Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum
Ben bu coşkulu havaya gene biraz melankoli getirmek zorun
da kalacağım. Onun için hepinizden özür dilerim. Batı kültürü ve batının bizi nasıl etkilediği seminer konusu kapsamında
olduğundan. İlkin biraz buna değineyim. Her zaman olduğu
gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden
gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına
önem veren bir bireyciyim.
Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote'yi,
Steinbeck'i okudum. O zamanlar batı, Yakındoğu ve Asya
gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum. Üçüncü dün
yayı da bilmiyordum. O zamanlar üçüncü dünya kavramı
belki de daha oluşmamıştı.
Ama Steinbeck'i taşrada, on yaşımda bulduğuma göre,
nasılsa diğer yazarları da bulacaktım.
Ama kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taş
kınlık gibi psikolojik bir semptomdur.
İnsan yazarlık hastalığını -az da yazsa- sürekli olarak
içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım. Batı kültürünün düşüncelerimi ne denli etkilediği konusuna gelince: Dünya edebiyatını Almanca okuyorum. Bu nedenle edebiyat ufkum çok geniş oluyor. Türkçeye çevrilmemiş birçok yazar Almancaya güzel çevirilerle
çevrilmiş. Bunları hazır bulabiliyorum. Bunun yanısıra tabii
ki okuduklarımdan etkileniyorum. Ama düşüncelerimi ve
beni biçimlendiren olgu, yalnız tek başına batı, batı edebiyatı,
batı felsefesi, batı düşüncesi olamaz. Çünkü ben 38 yaşındayım ve 38 yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorum. Zaman
zaman iki dilde düşündüğüm oluyor. Çünkü Almancayı çok
iyi öğretmişler bana. Rahibe disiplini ile. Bazan Almanca
düşüncelerimi aynı güçte Türkçe söyleyebiliyor muyum diye,
kafamda kendi kendimi sınıyorum.
Çünkü benim için en önemli dil Türkçedir. Çevirdim mi,
demek Türkçeden hiç uzaklaşmadım diye mutlu oluyorum.
Çok öfkelendiğim zaman Almanca homurdandığım oluyor.
İki dil bilmekten kaynaklanan, sığınacak bir dünya aramanın
alışkanlığı mı?
Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş
bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir
üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz
yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu
insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve sıkın
tılardan çok şey öğrenileceğine inanıyorum. Hani bir İsviçre
dağ köyünde, İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakarak yaşayan insanlar tanıdım. Ben, bu
tür bir yaşamı mutluluk saymıyorum. Beni etkileyen, yaşadı
ğım ülkenin ve batı ile bağların oluşturduğu ikilik'tir.
Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular
taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması
çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıy-
rılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına ala
bilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak
için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çün
kü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olma
sıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya,
bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir.
Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sev
diğim üç yazarın, üç cümlesini -benim neden yazdığımı çok
iyi anlattığı için- edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarmı çok
iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım:
"Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim ka
derim."
Italo Svevo (Zeno'nun Bilinci romanından)
"İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, 'bunu yaptım', 'şunu yaptım', 'yedim, içtim'
demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini
kavramak için konuştuğunu."
Cesare Pavese (Yeni Ay romanından)
"İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm
dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışı
yor...
Ne garip, insan keşfetmeye görsün, nasıl da tüm
dünyaya sahip olabiliyor."
Djuna Barnes (Gecenin Uzantısı romanından).
Bir cümle de ben eklemek istiyorum:
"Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum".
Ölüm Bir Olay,
Önemli Olan Sevginin Güzellikleriydi
Bütün gece yağmur yağdı. Bütün gece Sevgi'yi [Soysal] düşündüm. Günlerdir, aylardır düşündüğümden daha çok. Güzel,
sevimli yüzünü, beyaz tenini, konuşurken kızaran yanakları
nı, ince içten sesini, küçük, kahverengi cin gibi gözlerini, hafif
dalgalı saçlarını, beyaz ellerini, kısa tırnaklarını, kışları giydiği
Alman malı kaim botlarını, metal düğmeli, beyaz Bavyera paltosunu bile düşündüm.
Elinden eksilmeyen sigarasını, içki kadehini tutuşunu,
neşeli gülüşünü, alaylı anlatışını, zeki şakalarını, bazen
duyarlılıkla yaşaran gözlerini defalarca düşündüm. On üç yıl
önce "Yeni gelin" gittiğim Ankara'da aynı apartmanda oturu
yorduk. Gecelerimiz çoğunlukla birlikte geçiyordu.
Bana çok
şeyler öğretti. "Bak şimdi yeni evlisin ama, daha ne aşklar
yaşayacaksın... Âşık oldukça güzelleşecek, gençleşeceksin"
dedi. Ne güzel düşünce! Sevgi her gün aşkla yaşayan bir in
sandı, bütün çevresini eğitti, bütün çevresine daha akıllı ol
manın, olaylara şakacı bir gerçekçilikle bakmanın yollarını
gösterdi. Çok çeşitli olaylar yaşadı. İnsanüstü zekâsı, algısı
ve yorumuyla büyük insan olmayı başardı. Annesi Alınandır. Çok iyi Almanca bilir. İngilizce bilir. Para kazanmak için
yıllarca Alman firmalarından sonra TRT'de çalışmış; Brecht,
Frisch gibi Almanca yazan ünlü yazarları Türkçeye çevirmiş,
ardından kendi çalışmalarına daha da yoğunlukla eğilmişti.
Şiirler, öyküler, romanlar yazdı. Gazete sayfalarında günlük
makaleler; 12 Mart döneminde yattığı hapishane koğuşlarını
yazdı. Boğucu, karanlık, beton yığını Ankara'da durmadan,
bıkmadan çalıştı. Onun için kent önemli değildi. Önemli olan
insandı. İnsanın sömürülmeden insanca yaşaması, herkesin
akıl ve yeteneklerinin yerini bulmasıydı. O, halkın kurtuluş
savaşma aklı ve gözüyle katılan gerçek bir fikir işçisidir.
Yaşamı avucunun içine almış, ona yön veriyordu. Sevgi
güzel kadındı. Evi, giysileri, ayakkabıları, çantası bile her zaman güzeldi. Uzun yürüyüşleri sever, küçük kır çiçeklerini
sever, pazar günleri çocuklarına güzel meyvalı pastalar pişi
rirdi. Kendi sorunlarından hiçbir zaman yakınmaz, yalnızca
alaylar, espriler, ardı kesilmeyen akıl oyunları yapardı. Bit
meyen kadınlığıyla sanki yüz çocuk doğurabilir, bin erkeği
baştan çıkarabilirdi. Bence bu da çok önemli bir nitelik. Zaten
o güzellik, akıl, beceriklilik, verimlilik gibi kadınsı niteliklerin yanı sıra, yorulmazlığı ve tuttuğunu koparıcılığı ile bir
erkeğin özelliklerini de bünyesinde toplamıştı.
Yalın diliyle Türkiye'nin durumunu, çağdaş insanın
sorunlarını öylesine zeki ve başkaldırıcı bir edebiyatla anlatıyor
ki, yazdıklarının ileri kuşaklarda daha büyük kitleler tarafın
dan okunacağı kesindir. Özgürlüğün, bağımsızlığın, aydınlık
düşüncenin, mutluluğun yollarını açıp göstermiştir.
Ölüm bir olay. Önemli olan Sevgi'nin güzellikleri, Sevgi'nin yaşamı, Sevgi'nin yapıtları. Önemli olan Sevgi'nin kü çük yavrularına bütün küçük yavrulara bıraktığı devrimci
düşünce, ileri yaşama örneği. Önemli olan insanlarımızın
yıllar yılı onun sesini duyacağı...Bu nur yüzlü, güzel, büyük
kadının sesini!
27 Kasım 1976
Kadınlarımız
Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını
olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı
bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüz
yılı bir arada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden
Batıya bağımlı...Ama bir İslam ülkesidir. Bu durum da halkı
başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir.
Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz?
Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini
ısıtmak için, Harbiye'de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen
üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler.
İstanbul'un ortasında, Hilton Oteli'nin karşısındaki sokakta.
Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir
genelleme yok ki...Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır,
evde çalışması caba...Kimi bir kova su bulmak için saatlerce
yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir
ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da
tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır.
Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış,
Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte
getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş... Ve bu kadınlardan acaba
kaçı mutlu olabilmiştir?
Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, "kadın sorunu" söz konusu olmaz. Türk kadınının
sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır.
Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir.
Üstelik son on yılda Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, "beyin yıkama" politikası ile, köy kadınının karşısına
bile Dallas gibi bir Amerikan filmiyle çıkabilme cesaretini
göstermektedir. Renkli basın, reklam filmleri, fotoroman ticareti var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için,
sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bilinçsiz insanları, yanlış yaşam biçimlerine özendirmeye çalışmaktadır.
Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına
eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir.
Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insan
larının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip,
belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir, işte
ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler
bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında
bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana
hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş
hayatı, hem kendi iç dünyası hem özyaşamı için bilinçlenmek
zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi
sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çaba
layıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada "kendi paçasını kurtarmak" terimi, artık çağdaş dünya
insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi
bir ülkenin insanı ise.
Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan,
her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi
sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması
için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın
mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını
yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının
en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır.
Halkçı
Tarkovski: "İnsanlar ve Politikacılar
Kendi Yarattıkları Sistemin Tutsağı Oldular"
Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, 10 Temmuz 1984 günü
Milano'da yaptığı basın toplantısında, artık ülkesine dönme
yeceğini, ancak hangi ülkede kalmak istediğine henüz karar
vermediğini açıkladı. 52 yaşındaki yönetmen, 20 yıllık sine
ma uğraşında altı büyük film gerçekleştirebildiğini, ülkesini,
dilediği yoğunlukta çalışma olanaklarına erişemediği için
terk edeceğini açıkladı. Tarkovski, 18 aydır İ talya ve İsveç'te
çalışmakta, ayrıca 1983 sonbaharında Londra Covent Garden
Kraliyet Operası'nda Mussorgski'nin Boris Godunoıv'unu sahneleyerek, sanat yaşamında ilk kez opera yönetti.
Sinemaya görüntü, müzik, kurgu, resim, happening sanatları yanı sıra, derin bir edebiyat ve felsefe birikimi getiren, Batılı yazar-yönetmenler Fellini, Bergman, Herzog, Fass-
binder, Bunuel, Saura, Bili Douglas'la karşılaştırıldığında
Tarkovski'nin yalnız kendi birikimini değil, tüm Rus yazınının birikimini sinemaladığmı saptıyoruz.
Tarkovski, hem sosyalist, hem de kapitalist düzeni yadsıdığını, her iki düzene de filmsel şiirle karşı çıktığını söylüyor.
"Neşeli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok.
Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir, çocuklar ya da çok yaşlılar. Ama neşeli insanlar hiç de bu nitelikte
değil. Kanımca neşe, insanın ancak çevresini, içinde yaşadığımız koşulları kavrayamamasından kaynaklanıyor". "Nos-
talghia", diyor Tarkovski "yalnızca memleket hasreti değil.
Rusça'da nostalghia bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamı
na gelir. Andrei, ülkesinden uzak bir hastalığa tutulmuştur.
Giderilmesi olanaksız bir özlemin hastasıdır. Neyi özler? Gerçeği, gerçek yaşamı özler." (Tarkovski'nin Le Monde'da yayım
lanan konuşmasından.)
Kasım 1983'te, gazeteci ve psikiyatrisi İrena Brezna, (Ba-
sel) Tarkovski ile Londra'da (belki Rusça bildiği için) bir söyleşi yapmayı başarmış. Gazetecinin yönelttiği güncel feminizmi
vurgulayan sorulara hiç katılmıyorum, ancak Tarkovski'nin
yanıtlarını Türk okuru için de ilginç bulduğumdan bu söyleşiyi çevirmek istedim.
Brezna: Sovyetler Birliği'nde ünlü olmanızın mutlak bazı
ayrıcalıkları var, sakıncaları da var mı?
Tarkovski:
Ünlü olmak ve tanınmak gibi konular beni
hiç ilgilendirmiyor. Kendi ünüm konusunda hiç kafa yormadım. Ün, benim için anlamsız.
Brezna: Sanki ün sizi rahatsız ediyor. İlişkilerden kaçmı
yorsunuz. Hemen hemen hiç görüşme yapmıyorsunuz.
Tarkovski: Gazetecilerle görüşerek, şöhretlerinden ya
rarlanmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. Aksine hiç
sevmem söyleşileri. Yaptığım söyleşilerden sonra yayımlanan
konuşmaların hiçbirini beğenmedim. Beni övdükleri için değil, konuştuğumuz dışında, bambaşka şeyler yazdıkları için.
Ünümden dolayı ilgi çeken bir kişi olma duygusu, beni her
zaman tedirgin ediyor. Adeta öfkeleniyorum.
Brezna: Konuşmamızın çıkış noktasının hiç de iç açıcı ol
madığım mı anlatmak istiyorsunuz?
Tarkovski: Hep böyle. Yapılacak bir şey yok. Zaten çıkış
noktası ne demek? Siz ve benim için böyle bir şey söz konusu
değil. Ortada yalnız sizin benimle görüşme isteğiniz var. Ben
de bütün gücümle size karşı direneceğim.
Brezna: Bizi bağlayan hiçbir olgu yok demekle yanılıyor
sunuz. Filmleriniz var. Bu söyleşi sizinle konuşabilmek için
bir vesile. Sizi tanımak istiyorum. Ama size ulaşmak oldukça
güÇ-
Tarkovski: Ama ne yazık ki, bütün güçlükleri atlatabildiniz. Diğer gazeteciler gibi bu güçlüklere takılıp gelmeyebilirdiniz. Ama geldiniz.
Brezna: Evet, sizi bir kale gibi kuşattım. İşte şimdi bura
dayım ve nasıl konuşacağımı bilemiyorum.
Tarkovski: Yalnızca doğallıkla konuşun, yeter.
Brezna: Filmlerinizi duygularımın derinliğinde algılıyorum. Olaylara bakışınız da bana yabancı değil. Ancak, kadın
olarak filmlerinizde kendimi göremiyorum. Yapıtlarınızda
kadın ancak geleneksel bir rol oynuyor. Siz yalnız erkeğin
dünyasını yansıtıyorsunuz. Ve erkeğin bakış açısından, kadın
ancak bilmece. Seven, erkeği anlayan ve tüm varoluşu ancak
erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinizde.
Tarkovski: Bu konuyu hiç düşünmedim, kadının iç dün
yasını demek istiyorum. Kadına, kendine özgü bir iç dünya
sunmak çok güç, bunu yapmak da istemiyorum. Kadının bir
iç dünyası var, ama kanımca kadının iç dünyası, birlikte yaşa
dığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence kadının yalnız olması hiç
de doğal bir durum değil.
Brezna: Ya yalnız bir erkek, bu doğal mı?
Tarkovski: Yalnız bir erkek, yalnız olmayan erkekten
daha doğal. Bu nedenle benim filmlerimde kadın ya yok
ya da yalnız erkek dolayısıyla var. Yalnız iki filmimde kadın var: Aynada ve Solaris'te. Burada da kadın tabii erkeğe
bağımlılığı dolayısıyla var. Siz kadının bu rolünü yadsıyor
musunuz?
Brezna: En azından kendimi o kadında göremiyorum.
Tarkovski: Birlikte yaşadığınız erkekten, yaşamını sizin-
kine bağımlı kılmasını mı bekliyorsunuz?
Brezna: Hiç değil. Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek
kendi dünyasını yaşasın.
Tarkovski: Bu mümkün değil. Kadın ve erkek kendi
duygularını yaşıyorlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz.
Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluş
turmaları gerekir. Bu gerçekleşmezse, kadın ve erkeğin bera
berliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur. Bir
kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garip geliyor. Önemli olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir
ilke. Kadm, bu ilişkileri, bu evlilikleri bir hastalık gibi çeker.
Yani kadm bir hastalığa tutuluyor, sonra diğerine, sonra gene
bir diğerine. Sevgi, öylesine bütün bir duygudur ki, bir kez
daha yinelenmesi olanaksızdır. Ne durumda olursa olsun,
olanaksızdır. Kadm, bu duyguyu yineleyebiliyorsa, o zaman
sevgi onun için anlamsız demektir.
Brezna: Kadının doğasını bildiğiniz kanısında mısınız?
Tarkovski: Bu konuda bir düşüncem var, tıpkı sizin gibi.
Brezna: Ama ben kadm olarak kendimi derinliğimden
tanıyabiliyorum.
Tarkovski: İnsanın yargıya varabileceği en zor olgu ken
disidir. Kendi dünyasını koruyabilme çabası gösteren kadın
lara şaşıyorum. Bence kadm olmanın anlamı, kadmsal sev
ginin yeteneği, onun özverisinde yatar. Kadının büyüklüğü
de bu. Böyle kadınlara saygı duyuyorum. Böyle kadınlar da
tanıyorum.
Brezna: Söyleyecek söz bulamıyorum. Size göre kadının
varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde anlam kazanıyor.
Tarkovski: Böyle bir şey söyledim mi? Yalnızca kadm-er-
kek ilişkisinden söz ettik. Henüz bu durumu açıklığa kavuş-
turamadım, siz beni saldırganlıkla suçluyorsunuz.
Brezna: Yeterince söylediniz, bunu siz de biliyorsunuz.
Tarkovski: Ben yalnız, seven bir insanın artık kendi iç
dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim. Sevdiği in
sanla kaynaşacaktır çünkü dünyası, başka bütünlük oluştu
racaktır.
Kadını bu ilişkisinden soyutlarsak, ilişkiyi de yıkmış
oluruz. Kadın da hemen doğrulup beş dakika sonra yeni bir
yaşama başlayamaz. Çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan
duygularına bağlıdır. Bence de kadının iç dünyası, tümüy
le erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin
simgesidir. Ve sevgi de, insanın sahip olduğu en büyük de
ğerdir. Burada değer sözcüğünü hem nesnel, hem de soyut
anlamda, tüm duyguları kapsayan anlamında kullanıyorum. Yaşama, anlamını veren kadındır. Kurtarıcıyı doğuran Meryem'in, sevginin simgesi oluşu bir rastlantı değil.
Kadınlarla bu konuyu konuştuğumda, sanki saygınlıkları
ellerinden alınacak duygusuna kapıldıklarını görüyorum.
Bence bu kadınlar, gerçek saygınlığı ancak kendilerini erkeklerine tümüyle adadıkları zaman elde edeceklerini unutuyorlar. Gerçekten seven bir kadın, sizin yönelttiğiniz soruları yöneltmez.
Brezna: Ben, insanın hem sevebileceği hem de aynı za
manda kendi iç dünyasını koruyabileceği kanısındayım. Ve
korumak zorundayım da. Kadın, kendi yolunu erkeğin yolu
olarak seçerse, kaybeder. Elleri boş kalır. Bu eski, çok eski bir
tuzak. Ben de zaman zaman, sevgi içinde bütünleşmeye eği
lim gösteren bir kadınım.
Tarkovski: İyi ki öylesiniz. Bu duygunuzla övünebilirsiniz. Ama benim kadından zorla bunu istediğimi sanmayın.
Güç kullanarak sevgi kazanılmaz. Bu nedenle görüşüm hiç
kimse için tehlikeli değil.
Brezna: O halde sevgi ya var ya da yoktur.
Tarkovski: Evet ya var ya da yoktur. Ve sevgi olmazsa, hiç
bir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor demektir. Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum. Tabii herkesin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı, bencilleştiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha da kolay. Böyle-si ilişkiler daha az sakıncalı. Ve feminizm akımı bu doğrultuda.
Gerçekten de bu ve benzeri konularda tartıştığım kadınların
tümü, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her
zaman şaşırttı bu durum beni, çünkü kadının iç dünyası, erkeğin iç dünyasından çok başka. Kanımca kadın, bu özelliğinden
dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz. Erkeksiz yaşamaya
başladığında, örgensel yaşamını yitirir. Toplumda dilediği yere
gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir, ama bunlar onu kadın-
sal kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez.
Feministlerin neyi amaçladıklarını anlıyorum: Artık sorumluluklarını istemiyorlar. Her zaman ezildiklerini ve eşit
haklar kazanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar.
Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın ya da erkek, ger
çekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır,
özgürdür; özgürlüğü kendisi seçtiği için özgürdür, özgürlükçü bir ülkede yaşadığı için değil.
Bireyin özgürlüğü, ülkesinin özgürlükçülüğüne bağlı de
ğil, kendi seçimine bağlıdır.
İnsanların gerçekleştiremedikleri
yaşam özlemlerini başkalarının suçu gibi görmeleri beni her
zaman öfkelendirir. Bağımsız olmadığını söyleyen kişilere
öylesine öfkeleniyorum ki. Bağımsızlığı istiyorsan, bağımsız
ol. Seni engelleyen kim? Mutlu olmak istiyorsan. Ama mutsuzsan, mutlu ol.
Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının
önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz. Bu tabii haksız bir
durum. Ama günün birinde kadın tüm toplumsal yaşama
katıldığında ne olacak bilemiyorum. Buna karşı olmadığımı
vurgulamak isterim. Kadının toplumsal yaşama tümüyle katılmasından yanayım. Ama bana öyle geliyor ki, kadın o durumda kendi dilediği konumu bulamayacaktır.
Brezna: Düşüncenize katılıyorum. Erkek yargıları dünyaya egemen olduğu sürece, kadın konumunu bulamayacak...
Erkeğin başarısı ölçüt olduğu sürece...
Tarkovski: Yanılıyorsunuz. Beni önemli bir kariyer sahibi kadın kadar rahatsız eden hiçbir şey yok. Erkek olarak
haklarımın sınırlandırıldığını sandığımdan değil. Kadının bu
durumu bana hiç doğal gelmediği için. Bence böyle bir kadın,
görmezliğe gelmesi gereken bir yola sapmış.
Ancak erkekle
yanlış bir rekabet onu bu yola sürüklemiş olabilir... Affedersiniz, adınız ne?
Brezna: İrena.
Tarkovski: İrena, dinleyin. Siz kadmsal doğanızdan hoşnut olmadığınızı söylüyorsunuz.
Brezna: Yanlış anlıyorsunuz.
Tarkovski: Şimdiye dek süregelen kadm-erkek ilişkileri
dışında yeni ilişkiler olamaz ki. Çünkü dünyamız iki cinsi-
yetli; istesek de istemesek de. Belki herhangi bir gezegende
tek cinsiyetli ya da beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve
böylesi bir oluşum o gezegenin varlığının sürebilmesi için
zorunludur. Belki böylesi bir gezegende hem bedensel hem
de duygusal sevgi için beş varlığa gereksinme vardır. Ama
yeryüzünde iki varlığa gerek var. Her zaman bu durum unu
tuluyor. Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum. Haktan,
durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz, ama kadının kadın,
erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz.
Brezna: Öncelikle kadını erkeğe bağımlı kılmanızı an
lamıyorum. Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlar
la erkeğe bağlamak istiyorsunuz. Oysa bana öyle geliyor ki,
siz kendiniz sevgi ve fedakârlığa susamışsınız, ama sanki bu
duyguları yaşamaya yeteneğiniz yok.
Tarkovski: Bilmiyorum. Olabilir. Bu konuda kesin bir
yargıya varmam güç. Ayrıca sizin kurduğunuz tümceleri
kurmak bana çok güç geliyor. Belki de kişisel yapınız benim
kinden çok başka. Kendinizden beklentileriniz başka. Görü
lüyor ki siz benim Ayna filmimdeki anne değilsiniz. Ayna fil
mi benim annemi anlatır. Gerçeğe dayanan bir öykü, kayıtsız.
Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz.
Brezna: Stalker ve Solaris filmlerinde insanlığın sorununa
genelde bakışınız beni çok etkiledi, bu sorunu filmsel irde-
leyişiniz. Bu söyleşiyi yapmamın nedeni bu. Solaris filminde
aşkı da çok olağanüstü ve ince anlatıyorsunuz. Ama Chari'nin
tek gücü sevgi. Yaralandığı tek nokta da gene sevgi.
Tarkovski: Siz yara almak istemiyorsunuz. Hiçbir yarası
açılmayan bir insan olarak kalmayı yeğliyorsunuz.
Brezna: Bir an için düşünün. Kendinizi bir kadının yerine
koyun. Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya koşullandı
rılmışsınız. Hiçbir zaman kendiniz olamamışsınız. Büyük bir
yük değil mi?
Tarkovski: Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın
olarak ayakta kalabilmek kadar güç. Bütün mutsuzluk, tüm
sorun başka yerden kaynaklanıyor. O da şu: Öyle bir toplumda yaşıyoruz ki, kitlelerin genel düşünsel düzeyi çok yetersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı
da biliyoruz. Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa,
üç adet bombanın gezegenimizdeki yaşama son verebileceğini de biliyoruz. Bütün bu gerçeklerin bilincindeyiz, ama
onları gene de unutuyoruz. Akılsal ve tinsel ilgilerimiz o
denli maddesel varlığımızın esiri ki... hiçbir zaman aklımıza
gelmemesi gereken sorunlarla ilgileniyoruz. Bu denli toplumsal sorunun varlığı, ne denli akılsızca davranmış oldu
ğumuzun kanıtıdır. Akılsal ve tinsel açıdan doyum kazanmış bir kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını, ya
da onun esiri olduğunu düşünemez. Tıpkı kadın gibi, aynı
doyumu sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman
akimdan geçirmez. Oysa siz getirdiğiniz örneklerle beni
böylesi yanıtlara zorladınız. Bu tür sorunların açıklanması bizi hiç de ilgilendirmemen. Çünkü bu sorunlar, bizim
akıldan yoksunluğumuzun belirtileri. Akılsal zenginlikleri
şaşılacak boyutlarda kadınlar da tanıdım. Bu tür kadınlar
böylesi sorunları hiç büyütmez, aksine öylesi bir ruh zenginliğine sahiptirler ki, öylesi bir moral [ahlaki] güçleri
vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır. Ayrıca
böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir.
İşte sorun burada. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir
çıkış noktasıdır. Bu konuda çaba harcamak, hoşnutsuzlu
ğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil. Bu ikisi
çok ayrı konular. Bence, bugün kadın korkunç bir duruma
sürüklenmiş. Gerçekten seven bir kadın bu tür sorular yö
neltmez. Bunlar onu ilgilendirmez bile.
Brezna: Gerçekten seven kadın, sevgisini bir erkekte top
lamaz, tüm dünyaya dağıtır. Nükleer savaşın dünyayı tehdit
ettiğini söylediniz. Nükleer silahlar erkeklerin önderliğinde
ki bir dünyada üretilmiştir.
Tarkovski: Madame Curie'nin katkısını da unutmayalım.
Brezna: Sorumlular dünyamıza egemen olan erkekle
rin gücü. Kadının, kadmsal içgüdülerine egemen olacağı bir
dünya, belki de bu apokaliptik sonuca varmazdı. Böyle bir
dünyada kadının sorumluluğunu taşımayıp, kendisini sevgi
ye ve bir erkeğe atamasını nasıl düşünebiliyorsunuz?... Erkeğin, kadının sıcak sevgisiyle gezegenimizi perişan etmesine
seyirci mi kalsın?...
Tarkovski: Bu korkunç, korkunç bir varsayım. Ne demek
istediğinizi anlıyorum. Ama, söylediklerinize şaşıyorum. Erkeğin dünyamız hakkında aynı duyguları taşımadığını mı
sanıyorsunuz. Erkeğin bu dünyanın efendisi olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Brezna: Ya kim?
Tarkovski: O
Brezna: Nerede o?...
Tarkovski: (Eliyle yukarıyı gösteriyor). Görüyor musunuz
söyleşi nereye varıyor. Sonuçları tartışıyoruz, nedenleri tar
tışacağımıza. Önemli nokta şu: İnsan, varoluşunun temel
nedenini kavramamışsa, bu dünyaya neden geldiğini ve ömrünü neden burada yaşadığını bilmezse, o zaman işte dün
ya zorunlu olarak bugün içinde bulunduğumuz koşullara
sürüklenmiş demektir. İ nsanlık, daha "aydınlanma çağın
da" hiç ilgilenmemesi gereken konularla ilgilenmeye başladı. Maddesel dünyaya eğilmeye başladı. Bilmek, öğrenmek
isteği, insana, özellikle erkeğe egemen oldu. Ayrıca kadın,
erkek kadar bilime susamış değildir. Peki, ne oldu?... İnsan
lar, kör gibi çevrelerini ellemeye başladı. Ellerinden başka
çevrelerini algılayabilecek uzuvları yokmuş gibi davrandı.
Bu dünya ile ilgili o denli şey öğrendik ki, toplumsal bir
uyum kazanmamız, mutluluğumuz gerekirdi. Hayır. Tam
aksi. Yeryüzü hakkında ne kadar çok bilgi edinsek, bununla
uğraşan uzmanlarımız giderek atalarımızın bildiklerinden
daha azını kavradığımızı saptıyor. Bizler, yanılgıların gücü
altındayız. Yeryüzü üzerine çok şey bildiğimize karar ver
dik. Ama, hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kesiti
üzerine bildiklerimiz, bütünü için yetmiyor, çünkü yeryü
zü sonsuz.
Kanımca insanın varoluş amacı, bilip tanımakta
yatmıyor. Bu insanın entelektüel görevi. Ama temel sorunu
değil.
Varolmanın temel sorunu, yaşamın anlamını kavrayarak yaşamakta. Örneğin atomun bölünmesiyle yeni bir enerji kaynağı buluyoruz ve bu enerjiden nasıl yararlanıyoruz?..
Atom bombası yapıyoruz, intihar silahı. Söylemek istediğim,
buluşları olumlu yönde kullanma yeteneğinden yoksunuz.
Bunun da nedeni, insanın niçin yaşadığını bilmemesi. Bilim
adamı, yaşamının anlamını, buluşları gerçekleştirmekte gö
rüyor. Bu, gerçeğe pragmatik bir yaklaşımdır. Sanatçı, sanat
yapıtları gerçekleştirmek için yaşıyor. Herkes üzerine düşen
görevle yaşıyor, bir görevin parçalarıyla ve eşitsizliği algılı
yor, birbirine gıpta ediyor. Oysa, her insan, yaşamının anla
mını kavrayıp, buna göre yaşamalı. Bu doğrultuda herkesin
hakkı var ve herkes eşit haklara sahip: Sanatçı, işçi, papaz,
köylü, çocuk, köpek, erkek ve kadın.
Yaşamın anlamını keşfedemezsek, onu-bunu kurcalamaya başlayıp sorunlar yaratırız. Bu sorunlar, yaşamın anlamını
kavrarsak, hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Benim görüşüm
bu. Başlangıçta, her şey yerli yerinde. Uygarlığımızın içine
düştüğü çıkmaz, bir oransızlıktan kaynaklanıyor. İki kavram
uyumsuzluk içinde: Maddesel ve ussal gelişim. Bu, insanın
kendisini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya karar
vermesiyle başlamış. Toplumumuz, bu yanlış temel üzerine
kurulu. İnsanlar birbirleriyle bir sevgi, dostluk, düşünce alış
verişi dürtüsüyle ilişki kurmuyor, tabii yaşamını sürdürebil
mek için. Ama, ben insanın başka türlü de yaşamını sürdü
rebileceğine inanıyorum: İnsan olduğu için, hayvan olmadığı
için. Eski toplumlarda, insanların doğa ile uyum içinde yaşa
dığı ve akıl almaz sonuçlar elde ettiği toplumların yaşadığını
biliyoruz. Örneğin Sanskrit yazılarında uygarlıkları saptanan
Doğu kültürleri ussal ve nesnel yaşam arasında bir uyum sağ
lamayı başarmıştır. Bu kültürlerden kalan belgeler, uygarlığın
eski çağlarda doğru yönde gelişebildiğini de göstermektedir.
Bu uygarlıkların neden ortadan kalktığı sorusu yöneltilebi-lir. Başka kültürlerin oluşması, onlara düşmanlık beslemesi
ve gelişmelerini engellemesi onları yok etmiş olabilir. Bilmi
yoruz. Ne olursa olsun, insan yeryüzüne, düşünsel açıdan
kendi kendini inşa etmek için geldiğini, içindeki 'kötülüğü'
yenmesi gerektiğini, bencillikten kaynaklanan 'kötülük' de
diğimiz duyguyu yenmesi gerektiğini kavramak zorundadır.
Bencillik, insanın kendi kendini sevmediğinin belirtisidir,
kendi kendini kavramadığının ve sevgi kavramını yanlış anladığının kanıtıdır. Tüm kavram ve olguların deformasyonu
burada yatar.
Bilim dünyamızın budalalığı, yanılgısı ve giderek artan
olumsuz sonuçları, kadının gerektiği anda dümene geçme
miş olmasında değildir. Bu olumsuz sonucun nedeni, insan
lığın düşünce düzeyinin gereken yüksekliğe ulaşamamış olmasındandır.
İnsanlık yeni enerji kaynakları arayacağına, düşünce değerlerini yüceltme doğrultusunda çalışsaydı, düşünce enerjisi
arasaydı, bugün konuştuğumuz sorunlar var olmayacaktı. O
zaman insan daha uyumla, akılsal, düşünsel bir gelişimin de
netiminde gelişecekti. Akılsal gelişim sürecinin, entelektüel
süreç gibi insanı tekyönlülüğe sürüklemeyeceği kanısındayım. Çünkü akılsalcılık, aynı zamanda uyumluluk kavramını
da içerir. Bunun dışında her şey, siz ne kadar haklı da olsanız,
ikinci planda kalır. Filmlerimde kendinizi bulamadıysanız,
bu benim haksız olduğumu göstermez. Anlatmak istediğim
kadının gerçeğini yansıttım ben.
Çok önemsiz sorunlarla uğraşıyoruz ve bugünün krizli
dünyasını kurtardığımızı sanıyoruz. Oysa yanılgıya düşüyoruz. Kanımca bu tür sorunlarla uğraşmak tehlikeli. Bizi temel sorundan uzaklaştırır: Akılsal düzeyde sürdüreceğimiz
mücadeleden. Akılsal/ tinsel mücadele her alanda veriliyor.
Bu nedenle herkes bu mücadeleyi anlıyor. Hiç eğitim görme
miş ama yüce ruhlu bir insan, temel sorunun nerede yattığını
kavrar.
Gerçek sorumluluğunu kavramış bir insanın, temel so
runları yoktur. Yaşamın anlamını bilerek, yeryüzünde ya
şama karşı görevimizi yerine getirerek, yaşamak istiyoruz.
Ama çoğunlukla başaramıyoruz. Henüz yeterince güçlü değiliz. Bu yolu seçmek ve bu yolda yürümek önemli. Bu temel
sorunumuz çözümlenmedikçe, peşimizi bırakmayacaktır.
Acı olan, günümüz uygarlığının çıkmazıdır. Toplumu akılsal
düzeyde geliştirebilmek için zaman gerek. Oysa zamanımız
yok.
İnsanın geliştirdiği teknik, artık kendi düğmeleriyle çalışıyor. İnsanlar ve politikacılar, kendi yarattıkları sistemin
tutsağı oldular. Onları bilgisayarlar yönetiyor. Bilgisayarı
devreden çıkarabilmek için kafaca çaba harcamak gerek. Bunun için de yeterli zaman yok. Tek umut, insanın bilgisayarı
devreden çıkaracağı an, kafaca aydınlanmasında.
Milliyet Sanat, 1 Ağustos 1984