınızı kırıcı olmadan verin. Hedeflerinize adım adım yaklaşın, hedefi gözden kaçırdığınız anda, engelleri görmeye başlarsınız. Çalışanları size davranışlarına göre değil, yaptığı işlerdeki başarılarına göre değerlendirin. Yöneticinin malzemesi insandır. Herkesi en iyi işe yarayabileceği yerde kullanın. Bilgilendirdiğiniz kişilerin, bilgileri doğru aldıklarından emin olun. Sorumlu olan kişilerin karar vermesini sağlayın. Siz onlara danışmadan karar verirseniz, çalışanlar bu kararlar için sorumluluk duymazlar. İnsan sevgisi olmayan yönetici başarılı olamaz.” demektedir.

 Nerede karşılıklı  Sevgi ve Saygı varsa
Orada İtimat ve İtaat vardır.
İtimat ve İtaatin olduğu yerde
Disiplin vardır.
Disiplinin olduğu yerde Huzur,
Huzurun olduğu yerde
Başarı vardır.
 
M.Kemal Atatürk

Ataol Behramoğlu - Paris Şiirleri - 4

Kimse yok Akdeniz ağlıyor sadece
Garip ve yitik bir sonbahar gününde
Anlamların hızı biçimi aşarken
Ağlamaz kendi uçurumuna düşen
Boğulan kendinin labirentlerinde

Arıyordum özgürlüğe giden yolu
İnsan yüzlerinde değil gökyüzünde
Arıyordum küçük beyaz bir bulutu
Boğularak uyandığım o saatte
Beni avutan o küçük bulut muydu

Bir aşk bile yoktu yıkan ve onaran
Bir aşk pırıl pırıl yağmur sularından
Paylaştığım bir şey yoktu bu şehirde
Şiirin bittiği yerde başlayan ne
Çocukluğum muydu içimde sızlayan

Ve hayatın artık geçip gittiğini
Anlıyordum derin akan sular gibi
Kopmuş köklerimden çarparken rüzgarda
Gece bir uçurum gibi başlayınca
Boğuntulardan çıkardım bu şiirde 

Marcus Aurelius'un Ruhsal Öğretileri - Mark Forstater

Mark Forstater’in Türkçe olarakda yayımlanan "Marcus Aurelius’un Ruhsal Öğretileri" isimli kitabı onun la ilgilidir.. 

 (Dharma Yayınları, Çeviren: Nafiz Güder.)

 
     "Bir şeyi yapmak yalnızca sana zor geliyor diye bunun bir insan için olanaksız olduğunu düşünme. Eğer bir şey insan için olanaklıysa ve insan doğasına uygunsa, senin tarafından da yapılabileceğine inan."

 

      "Birisine bir iyilik yaptığında ne bekliyorsun? Doğru şeyi yaptığından ötürü hoşnut olman ve bu iyiliğin karşılığını beklememen gerekmez mi?"

 

      "İnsanlar birbirleri için yaratılmıştır. Ya onlara doğru yolu göster ya da onlara karşı anlayışlı ol."

 

      "Birisinin hatasına öfkelendiğinde derhal kendine bak ve kendinin de nasıl hata yaptığını düşün; örneğin iyinin paraya ya da hazza ya da bir parça şöhrete eşdeğer olduğunu düşünmen gibi... Bunun bilincine vardığında, özellikle de seni öfkelendiren kişinin gergin olduğunu ve yapabileceği pek başka bir şey olmadığını ayrımsadığında öfkeni hemen unutursun. Ve eğer bir yolunu bulabilirsen, karşındaki insanın gerginliğini gidermelisin."

 

     "Eğer birisi yanlış yapıyorsa, ona nazikçe yol göster ve nerede yanlış yaptığını anlat. Eğer bu da onu düzeltmiyorsa kabahati kendinde ara, hatta daha iyisi hiç kimsede arama."

 

      "Sağlıklı bir göz, görülebilen her şeyi görebilmelidir ve ‘yalnızca iyi olan şeyleri görmek istiyorum’ demez; çünkü bu ancak hastalıklı bir gözün durumudur. Sağlıklı bir kulak ve sağlıklı bir burun, işitilebilecek ve koklanabilecek her şeyi algılamalıdır."


     "Şunu unutma ki, düşünceni değiştirmek ve senin yanlışlarını düzelten birisinin söylediklerine uymak özgürlüğünden ödün vermek anlamına gelmez. Çünkü bu değişiklik, senin iradenle olmuştur, kendi arzuna, değerlendirmene ve anlayışına uygun olarak yapılmıştır."

 

      "Şunu asla aklından çıkarma, ister üç bin yıl yaşa, ister otuz bin yıl, şu anda sahip olduğundan başka bir yaşamı yitiremezsin ve mevcut yaşamın sona erdikten sonra yeni bir yaşama da sahip olamazsın."

 

      "Eğer gerçekten sahip olduğumuz biricik şey içinde bulunduğumuz an ise ve sahip olmadığımız bir şeyi yitirmemiz de mümkün olmadığına göre, birisinin elimizden alabileceği tek şey yaşadığımız andır.

Turgut Uyar Seçme Sözler

    Yüz dilde seni seviyorum desen ne fayda.. Bir dilde adam gibi sevmedikten sonra.

    Sen nereye ben oraya adım adım... İnsan sevdikçe iyileşiyor, artık anladım.

    Az sözle çok şey anlatacaksın. Seni seviyorum diyeceksin sadece ama öyle her zaman değil, yalnızca hissettiğinde.


    Bazen sadece onun sende bıraktığı izleri özlersin, Her şarkıda ayrı bir hatıra saklıdır sanki; istesende silemezsin.

    ‎Her şeyden biraz kalır diyor birileri , çoğulluk haklılıktır. kavanozda biraz kahve, kutuda biraz ekmek, insanda biraz acı.

    Her kadın hoşlandığı adamın soyadını aldığında nasıl durur diye içinden söylemiş ya da bir yerlere yazmıştır.

    Bir insan birini yalnızken hatırlıyorsa sevmemiştir, ansızın aklına getirip yalnızlaşıyorsa . işte o zaman sevmiştir.

    Ben aslında her şeyi sonradan öğrendim. Herkes herkesi sonradan öğrenirmiş; bunu da sonradan öğrendim.

    Sana olmayan özlem bir şeye benzemiyor...

    Belki de asıl ustalık budur; her zaman acemi olmayı bilmek.

    Düşünüyorum da biz, büyüyerek çocukluk etmişiz.

    Hiçbir şey umurumda değil diyorum aşktan ve umuttan başka.

    Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmeyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç.

    Biri kurbağa öper,biri yüzyıllarca uyur,biri 7 cüceyle yaşar,biri kuleye kapatılır. Bir masal prensesi olsan bile kadınlık zor.

    Kadınları mutlu etmenin 20 yolu'' diye bir sürü gereksiz haber çıkıyor. Tek maddede açıklıyorum: Dürüst olun, yeter .

    Hazırladım, hazıra durdum giydirdim gölgemi Kuş çığlığı senin bölgen sorma benim bölgemi Aşklar telef olur gider Sokak köpeği gibi Gitsin Harcansın bazı şeyler Sen dur e mi.

    Erkek söz verir, Adam tutar.

    İnsan en çok sabahları arar sevdiği kadını.

    Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım...

    Durduğum yer benim değil iken, gidebilecek bir yerimin olmaması ne acı; gidebilecek bir yerim yok iken hala ve inatla durmayışım ne gaflet; nihayetinde ölmüyorken yaşıyor olan insanın, yaşıyorken öldüğünü bilmemesi bu, bu ne tuhaf bi’ hayret.

    Elbet hep böyle geçmeyecek ömrüm, biliyorum Bu çeşit yaşamak, zor. Kim bilir tanrım, kim bilir Hangi güzel yerde beni, Hangi ölesiye sevda bekliyor?

    Kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde, kaç kilo çekerdi yalnızlık... Kaç kere ezildim altında yaz yağmurlarının.

    Biliyoruz neyi bölüştüğümüzü. Konuşmasak da.

    Belki yagmura da gerek kalmazdı, İnsanlar bu kadar kirli olmasaydı.

    Hayatın kutlu olsun sevgilim ki sana değişe değişe aktım.

    Eylül toparlandı gitti işte Ekim falan da gider bu gidişle…

    Bozuk bir saattir yüreğim hep sende durur...

    Zamansız gelme elim kolum dağınıksa sarılamam ! 

    ben seni uyuttum, seni karıştırdım,seni şaşırdım birşeyler akıp akıp giderdi, dünyada başvurduğum bir şeydin, yalnızlığım gibi ...yanında sonsuz durduğum.

    Ve oturuldu bir takım şeyler söylendi... İmla kurallarıyla mutsuzluk üstüne.

    Sana diyeceğim şu ki küçüğüm; Büyüme! Hayat seni de mahveder.

    ‎Toprak, Sevdiklerimizi aldığı için mi böyle güzel kokar?

    gün gelir herkes sevdiğini anlar kaşla göz arasında.

    Sana olmayan özlem birşeye benzemiyor...

    Herkes ne zaman ölür? Elbet gülünün solduğu akşam.

    Ne yapalım Bari bağışlayalım birbirimizi.

    Senin bir yönün var orda durur yaşarım!

    Ancak durursa anlaşılır saatin kaç olduğu.

    Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.

    Sevgim acıyor. Kimi sevsem, Kim beni sevse...

    Özenle soyduğum şu elma söyle şimdi kimindir Özenle ne yapıyorsam bilirsin artık senindir...

    Ne o beni kandırmıştı. Ne ben onu baştan çıkarmıştım. İkimizde bildiklerimizin ötesine, bulduklarımızın üstüne çıkmak istemiştik. Bir noksanlığı var sanıyorduk bütün olanların belki. Ama aslında bütünlüklerimize bahaneydik.

Hiçbir şey umurumda değil diyorum aşktan ve umuttan başka.

27 Aralık 2014

Can Yücel - Cevabı Esen Rüzgarda

 
daha kaç köyden sürülsün insan
adam oluncaya dek?
daha kaç derya dolaşsın martı
bulsam diye bir tünek?
daha kaç toptan atılsın gülle
harp toptan kalkıncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda.

daha kaç yıl kök salsın ağaç
bahar açıncaya dek?
daha kaç yıl kök söksün bu halk
yerin bulsun diye hak?
daha kaç aydın ışığı görüp
görmezlikten gelecek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda.

daha kaç can canından geçecek
cana yetinceye dek?
daha kaç el boş açılsın göğe
göğermedikçe yürek?
daha kaç teller kopsun sazlardan
bu ses duyuluncaya dek?
cevabı, dostum, rüzgârda bunun,
cevabı esen rüzgârda.

Şarkı, Can Yücel tarafından çevrilmiştir. Çeviri Yücel’in “Her Boydan” isimli kitabında “Bir İrlanda Türküsü” olarak geçer.
 

J. W. von Goethe Seçme Sözler

  
Anlamayacaklara anlatma sakın bilebileceğin en güzel şeyleri.

Kalp ne ile doluysa, dudaklardan o dökülür gider.

Sevgiye ve tutkuya açık bir kalp kadar dünyada değerli bir şey yoktur.

Malını kaybeden, bir şey kaybetmiştir, onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Fakat cesaretini kaybeden her şeyini kaybetmiştir.

Uşağım bile olsa, yanlışlarımı düzelten efendim olur.

Sevincin bir acı yanı, acının da bir sevinçli yanı olmalıdır.
Yapabilirsiniz. Çünkü yapmalısınız!

En iyi devlet nedir? Bize kendimizi yönetmemizi öğretendir.

Tüm erdemlerin temel özelliği, yükselme yolunda sürekli bir çaba, bizzat kendinle cenkleşme, daha büyük ve derin bir saflığa, bilgeliğe, iyilik ve sevgiye yönelik doymak bilmez bir istek.

Aşkım için herşeyden vazgeçerim, fakat özgürlüğüm için aşkımdan da vazgeçerim.

Düşünmek kolaydır, yapmak zordur. Dünyada en güç olan şey de düşünüleni yapmaktır.
Yetenek, sükunet içinde ortaya çıkar. Karakter ise dünyanın fırtınaları içinde.

Kaybedecek bir şeyi olmayan insandan korkulur.

Yanlışlıklar denizine gömüldüğü halde, umutla bekleyebilen insan ne talihlidir.

Her zaman güvensizlik göstermek, her zaman güvenmek kadar büyük bir yanlışlıktır.

Çözümde görev almayanlar problemin bir parçası olurlar.

İnsan, babasına borçlu olduğu saygıyı ancak baba olduğu zaman duyar.

Samimi olmayı vaadedebilirim, tarafsız olmayı asla.

Âdettir; babanın topladığını oğlu saçar.

İyi bir karın mı olmasını istiyorsun? Öyleyse tam bir koca ol!

Dünya o kadar büyük ve zengin ki, yaşam da öylesine çeşitli ki insan her zaman bunlardan şiir çıkarma fırsatını bulabilir. Ama her şiirin bir durumdan doğması gerekir, yani şiirin maddesi gerçek olmalıdır. Hiçbir şey üzerine dayanmayan bir şiirin iyi olacağını sanmıyorum.

Konuşmak ihtiyaç olabilir ama susmak bir sanattır.
3000 yıllık tarihinin hesabını yapamayan insan boş insandır.

Gülün dikeni var diye üzüleceğine, dikenin gülü var diye sevin…

İnsanlara oldukları gibi muamele edersek, onları daha kötü kılarız. Eğer onları olmaları gerektiği gibi ele alırsak, olabilecekleri kadar iyi yaparız.

Akılsızlar hırsızların en zararlılarıdır. Zamanınızı ve neşenizi çalarlar.

Dünya güzeldir, ama bir şairin gözüyle daha da güzel olur.

Tanrılar bir şarkı için biz o şarkıya dönüşünceye kadar, bizden ne çok bedel alırlar!

İnsanın bilgisi arttıkça, huzursuzluğu da artar.

Eğer Tanrı başka türlü olmamı isteseydi, beni başka türlü yaratırdı.

Aşk imkansız olan birçok şeyi mümkün kılar.

Kardeşlerimi tanrı yarattı ama dostlarımı ben buldum.

Pusulanın sana doğru yol göstermesini mi istiyorsun , öyleyse onu yanındaki mıknatıslardan koru.

En iyi yönetim kendi kendimizi yönetmeyi bize öğretebilecek yönetimdir.

İnsan her gün ya güzel bir ses işitmeli, ya gönül açıcı bir kitap okumalı, yahut güzel bir şey dinlemelidir.

Ana-baba iyi terbiye almışlarsa, çocuklar da terbiyeli olur.

Bir tartışma sırasında, kızdığımız anda gerçek için uğraşmayı bırakır, kendimiz için uğraşmaya başlarız.

Bütün dikkatiniz kendinizdeyse mutluluğu garanti ettiniz demektir.

İnsan kendini yalnızca insanda tanır.

Niye ki bu bitmek bilmez yaratılış,

Yok olacaksa bir gün her yaratılmış! (Faust)

Bir insanı tanımak için neyi gülünç bulduğundan daha iyi bir gösterge olamaz.

Geleceğe bakmayı severiz çünkü önümüzde şekilsizce uçuşmakta olan olaylara dilediğimiz gibi şekil vermek isteriz.

Kalabalık bir toplantıda olup da, bunca insanı bir araya getiren şansın kendi dostlarımızı da bir araya getirmesi gerektiğini düşünmeden edemeyiz.

Ne kadar yalıtılmış bir yaşam sürerseniz sürün, haberiniz bile olmadan ya borçlu ya da alacaklı olursunuz…

Bize teşekkür borcu olan biriyle karşılaştığımızda hemen bunu düşünürüz. Teşekkür borçlu olduğumuz ve bunu hiç aklımıza getirmediğimiz kişilerle ise ne kadar sık karşılaşırız?

Başkalarına kendimizden söz etmek gayet doğaldır; başkalarının kendileri hakkında söylediği şeyleri, onların kast ettiği biçimde anlamaksa bir kültür meselesidir.

Duyduğumuz şeyleri başkalarına anlatırken onları tahrif etmemizin nedeni zaten başta tam anlayamamış oluşumuzdur.

Uzun süre konuşup da dinleyicilerine yaltaklanmayan kişi, hoşnutsuzluk uyandırır.

Söylenen her söz karşıtını kışkırtır.

Çelişki ve dalkavukluk; ikisi de sohbetin değerini düşürür.

En huzurlu toplumlar, üyeleri arasında karşılıklı güler yüz ve saygının eksik olmadığı toplumlardır.

Ahlaka aykırı unsurlar, hislerimizi rahatsız etmeyecek şekilde dile getirildikleri zaman, bunları gülünç buluruz.

Mantıklı insan sık sık gülünecek bir şey olmadığı halde güler. Onu kışkırtan her ne olursa olsun, verdiği tepki kendi iç huzurunu ifade eder.
Sağduyulu bir insan hemen hemen her şeyi gülünç bulur; bilge insansa hemen hemen hiçbir şeyi.

Yaşlı bir adam hala genç kadınlarla ilgilendiği için kınanınca şöyle demişti: ? Bir insanın kendini gençleştirmesinin tek yolu budur ve bunu yapmayı herkes ister.?

Hatalarımızın yüzümüze vurulmasından , bunlardan ötürü cezalandırılmaktan rahatsız olmayız, sabırla bunların acısını çekeriz; ama kendimizi bu hatalardan arındırmamız gerektiğinde sabrımız ortadan kalkar.

Bazı kusurlar bir insanın var oluşu için gereklidir. Eski dostlarımızın bazı tuhaf özellikleri ortadan kalkmış olsa bu hoşumuza gitmezdi.

Eğer bir insan kendi karakterine aykırı davranırsa ?Fazla zamanı kalmadı? diye yorumlarız bunu.

Hangi kusurlarımızı muhafaza edip, kendi içimizde dizginleyebiliriz? Diğerlerine zarar vermektense, onların hoşuna gidenleri.

Tutkularımız; ya birer kusur ya da birer erdemin daha şiddetli halleridir.

Büyük tutkular umutsuz birer hastalıktır. Onları tedavi edebilecek olan şey, onları gerçekten tehlikeli hale de sokabilir.

Tutkular itiraf edildiklerinde hem şiddetleri artar, hem de yatışırlar. Sevdiklerimize söylediklerimiz ve söylemediklerimiz arasında bulunacak bir orta yol, belki de başka hiçbir alanda bu kadar arzu edilir bir şey değildir.

Sanatçılar ve zanaatkarlar, bir insanın, tamamen kendine mahsus olan şeyleri bile kendine mal edemediğinin en açık kanıtını sunarlar. Sanatçının çıkardığı işler, doğduğu yuvayı terk eden kuşlar gibi elinden kaçıp giderler.

Ancak az şey bildiğimiz zaman bilgimizden emin olabiliriz.Kuşku,bilgi arttıkça artar.

Ne istediğini açıkça bilen, bıkmadan ilerleyen, amacına ulaştıracak araçları elde etmeyi ve kullanmayı bilen insana saygı duyarım; amacının büyük mü küçük mü olduğu, övülmeye mi yerilmeye mi değer olduğu benim için daha sonra gelir.

Büyük adamın dostları olabilir; ama o dost olamaz.

Dindarlığı, sofuluğu erek ve amaç sayan kişiler, çoğunlukla sahtekardır.

Hiç kimse, özgür olmaksızın kendini özgür sanan kimseden daha çok köle değildir.
Yığın, her yeni karşılaştığı önemli şeyde, "Neye yarar?" diye sorar; haksız da değildir. Çünkü o, bir şeyin değerini ancak yararıyla fark edebilir.

Cehaleti iş başında görmekten daha korkunç bir şey yoktur.

En boş insanlar kendilerine çok önem verirler, mükemmeller güvensizdir, kusurlu insan küstahtır; iyi adamsa ürkektir.

Açlık nasıl en iyi baharatsa, yorgunluk da en mükemmel uyku hapıdır.

Deliler ve akıllılar aynı derecede zararsızdır; yalnız yarı delilerle yarı akıllılar çok tehlikelidir.Onu sevmen doğaldı, ona evlilik vaat etmen bir delilikti; bir de sözünü tutmuş olsan iyice çılgınlık olurdu.

Pek çok şeye katlanmak zorunluluğunu, bir tek "evet" sözü doğurur.

Dünyada bu kadar çok hareketli şeyin arasında evliliğin sonsuz sürekliliğe dayanması, onun aksayan bir yanıdır.

İnsan kendine çok şeyler ister; ama pek azına ihtiyacı vardır.

Kadından şikayetçisin; bir erkekle öteki arasında sallanıp duruyormuş! Onu kınama; aradığı kararlı bir erkektir.

Dünya, görünüşe göre hüküm verir.Yaratılıştan sahip olup da erdeme dönüşemeyecek hiçbir kusurumuz, kusura dönüşemeyecek hiçbir erdemimiz yoktur.

Büyük ve akıllı ne varsa, azınlık olarak vardır.

Akıl zirvesinden aşağıya bakıldığında bütün hayat berbat bir hastalık gibi görünür, dünya ise bir tımarhane gibi.

İnsan dünyada hiç de vazgeçilmez olmadığını ne kadar erken anlasa azdır.

Bütün iyiler kanaatkardır.Teşekküre karşı isteksizlik, bir iyiliğin kaba ve sıkıcı bir çehreyle karşılanması çok enderdir ve yalnızca kusursuz insanlarda olabilir:

İnsanlar, gülünç buldukları şeyde olduğu kadar hiçbir şeyde karakterlerini ortaya koyamazlar.

Bilgelik yalnızca hakikattedir.

Bir başkasının büyük meziyetlerine karşı, sevgiden başka kurtuluş çaresi yoktur.
Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan kimse korkunçtur.

Şimdi şu ihtiyar yaşımda "Hypsistarier" denen (Kapadokya'da 4. yüzyıla ait) bir mezhepten haberdar oldum. Bunlar, putperestler. Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında sıkışmış kalmışlar.

Öğrendikleri en iyiyi ve en mükemmeli sevmek, ona hayranlık duymak, saymak ve Tanrıyla yakın ilişkide olduğu sürece de ona tapmakta olduklarını açıklıyorlar. Birden, karanlık bir çağdan içime şen bir ışık doğdu. Çünkü hissettim ki ben de ömrüm boyunca kendimi "Hypsistarier" olarak yetiştirmeye çabalamışım.Birkaç insan eğer birbirlerinden pek memnunlarsa, çoğunlukla emin olabiliriz ki yanılmaktadırlar.

İnsan hep olmadığı şeye özlem duyar.

Herhangi bir devletin niteliği hakkında en doğru bilgiyi veren, oradaki mahkeme ve ordunun niteliğidir.

Şimdiki zaman, taptığım tek tanrıçadır.

Herhangi bir devletin niteliği hakkında en doğru bilgiyi veren, oradaki mahkeme ve ordunun niteliğidir.

En huzurlu toplumlar, üyeleri arasında karşılıklı güler yüz ve saygının eksik olmadığı toplumlardır. 

Akılsızlar hırsızların en zararlılarıdır. Zamanınızı ve neşenizi çalarlar.

Düşünmek kolaydır, yapmak zordur. Dünyada en güç olan şey de düşünüleni yapmaktır.

En iyi yönetim kendi kendimizi yönetmeyi bize öğretebilecek yönetimdir.

Kendine hükmetmeyen uşak kalır.

Sağduyu, insanlığın dehasıdır.

Yüz çeşit şeyi yarım bilmektense bir şeyi tam bilip uygulamak insanı daha iyi yetiştirir.

Mantıklı insan sık sık gülünecek bir şey olmadığı halde güler. Onu kışkırtan her ne olursa olsun, verdiği tepki kendi iç huzurunu ifade eder.

Yapabilirsiniz. Çünkü yapmalısınız!

Faydasız bir hayat erken bir ölümdür.

Bir adamda azim olmazsa bilgisi ölüdür.

Yapabildiğiniz ya da düşünebildiğiniz her neyse, başlayın. Cesaretin dehası, kudreti ve büyüsü vardır.

İyilik, insanları birbirine bağlayan altın zincirdir.

Açlık, en akıllı balıkları bile oltaya getirir.

Mutlu insanlar tanıdım, bunlar sadece ne iseler o oldukları için mutluydular.

Tutkularımız gerçek anka kuşlarıdır. Eskisinin küllerinden bir yenisi doğar.

Yetenek, sükunet içinde ortaya çıkar. Karakter ise dünyanın fırtınaları içinde. 

24 Aralık 2014

Eric Hoffer - Kesin İnançlılar

 "Kesin inançlı" kendi siyasi, dini, felsefi inancının "mutlak gerçek" olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır. Hiç şüphesi, hatta merakı bile yoktur. Bu yüzden, okumuşlarında bile "cehalet havası sezilir."

Bu kitapta, ister dini hareketler olsun, ister sosyal devrimler veya milliyetçi hareketler olsun, bütün kitle hareketlerinde ortak olan bazı özellikler incelenmiştir. Bu kitap, bütün kitle hareketlerinin birbirinin aynı olduğunu iddia etmemektedir, fakat bazı temel karakteristikler kitle hareketlerinde öylesine ortaktır ki, bu onların aynı familya içinde görünmesine imkân vermektedir.

Bütün kitle hareketleri, taraftarlarında ölümü göze almak ve birlikte eyleme geçmek duygusu yaratır: ortaya koydukları program ve telkin ettikleri öğreti ne olursa olsun, bütün kitle hareketleri aşırılığı, gayreti, parlak umudan, nefreti ve hoşgörüsüzlüğü körükler: bütün kitle hareketleri hayatın belirli bölünmelerinde güçlü bir faaliyet akışı yaratmaya muktedirdir ve körü körüne bir inanç ve sadakat ister.

Öğreti ve ilham yönünden ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, bütün kitle hareketleri ilk taraftarlarını aynı tip insanlar arası ndan seçer ve aynı düşünce tarzındaki insanlarla ilişki kurar.

Her ne kadar aşırı Hıristiyan, aşırı Müslüman, aşırı milliyetçi, aşırı Komünist ve aşırı Nazi arasında belirgin farklar bulunmaktaysa da, bunları harekete geçiren aşırılığını aynı kökten geldiği kabul edilebilir. Bunların etki alanını genişletmeye ve dünya egemenliğini ele geçirmeye doğru iten güç için de aynı şekilde düşünülebilir. Kendini adamak, inanç sahibi olmak, iktidar peşinde koşmak, birleşmek ve nefsinden feragat etmek gibi duyguların ortak noktaları vardır. Kutsal amaçların ve öğretilerin içyapısında büyük farklar mevcut olmasına rağmen, bunları etkili hale getiren etkenlerde büyük benzerlik vardır. Hıristiyan öğretisinin etkisine ait nedenleri gören bir kişi aynı zamanda komünist, Nazi ve milliyetçi öğretinin etkisine ait nedenleri de görmektedir. İnsanların uğrunda öldükleri kutsal amaçlar birbirinden çok farklı olsa bile, o insanlar esas itibarıyla aynı şey için ölmektedirler.

Bu kitap temel olarak, kitle hareketlerinin aktif olan dönemiyle ilgilenmektedir. Bu dönem, kesin inanç adamının (diğer bir deyimle, hayatını kutsal saydığı bir amaç uğruna feda etmeye hazır olan kişinin) yürüttüğü dönemdir ve bu kişinin nasıl doğduğu ve karakterinin ne olduğu incelenmeye çalışılmıştır. Bunun için geçerli bir kuramdan yararlanılmıştır. Bütün kitle hareketlerinin ilk taraftarları arasında hayal kırıklığına uğramış kişilerin çoğunluğu oluşturması ve bunların genellikle kendi gibi olanlarla birleşmesi gerçeğine dayanarak farz edilmiştir:

1) Hayal kırıklığının bizzat kendisi, kışkırtıcı hiçbir dış etkiyi gerektirmeksizin, kesin inanç adamının kendine özel karakteristiklerinin çoğunu yaratmaya yeterlidir;

2) Etkili bir saptırma tekniği, temel itibarıyla, hayal kırıklığına uğramış kişilerdeki kolayca eğilim gösterme ve uyma yeteneğini, istenilen yönde eğitmek ve o yönde tespit etmekten ibarettir.

Bu varsayımların gerçekten geçerli olup olmadığını denemek için, hayal kırıklığına uğramış kişiyi etkileyen kötü durumları, bu tepkilerin kesin inanç adamının tepkilerine uygunluk derecesini ve nihayet, bu tepkilerin bir kitle hareketinin doğuşu ve yayılışını ne şekilde kolaylaştırdığını incelemek gerekmiştir. Ayrıca, saptırma tekniğinin geliştirildiği ve fiilen uygulandığı çağımızdaki kitle hareketlerinin geçtiği yolları incelemek ve bu suretle bu saptırıcı kitle hareketlerinin taraftarlarını kasten hayal kırıldığına sevk ettiği ve böylece onların eğilimlerini otomatikman kendi çıkarları yönünde geliştirdiği görüşünün doğru olup olmadığını araştırmak gerekmiştir.İçinde yaşadığımız bu günlerde, kesin inanç adamının tepkilerine uygunluk derecesini ve nihayet, bu tepkilerin bir kitle hareketinin doğuşu ve yayılışını ne şekilde kolaylaştırdığını incelemek gerekmiştir. Ayrıca, başarılı saptırma tekniğinin geliştirildiği ve fiilen uygulandığı çağımızdaki kitle hareketlerinin geçtiği yolları incelemek ve bu suretle bu saptırıcı kitle hareketlerinin taraftarlarını kasten hayal kırıklığına sevk ettiği ve böylece onların eğilimlerini otomatikman kendi çıkarlan yönünde geliştirdiği görüşünün doğru olup olmadığını araştırmak gerekmiştir.

İçinde yaşadığımız bu günlerde, kesin inanç adamının içgüdü ve tepkileri hakkında bir bilgi sahibi olmak çoğumuz için gerekli bir durum almıştır. Her ne kadar içinde yaşadığımız çağ, dinsiz bir çağsa da inançsız olma yönünden durum tam tersinedir. Kesin inanç adamı her yerde yürüyüşe geçmiştir ve gerek saptırma ve gerekse düşmanlığı tahrik etme yoluyla dünyayı kendi hayaline uygun bir hale sokmaktadır. Bizler onun tarafına geçecek de olsak, o nun karşısına çıkacak da olsak, kesin inanç adamının bünyesini ve potansiyelini elimizden geldiği kadar tanımak bizim yararımızadır.

İhtiyatlı olmak yönünden bir konuyu daha eklemek herhalde gereksiz sayılmamalıdır. Kitle hareketlerinin familya benzerliği nden söz ettiğimiz zaman, “familya” kelimesini, canlıların tasnifi anlamında kullandık. Domates ve köpek üzümü aynı familyadandırlar. Her ne kadar bunlardan biri besleyici, diğeri zehirliyse de her ikisinde de aynı olan birçok morfolojik, anatomik ve fizyolojik özelliklerdeki benzerlikleri, biyoloji bilgini olmayan bir kişi bile görebilir. Kitle hareketlerinin birçok ortak özelliği olduğu varsayımı, bütün kitle hareketlerinin aynı eşitlikte yararlı veya yıkıcı olduğu anlamına gelmez. Bu kitap ne bir yargıya varmakta, ne de bir tercih yapmaktadır. Bu kitap sadece açıklamaya çalışmakta ve her biri bir kuram olan açıklamalar kesin bir tonda yazılmış izlenimini verseler dahi, birer tarif ve tartışma niteliği taşımaktadır. Bu konuda Montaigne’in bir sözünü benimserim. “Bütün söylediklerim karşılıklı bir sohbettir ve hiçbiri öğüt niteliğinde değildir. Bu kadar serbest konuşabiliyorsam bu, başkalarını kendime inandırmak zorunda olmadığım içindir.”         

Çevirmen: Erkil Günur 

Özdemir Asaf - Çizgi

Kendimi sileceksem, bilirim sende varım.
Senin ben yarısıyla seni ben tamamlarım.
Seni sende bütünler, sana sende inanır,
Seni sende silerim, seni bende yazarım.
 

Lao Tzu - Bilinmeyen Öğretiler

 

“Bıçağı tutan, parmak uçlarında Tao’yu bulacaktır” M.Ö VI. Yüzyıl civarında Çin’de yaşamış olan Lao Tzu’nun Kaknüs Yayınları’ndan çıkmış Öğretiler (Tao Te King) adlı kitabı, en çok çevirisi yapılan ve üzerinde en fazla konuşulan yapıtlardan biridir. Kültürel sınırların ötesine geçmiş olduğu için saygı duyulan bu kitabın Lao Tzu’nun tek kitabı olduğuna inanılır. Ancak Lao Tzu’nun, aydınlanma ve üstadlık konulu sözlü öğretileri Bilinmeyen Öğretiler (Hua Hu King) adlı bu kitapta toplanmıştır.

Bu kitaptaki son derece güçlü ve önemli öğretiler, sıradan insanlar için kutsal diyarlara gitmekte kullanılacak sözlü bir yol haritasıdır. Kitap, Çin’deki politik kargaşa döneminde yasaklanmış ve tüm nüshalarının yakılması emredilmiştir. Kutsal metinlerin öğretmenden öğrenciye sözlü olarak aktarımı geleneği olmasaydı, bu öğretiler belki de tamamen kaybolacaktı. Tao’cu üstad Ni Hua King, 1976’da Çin’den göç ettikten sonra, bu öğretilerin elindeki nüshasını Batı dünyasıyla paylaşmıştır.

“İlâhlara ve dinî kurumlara
Lâtif hakikatin kaynağı olarak tapınma!
Böyle yapmak
Tanrı ile kendi arana aracı koymaktır.
Ki bu seni
Göğsünde saklı olan hazineyi
Elde etmek için
Dışarıya göz diken dilenciye benzetir.
Tao’ya tapınmak istiyorsan
Önce onu kalbinde keşfet!
O zaman tapınman anlam kazanacaktır.”

Bu kitap, bilgelik yolunda ilerlemek isteyenlere çok şey vaat ediyor

22 Aralık 2014

Fakat en önemlisi, bazısı da içindeki en iyi yanları ortaya çıkarmanı sağlayacak. İşte o daima yanında tutmaya değer olan olacak.

Yaşamın boyunca tanıştığın her insanın aslında bir amaca hizmet ettiğini anlayacaksın. Bazıları senin imtihanın olacak, bazısı seni kullanacak, bazısı sana öğretecek...Fakat en önemlisi, bazısı da içindeki en iyi yanları ortaya çıkarmanı sağlayacak. İşte o daima yanında tutmaya değer olan olacak.

 "You will realize that every person you meet in your life actually serves a purpose. Some will be your test, some will use you, some will teach you...But most importantly, some will help you bring out the best in you. That will always be the one worth keeping by your side." 

Read more at: https://dailyinspirationalquotes.in

" Hayatta, tanıştığınız herkesin bir rolü olduğunu anlayacaksınız. Bazıları seni sınayacak, bazıları seni kullanacak, bazıları seni sevecek ve bazıları sana öğretecek. Ama gerçekten önemli olanlar, içinizdeki en iyiyi ortaya çıkaranlardır. Neden buna değdiğini size hatırlatan nadir ve harika insanlar."

Bizim de bir bildiğimiz var - Edip Cansever

Bir durgunluk ki nasıl 
Ama anlıyorum her şey bu durgunluktan kopacak 
Bekleyelim kalbim 
Alışalım şimdiden 
Nasıl mı, ne zaman mı? 
Bizim de bir bildiğimiz var, gök.

Ahmet Telli - Soluk Soluğa


  I
Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı
ama atıldı yine de yeni serüvenlere
Vakti olmadı acıların hesabını tutmaya
durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı

Yangınlarla geçti ömrü ve hep yalnızdı
-ki onlar daima birer yalnızdırlar

Nerde doğmuştu ve ne zaman kopup
gitmişti o kentten anımsamıyor artık
Hangi sokaktaydı ilk sevgili ve halâ
sürüp gider mi ilk öpüşmenin esrikliği
Gizlice buluşmaya gelen ve ölürcesine
korkular geçiren o kız nerdedir şimdi
Sensiz olursam yaşayamam diyen
o liseli kız hangi kentte geldi
ve o sarışın
o afeti devran bekler mi hâlâ
atlas yataklara sererek yaşamanın anlamını

Üşüten bir acıydı belki her ayrılık
her yolculuk yangınların başladığı yereydi
ama vakti olmadı hesabını tutmaya
aşkların, ayrılıkların ve anıların
İstese de kalamazdı vakti gelince
geyik sesleri yankılanınca yamaçlarda
yürek burkulması ve hüzün ve keder
aralıksız doldururdu acıların bohçasını
Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği
içinde kıpırdanıp durur ufuk çizgisi
Ay bile soğuktur o zaman
bir buz parçasıdır
Çaresiz çıkılacaktır o yolculuklara
Ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler
Biraz da serüvendi yaşamak
belki yatkındı büyük yolculuklara
ki serüvenler daima büyük aşklar
ve büyük yolculuklarla başlar
Anıları, aşkları ve bir kenti
bırakıp gidebilirdi apansız
Apansız başlardı yolculuklar
hangi saatinde olursa olsun günün
ve hep kar yağardı nedense
durmadan kar yağardı yol boyunca
ve nasılsa yok olup giderdi hüzün
kent görünmez olunca arkada
Ne bir veda sözcüğü dökülürdü dudaklarında
ne de dönüp bakardı geriye bir kez olsun
 
Ne zaman yollara düşse biterdi acılar
gül yüzlü sular fışkırırdı toprağın karnından
kavaklarsa oynak bir çingene kızı
her kıpırdanışında açılıverir uzun ince bacakları
Mekân tutmak ve her akşam aynı ufukta
güneşin batışını görmek ölümdür biraz
ölümdür biraz hep aynı yatakta
aynı kadınla sevişerek sabaha varmak
Kitapları hep aynı raflara sıralamak
aynı eşyayı kullanmak eskimektir biraz
soluk soluğa yaşamalı insan
her sabah yeni bir şeyler görebilmeli
ve cehenneme dönse de bütün bir ömür
mutlaka bir şeyler değişmeli her / gün

Ey o büyük yolculukların ürperten heycanı
okyanus dalgalarının sesleriyle dol bu ömre
ölüme ve aşka durmadan kement atan
serüvenlerle geçsin yaşamak

Buz tutmuş bir dünya ortasında
yollara düşerdi
dolardı yüreğine
çıkarıp atardı o zaman deli bir ırmağa
ne kalmışsa bir önceki serüvenden

Soluk soluğa yaşardı kentleri, aşkları
bağlanacak kadar kalmadı hiçbirinde
pervasız bir acemi, bir çılgın
soyu tükenen bir bilgeydi belki

O yalnız kaybetmesini öğrendi ömründe
avucundan dökülen kum taneleriydi her şey
ne bir serseriydi ne de yılgın bir savaşçı
ama kendi kafasıyla düşünen ve hakkında
ölüm fermanları çıkarılan biriydi belki
Sevince deli gibi severdi
pervasız severdi sevince
dövüşmek ancak ona yakışırdı
ona yakışırdı aşklar ve yolculuklar
yoktu bağlandığı herhangi bir şey
bulutlar gibi çekilip giderdi seslerin arasından

Ne bilir ömrün değerini bir çılgın
yalnızca kendini yaşamayı nerden bilebilir
ve başarısız eylemler çağında o
kaçabilir mi binlerce kez ölmekten

Yerleşik yargıları olmadı hiç
kurmadı güzel gelecek düşleri
nerde bir yangın, nerde tehlike
o mutlaka ordaydı birdenbire
Dinsizdi, özgür sayılırdı belki
ama bağlanmadı özgürlüğe de
Hiçbir yerde yeterinden çok kalmadı
beklemedi anılar sarnıcının dolmasını
şikayetsiz yaşadı yaşadığı her günü
yoktu yüreğinde pişmanlıkların izi
Ayrıntıların izi kalmamış artık
üst üste yaşanmamış ayrılıklar
ve bir bulut gibi sıyrılıp gidilmiştir
dağların, denizlerin üzerinden
Geride kalan ne varsa soluktur şimdi
titreyen kandiller gibi sönmek üzeredir
(ve her yıl biraz daha harabeye dönen
o eski konaklar gibidir anılar
gül bahçeleri, sessiz koru ve orman
yabanıl otlar içinde kaybolur gider)
Belki bir sağanak boşanır apansız
yüzyıllık bir yağmur başlar
ve sinsi bir hastalığa dönmeden alışkanlıklar
yok olup gider her şey, belki kül olur
Hırçın bir okyanustur yürek
dar gelir ufuk ve mutludur çevreni
anılarsa birer çıban izidir
yaşanmaz onların ölgün gölgesinde
Durgun bir su gibi aktı mı yaşamak
ve zaman uysal bir kısrak gibi dinginleşti mi
anısız kalınmıyor artık ne yapılsa
kuşatıyor yolları, aşkı ve ömrü
bekleyişleri kemiren çakal sesleri
Oysa bütün köprüler yakılmalı ayrılıklar vakti
ve herhangi bir şeyle eşit olmaksızın
yollara düşmeli habersiz ve sessiz
Çürük bir diş gibi kanırtıp kentleri
dünyanın ağzını kanlar içinde bırakmalı
Bir ömrün olgunlaştıramayacağı
acemilikler toplamı ve bir çılgın
boyun eğmedi kendine bile
seçme zorunda kalmadı yaşamayı

Nasıl bağlanmadıysa yere ve zamana
bağlanmadı kendine de ömür boyu
dağlara tırmanan atlar gibi
suluk soluğa yaşamak istedi dünyayı
bir şahan gibi bulutlara kurdu
dumanlı sevdaların yörük çadırını
sıradan bir gezgin değildi hiç
dövüşür gibi yaşadı yolculukları
belki korkusuz sayılmazdı büsbütün
korkardı korkulara düşmekten zaman zaman

Ve bütün gemileri yakıp
yollara düşerdi o hep aynı ıslıkla
mutlu muydu, hiç düşünmedi böyle şeyleri
umutlardansa nefret etti daima

Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı
ama atıldı yine de yeni serüvenlere

Pervasız acemi, bir çılgın
soyu tükenen bir bilgeydi belki

Ama bir şey vardı yine de
başarısız ihtilallerden kendine kalan

Soluk Soluğa II

Büyük aşklar yolculuklarla başlar
ve serüvenciler düşer bu yollara ancak

Onlar ki dünyanın son umudu
soyları tükenen birer çılgındırlar

Ama yaşarlar dünyanın dört bir yanında
Ölümle alay ederler sanki

Nerde beklenirse ordaydılar
bir kez bile gecikmediler ömür boyu

Neydi onları ordan oraya
savurup duran şey

Onları daima yalnız kılan
neydi bu yaşam denilen gürültüde

Her dilden bir adları vardı onların
ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar

Sarışındılar belki de esmer
yani birçok yüzün bileşkesi

Ne altın arayıcısıydılar
ne de aylak bir gezgin

Vurulup düşseler de her kuşatmada
serüvencidir onlar ve hiç ölmezler

Ki onlar hep yalnızdır ve her nasılsa
Bulurlar heder olmanın bir yolunu

Onlar ki bu dünyada
kahraman olmaya mahkumdurlar

Sislenen anılar kaldı bize onlardan
renkleri bozulup duran solgun anılar

Nasıl yazmalı ki silinip gitmesin
bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna

Bileği güçlü ve gözüpek avcılar mıydı
onları kuşatıp yeryüzü cennetinden atan

Yoksa kendini tüketen hüzünler miydi
vurulup düştükçe ışığını karartan

O serüvenlerin günlüğü tutulmadı
yazılmadı o insanların destan şiiri

Parça parça ettirilseler bir kartala
(ki sanırım böyle oldu sonları)

Fışkırır yüreklerinden
başarısız ihtilallerin yangınları

Bedri Rahmi Eyüboğlu - Dostluk

Olur mu böyle olur mu?
Olur dost
Sıktırıcı bir çalım

Şaşı bir kibir

Bir afra bir tafra
Ciğeri beş para etmez yersiz bir gurur
olur böyle şeyler olur
Gururun bu kadarı ebegümecinde de bulunur
Dostluk dediğin güzel bir kitap
Hava gibi
Su gibi
Ekmek gibi
Vazgeçilmez bir tad
Sonuna kadar dayanmak şart
Dostluk dediğin eşsiz bir kitap 
Sevmediğn sayfaları varsa
Atla
Sayfayı kökünden yırtmak şart mı
Dostluk dediğin kiralık at mı
Dostluk dedğin taksi mi
Dilediğin zaman açan mı
Dostluk dediğin çok nazlı bir kuş
Kapıp da kaçan mı
Gözünün bebeği gibi korumak marifet
Dostluk dediğin nadir bir kuş
Huyuna suyuna dikkat
Bir kez kuyruğu titretti mi
Diriltene mükafat

İnci Aral Aşk Ölüyor mu?

Geçen hafta boşanmaların çığ gibi arttığı haberi vardı gazetelerde. Yakınım olan bir genç kadınla konuşuyoruz. Birkaç yıl önce boşandı, çalışıyor, küçük kızını annesinin yardımıyla büyütmeye çalışıyor ve başlangıçta yaşadığı güçlükleri aşmış görünüyor. Çevresindeki eğitimli genç kadınların aşk, vefa ve sadakat bulamadıklarını, arayışlarının hep hüsranla bittiğini ve gel geç ilişkilerden bunaldıklarını anlatıyor. Yaşıtlarının çoğu gibi aşk yerine ilişki sözcüğünü kullanması dikkat çekici. Aşk bir hayal, özlenen ama ender bulunan bir olgu artık. Birçok kimse bir başkasının sorumluluğunu sevgiyle, içtenlikle üstlenmek, gelecek sözü vermek istemiyor. Birlikteliklere bencillik egemen. Oysa aşk bir insanla bir gelecek tasarlamaktır.

Yakınım, çevresindeki kadınların erkeğini elde tutmak için fazlasıyla özveride bulunmak zorunda kaldıklarını söylüyor. Mutlu olmasalar da yalnız kalmaktan, boşanmaktan ve konumlarını kaybetmekten korkuyorlar ve birçoğu, erkeğin sadakatsizliğine, kayıtsızlık ve hayatı paylaşma tembelliğine razı oluyor.

Sadakat, kişinin birlikte olduğu insana verdiği önem ve değerle, duygusal eğitimle ve seçtiği yaşam biçimiyle yakından ilgili. Kadınlarsa aileyi korumak ve sürdürmekte daha verici ve cömert. Öte yandan özgür kadın yalnızlığı daha yoğun yaşıyor. Her iki cins için de günümüzün duygu yoksunu hızlı ilişkileri doyurucu olamıyor. Sürekli yenilik arayan ruhlar boş, yaralı. Çünkü seçici davranılmadığında özgür cinsellik sürüklenme durumuna kayıyor ve bir süre sonra insanı yorup hırpalamaya başlıyor.

Kadınların çoğu hâlâ, bir erkeğe sonsuza kadar bağlanarak küçük aile mutluluklarıyla yetinebileceklerini sanıyor, ama er geç düş kırıklığına uğruyorlar. Çünkü yetenek ve donanımı olmayan insan özgür olamıyor. Ayrıca özgürlük farkındalık ve bilinçle yaşanabilirse değerli ve güzeldir. Cinsellik muhteşem olabilir, ama özgürlük tek başına bedenle ilişkisi içine sıkıştırılmışsa özellikle erkekten daha duygusal olan kadın için büyük bir yanılsamaya, tuzağa dönüşebilir.

Sadakatsizlik eskiden daha gizli kapaklı yaşanıyordu ve kadın için namus sorunu sayılırken erkeğe belli ölçüde hak görülebiliyordu. Günümüzde iki taraf için de yaralayıcı olan, ama ilişki biçimlerinin değişmesiyle çok sık karşımıza çıkan bu durum çözümü olmadığı için çok konuşuluyor ve herkesi uğraştırıyor. Kabul etmeli ki uzun birliktelikler zamanla bağımlılığa dönüşüyor ve çoğu kez aşk bitince sadakat de bitiyor. Küçük bir ihmal ise aldatıldığınızı görmeye, anlamaya yetiyor. Zaten sadakatsizlik uzun süre gizlenemez. Sadece internet ya da telefondan değil, sevilenin uzaklaştığı her halinden anlaşılabilir.

Aşk, özlemek, beklemek, bu arada duygularla savrularak kendini ötekine açma ve onu keşfetme tutkusudur. Hayatın, duyguların hızla değiştiği, aşırı iletişimin çabuk bıkkınlıklar doğurduğu günümüzde bu keşif yolculuğu başlamadan sona eriyor. Heyecanı diri tutmak için sürekli yeni birileri aranıyor ve bu da duygusal aşınma ya da nasırlaşma ve körlük yaratıyor. Yazık! Çünkü aşk insanın en en sarsıcı, en olağanüstü deneyimidir. 
 
İniş çıkışlarla dorukta yaşanan ve insanlık hallerini zengin bir biçimde ortaya koyan güçlü bir duygu oluşuyla aşk, sanatın ve edebiyatın ana konularından biridir. Sevgi, bağlılık, sadakat, özveri gibi zaman içinde değişebilen insani duygular ve birine sonsuza kadar sahip olmanın olanaksızlığı büyük eserlere ve romanlara konu olmuştur. Günümüzün sade suya tirit sözde aşk romanları ise yaşanamadığı ölçüde yetersiz, sıradan ve sığ.
19.4.2011

Nietzsche Seçme şiirler

Gidene kal demeyeceksin...
Gidene kal demek zavallılara,
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak ettiğinden fazla değer verme,
Yoksa değersiz olan hep sen olursun...

Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu, sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter…
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tükenme...

Tükettirme içindeki yaşam sevgisini...
Ya çare sizsiniz ya da çaresizsiniz...


Öyle bir hayat yaşadım ki, cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki, tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum.
Oynadım... Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum, okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazı evimde, hem kızdım hem güldüm halime.

Sonra dedim ki, söz ver kendine,
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan, düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.

Öyle hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan, anladım. 

18 Aralık 2014

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum  
Ben bu coşkulu havaya gene biraz melankoli getirmek zorun  da kalacağım. Onun için hepinizden özür dilerim. Batı kültürü ve batının bizi nasıl etkilediği seminer konusu kapsamında olduğundan. İlkin biraz buna değineyim. Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim. Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote'yi, Steinbeck'i okudum. O zamanlar batı, Yakındoğu ve Asya gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum. Üçüncü dün  yayı da bilmiyordum. O zamanlar üçüncü dünya kavramı belki de daha oluşmamıştı. Ama Steinbeck'i taşrada, on yaşımda bulduğuma göre, nasılsa diğer yazarları da bulacaktım. Ama kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taş  kınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını -az da yazsa- sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım. Batı kültürünün düşüncelerimi ne denli etkilediği konusuna gelince: Dünya edebiyatını Almanca okuyorum. Bu nedenle edebiyat ufkum çok geniş oluyor. Türkçeye çevrilmemiş birçok yazar Almancaya güzel çevirilerle çevrilmiş. Bunları hazır bulabiliyorum. Bunun yanısıra tabii ki okuduklarımdan etkileniyorum. Ama düşüncelerimi ve beni biçimlendiren olgu, yalnız tek başına batı, batı edebiyatı, batı felsefesi, batı düşüncesi olamaz. Çünkü ben 38 yaşındayım ve 38 yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorum. Zaman zaman iki dilde düşündüğüm oluyor. Çünkü Almancayı çok iyi öğretmişler bana. Rahibe disiplini ile. Bazan Almanca 
düşüncelerimi aynı güçte Türkçe söyleyebiliyor muyum diye, kafamda kendi kendimi sınıyorum. Çünkü benim için en önemli dil Türkçedir. Çevirdim mi, demek Türkçeden hiç uzaklaşmadım diye mutlu oluyorum. Çok öfkelendiğim zaman Almanca homurdandığım oluyor. İki dil bilmekten kaynaklanan, sığınacak bir dünya aramanın alışkanlığı mı? Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve sıkın  tılardan çok şey öğrenileceğine inanıyorum. Hani bir İsviçre dağ köyünde, İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakarak yaşayan insanlar tanıdım. Ben, bu tür bir yaşamı mutluluk saymıyorum. Beni etkileyen, yaşadı  ğım ülkenin ve batı ile bağların oluşturduğu ikilik'tir. Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıy- rılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına ala  bilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çün  kü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olma  sıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sev  diğim üç yazarın, üç cümlesini -benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için- edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarmı çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım: "Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim ka  derim." Italo Svevo (Zeno'nun Bilinci romanından) "İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, 'bunu yaptım', 'şunu yaptım', 'yedim, içtim' demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu." Cesare Pavese (Yeni Ay romanından) "İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışı  yor... Ne garip, insan keşfetmeye görsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor." Djuna Barnes (Gecenin Uzantısı romanından). Bir cümle de ben eklemek istiyorum: "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum".

Ölüm Bir Olay, Önemli Olan Sevginin Güzellikleriydi Bütün gece yağmur yağdı. Bütün gece Sevgi'yi [Soysal] düşündüm. Günlerdir, aylardır düşündüğümden daha çok. Güzel, sevimli yüzünü, beyaz tenini, konuşurken kızaran yanakları  nı, ince içten sesini, küçük, kahverengi cin gibi gözlerini, hafif dalgalı saçlarını, beyaz ellerini, kısa tırnaklarını, kışları giydiği Alman malı kaim botlarını, metal düğmeli, beyaz Bavyera paltosunu bile düşündüm. Elinden eksilmeyen sigarasını, içki kadehini tutuşunu, neşeli gülüşünü, alaylı anlatışını, zeki şakalarını, bazen 
 duyarlılıkla yaşaran gözlerini defalarca düşündüm. On üç yıl önce "Yeni gelin" gittiğim Ankara'da aynı apartmanda oturu  yorduk. Gecelerimiz çoğunlukla birlikte geçiyordu. 
Bana çok şeyler öğretti. "Bak şimdi yeni evlisin ama, daha ne aşklar yaşayacaksın... Âşık oldukça güzelleşecek, gençleşeceksin" dedi. Ne güzel düşünce! Sevgi her gün aşkla yaşayan bir in  sandı, bütün çevresini eğitti, bütün çevresine daha akıllı ol  manın, olaylara şakacı bir gerçekçilikle bakmanın yollarını gösterdi. Çok çeşitli olaylar yaşadı. İnsanüstü zekâsı, algısı ve yorumuyla büyük insan olmayı başardı. Annesi Alınandır. Çok iyi Almanca bilir. İngilizce bilir. Para kazanmak için yıllarca Alman firmalarından sonra TRT'de çalışmış; Brecht, Frisch gibi Almanca yazan ünlü yazarları Türkçeye çevirmiş, ardından kendi çalışmalarına daha da yoğunlukla eğilmişti. Şiirler, öyküler, romanlar yazdı. Gazete sayfalarında günlük makaleler; 12 Mart döneminde yattığı hapishane koğuşlarını yazdı. Boğucu, karanlık, beton yığını Ankara'da durmadan, bıkmadan çalıştı. Onun için kent önemli değildi. Önemli olan insandı. İnsanın sömürülmeden insanca yaşaması, herkesin akıl ve yeteneklerinin yerini bulmasıydı. O, halkın kurtuluş savaşma aklı ve gözüyle katılan gerçek bir fikir işçisidir. Yaşamı avucunun içine almış, ona yön veriyordu. Sevgi güzel kadındı. Evi, giysileri, ayakkabıları, çantası bile her zaman güzeldi. Uzun yürüyüşleri sever, küçük kır çiçeklerini sever, pazar günleri çocuklarına güzel meyvalı pastalar pişi  rirdi. Kendi sorunlarından hiçbir zaman yakınmaz, yalnızca alaylar, espriler, ardı kesilmeyen akıl oyunları yapardı. Bit  meyen kadınlığıyla sanki yüz çocuk doğurabilir, bin erkeği baştan çıkarabilirdi. Bence bu da çok önemli bir nitelik. Zaten o güzellik, akıl, beceriklilik, verimlilik gibi kadınsı niteliklerin yanı sıra, yorulmazlığı ve tuttuğunu koparıcılığı ile bir erkeğin özelliklerini de bünyesinde toplamıştı. Yalın diliyle Türkiye'nin durumunu, çağdaş insanın 
sorunlarını öylesine zeki ve başkaldırıcı bir edebiyatla anlatıyor ki, yazdıklarının ileri kuşaklarda daha büyük kitleler tarafın  dan okunacağı kesindir. Özgürlüğün, bağımsızlığın, aydınlık düşüncenin, mutluluğun yollarını açıp göstermiştir. Ölüm bir olay. Önemli olan Sevgi'nin güzellikleri, Sevgi'nin yaşamı, Sevgi'nin yapıtları. Önemli olan Sevgi'nin kü çük yavrularına bütün küçük yavrulara bıraktığı devrimci düşünce, ileri yaşama örneği. Önemli olan insanlarımızın yıllar yılı onun sesini duyacağı...Bu nur yüzlü, güzel, büyük kadının sesini! 
27 Kasım 1976

Kadınlarımız 
Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüz  yılı bir arada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden Batıya bağımlı...Ama bir İslam ülkesidir. Bu durum da halkı başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir. Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz? Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini ısıtmak için, Harbiye'de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler. İstanbul'un ortasında, Hilton Oteli'nin karşısındaki sokakta. Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir genelleme yok ki...Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba...Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır. Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış, Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş... Ve bu kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir? Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, "kadın sorunu" söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır. Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir. Üstelik son on yılda Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, "beyin yıkama" politikası ile, köy kadınının karşısına bile Dallas gibi bir Amerikan filmiyle çıkabilme cesaretini göstermektedir. Renkli basın, reklam filmleri, fotoroman ticareti var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için, sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bilinçsiz insanları, yanlış yaşam biçimlerine özendirmeye çalışmaktadır. Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir. Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insan  larının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip, belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir, işte ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş hayatı, hem kendi iç dünyası hem özyaşamı için bilinçlenmek zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çaba  layıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada "kendi paçasını kurtarmak" terimi, artık çağdaş dünya insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi bir ülkenin insanı ise. Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır. 
Halkçı

Tarkovski: "İnsanlar ve Politikacılar Kendi Yarattıkları Sistemin Tutsağı Oldular" Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, 10 Temmuz 1984 günü Milano'da yaptığı basın toplantısında, artık ülkesine dönme­ yeceğini, ancak hangi ülkede kalmak istediğine henüz karar vermediğini açıkladı. 52 yaşındaki yönetmen, 20 yıllık sine­ ma uğraşında altı büyük film gerçekleştirebildiğini, ülkesini, dilediği yoğunlukta çalışma olanaklarına erişemediği için terk edeceğini açıkladı. Tarkovski, 18 aydır İ talya ve İsveç'te çalışmakta, ayrıca 1983 sonbaharında Londra Covent Garden Kraliyet Operası'nda Mussorgski'nin Boris Godunoıv'unu sah­neleyerek, sanat yaşamında ilk kez opera yönetti. Sinemaya görüntü, müzik, kurgu, resim, happening sa­natları yanı sıra, derin bir edebiyat ve felsefe birikimi geti­ren, Batılı yazar-yönetmenler Fellini, Bergman, Herzog, Fass- binder, Bunuel, Saura, Bili Douglas'la karşılaştırıldığında Tarkovski'nin yalnız kendi birikimini değil, tüm Rus yazını­nın birikimini sinemaladığmı saptıyoruz. Tarkovski, hem sosyalist, hem de kapitalist düzeni yadsı­dığını, her iki düzene de filmsel şiirle karşı çıktığını söylüyor. "Neşeli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok. Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir, çocuk­lar ya da çok yaşlılar. Ama neşeli insanlar hiç de bu nitelikte değil. Kanımca neşe, insanın ancak çevresini, içinde yaşadı­ğımız koşulları kavrayamamasından kaynaklanıyor". "Nos- talghia", diyor Tarkovski "yalnızca memleket hasreti değil. Rusça'da nostalghia bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamı­ na gelir. Andrei, ülkesinden uzak bir hastalığa tutulmuştur. Giderilmesi olanaksız bir özlemin hastasıdır. Neyi özler? Ger­çeği, gerçek yaşamı özler." (Tarkovski'nin Le Monde'da yayım­ lanan konuşmasından.) Kasım 1983'te, gazeteci ve psikiyatrisi İrena Brezna, (Ba- sel) Tarkovski ile Londra'da (belki Rusça bildiği için) bir söyle­şi yapmayı başarmış. Gazetecinin yönelttiği güncel feminizmi vurgulayan sorulara hiç katılmıyorum, ancak Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için de ilginç bulduğumdan bu söyle­şiyi çevirmek istedim. 
Brezna: Sovyetler Birliği'nde ünlü olmanızın mutlak bazı ayrıcalıkları var, sakıncaları da var mı?
Tarkovski: 
Ünlü olmak ve tanınmak gibi konular beni hiç ilgilendirmiyor. Kendi ünüm konusunda hiç kafa yorma­dım. Ün, benim için anlamsız. 
Brezna: Sanki ün sizi rahatsız ediyor. İlişkilerden kaçmı­ yorsunuz. Hemen hemen hiç görüşme yapmıyorsunuz. 
Tarkovski: Gazetecilerle görüşerek, şöhretlerinden ya­ rarlanmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. Aksine hiç sevmem söyleşileri. Yaptığım söyleşilerden sonra yayımlanan konuşmaların hiçbirini beğenmedim. Beni övdükleri için de­ğil, konuştuğumuz dışında, bambaşka şeyler yazdıkları için. Ünümden dolayı ilgi çeken bir kişi olma duygusu, beni her zaman tedirgin ediyor. Adeta öfkeleniyorum. 
Brezna: Konuşmamızın çıkış noktasının hiç de iç açıcı ol­ madığım mı anlatmak istiyorsunuz?  
Tarkovski: Hep böyle. Yapılacak bir şey yok. Zaten çıkış noktası ne demek? Siz ve benim için böyle bir şey söz konusu değil. Ortada yalnız sizin benimle görüşme isteğiniz var. Ben de bütün gücümle size karşı direneceğim. 
Brezna: Bizi bağlayan hiçbir olgu yok demekle yanılıyor­ sunuz. Filmleriniz var. Bu söyleşi sizinle konuşabilmek için bir vesile. Sizi tanımak istiyorum. Ama size ulaşmak oldukça güÇ- 
Tarkovski: Ama ne yazık ki, bütün güçlükleri atlatabildi­niz. Diğer gazeteciler gibi bu güçlüklere takılıp gelmeyebilir­diniz. Ama geldiniz. 
Brezna: Evet, sizi bir kale gibi kuşattım. İşte şimdi bura­ dayım ve nasıl konuşacağımı bilemiyorum. 
Tarkovski: Yalnızca doğallıkla konuşun, yeter. 
Brezna: Filmlerinizi duygularımın derinliğinde algılıyo­rum. Olaylara bakışınız da bana yabancı değil. Ancak, kadın olarak filmlerinizde kendimi göremiyorum. Yapıtlarınızda kadın ancak geleneksel bir rol oynuyor. Siz yalnız erkeğin dünyasını yansıtıyorsunuz. Ve erkeğin bakış açısından, kadın ancak bilmece. Seven, erkeği anlayan ve tüm varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinizde. 
Tarkovski: Bu konuyu hiç düşünmedim, kadının iç dün­ yasını demek istiyorum. Kadına, kendine özgü bir iç dünya sunmak çok güç, bunu yapmak da istemiyorum. Kadının bir iç dünyası var, ama kanımca kadının iç dünyası, birlikte yaşa­ dığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence kadının yalnız olması hiç de doğal bir durum değil. 
Brezna: Ya yalnız bir erkek, bu doğal mı? 
Tarkovski: Yalnız bir erkek, yalnız olmayan erkekten daha doğal. Bu nedenle benim filmlerimde kadın ya yok ya da yalnız erkek dolayısıyla var. Yalnız iki filmimde ka­dın var: Aynada ve Solaris'te. Burada da kadın tabii erkeğe bağımlılığı dolayısıyla var. Siz kadının bu rolünü yadsıyor musunuz? 
Brezna: En azından kendimi o kadında göremiyorum. 
Tarkovski: Birlikte yaşadığınız erkekten, yaşamını sizin- kine bağımlı kılmasını mı bekliyorsunuz? 
Brezna: Hiç değil. Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın. 
Tarkovski: Bu mümkün değil. Kadın ve erkek kendi duygularını yaşıyorlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz. Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluş­ turmaları gerekir. Bu gerçekleşmezse, kadın ve erkeğin bera­ berliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur. Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garip geliyor. Önem­li olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke. Kadm, bu ilişkileri, bu evlilikleri bir hastalık gibi çeker. Yani kadm bir hastalığa tutuluyor, sonra diğerine, sonra gene bir diğerine. Sevgi, öylesine bütün bir duygudur ki, bir kez daha yinelenmesi olanaksızdır. Ne durumda olursa olsun, olanaksızdır. Kadm, bu duyguyu yineleyebiliyorsa, o zaman sevgi onun için anlamsız demektir. 
Brezna: Kadının doğasını bildiğiniz kanısında mısınız? 
Tarkovski: Bu konuda bir düşüncem var, tıpkı sizin gibi. 
Brezna: Ama ben kadm olarak kendimi derinliğimden tanıyabiliyorum. 
Tarkovski: İnsanın yargıya varabileceği en zor olgu ken­ disidir. Kendi dünyasını koruyabilme çabası gösteren kadın­ lara şaşıyorum. Bence kadm olmanın anlamı, kadmsal sev­ ginin yeteneği, onun özverisinde yatar. Kadının büyüklüğü de bu. Böyle kadınlara saygı duyuyorum. Böyle kadınlar da tanıyorum. 
Brezna: Söyleyecek söz bulamıyorum. Size göre kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde anlam kazanıyor. 
Tarkovski: Böyle bir şey söyledim mi? Yalnızca kadm-er- kek ilişkisinden söz ettik. Henüz bu durumu açıklığa kavuş- turamadım, siz beni saldırganlıkla suçluyorsunuz. 
Brezna: Yeterince söylediniz, bunu siz de biliyorsunuz. 
Tarkovski: Ben yalnız, seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim. Sevdiği in­ sanla kaynaşacaktır çünkü dünyası, başka bütünlük oluştu­ racaktır. Kadını bu ilişkisinden soyutlarsak, ilişkiyi de yıkmış oluruz. Kadın da hemen doğrulup beş dakika sonra yeni bir yaşama başlayamaz. Çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır. Bence de kadının iç dünyası, tümüy­ le erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin simgesidir. Ve sevgi de, insanın sahip olduğu en büyük de­ ğerdir. Burada değer sözcüğünü hem nesnel, hem de soyut anlamda, tüm duyguları kapsayan anlamında kullanıyo­rum. Yaşama, anlamını veren kadındır. Kurtarıcıyı doğu­ran Meryem'in, sevginin simgesi oluşu bir rastlantı değil. Kadınlarla bu konuyu konuştuğumda, sanki saygınlıkları ellerinden alınacak duygusuna kapıldıklarını görüyorum. Bence bu kadınlar, gerçek saygınlığı ancak kendilerini er­keklerine tümüyle adadıkları zaman elde edeceklerini unu­tuyorlar. Gerçekten seven bir kadın, sizin yönelttiğiniz soru­ları yöneltmez. 
Brezna: Ben, insanın hem sevebileceği hem de aynı za­ manda kendi iç dünyasını koruyabileceği kanısındayım. Ve korumak zorundayım da. Kadın, kendi yolunu erkeğin yolu olarak seçerse, kaybeder. Elleri boş kalır. Bu eski, çok eski bir tuzak. Ben de zaman zaman, sevgi içinde bütünleşmeye eği­ lim gösteren bir kadınım. 
Tarkovski: İyi ki öylesiniz. Bu duygunuzla övünebilirsi­niz. Ama benim kadından zorla bunu istediğimi sanmayın. Güç kullanarak sevgi kazanılmaz. Bu nedenle görüşüm hiç kimse için tehlikeli değil. 
Brezna: O halde sevgi ya var ya da yoktur. 
Tarkovski: Evet ya var ya da yoktur. Ve sevgi olmazsa, hiç­ bir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor de­mektir. Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum. Tabii herke­sin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı, bencilleş­tiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha da kolay. Böyle-si ilişkiler daha az sakıncalı. Ve feminizm akımı bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri konularda tartıştığım kadınların tümü, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her zaman şaşırttı bu durum beni, çünkü kadının iç dünyası, erke­ğin iç dünyasından çok başka. Kanımca kadın, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz. Erkeksiz yaşamaya başladığında, örgensel yaşamını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir, ama bunlar onu kadın- sal kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez. Feministlerin neyi amaçladıklarını anlıyorum: Artık so­rumluluklarını istemiyorlar. Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kazanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın ya da erkek, ger­ çekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, özgürdür; özgürlüğü kendisi seçtiği için özgürdür, özgürlük­çü bir ülkede yaşadığı için değil. Bireyin özgürlüğü, ülkesinin özgürlükçülüğüne bağlı de­ ğil, kendi seçimine bağlıdır. 
İnsanların gerçekleştiremedikleri yaşam özlemlerini başkalarının suçu gibi görmeleri beni her zaman öfkelendirir. Bağımsız olmadığını söyleyen kişilere öylesine öfkeleniyorum ki. Bağımsızlığı istiyorsan, bağımsız ol. Seni engelleyen kim? Mutlu olmak istiyorsan. Ama mut­suzsan, mutlu ol. Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz. Bu tabii haksız bir durum. Ama günün birinde kadın tüm toplumsal yaşama katıldığında ne olacak bilemiyorum. Buna karşı olmadığımı vurgulamak isterim. Kadının toplumsal yaşama tümüyle ka­tılmasından yanayım. Ama bana öyle geliyor ki, kadın o du­rumda kendi dilediği konumu bulamayacaktır. 
Brezna: Düşüncenize katılıyorum. Erkek yargıları dün­yaya egemen olduğu sürece, kadın konumunu bulamayacak... Erkeğin başarısı ölçüt olduğu sürece... 
Tarkovski: Yanılıyorsunuz. Beni önemli bir kariyer sa­hibi kadın kadar rahatsız eden hiçbir şey yok. Erkek olarak haklarımın sınırlandırıldığını sandığımdan değil. Kadının bu durumu bana hiç doğal gelmediği için. Bence böyle bir kadın, görmezliğe gelmesi gereken bir yola sapmış. 
Ancak erkekle yanlış bir rekabet onu bu yola sürüklemiş olabilir... Affeder­siniz, adınız ne?  
Brezna: İrena. 
Tarkovski: İrena, dinleyin. Siz kadmsal doğanızdan hoş­nut olmadığınızı söylüyorsunuz. 
Brezna: Yanlış anlıyorsunuz. 
Tarkovski: Şimdiye dek süregelen kadm-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki. Çünkü dünyamız iki cinsi- yetli; istesek de istemesek de. Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli ya da beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir oluşum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Belki böylesi bir gezegende hem bedensel hem de duygusal sevgi için beş varlığa gereksinme vardır. Ama yeryüzünde iki varlığa gerek var. Her zaman bu durum unu­ tuluyor. Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum. Haktan, durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz, ama kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz. 
Brezna: Öncelikle kadını erkeğe bağımlı kılmanızı an­ lamıyorum. Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlar­ la erkeğe bağlamak istiyorsunuz. Oysa bana öyle geliyor ki, siz kendiniz sevgi ve fedakârlığa susamışsınız, ama sanki bu duyguları yaşamaya yeteneğiniz yok. 
Tarkovski: Bilmiyorum. Olabilir. Bu konuda kesin bir yargıya varmam güç. Ayrıca sizin kurduğunuz tümceleri kurmak bana çok güç geliyor. Belki de kişisel yapınız benim­ kinden çok başka. Kendinizden beklentileriniz başka. Görü­ lüyor ki siz benim Ayna filmimdeki anne değilsiniz. Ayna fil­ mi benim annemi anlatır. Gerçeğe dayanan bir öykü, kayıtsız. Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz. 
Brezna: Stalker ve Solaris filmlerinde insanlığın sorununa genelde bakışınız beni çok etkiledi, bu sorunu filmsel irde- leyişiniz. Bu söyleşiyi yapmamın nedeni bu. Solaris filminde aşkı da çok olağanüstü ve ince anlatıyorsunuz. Ama Chari'nin tek gücü sevgi. Yaralandığı tek nokta da gene sevgi. 
Tarkovski: Siz yara almak istemiyorsunuz. Hiçbir yarası açılmayan bir insan olarak kalmayı yeğliyorsunuz. 
Brezna: Bir an için düşünün. Kendinizi bir kadının yerine koyun. Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya koşullandı­ rılmışsınız. Hiçbir zaman kendiniz olamamışsınız. Büyük bir yük değil mi? 
Tarkovski: Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç. Bütün mutsuzluk, tüm sorun başka yerden kaynaklanıyor. O da şu: Öyle bir top­lumda yaşıyoruz ki, kitlelerin genel düşünsel düzeyi çok ye­tersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz. Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç adet bombanın gezegenimizdeki yaşama son verebilece­ğini de biliyoruz. Bütün bu gerçeklerin bilincindeyiz, ama onları gene de unutuyoruz. Akılsal ve tinsel ilgilerimiz o denli maddesel varlığımızın esiri ki... hiçbir zaman aklımıza gelmemesi gereken sorunlarla ilgileniyoruz. Bu denli top­lumsal sorunun varlığı, ne denli akılsızca davranmış oldu­ ğumuzun kanıtıdır. Akılsal ve tinsel açıdan doyum kazan­mış bir kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını, ya da onun esiri olduğunu düşünemez. Tıpkı kadın gibi, aynı doyumu sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman akimdan geçirmez. Oysa siz getirdiğiniz örneklerle beni böylesi yanıtlara zorladınız. Bu tür sorunların açıklanma­sı bizi hiç de ilgilendirmemen. Çünkü bu sorunlar, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri. Akılsal zenginlikleri şaşılacak boyutlarda kadınlar da tanıdım. Bu tür kadınlar böylesi sorunları hiç büyütmez, aksine öylesi bir ruh zen­ginliğine sahiptirler ki, öylesi bir moral [ahlaki] güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır. Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir. İşte sorun burada. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır. Bu konuda çaba harcamak, hoşnutsuzlu­ ğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil. Bu ikisi çok ayrı konular. Bence, bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş. Gerçekten seven bir kadın bu tür sorular yö­ neltmez. Bunlar onu ilgilendirmez bile.  
Brezna: Gerçekten seven kadın, sevgisini bir erkekte top­ lamaz, tüm dünyaya dağıtır. Nükleer savaşın dünyayı tehdit ettiğini söylediniz. Nükleer silahlar erkeklerin önderliğinde­ ki bir dünyada üretilmiştir. 
Tarkovski: Madame Curie'nin katkısını da unutmayalım. 
Brezna: Sorumlular dünyamıza egemen olan erkekle­ rin gücü. Kadının, kadmsal içgüdülerine egemen olacağı bir dünya, belki de bu apokaliptik sonuca varmazdı. Böyle bir dünyada kadının sorumluluğunu taşımayıp, kendisini sevgi­ ye ve bir erkeğe atamasını nasıl düşünebiliyorsunuz?... Erke­ğin, kadının sıcak sevgisiyle gezegenimizi perişan etmesine seyirci mi kalsın?... 
Tarkovski: Bu korkunç, korkunç bir varsayım. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama, söylediklerinize şaşıyorum. Er­keğin dünyamız hakkında aynı duyguları taşımadığını mı sanıyorsunuz. Erkeğin bu dünyanın efendisi olduğunu sanı­yorsanız, yanılıyorsunuz. 
Brezna: Ya kim? 
Tarkovski: O Brezna: Nerede o?... 
Tarkovski: (Eliyle yukarıyı gösteriyor). Görüyor musunuz söyleşi nereye varıyor. Sonuçları tartışıyoruz, nedenleri tar­ tışacağımıza. Önemli nokta şu: İnsan, varoluşunun temel nedenini kavramamışsa, bu dünyaya neden geldiğini ve öm­rünü neden burada yaşadığını bilmezse, o zaman işte dün­ ya zorunlu olarak bugün içinde bulunduğumuz koşullara sürüklenmiş demektir. İ nsanlık, daha "aydınlanma çağın­ da" hiç ilgilenmemesi gereken konularla ilgilenmeye başla­dı. Maddesel dünyaya eğilmeye başladı. Bilmek, öğrenmek isteği, insana, özellikle erkeğe egemen oldu. Ayrıca kadın, erkek kadar bilime susamış değildir. Peki, ne oldu?... İnsan­ lar, kör gibi çevrelerini ellemeye başladı. Ellerinden başka çevrelerini algılayabilecek uzuvları yokmuş gibi davrandı. Bu dünya ile ilgili o denli şey öğrendik ki, toplumsal bir uyum kazanmamız, mutluluğumuz gerekirdi. Hayır. Tam aksi. Yeryüzü hakkında ne kadar çok bilgi edinsek, bununla uğraşan uzmanlarımız giderek atalarımızın bildiklerinden daha azını kavradığımızı saptıyor. Bizler, yanılgıların gücü altındayız. Yeryüzü üzerine çok şey bildiğimize karar ver­ dik. Ama, hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kesiti üzerine bildiklerimiz, bütünü için yetmiyor, çünkü yeryü­ zü sonsuz. 
Kanımca insanın varoluş amacı, bilip tanımakta yatmıyor. Bu insanın entelektüel görevi. Ama temel sorunu değil. 
Varolmanın temel sorunu, yaşamın anlamını kavraya­rak yaşamakta. Örneğin atomun bölünmesiyle yeni bir ener­ji kaynağı buluyoruz ve bu enerjiden nasıl yararlanıyoruz?.. 
Atom bombası yapıyoruz, intihar silahı. Söylemek istediğim, buluşları olumlu yönde kullanma yeteneğinden yoksunuz. Bunun da nedeni, insanın niçin yaşadığını bilmemesi. Bilim adamı, yaşamının anlamını, buluşları gerçekleştirmekte gö­ rüyor. Bu, gerçeğe pragmatik bir yaklaşımdır. Sanatçı, sanat yapıtları gerçekleştirmek için yaşıyor. Herkes üzerine düşen görevle yaşıyor, bir görevin parçalarıyla ve eşitsizliği algılı­ yor, birbirine gıpta ediyor. Oysa, her insan, yaşamının anla­ mını kavrayıp, buna göre yaşamalı. Bu doğrultuda herkesin hakkı var ve herkes eşit haklara sahip: Sanatçı, işçi, papaz, köylü, çocuk, köpek, erkek ve kadın. 
Yaşamın anlamını keşfedemezsek, onu-bunu kurcalama­ya başlayıp sorunlar yaratırız. Bu sorunlar, yaşamın anlamını kavrarsak, hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Benim görüşüm bu. Başlangıçta, her şey yerli yerinde. Uygarlığımızın içine düştüğü çıkmaz, bir oransızlıktan kaynaklanıyor. İki kavram uyumsuzluk içinde: Maddesel ve ussal gelişim. Bu, insanın kendisini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya karar vermesiyle başlamış. Toplumumuz, bu yanlış temel üzerine kurulu. İnsanlar birbirleriyle bir sevgi, dostluk, düşünce alış­ verişi dürtüsüyle ilişki kurmuyor, tabii yaşamını sürdürebil­ mek için. Ama, ben insanın başka türlü de yaşamını sürdü­ rebileceğine inanıyorum: İnsan olduğu için, hayvan olmadığı için. Eski toplumlarda, insanların doğa ile uyum içinde yaşa­ dığı ve akıl almaz sonuçlar elde ettiği toplumların yaşadığını biliyoruz. Örneğin Sanskrit yazılarında uygarlıkları saptanan Doğu kültürleri ussal ve nesnel yaşam arasında bir uyum sağ­ lamayı başarmıştır. Bu kültürlerden kalan belgeler, uygarlığın eski çağlarda doğru yönde gelişebildiğini de göstermektedir. Bu uygarlıkların neden ortadan kalktığı sorusu yöneltilebi-lir. Başka kültürlerin oluşması, onlara düşmanlık beslemesi ve gelişmelerini engellemesi onları yok etmiş olabilir. Bilmi­ yoruz. Ne olursa olsun, insan yeryüzüne, düşünsel açıdan kendi kendini inşa etmek için geldiğini, içindeki 'kötülüğü' yenmesi gerektiğini, bencillikten kaynaklanan 'kötülük' de­ diğimiz duyguyu yenmesi gerektiğini kavramak zorundadır. Bencillik, insanın kendi kendini sevmediğinin belirtisidir, kendi kendini kavramadığının ve sevgi kavramını yanlış an­ladığının kanıtıdır. Tüm kavram ve olguların deformasyonu burada yatar. Bilim dünyamızın budalalığı, yanılgısı ve giderek artan olumsuz sonuçları, kadının gerektiği anda dümene geçme­ miş olmasında değildir. Bu olumsuz sonucun nedeni, insan­ lığın düşünce düzeyinin gereken yüksekliğe ulaşamamış ol­masındandır. İnsanlık yeni enerji kaynakları arayacağına, düşünce de­ğerlerini yüceltme doğrultusunda çalışsaydı, düşünce enerjisi arasaydı, bugün konuştuğumuz sorunlar var olmayacaktı. O zaman insan daha uyumla, akılsal, düşünsel bir gelişimin de­ netiminde gelişecekti. Akılsal gelişim sürecinin, entelektüel süreç gibi insanı tekyönlülüğe sürüklemeyeceği kanısında­yım. Çünkü akılsalcılık, aynı zamanda uyumluluk kavramını da içerir. Bunun dışında her şey, siz ne kadar haklı da olsanız, ikinci planda kalır. Filmlerimde kendinizi bulamadıysanız, bu benim haksız olduğumu göstermez. Anlatmak istediğim kadının gerçeğini yansıttım ben. Çok önemsiz sorunlarla uğraşıyoruz ve bugünün krizli dünyasını kurtardığımızı sanıyoruz. Oysa yanılgıya düşüyo­ruz. Kanımca bu tür sorunlarla uğraşmak tehlikeli. Bizi te­mel sorundan uzaklaştırır: Akılsal düzeyde sürdüreceğimiz mücadeleden. Akılsal/ tinsel mücadele her alanda veriliyor. Bu nedenle herkes bu mücadeleyi anlıyor. Hiç eğitim görme­ miş ama yüce ruhlu bir insan, temel sorunun nerede yattığını kavrar. Gerçek sorumluluğunu kavramış bir insanın, temel so­ runları yoktur. Yaşamın anlamını bilerek, yeryüzünde ya­ şama karşı görevimizi yerine getirerek, yaşamak istiyoruz. Ama çoğunlukla başaramıyoruz. Henüz yeterince güçlü de­ğiliz. Bu yolu seçmek ve bu yolda yürümek önemli. Bu temel sorunumuz çözümlenmedikçe, peşimizi bırakmayacaktır. Acı olan, günümüz uygarlığının çıkmazıdır. Toplumu akılsal düzeyde geliştirebilmek için zaman gerek. Oysa zamanımız yok. 
 İnsanın geliştirdiği teknik, artık kendi düğmeleriyle ça­lışıyor. İnsanlar ve politikacılar, kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular. Onları bilgisayarlar yönetiyor. Bilgisayarı devreden çıkarabilmek için kafaca çaba harcamak gerek. Bu­nun için de yeterli zaman yok. Tek umut, insanın bilgisayarı devreden çıkaracağı an, kafaca aydınlanmasında. 
Milliyet Sanat, 1 Ağustos 1984