18 Aralık 2014

Tezer Özlü - Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Yaşamla ve Ölümle Hesaplaşmak İçin Yazıyorum  
Ben bu coşkulu havaya gene biraz melankoli getirmek zorun  da kalacağım. Onun için hepinizden özür dilerim. Batı kültürü ve batının bizi nasıl etkilediği seminer konusu kapsamında olduğundan. İlkin biraz buna değineyim. Her zaman olduğu gibi gene çok bireyci davranacağım. Başka türlüsü elimden gelmiyor. Toplumun oluşumunda en çok bireyin varlığına önem veren bir bireyciyim. Okumayı dört yılda sökebildim. Söker sökmez Capote'yi, Steinbeck'i okudum. O zamanlar batı, Yakındoğu ve Asya gibi coğrafi ayrımları hiç mi hiç bilmiyordum. Üçüncü dün  yayı da bilmiyordum. O zamanlar üçüncü dünya kavramı belki de daha oluşmamıştı. Ama Steinbeck'i taşrada, on yaşımda bulduğuma göre, nasılsa diğer yazarları da bulacaktım. Ama kanımca yazı yazmak coşku, hafif melankoli, taş  kınlık gibi psikolojik bir semptomdur. İnsan yazarlık hastalığını -az da yazsa- sürekli olarak içinde taşır. Ben, bu hastalığa ancak dayanamayacak hale gelince, neredeyse psikoza girecek duruma geldiğimde yazabilen bir hastayım. Batı kültürünün düşüncelerimi ne denli etkilediği konusuna gelince: Dünya edebiyatını Almanca okuyorum. Bu nedenle edebiyat ufkum çok geniş oluyor. Türkçeye çevrilmemiş birçok yazar Almancaya güzel çevirilerle çevrilmiş. Bunları hazır bulabiliyorum. Bunun yanısıra tabii ki okuduklarımdan etkileniyorum. Ama düşüncelerimi ve beni biçimlendiren olgu, yalnız tek başına batı, batı edebiyatı, batı felsefesi, batı düşüncesi olamaz. Çünkü ben 38 yaşındayım ve 38 yıldır Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşıyorum. Zaman zaman iki dilde düşündüğüm oluyor. Çünkü Almancayı çok iyi öğretmişler bana. Rahibe disiplini ile. Bazan Almanca 
düşüncelerimi aynı güçte Türkçe söyleyebiliyor muyum diye, kafamda kendi kendimi sınıyorum. Çünkü benim için en önemli dil Türkçedir. Çevirdim mi, demek Türkçeden hiç uzaklaşmadım diye mutlu oluyorum. Çok öfkelendiğim zaman Almanca homurdandığım oluyor. İki dil bilmekten kaynaklanan, sığınacak bir dünya aramanın alışkanlığı mı? Aslında batıyı, kuzeyi, güneyi, kuzeybatıyı ve geçmiş bütün zamanları, burada, Akdeniz duyarlılığı içinde ve bir üçüncü dünya ülkesinde yaşamak mutluluğuna ermiş, otuz yıllık yaşamlarına bir asrın olayları sığdırılmış ender mutlu insanlardan biri sayıyorum kendimi. Her olaydan ve sıkın  tılardan çok şey öğrenileceğine inanıyorum. Hani bir İsviçre dağ köyünde, İtalya'ya bile inmemiş, öyle havaya, göle, ineklere ve çayırlara bakarak yaşayan insanlar tanıdım. Ben, bu tür bir yaşamı mutluluk saymıyorum. Beni etkileyen, yaşadı  ğım ülkenin ve batı ile bağların oluşturduğu ikilik'tir. Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıy- rılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına ala  bilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. (Ya da kendi kendine kanıtlamak için). Çün  kü, insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olma  sıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalım yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olmayı edebiyatla öğrendim. Çok sev  diğim üç yazarın, üç cümlesini -benim neden yazdığımı çok iyi anlattığı için- edebiyat yaratıcılığının kıpırdanışlarmı çok iyi yansıttıkları için burada vurgulayacağım: "Hiçbir zaman sakin olamamak, sanırım benim ka  derim." Italo Svevo (Zeno'nun Bilinci romanından) "İnsanın konuşmak için konuşmadığını böylece öğrendim, 'bunu yaptım', 'şunu yaptım', 'yedim, içtim' demek için konuşmadığını, aksine kendi yaşam görüşünü geliştirmek, bu dünyada neler olup bittiğini kavramak için konuştuğunu." Cesare Pavese (Yeni Ay romanından) "İşte gidiyor, felaketlerin anası, koşuyor ve tüm dünyayı kendisiyle birlikte eve götürmeye çalışı  yor... Ne garip, insan keşfetmeye görsün, nasıl da tüm dünyaya sahip olabiliyor." Djuna Barnes (Gecenin Uzantısı romanından). Bir cümle de ben eklemek istiyorum: "Yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum".

Ölüm Bir Olay, Önemli Olan Sevginin Güzellikleriydi Bütün gece yağmur yağdı. Bütün gece Sevgi'yi [Soysal] düşündüm. Günlerdir, aylardır düşündüğümden daha çok. Güzel, sevimli yüzünü, beyaz tenini, konuşurken kızaran yanakları  nı, ince içten sesini, küçük, kahverengi cin gibi gözlerini, hafif dalgalı saçlarını, beyaz ellerini, kısa tırnaklarını, kışları giydiği Alman malı kaim botlarını, metal düğmeli, beyaz Bavyera paltosunu bile düşündüm. Elinden eksilmeyen sigarasını, içki kadehini tutuşunu, neşeli gülüşünü, alaylı anlatışını, zeki şakalarını, bazen 
 duyarlılıkla yaşaran gözlerini defalarca düşündüm. On üç yıl önce "Yeni gelin" gittiğim Ankara'da aynı apartmanda oturu  yorduk. Gecelerimiz çoğunlukla birlikte geçiyordu. 
Bana çok şeyler öğretti. "Bak şimdi yeni evlisin ama, daha ne aşklar yaşayacaksın... Âşık oldukça güzelleşecek, gençleşeceksin" dedi. Ne güzel düşünce! Sevgi her gün aşkla yaşayan bir in  sandı, bütün çevresini eğitti, bütün çevresine daha akıllı ol  manın, olaylara şakacı bir gerçekçilikle bakmanın yollarını gösterdi. Çok çeşitli olaylar yaşadı. İnsanüstü zekâsı, algısı ve yorumuyla büyük insan olmayı başardı. Annesi Alınandır. Çok iyi Almanca bilir. İngilizce bilir. Para kazanmak için yıllarca Alman firmalarından sonra TRT'de çalışmış; Brecht, Frisch gibi Almanca yazan ünlü yazarları Türkçeye çevirmiş, ardından kendi çalışmalarına daha da yoğunlukla eğilmişti. Şiirler, öyküler, romanlar yazdı. Gazete sayfalarında günlük makaleler; 12 Mart döneminde yattığı hapishane koğuşlarını yazdı. Boğucu, karanlık, beton yığını Ankara'da durmadan, bıkmadan çalıştı. Onun için kent önemli değildi. Önemli olan insandı. İnsanın sömürülmeden insanca yaşaması, herkesin akıl ve yeteneklerinin yerini bulmasıydı. O, halkın kurtuluş savaşma aklı ve gözüyle katılan gerçek bir fikir işçisidir. Yaşamı avucunun içine almış, ona yön veriyordu. Sevgi güzel kadındı. Evi, giysileri, ayakkabıları, çantası bile her zaman güzeldi. Uzun yürüyüşleri sever, küçük kır çiçeklerini sever, pazar günleri çocuklarına güzel meyvalı pastalar pişi  rirdi. Kendi sorunlarından hiçbir zaman yakınmaz, yalnızca alaylar, espriler, ardı kesilmeyen akıl oyunları yapardı. Bit  meyen kadınlığıyla sanki yüz çocuk doğurabilir, bin erkeği baştan çıkarabilirdi. Bence bu da çok önemli bir nitelik. Zaten o güzellik, akıl, beceriklilik, verimlilik gibi kadınsı niteliklerin yanı sıra, yorulmazlığı ve tuttuğunu koparıcılığı ile bir erkeğin özelliklerini de bünyesinde toplamıştı. Yalın diliyle Türkiye'nin durumunu, çağdaş insanın 
sorunlarını öylesine zeki ve başkaldırıcı bir edebiyatla anlatıyor ki, yazdıklarının ileri kuşaklarda daha büyük kitleler tarafın  dan okunacağı kesindir. Özgürlüğün, bağımsızlığın, aydınlık düşüncenin, mutluluğun yollarını açıp göstermiştir. Ölüm bir olay. Önemli olan Sevgi'nin güzellikleri, Sevgi'nin yaşamı, Sevgi'nin yapıtları. Önemli olan Sevgi'nin kü çük yavrularına bütün küçük yavrulara bıraktığı devrimci düşünce, ileri yaşama örneği. Önemli olan insanlarımızın yıllar yılı onun sesini duyacağı...Bu nur yüzlü, güzel, büyük kadının sesini! 
27 Kasım 1976

Kadınlarımız 
Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüz  yılı bir arada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden Batıya bağımlı...Ama bir İslam ülkesidir. Bu durum da halkı başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir. Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz? Daha bir yıl önce, kışın acımasız soğuğu karşısında evini ısıtmak için, Harbiye'de eski bir yapıdan tahta sökmek isteyen üç kadın, inşaat çökmesi sonucu yapının altında kalıp öldüler. İstanbul'un ortasında, Hilton Oteli'nin karşısındaki sokakta. Birkaç odun parçası için üç kadın ölüyordu. Türk kadını için bir genelleme yok ki...Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba...Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır. Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış, Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş... Ve bu kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir? Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, "kadın sorunu" söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır. Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir. Üstelik son on yılda Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, "beyin yıkama" politikası ile, köy kadınının karşısına bile Dallas gibi bir Amerikan filmiyle çıkabilme cesaretini göstermektedir. Renkli basın, reklam filmleri, fotoroman ticareti var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için, sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bilinçsiz insanları, yanlış yaşam biçimlerine özendirmeye çalışmaktadır. Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir. Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insan  larının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip, belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir, işte ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş hayatı, hem kendi iç dünyası hem özyaşamı için bilinçlenmek zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çaba  layıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada "kendi paçasını kurtarmak" terimi, artık çağdaş dünya insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi bir ülkenin insanı ise. Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır. 
Halkçı

Tarkovski: "İnsanlar ve Politikacılar Kendi Yarattıkları Sistemin Tutsağı Oldular" Sovyet yönetmen Andrei Tarkovski, 10 Temmuz 1984 günü Milano'da yaptığı basın toplantısında, artık ülkesine dönme­ yeceğini, ancak hangi ülkede kalmak istediğine henüz karar vermediğini açıkladı. 52 yaşındaki yönetmen, 20 yıllık sine­ ma uğraşında altı büyük film gerçekleştirebildiğini, ülkesini, dilediği yoğunlukta çalışma olanaklarına erişemediği için terk edeceğini açıkladı. Tarkovski, 18 aydır İ talya ve İsveç'te çalışmakta, ayrıca 1983 sonbaharında Londra Covent Garden Kraliyet Operası'nda Mussorgski'nin Boris Godunoıv'unu sah­neleyerek, sanat yaşamında ilk kez opera yönetti. Sinemaya görüntü, müzik, kurgu, resim, happening sa­natları yanı sıra, derin bir edebiyat ve felsefe birikimi geti­ren, Batılı yazar-yönetmenler Fellini, Bergman, Herzog, Fass- binder, Bunuel, Saura, Bili Douglas'la karşılaştırıldığında Tarkovski'nin yalnız kendi birikimini değil, tüm Rus yazını­nın birikimini sinemaladığmı saptıyoruz. Tarkovski, hem sosyalist, hem de kapitalist düzeni yadsı­dığını, her iki düzene de filmsel şiirle karşı çıktığını söylüyor. "Neşeli insanlar beni yanıltır, onlara hiç tahammülüm yok. Ancak hiçbir pürüzü olmayan ruhlar neşeli olabilir, çocuk­lar ya da çok yaşlılar. Ama neşeli insanlar hiç de bu nitelikte değil. Kanımca neşe, insanın ancak çevresini, içinde yaşadı­ğımız koşulları kavrayamamasından kaynaklanıyor". "Nos- talghia", diyor Tarkovski "yalnızca memleket hasreti değil. Rusça'da nostalghia bir hastalık, öldürücü bir hastalık anlamı­ na gelir. Andrei, ülkesinden uzak bir hastalığa tutulmuştur. Giderilmesi olanaksız bir özlemin hastasıdır. Neyi özler? Ger­çeği, gerçek yaşamı özler." (Tarkovski'nin Le Monde'da yayım­ lanan konuşmasından.) Kasım 1983'te, gazeteci ve psikiyatrisi İrena Brezna, (Ba- sel) Tarkovski ile Londra'da (belki Rusça bildiği için) bir söyle­şi yapmayı başarmış. Gazetecinin yönelttiği güncel feminizmi vurgulayan sorulara hiç katılmıyorum, ancak Tarkovski'nin yanıtlarını Türk okuru için de ilginç bulduğumdan bu söyle­şiyi çevirmek istedim. 
Brezna: Sovyetler Birliği'nde ünlü olmanızın mutlak bazı ayrıcalıkları var, sakıncaları da var mı?
Tarkovski: 
Ünlü olmak ve tanınmak gibi konular beni hiç ilgilendirmiyor. Kendi ünüm konusunda hiç kafa yorma­dım. Ün, benim için anlamsız. 
Brezna: Sanki ün sizi rahatsız ediyor. İlişkilerden kaçmı­ yorsunuz. Hemen hemen hiç görüşme yapmıyorsunuz. 
Tarkovski: Gazetecilerle görüşerek, şöhretlerinden ya­ rarlanmak isteyenler var. Ben onlardan değilim. Aksine hiç sevmem söyleşileri. Yaptığım söyleşilerden sonra yayımlanan konuşmaların hiçbirini beğenmedim. Beni övdükleri için de­ğil, konuştuğumuz dışında, bambaşka şeyler yazdıkları için. Ünümden dolayı ilgi çeken bir kişi olma duygusu, beni her zaman tedirgin ediyor. Adeta öfkeleniyorum. 
Brezna: Konuşmamızın çıkış noktasının hiç de iç açıcı ol­ madığım mı anlatmak istiyorsunuz?  
Tarkovski: Hep böyle. Yapılacak bir şey yok. Zaten çıkış noktası ne demek? Siz ve benim için böyle bir şey söz konusu değil. Ortada yalnız sizin benimle görüşme isteğiniz var. Ben de bütün gücümle size karşı direneceğim. 
Brezna: Bizi bağlayan hiçbir olgu yok demekle yanılıyor­ sunuz. Filmleriniz var. Bu söyleşi sizinle konuşabilmek için bir vesile. Sizi tanımak istiyorum. Ama size ulaşmak oldukça güÇ- 
Tarkovski: Ama ne yazık ki, bütün güçlükleri atlatabildi­niz. Diğer gazeteciler gibi bu güçlüklere takılıp gelmeyebilir­diniz. Ama geldiniz. 
Brezna: Evet, sizi bir kale gibi kuşattım. İşte şimdi bura­ dayım ve nasıl konuşacağımı bilemiyorum. 
Tarkovski: Yalnızca doğallıkla konuşun, yeter. 
Brezna: Filmlerinizi duygularımın derinliğinde algılıyo­rum. Olaylara bakışınız da bana yabancı değil. Ancak, kadın olarak filmlerinizde kendimi göremiyorum. Yapıtlarınızda kadın ancak geleneksel bir rol oynuyor. Siz yalnız erkeğin dünyasını yansıtıyorsunuz. Ve erkeğin bakış açısından, kadın ancak bilmece. Seven, erkeği anlayan ve tüm varoluşu ancak erkekle ilişkisinde beliren bir kadın var filmlerinizde. 
Tarkovski: Bu konuyu hiç düşünmedim, kadının iç dün­ yasını demek istiyorum. Kadına, kendine özgü bir iç dünya sunmak çok güç, bunu yapmak da istemiyorum. Kadının bir iç dünyası var, ama kanımca kadının iç dünyası, birlikte yaşa­ dığı erkeğe sıkı sıkıya bağlı. Bence kadının yalnız olması hiç de doğal bir durum değil. 
Brezna: Ya yalnız bir erkek, bu doğal mı? 
Tarkovski: Yalnız bir erkek, yalnız olmayan erkekten daha doğal. Bu nedenle benim filmlerimde kadın ya yok ya da yalnız erkek dolayısıyla var. Yalnız iki filmimde ka­dın var: Aynada ve Solaris'te. Burada da kadın tabii erkeğe bağımlılığı dolayısıyla var. Siz kadının bu rolünü yadsıyor musunuz? 
Brezna: En azından kendimi o kadında göremiyorum. 
Tarkovski: Birlikte yaşadığınız erkekten, yaşamını sizin- kine bağımlı kılmasını mı bekliyorsunuz? 
Brezna: Hiç değil. Ben kendi dünyamı yaşayayım, erkek kendi dünyasını yaşasın. 
Tarkovski: Bu mümkün değil. Kadın ve erkek kendi duygularını yaşıyorlarsa, onları bağlayan hiçbir şey kalmaz. Kadın ve erkeğin iç dünyalarının müşterek bir dünya oluş­ turmaları gerekir. Bu gerçekleşmezse, kadın ve erkeğin bera­ berliği mutsuz, uyumsuz ve giderek ölmeye mahkûmdur. Bir kadının erkeğini değiştirmesi bana çok garip geliyor. Önem­li olan onun kaç erkeğin karısı olması değil, önemli olan bir ilke. Kadm, bu ilişkileri, bu evlilikleri bir hastalık gibi çeker. Yani kadm bir hastalığa tutuluyor, sonra diğerine, sonra gene bir diğerine. Sevgi, öylesine bütün bir duygudur ki, bir kez daha yinelenmesi olanaksızdır. Ne durumda olursa olsun, olanaksızdır. Kadm, bu duyguyu yineleyebiliyorsa, o zaman sevgi onun için anlamsız demektir. 
Brezna: Kadının doğasını bildiğiniz kanısında mısınız? 
Tarkovski: Bu konuda bir düşüncem var, tıpkı sizin gibi. 
Brezna: Ama ben kadm olarak kendimi derinliğimden tanıyabiliyorum. 
Tarkovski: İnsanın yargıya varabileceği en zor olgu ken­ disidir. Kendi dünyasını koruyabilme çabası gösteren kadın­ lara şaşıyorum. Bence kadm olmanın anlamı, kadmsal sev­ ginin yeteneği, onun özverisinde yatar. Kadının büyüklüğü de bu. Böyle kadınlara saygı duyuyorum. Böyle kadınlar da tanıyorum. 
Brezna: Söyleyecek söz bulamıyorum. Size göre kadının varoluşu ancak erkeğe olan sevgisinde anlam kazanıyor. 
Tarkovski: Böyle bir şey söyledim mi? Yalnızca kadm-er- kek ilişkisinden söz ettik. Henüz bu durumu açıklığa kavuş- turamadım, siz beni saldırganlıkla suçluyorsunuz. 
Brezna: Yeterince söylediniz, bunu siz de biliyorsunuz. 
Tarkovski: Ben yalnız, seven bir insanın artık kendi iç dünyasını içinde saklı tutamayacağını söyledim. Sevdiği in­ sanla kaynaşacaktır çünkü dünyası, başka bütünlük oluştu­ racaktır. Kadını bu ilişkisinden soyutlarsak, ilişkiyi de yıkmış oluruz. Kadın da hemen doğrulup beş dakika sonra yeni bir yaşama başlayamaz. Çünkü kadının iç dünyası, erkeğe olan duygularına bağlıdır. Bence de kadının iç dünyası, tümüy­ le erkeğe olan duygularına bağlı olmalıdır. Kadın, sevginin simgesidir. Ve sevgi de, insanın sahip olduğu en büyük de­ ğerdir. Burada değer sözcüğünü hem nesnel, hem de soyut anlamda, tüm duyguları kapsayan anlamında kullanıyo­rum. Yaşama, anlamını veren kadındır. Kurtarıcıyı doğu­ran Meryem'in, sevginin simgesi oluşu bir rastlantı değil. Kadınlarla bu konuyu konuştuğumda, sanki saygınlıkları ellerinden alınacak duygusuna kapıldıklarını görüyorum. Bence bu kadınlar, gerçek saygınlığı ancak kendilerini er­keklerine tümüyle adadıkları zaman elde edeceklerini unu­tuyorlar. Gerçekten seven bir kadın, sizin yönelttiğiniz soru­ları yöneltmez. 
Brezna: Ben, insanın hem sevebileceği hem de aynı za­ manda kendi iç dünyasını koruyabileceği kanısındayım. Ve korumak zorundayım da. Kadın, kendi yolunu erkeğin yolu olarak seçerse, kaybeder. Elleri boş kalır. Bu eski, çok eski bir tuzak. Ben de zaman zaman, sevgi içinde bütünleşmeye eği­ lim gösteren bir kadınım. 
Tarkovski: İyi ki öylesiniz. Bu duygunuzla övünebilirsi­niz. Ama benim kadından zorla bunu istediğimi sanmayın. Güç kullanarak sevgi kazanılmaz. Bu nedenle görüşüm hiç kimse için tehlikeli değil. 
Brezna: O halde sevgi ya var ya da yoktur. 
Tarkovski: Evet ya var ya da yoktur. Ve sevgi olmazsa, hiç­ bir şey olmuyor demektir... İnsan yavaş yavaş ölüme gidiyor de­mektir. Ben yalnız kendi düşüncemi aktarıyorum. Tabii herke­sin kendi dünyasını yaşadığı, ilişkilerin soğuklaştığı, bencilleş­tiği durumlar var. Belki böylesi durumlar daha da kolay. Böyle-si ilişkiler daha az sakıncalı. Ve feminizm akımı bu doğrultuda. Gerçekten de bu ve benzeri konularda tartıştığım kadınların tümü, kadın olmanın olağanüstülüğünü kavramamışlar. Her zaman şaşırttı bu durum beni, çünkü kadının iç dünyası, erke­ğin iç dünyasından çok başka. Kanımca kadın, bu özelliğinden dolayı erkeğe bağımlı olmadan yaşayamaz. Erkeksiz yaşamaya başladığında, örgensel yaşamını yitirir. Toplumda dilediği yere gelebilir, bir erkeğin işini de üstlenebilir, ama bunlar onu kadın- sal kılmaya yeter mi? Hiçbir zaman yetmez. Feministlerin neyi amaçladıklarını anlıyorum: Artık so­rumluluklarını istemiyorlar. Her zaman ezildiklerini ve eşit haklar kazanarak bu durumdan kurtulacaklarını sanıyorlar. Kavrayamadıkları durum şu: İnsan, kadın ya da erkek, ger­ çekten yürekten bağımsız olmak istiyorsa, zaten bağımsızdır, özgürdür; özgürlüğü kendisi seçtiği için özgürdür, özgürlük­çü bir ülkede yaşadığı için değil. Bireyin özgürlüğü, ülkesinin özgürlükçülüğüne bağlı de­ ğil, kendi seçimine bağlıdır. 
İnsanların gerçekleştiremedikleri yaşam özlemlerini başkalarının suçu gibi görmeleri beni her zaman öfkelendirir. Bağımsız olmadığını söyleyen kişilere öylesine öfkeleniyorum ki. Bağımsızlığı istiyorsan, bağımsız ol. Seni engelleyen kim? Mutlu olmak istiyorsan. Ama mut­suzsan, mutlu ol. Kadının uzun bir dönem süresince, dünya politikasının önemli olaylarından dışlandığı şüphesiz. Bu tabii haksız bir durum. Ama günün birinde kadın tüm toplumsal yaşama katıldığında ne olacak bilemiyorum. Buna karşı olmadığımı vurgulamak isterim. Kadının toplumsal yaşama tümüyle ka­tılmasından yanayım. Ama bana öyle geliyor ki, kadın o du­rumda kendi dilediği konumu bulamayacaktır. 
Brezna: Düşüncenize katılıyorum. Erkek yargıları dün­yaya egemen olduğu sürece, kadın konumunu bulamayacak... Erkeğin başarısı ölçüt olduğu sürece... 
Tarkovski: Yanılıyorsunuz. Beni önemli bir kariyer sa­hibi kadın kadar rahatsız eden hiçbir şey yok. Erkek olarak haklarımın sınırlandırıldığını sandığımdan değil. Kadının bu durumu bana hiç doğal gelmediği için. Bence böyle bir kadın, görmezliğe gelmesi gereken bir yola sapmış. 
Ancak erkekle yanlış bir rekabet onu bu yola sürüklemiş olabilir... Affeder­siniz, adınız ne?  
Brezna: İrena. 
Tarkovski: İrena, dinleyin. Siz kadmsal doğanızdan hoş­nut olmadığınızı söylüyorsunuz. 
Brezna: Yanlış anlıyorsunuz. 
Tarkovski: Şimdiye dek süregelen kadm-erkek ilişkileri dışında yeni ilişkiler olamaz ki. Çünkü dünyamız iki cinsi- yetli; istesek de istemesek de. Belki herhangi bir gezegende tek cinsiyetli ya da beş cinsiyetli bir dünya varolabilir ve böylesi bir oluşum o gezegenin varlığının sürebilmesi için zorunludur. Belki böylesi bir gezegende hem bedensel hem de duygusal sevgi için beş varlığa gereksinme vardır. Ama yeryüzünde iki varlığa gerek var. Her zaman bu durum unu­ tuluyor. Neden bu gerçek unutuluyor, bilmiyorum. Haktan, durumdan, bağımsızlıktan söz ediyoruz, ama kadının kadın, erkeğin erkek olduğundan hiç söz etmiyoruz. 
Brezna: Öncelikle kadını erkeğe bağımlı kılmanızı an­ lamıyorum. Ayrıca kadını sevgi, fedakârlık gibi kavramlar­ la erkeğe bağlamak istiyorsunuz. Oysa bana öyle geliyor ki, siz kendiniz sevgi ve fedakârlığa susamışsınız, ama sanki bu duyguları yaşamaya yeteneğiniz yok. 
Tarkovski: Bilmiyorum. Olabilir. Bu konuda kesin bir yargıya varmam güç. Ayrıca sizin kurduğunuz tümceleri kurmak bana çok güç geliyor. Belki de kişisel yapınız benim­ kinden çok başka. Kendinizden beklentileriniz başka. Görü­ lüyor ki siz benim Ayna filmimdeki anne değilsiniz. Ayna fil­ mi benim annemi anlatır. Gerçeğe dayanan bir öykü, kayıtsız. Belki de haklısınız, bu filmde kendinizi göremediniz. 
Brezna: Stalker ve Solaris filmlerinde insanlığın sorununa genelde bakışınız beni çok etkiledi, bu sorunu filmsel irde- leyişiniz. Bu söyleşiyi yapmamın nedeni bu. Solaris filminde aşkı da çok olağanüstü ve ince anlatıyorsunuz. Ama Chari'nin tek gücü sevgi. Yaralandığı tek nokta da gene sevgi. 
Tarkovski: Siz yara almak istemiyorsunuz. Hiçbir yarası açılmayan bir insan olarak kalmayı yeğliyorsunuz. 
Brezna: Bir an için düşünün. Kendinizi bir kadının yerine koyun. Yüzyıllardır hep başkaları için varolmaya koşullandı­ rılmışsınız. Hiçbir zaman kendiniz olamamışsınız. Büyük bir yük değil mi? 
Tarkovski: Erkek olarak ayakta kalabilmek de, kadın olarak ayakta kalabilmek kadar güç. Bütün mutsuzluk, tüm sorun başka yerden kaynaklanıyor. O da şu: Öyle bir top­lumda yaşıyoruz ki, kitlelerin genel düşünsel düzeyi çok ye­tersiz. Bugün gözümüzü yumup yarın uyanmayacağımızı da biliyoruz. Herhangi bir akıl hastası bir düğmeye basarsa, üç adet bombanın gezegenimizdeki yaşama son verebilece­ğini de biliyoruz. Bütün bu gerçeklerin bilincindeyiz, ama onları gene de unutuyoruz. Akılsal ve tinsel ilgilerimiz o denli maddesel varlığımızın esiri ki... hiçbir zaman aklımıza gelmemesi gereken sorunlarla ilgileniyoruz. Bu denli top­lumsal sorunun varlığı, ne denli akılsızca davranmış oldu­ ğumuzun kanıtıdır. Akılsal ve tinsel açıdan doyum kazan­mış bir kadın, hiçbir zaman erkeğin gölgesinde kaldığını, ya da onun esiri olduğunu düşünemez. Tıpkı kadın gibi, aynı doyumu sağlamış erkek de, kadını zorlamayı hiçbir zaman akimdan geçirmez. Oysa siz getirdiğiniz örneklerle beni böylesi yanıtlara zorladınız. Bu tür sorunların açıklanma­sı bizi hiç de ilgilendirmemen. Çünkü bu sorunlar, bizim akıldan yoksunluğumuzun belirtileri. Akılsal zenginlikleri şaşılacak boyutlarda kadınlar da tanıdım. Bu tür kadınlar böylesi sorunları hiç büyütmez, aksine öylesi bir ruh zen­ginliğine sahiptirler ki, öylesi bir moral [ahlaki] güçleri vardır ki, her erkek önlerinde diz çökmeye hazırdır. Ayrıca böyle kadınların önünde diz çökmek ayıp değil, bir şereftir. İşte sorun burada. İlişkileri açıklamaya çalışmak, kötü bir çıkış noktasıdır. Bu konuda çaba harcamak, hoşnutsuzlu­ ğumuzun belirtisidir, yoksa eşitlik aramanın değil. Bu ikisi çok ayrı konular. Bence, bugün kadın korkunç bir duruma sürüklenmiş. Gerçekten seven bir kadın bu tür sorular yö­ neltmez. Bunlar onu ilgilendirmez bile.  
Brezna: Gerçekten seven kadın, sevgisini bir erkekte top­ lamaz, tüm dünyaya dağıtır. Nükleer savaşın dünyayı tehdit ettiğini söylediniz. Nükleer silahlar erkeklerin önderliğinde­ ki bir dünyada üretilmiştir. 
Tarkovski: Madame Curie'nin katkısını da unutmayalım. 
Brezna: Sorumlular dünyamıza egemen olan erkekle­ rin gücü. Kadının, kadmsal içgüdülerine egemen olacağı bir dünya, belki de bu apokaliptik sonuca varmazdı. Böyle bir dünyada kadının sorumluluğunu taşımayıp, kendisini sevgi­ ye ve bir erkeğe atamasını nasıl düşünebiliyorsunuz?... Erke­ğin, kadının sıcak sevgisiyle gezegenimizi perişan etmesine seyirci mi kalsın?... 
Tarkovski: Bu korkunç, korkunç bir varsayım. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama, söylediklerinize şaşıyorum. Er­keğin dünyamız hakkında aynı duyguları taşımadığını mı sanıyorsunuz. Erkeğin bu dünyanın efendisi olduğunu sanı­yorsanız, yanılıyorsunuz. 
Brezna: Ya kim? 
Tarkovski: O Brezna: Nerede o?... 
Tarkovski: (Eliyle yukarıyı gösteriyor). Görüyor musunuz söyleşi nereye varıyor. Sonuçları tartışıyoruz, nedenleri tar­ tışacağımıza. Önemli nokta şu: İnsan, varoluşunun temel nedenini kavramamışsa, bu dünyaya neden geldiğini ve öm­rünü neden burada yaşadığını bilmezse, o zaman işte dün­ ya zorunlu olarak bugün içinde bulunduğumuz koşullara sürüklenmiş demektir. İ nsanlık, daha "aydınlanma çağın­ da" hiç ilgilenmemesi gereken konularla ilgilenmeye başla­dı. Maddesel dünyaya eğilmeye başladı. Bilmek, öğrenmek isteği, insana, özellikle erkeğe egemen oldu. Ayrıca kadın, erkek kadar bilime susamış değildir. Peki, ne oldu?... İnsan­ lar, kör gibi çevrelerini ellemeye başladı. Ellerinden başka çevrelerini algılayabilecek uzuvları yokmuş gibi davrandı. Bu dünya ile ilgili o denli şey öğrendik ki, toplumsal bir uyum kazanmamız, mutluluğumuz gerekirdi. Hayır. Tam aksi. Yeryüzü hakkında ne kadar çok bilgi edinsek, bununla uğraşan uzmanlarımız giderek atalarımızın bildiklerinden daha azını kavradığımızı saptıyor. Bizler, yanılgıların gücü altındayız. Yeryüzü üzerine çok şey bildiğimize karar ver­ dik. Ama, hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kesiti üzerine bildiklerimiz, bütünü için yetmiyor, çünkü yeryü­ zü sonsuz. 
Kanımca insanın varoluş amacı, bilip tanımakta yatmıyor. Bu insanın entelektüel görevi. Ama temel sorunu değil. 
Varolmanın temel sorunu, yaşamın anlamını kavraya­rak yaşamakta. Örneğin atomun bölünmesiyle yeni bir ener­ji kaynağı buluyoruz ve bu enerjiden nasıl yararlanıyoruz?.. 
Atom bombası yapıyoruz, intihar silahı. Söylemek istediğim, buluşları olumlu yönde kullanma yeteneğinden yoksunuz. Bunun da nedeni, insanın niçin yaşadığını bilmemesi. Bilim adamı, yaşamının anlamını, buluşları gerçekleştirmekte gö­ rüyor. Bu, gerçeğe pragmatik bir yaklaşımdır. Sanatçı, sanat yapıtları gerçekleştirmek için yaşıyor. Herkes üzerine düşen görevle yaşıyor, bir görevin parçalarıyla ve eşitsizliği algılı­ yor, birbirine gıpta ediyor. Oysa, her insan, yaşamının anla­ mını kavrayıp, buna göre yaşamalı. Bu doğrultuda herkesin hakkı var ve herkes eşit haklara sahip: Sanatçı, işçi, papaz, köylü, çocuk, köpek, erkek ve kadın. 
Yaşamın anlamını keşfedemezsek, onu-bunu kurcalama­ya başlayıp sorunlar yaratırız. Bu sorunlar, yaşamın anlamını kavrarsak, hiçbir zaman ortaya çıkmayacak. Benim görüşüm bu. Başlangıçta, her şey yerli yerinde. Uygarlığımızın içine düştüğü çıkmaz, bir oransızlıktan kaynaklanıyor. İki kavram uyumsuzluk içinde: Maddesel ve ussal gelişim. Bu, insanın kendisini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya karar vermesiyle başlamış. Toplumumuz, bu yanlış temel üzerine kurulu. İnsanlar birbirleriyle bir sevgi, dostluk, düşünce alış­ verişi dürtüsüyle ilişki kurmuyor, tabii yaşamını sürdürebil­ mek için. Ama, ben insanın başka türlü de yaşamını sürdü­ rebileceğine inanıyorum: İnsan olduğu için, hayvan olmadığı için. Eski toplumlarda, insanların doğa ile uyum içinde yaşa­ dığı ve akıl almaz sonuçlar elde ettiği toplumların yaşadığını biliyoruz. Örneğin Sanskrit yazılarında uygarlıkları saptanan Doğu kültürleri ussal ve nesnel yaşam arasında bir uyum sağ­ lamayı başarmıştır. Bu kültürlerden kalan belgeler, uygarlığın eski çağlarda doğru yönde gelişebildiğini de göstermektedir. Bu uygarlıkların neden ortadan kalktığı sorusu yöneltilebi-lir. Başka kültürlerin oluşması, onlara düşmanlık beslemesi ve gelişmelerini engellemesi onları yok etmiş olabilir. Bilmi­ yoruz. Ne olursa olsun, insan yeryüzüne, düşünsel açıdan kendi kendini inşa etmek için geldiğini, içindeki 'kötülüğü' yenmesi gerektiğini, bencillikten kaynaklanan 'kötülük' de­ diğimiz duyguyu yenmesi gerektiğini kavramak zorundadır. Bencillik, insanın kendi kendini sevmediğinin belirtisidir, kendi kendini kavramadığının ve sevgi kavramını yanlış an­ladığının kanıtıdır. Tüm kavram ve olguların deformasyonu burada yatar. Bilim dünyamızın budalalığı, yanılgısı ve giderek artan olumsuz sonuçları, kadının gerektiği anda dümene geçme­ miş olmasında değildir. Bu olumsuz sonucun nedeni, insan­ lığın düşünce düzeyinin gereken yüksekliğe ulaşamamış ol­masındandır. İnsanlık yeni enerji kaynakları arayacağına, düşünce de­ğerlerini yüceltme doğrultusunda çalışsaydı, düşünce enerjisi arasaydı, bugün konuştuğumuz sorunlar var olmayacaktı. O zaman insan daha uyumla, akılsal, düşünsel bir gelişimin de­ netiminde gelişecekti. Akılsal gelişim sürecinin, entelektüel süreç gibi insanı tekyönlülüğe sürüklemeyeceği kanısında­yım. Çünkü akılsalcılık, aynı zamanda uyumluluk kavramını da içerir. Bunun dışında her şey, siz ne kadar haklı da olsanız, ikinci planda kalır. Filmlerimde kendinizi bulamadıysanız, bu benim haksız olduğumu göstermez. Anlatmak istediğim kadının gerçeğini yansıttım ben. Çok önemsiz sorunlarla uğraşıyoruz ve bugünün krizli dünyasını kurtardığımızı sanıyoruz. Oysa yanılgıya düşüyo­ruz. Kanımca bu tür sorunlarla uğraşmak tehlikeli. Bizi te­mel sorundan uzaklaştırır: Akılsal düzeyde sürdüreceğimiz mücadeleden. Akılsal/ tinsel mücadele her alanda veriliyor. Bu nedenle herkes bu mücadeleyi anlıyor. Hiç eğitim görme­ miş ama yüce ruhlu bir insan, temel sorunun nerede yattığını kavrar. Gerçek sorumluluğunu kavramış bir insanın, temel so­ runları yoktur. Yaşamın anlamını bilerek, yeryüzünde ya­ şama karşı görevimizi yerine getirerek, yaşamak istiyoruz. Ama çoğunlukla başaramıyoruz. Henüz yeterince güçlü de­ğiliz. Bu yolu seçmek ve bu yolda yürümek önemli. Bu temel sorunumuz çözümlenmedikçe, peşimizi bırakmayacaktır. Acı olan, günümüz uygarlığının çıkmazıdır. Toplumu akılsal düzeyde geliştirebilmek için zaman gerek. Oysa zamanımız yok. 
 İnsanın geliştirdiği teknik, artık kendi düğmeleriyle ça­lışıyor. İnsanlar ve politikacılar, kendi yarattıkları sistemin tutsağı oldular. Onları bilgisayarlar yönetiyor. Bilgisayarı devreden çıkarabilmek için kafaca çaba harcamak gerek. Bu­nun için de yeterli zaman yok. Tek umut, insanın bilgisayarı devreden çıkaracağı an, kafaca aydınlanmasında. 
Milliyet Sanat, 1 Ağustos 1984