29 Ekim 2014
Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.
28 Ekim 2014
Efendiler! Yarın CUMHURİYET'i İlan Edeceğiz!
Efendiler, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet ilânına karar vermek için Ankara'da bulunan bütün arkadaşlarımı davet ederek onlarla görüşüp tartışmaya asla lüzum ve ihtiyaç görmedim. Çünkü, onların da aslında ve tabiî olarak benim gibi düşündüklerinden şüphe etmiyordum. Halbuki, o sırada Ankara'da bulunmayan bazı kişiler, yetkileri olmadığı halde, kendilerine haber verilmeden, düşünce ve rızaları alınmadan Cumhuriyetin ilân edilmiş olmasını bize gücenme ve bizden ayrılma sebebi saydılar.
Cumhuriyet için anayasa değişikliği önerisi
O gece birlikte olduğumuz arkadaşlar erkenden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya'da misafirdi. Onunla yalnız kaldıktan sonra, bir kanun tasarısı müsveddesi hazırladık. Bu müsveddede 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilât-ı Esasiye Kanunu (Anayasa)'nun devlet şeklini tespit eden maddelerini şu şekilde değiştirmiştim:
Birinci maddenin sonuna "Türkiye Devleti'nin hükûmet şekli Cumhuriyettir" cümlesini ekledim.
Üçüncü maddeyi şu yolda değiştirdim : "Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur. Meclis, hükûmetin ayrıldığı idare kollarını Bakanlar vasıtasıyla yönetir."
Bundan başka Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun temel maddelerinden olan sekizinci ve dokuzuncu maddelerle de değiştirilerek ve açıklığa kavuşturularak şu maddeler yazıldı :
"Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçilir. Cumhurbaşkanlığı görevi yeni Cumhurbaşkanının seçilmesine kadar devam eder. Görev süresi biten Cumhurbaşkanı yeniden seçilebilir."
"Madde - Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Bu sıfatla lüzum gördükçe Meclis'e ve Bakanlar Kurulu'na başkanlık eder."
"Madde - Başbakan, Cumhurbaşkanı tarafından ve Meclis üyeleri arasından seçilir. Diğer bakanlar, Başbakan tarafından ve yine Meclis üyeleri arasından seçildikten sonra Cumhurbaşkanı tarafından hepsi birden Meclis'in onayına sunulur. Meclis, toplantı halinde değilse, onaylama, Meclis'in toplantısına bırakılır."
Bu maddelere, komisyonda ve Meclis'te din ve dil ile ilgili bildiğiniz bir madde de eklenmiştir.
29 Ekim 1923, 20:30: Cumhuriyet ilan ediliyor
Efendiler, Parti Grubu toplantısına son verildi ve hemen Meclis toplantısı açıldı. Saat 18.00 idi [29 Ekim]. Kanun teklifi, Kanun-ı Esasî Encümeni tarafından usulen incelenip tutanağı hazırlanırken, Meclis diğer bazı işlerle meşgul oldu. Sonunda, Başkanlık kürsüsünde oturan Başkan Vekili İsmet Bey (Paşa) Meclis'e şu bilgiyi verdi :
"Kanun-ı Esasî Encümeni, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nda değişiklikler yapılması ile ilgili tasarının öncelikle ve derhal görüşülmesini teklif ediyor.
"Kabul!" sesleri üzerine, tutanak okundu. Teklif edildiği gibi öncelikle görüşüldü. Nihayet, kanun, birçok konuşmacının "Yaşasın Cumhuriyet!" sesleriyle alkışlanan konuşmalarıyla kabul edildi.Ondan sonra Cumhurbaşkanı seçilmesi için Meclis'te oylamaya geçildi. Toplanan oyların sonucunu Başkanlık kürsüsünde oturan İsmet Bey (Paşa) Genel Kurul'a şu şekilde bildirdi :
"Türkiye Cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamaya yüz elli sekiz kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığına yüz elli sekiz üye, oybirliği ile Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa Hazretleri'ni seçmişlerdir."
Efendiler, seçimin hemen arkasından Meclis'te yaptığım konuşmayı tutanaklarda okumuşsunuzdur. Ancak, tarihî bir hatıranın canlandırılması için, müsaade ederseniz, o konuşmamı burada aynen tekrar edeyim :
"Saygıdeğer arkadaşlar, dünya çapıııda önemli ve olağanüstü olaylar karşısında, saygıdeğer milletimizin gerçek uyanıklığına ve şuurluluğuna değerli bir belge olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun bazı maddelerini açıklığa kavuşturmak için kurulmuş olan özel komisyon tarafından yüksek hey'etinize teklif edilen kanun tasarısının kabûlü dolayısıyla, Türkiye Devleti'nin zaten bütün dünyaca bilinen, bilinmesi gereken mahiyeti milletlerarası adıyla adlandırıldı. Bunun tabiî bir gereği olmak üzere bugüne kadar doğrudan doğruya Meclis Başkanlığı'nda bulundurduğunuz arkadaşınıza, yaptırdığınız bu görevi, Cumhurbaşkanı ünvanıyla yine aynı arkadaşınız, bu âciz arkadaşınıza tevcih ediyorsunıız. Bu müinasebetle şimdiye kadar hakkımda gösterdiğiniz sevgi, samimiyet ve güveni bir defa daha göstermekle, yüıksek değerbilirliğinizi ispat etmiş oluyorsunuz. Bundan dolayı yüce hey'etinize gönlüm'ıin bütün saınimiyeti ile teşekkürlerini arz ederim."
"Efendiler, asırlardan beri Doğuda haksızlığa ve zulme uğramış olan milletimiz, Türk milleti, gerçekte soydan sahip bulunduğu yüksek kabiliyetlerden yoksun zannediliyordu.
"Son yıllarda milletimizin fiilî olarak gösterdiği kabiliyet, istidat ve kavrayış kendi hakkırıda kötü düşünenlerin ne kadar gafil ve ne kadar gerçeği görmekten uzak, görünüşe aldanan insanlar oldugunu pek güzel ispat etti. Milletimiz kendisinde var olan vasıfları ve değeri, hükumetin yeni adıyla, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasında tuttuğu yere lâyık olduğunu eserleriyle ispat edecektir."
"Arkadaşlar, bu yüksek rejimi yaratan Türk milletinin son dört yıl içinde kazandığı zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendini gösterecektır. Bendeniz, kazandığım çok önemli gördüğüm bir noktadaki ihtiyacı arz etmek mecburiyetindeyim. O ihtiyaç, yüce hey'etinizin şahsıma karşı gösterdiği sevgi, güven ve desteğin devamıdır. Ancak bu sayede ve Tanrı'nın yardımıyla, bana verdiğiniz ve vereceğiniz görevleri en iyi şekilde yapabileceğimi ümit ediyorum."
"Daima sayın arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve sıkı bir şekilde yapışarak, kendimi onların şahıslarından bir an bile uzak görmeyerek çalışacağım. Daima milletin sevgi ve güvenine dayanarak hep birlikte ileri gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mes'ut, muvaffak ve muzaffer olacaktır."
Efendiler, Meclis'çe Cumhuriyet kararı 29/30 Ekim 1923 gecesi saat 20.30'da verildi. On beş dakika sonra, yani 20.45'te Cumhurbaşkanı seçildi. Durum, aynı gece bütün memlekete bildirildi ve her tarafta gece yarısından sonra yüz bir pâre top atılarak ilân edildi. (EK)
Jonas Salk Çocuk felci aşısı
New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tıp öğrenimi gördü. 1939’da sosyal hizmet görevlisi Donna Lindsay ile evlendi, bu evlilikten üç çocuk sahibi oldu.
Tıp tahsilini yaptıktan sonra kendisini virüs araştırma çalışmalarına verdi. Önce Michigan Üniversitesi’nde, ardından Pittsburgh Üniversitesi’nde Virüs Araştırma Laboratuvarı’nda çalıştı. Çocuk felci dahil bir çok konuda bilimsel makaleler yazdı. 1947 senesinde bakteriyoloji profesörü oldu. Aynı sene Virüs Araştırma Merkezi'nin Başkanlığı görevi de verildi.
Dr. J. Salk buradaki çalışmaları sırasında maymun böbreği dokularında polyo (çocuk felci) virüslerini üretmeyi başardı. 1952 yılında ABD, tarihinde görülen en korkutucu çocuk felci salgını ile karşı karşıya kalmıştı: 57.628 çocuk felci vakası yaşandı. Salk, salgından iki yıl sonra formaldehitle öldürülmüş virüsten aşı elde etmeyi başardı. İlk olarak kendi karısı ve üç çocuğunu medya önünde aşıladı. Ardından 1954 ve 1955 yıllarında yapılan geniş çapta tecrübeler, aşının çocuk felcine etkili olduğunu kesin olarak gösterdi. Dr. Salk, ülke çapında kahraman ilan edildi. 1957 yılına gelindiğinde, Salk’ın aşısı sayesinde ABD’de görülen çocuk felci vakaları %80-90 oranında azaltılmıştı. Salk, bulduğu çocuk felci aşısı için patent çıkarmamıştır. Eğer patent çıkarsaydı 7 milyar dolar kazanç sağlayabilirdi fakat o insanları kurtarmayı seçti.
Salk, 1957’de deneysel tıp alanında profesör oldu. 1960’ta La Jolla, Kaliforniya’da Salk Biyolojik Çalışmalar Enstitüsü’nü kurdu; kendisini multiple sclerosis ve kanser araştırmaların a verdi. 1968’de sonlanan ilk evliliğinin ardından 1970’de Françoise Gilot (ressam Picasso’nun ilk eşi ve iki çocuğunun annesi) ile ikinci evliliğini yaptı. 1970’lerde bilim ve bilimin sosyal rolü hakkında kitaplar yazdı. 1977’de Başkan Özgürlük Madalyası ile ödüllendirildi.
23 Haziran 1995’de San Diego’da kalp rahatsızlığı nedeniyle hayatını kaybetti.
“Ne patenti? Güneşi patentleyebilir misiniz?”
26 Ekim 2014
Gülsen Varol - Cehennem Deresi
Gülsen Varol, emekli müzik ve İngilizce Öğretmeni. Kültür Bakanlığı ve TDK tarafından ödül verilen şiirleri var. "Hasret Senfonileri" - " Bende Kalanlar" - "Velhasıl" adında üç şiir kitabı olan yazarın, "Cehennem Deresi", "Albümdekiler" den sonra yazdığı ikinci romanı.
24 Ekim 2014
Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır...Atatürk
20 Ekim 2014
Bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en büyük liderini gözden geçirin.
ATATÜRK KİMDİR
Yıl 1976 UNESCO, üyelerine bir öneriyle gelir. Öneri paketindeki bir cümleyi sizlere okumak istiyorum.
Diyor ki "Bu gün UNESCO'nun üzerinde çalıştığı bütün projelerin isim babası Mustafa Kemal'dir."
Öneri nedir?
Öneri ise onun doğumunun yüzüncü yılında, 152 üyesi vardı, UNESCO'nun 152 ülkenin devletleri aynı anda kutlasın önerisidir.
Birden İsveç delegesi ayağa kalkar ve şöyle söyler:
"Ne yani dünyada bu kadar devlet adamı var hepsinin doğum gününü böyle kutlayacak mıyız?" şeklindeki kinayeli sözlerine, Rus delegesi ayağa fırlar yumruğunu masaya vurur, ve 152 ülkenin delegelerine aynen şöyle söyler; "Genç delege arkadasım hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir, bırakın onu bir yıl anmayi her ülke her
problemimizde çare olarak aramaliyiz" sözlerini döktürtebilen bir Mustafa Kemal.
Sonra ne mi olur? UNESCO tarihinde ilk ve tektir hiç negatif oy yok, hiç çekimser oy yok 152 ülke şu metne imza atar; hani İsveç delegesi demişti ya "ne yani" diye. O İsveç delegesi bu imzanın atıldığı gün mikrofona gelir ve aynen şunları söyler;
"Ben ATATÜRK'ü inceledim bütün ülkelerden özür diliyor ilk imzayı ben atıyorum" diyecektir.
İşte o muhteşem belge diyor ki;
"ATATÜRK KİMDİR; ATATÜRK ULUSLARARASI ANLAYIŞ, İŞBİRLİĞİ, BARIS YOLUNDA ÇABA GÖSTERMİŞ ÜSTÜN KİŞİ, OLAĞANÜSTÜ DEVRİMLER GERÇEKLEŞTİRMİŞ BİR İNKİLAPÇI, SÖMÜRGECİLİK VE YAYILMACILIĞA KARŞI SAVAŞAN İLK ÖNDER, İNSAN HAKLARINA SAYGILI, DÜNYA BARIŞININ ÖNCÜSÜ, BÜTÜN YAŞAMI BOYUNCA İNSANLAR ARASINDA RENK, DİL, DİN, IRK AYIRIMI GÖSTERMEYEN, EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI, TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN KURUCUSU"
Var mı ? böyle bir metin! Bir filozof der ki "bir ülke için kıstas aradığınız zaman o ülkenin en buyuk liderini gözden geçirin." şu anda kıstas arayan ülkelere sanıyorum bundan daha iyi bir metin gösteremeyiz. İşte bu metin 152 ülke tarafından imzalanmıstır. Eşi olmayan devlet adamı metni.
Mesnevi - Mevlana Celaleddin-i Rumi
Mevlânâ'dan kendini tanıma ve hayatı anlama kılavuzu. 800 yaşında bir kültür hazinesi. Bu değerli eseri Mevlânâ'nın torunu Veled Çelebi İzbudak orijinal elyazmalarından çevirdi, büyük usta Abdülbaki Gölpınarlı yayıma hazırladı. İlk baskısı Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı himayesinde yaptırılmış ve bugüne kadar sayısız basımı gerçekleştirilmiştir.
Her gün bir yerden göçmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.
(Tanıtım Bülteninden)
18 Ekim 2014
Albert Camus "Kışın ortasında yenilmez bir yaz buldum."
Üç hayatımız var:
Hayal ettiğimiz, hak ettiğimiz ve elde ettiğimiz.
Hayalimizdeki hayat, isteklerimizin yansımasıdır.
Hak ettiğimiz hayat, bedeli ödenmiş isteklerin karşılığıdır.
Yaşadığımız hayat ise, istekler ile bedeller, umutlar ve gerçekler, şans ve
hatanın etkileşiminden geriye kalandır...Mümin Sekman
İnsanın derdi ne kadar büyük olursa gülüşü o kadar sıcak olurmuş, o dert güzelleştirirmiş onun yüreğini. Öyle derler, bizim buralarda. O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür biçilir bilmem ben. Fakat birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok. Güzelleşmiş derdiyle...Neşet Ertaş
Hayat okulunun iki sınıfı vardır: Kafa odası ve kalp odası. Kafamızı kullanmadığımız için öğrenemediğimiz şeyleri,kalbimiz kırıldıkça öğreniriz. Can öğrenmediği yerden acır,acıdığı yerden öğrenir...Mümin Sekman
14 Ekim 2014
Osho "Eğer çile çekiyorsan sebebi sensin.Senden başka hiç kimse bu durumdan sorumlu değildir.Sen, kendi kendinin cenneti ya da cehennemisin."
İlhan Berk - Seni ilk görüyordum
Deli otlar gibiydin.
Gövdeni daha tanımıyordum.
Öğrenilecek bir ders gibi olan gövdeni.
Dünyamıza düşmüştün.
Bir suyu çevirmiş, bir yarı düzeltmiş gelmiştin.
İtmiştin bunluğu, ezinci.
Kulluğu sürmüştün.
Yakın, yabanıl bir aşk koymuştun.
Kalmıştın.
Daha duvarlarını çıkmamıştın.
Koymamıştın sınırlarını.
Göğünü buruşturmamıştın.
Buraların taşlı, kusursuz
Girit evleri gibi beyazdın.
Sendin.
Seni ilk görüyordum.
Pruvamıza vuruyordu deniz.
Yüzün düşmüştü.
Geçmişti çaylaklar.
Yunuslar köpürtmüştü suları.
Bir yalazdı gövden.
En eski cumhuriyetlerdi.
Açık kapıları.
Böyle sürdü durdu beyazlığın gecemde.
Çıktı isli sokaklara.
Kapalı evleri açtı.
Karıştı dünyanın kalabalığına.
Tanyerinin tuttu elinden.
Yeni bir aşk adınaydı gövden.
Dünyanın En Kısa Anayasası
Bakış açısı
Veliefendi Hipodrumuna giden Temel atlara start alır almaz favorisi olan atı elinde dürbinle takip ederek bir yandan da
-Ulanım benum ya bak nasıl da yel gibi gidey diyerek atını teşci eder.
Gerçekten de Temel in atı en öndedir. Etraftakiler gıpta ile Temel e bakarlar,Temel dört köşedir.
Fakat bir süre sonra atlar teker teker Temel in atına yetişip geçmeye başlarlar.
Derken Temel in atı en sonuncu duruma düşer.
Temel etrafın alaylı bakışlarına aldırış etmeden tezahürata devam eder
-Uy aslanım benum ya bak nasılda hepsini önine katti getiriy.
13 Ekim 2014
Halikarnas Balıkçısı - Denize Bırakılmış Bir Çiçek "Cennet Gemisi"
Gangava (Sünger Gemisi) Bozburun'a doğru yol alıyordu. Gökyüzü yıldız pırıltısından ibaretti. Tayfa küme küme güverteye toplanmıştı. Deli Memiş adlı süngerci de ordaydı. Aklını birkaç yıl önce oynatmıştı. Anadolu'nun kıyı köylerindendi. Sefer dönüşü evine varınca, karısının ve dört çocuğunun, bir gece önceki depremde ezilmiş olduklarını görmüş ve çıldırmıştı. Süngerciler on beş gün önce sefere çıkarlarken onlara, "Beni de alın," diye yalvarmıştı. Ona acımışlar, "Hayde gel," demişlerdi.
Deli Memiş, çevresine halka olmuş denizcilere, "Cennet Gemisi"ni anlatıyordu:"Ölen denizciler elbette cehenneme gitmezler, ama cennete de gitmezler; çünkü cennette deniz yok, yalnız kara var. Tuba ağacı var fakat, onun kerestesinden bir tirandil teknesi yapsan bile onu yüzdürecek deniz olmayınca kaç para eder?" Gemiye manevra yaptırırken direkten güverte ye düşüp ölen ya da denize düşüp boğulan denizciler için ulu Tanrı bir Cennet Gemisi yaptırmışmış. Öyle ya, denizsiz cenneti denizciler neylesinler? Orası onlara cehennem olur. Onlar yani denizciler bir kez öldüler mi, yaraları görünmezmiş. Sözgelimi, başı ya da ayağı ezilmiş bir denizci, Cennet Gemisinde yine başlı ve bacaklı olurmuş. Sonra, hepsi de sanki yirmi yaşında imişler gibi, gençleşirlermiş.
Bunların arasında Gelibolu'dan, İzmir'den eski leventler varmış. Fakat en çok Berberiye'den korsanlar bulunurmuş. Yeni terleyen bıyıkları ve gülümsedikleri zaman apak parlayan dişleriyle görülecek delikanlılarmış. Armaya tırmanmakta onlardan daha çeviği ve atiği bulunamazmış. Çünkü, gövdelerinin ağırlığı yokmuş. Değil yetmiş seksen okka, en boylu poslusunun bile ağırlığı, bir dirhem değilmiş. Bir sıçrayışta güverteden papafingonun ucuna konarlarmış; direkten direğe de hoplarlarmış...Bu Cennet Gemisi küçük bir gemi değilmiş. Pruvasından dümenine kadar, yani gemiyi boylu boyunca yürürtıek için bir ay gerekirmiş. Direkleri öylesine yüksekmiş ki, geceleri Samanyolunu süpürürmüş. O denizlerin içi sevinçler ve mutluluklarla dopduluymuş. Denizciler de sevinçlerinden, kendilerin den geçip boyuna deniz ve su türküleri ve manileri söylerlermiş. Hatta geceleri yalnız olarak nöbet beklerken denizden tatlı bir fısıltı gelir a! İşte o, ölmüş denizcilerin uzaktan duyulan türküleriymiş...O geminin direk ucuna biz diri denizciler bir çıkarsak, ancak saçımız sakalımız ağarınca inebilirmişiz...Direk, ta o kadar yüksekmiş...Bazen hani, göğün bir yerinde yağmur yağar, öteki yanında günlük güneşlik olunca, yedi renk gelin kuşağı mı gökkuşağı mı ne olur a? İşte o, denizcilerin Cennet Gemisinin direğinden uzanan fors sancağıymış . O gemide vardiyalar da varmış, fakat ikide bir de düüt!.. düüt!.. diye düdük çalmazlarmış. O geminin reisi Nuh Aleyhisselam, ikinci kaptanı Yunus Aleyhisselammış. Öteki peygamberler de sık sık gemiye konuk gelirlermiş. Geminin kerestesi, Marmaris'in buhur ağacındanmış. Demiri, çiviler, hep altın ve gümüştenmiş. Gemide bir çakaloz topu varmış. Onu patlattıkları zaman, takalübeladan beri cehennemde yanmaya alışkın şeytan bile, "Aman yandım!" diye bağırır, kaçarmış...
12 Ekim 2014
Oğuz Atay - Oyunlarla Yaşayanlar
Olay büyük şehirde geçer.
Sahne iki parçaya ayrılmıştır. Sahnenin, seyirciye göre, sol tarafında Coşkun Ermiş’in evi yer alır. Sahnenin sağ tarafı boştur; Coşkun’un evinde yer alan olaylar sırasında bu bölüm karanlıktır. Evin dışında geçen sahneler, bu boş bölümde oynanır; bu sırada da Coşkun’un evi karanlıktır. Bazı paralel oyunlarda iki bölüm de aydınlatılır.
Coşkun Ermiş’in evi çok renkli ve ayrıntılıdır; evin dışındaki sahnelerse, son derece sade ve şematik dekorlar içinde yer alır; bu sahnelerde ışık da oldukça azdır, böylece ev dışındaki olayların gerçekten yaşanıp yaşanmadığı ya da Coşkun’un evinin dışında kesin olarak yaşayıp yaşamadığı konusunda bir kuşku vardır.
KİŞİLER
COŞKUN ERMİŞ, emekli tarih öğretmeni
(45-50 yaşlarında)
CEMİLE, karısı (aynı yaşta)
ÜMİT, oğlu (16 yaşında)
SAFFET SÖYLEMEZOĞLU, tiyatro oyuncusu
(30 yaşlarında)
SERVET DUYGULU, tiyatro sahibi ve oyuncusu
(50 yaşlarında)
EMEL SEVİNİR, tiyatro oyuncusu (25 yaşında)
SAADET NİNE, Cemile’nin annesi
Komşu Kadın, garsonlar, müzik Hocası, komiser, icra Memuru.
BİRİNCİ PERDE
Büyük şehrin küçük bir mahallesinde Coşkun Ermiş’in ahşap evi, oturma, yemek ve çalışma odası olarak kullanılan ve dış kapıdan doğrudan doğruya girilen büyük oda, ortada yuvarlak bir yemek masası, sağda –yönler seyirciye göredir– küçük bir çalışma masası, solda bir kitaplık. İki koltuk, bir kanape, birkaç sandalye ve sehpa. Eşya genellikle eskidir, arasında bir iki yeni mobilya görünür. Her şey biraz üst üste. Duvarlar resimlerle dolu: büyükannelerin, büyükbabaların kahverengi fotoğrafları, büyük adamların resimleri: Napolyon, İskender, Hindenburg (ya da onun gibi bir alman), Nelson (ya da sarışın bir batılı kumandan), Fatih Sultan Mehmet, Kanuni, bir arap ileri geleni, bir hint şairi, bir çin filozofu... bir iki minyatür, birkaç tablo: Osman Hamdi Bey, Namık İsmail, Rembrandt, Van Gogh. Dürer... Duvarlara tutturulmuş küçük raflarda bir termometre, biblolar, çanaklar... duvarlara asılı süslü yazılmış atasözleri. Çalışma masası kâğıt ve eski kitaplarla doludur; yalnız bunlar karma karışık bir biçimdedir ve masanın üzerinde uzun süredir çalışılmadığı belli olur. Sokak kapısının yanında bir portmanto, üst kısmında eski başlıklar: fötr şapka, kalpak, kasket ve kısa kenarlı spor şapkalar... Portmantonun çivilerinden birine asılmış bir keman kutusu, ayakkabılığın üstüne bırakılmış bir bağlama, çalışma masasının yanında bir nota sehpası; masanın üstünde notalar... Koridora yakın bir kömür sobası; uzun baca koridorda kaybolur. Sokak kapısına yakın, duvara dayalı bir boy aynası. Çalışma masasının karşısındaki duvarda bir pencere.
Coşkun kanapede oturur ve elindeki kitabı biraz sıkıntıyla okur. Yanında Saadet Nine bir albüme bakmaktadır. Yemek masasının üzerinde bulunan kâğıtları okuyan Saffet ellerini çenesine dayamış, kâğıtlara iyice eğilmiş. Çevresiyle ilgisi kesilmiş gibidir; arada bir başını sallar, tavana bakar. Karşısında Ümit ciddi bir tavırla bir şeyler yazmaktadır. Boy aynasının önünde Cemile, komşu kadının elbisesinin üstüne iğnelerle tutturmuş olduğu elbiseyi prova eder.
Coşkun elindeki kitabı bırakır, yerinden kalkar ve kitaplığın önüne giderek kitapları gözleriyle inceler, başını sallar, çevresine bakar; gözü çalışma masasına takılır, masanın yanına gider ve kâğıtların altında ortasından açık duran bir kitabı seçer ve kâğıtları devirmeden onu almaya çalışır.
ÜMİT (babasına bakmadan): Fransız Büyük Devriminin tarihi kaçtı?
COŞKUN (Aradığı kitabı masadan kurtarmayı başarmıştır. Bu arada bazı kâğıtlar yere düşer. Coşkun, bulduğu kitabın açık sayfasına sevinçle bakar): Üç yüz yirmi iki!
ÜMİT: Baba, sen manyak mısın?
COŞKUN (Birden kızar): Manyak sensin. (Başını kaldırır) Bu kitaptan tam üç yüz yirmi iki sayfa okumuşum diyorum sana. (Kendine gelir) Sen ne diyordun?
ÜMİT: Fransız Devrimi’nin telefon numarası kaçtı diyordum?
11 Ekim 2014
Attila İlhan - Mustafa Kemal
dağ başını efkâr almış
gümüş dere durmaz ağlar
gözyaşından kana kesmiş gözlerim
ben ağlarım çayır ağlar çimen ağlar
ağlar ağlar cihan ağlar
mızıkalar iniler ırlam ırlam dövülür
altmış üç ilimiz altmış üç yetim
yıllar gelir geçer kuşlar gelir geçer
her geçen seni bizden parça parça götürür
mustafa'm mustafa kemal'im
diz dövdüm
gözlerim şavkı aktı sakarya'nın suyuna
sakarya'nın suları nâmın söyleşir
hemşehrim sakarya öksüz sakarya
ankara'dan uçan kuşlar
kemal'im der günler günü çağrışır
kahrolur bulutlara karışır
gök bulut yaşmak bulut
uca dağlar dev boyunlu morca dağlar
divan durmuş bekleşir
mustafa'm mustafa kemal'im
nasıl böyle varıp geldin hoşgeldin
çıngı kaymış yalazlanmış gözlerin
şol yüzünde güneş südü sıcaklık
ellerinden öperim mustafa kemal
senin dalın yaprağın biz senin fidanların
biz bunları yapmadık
sen elbette bilirsin bilirsin mustafa kemal
elsiz ayaksız bir yeşil yılan
yaptıklarını yıkıyorlar mustafa kemal
hani bir vakitler kubilay'ı kestiler
çün buyurdun kesenleri astılar
sen uyudun asılanlar dirildi
mustafa'm mustafa kemal'im
karalar kuşanmış karadeniz akmam diyor
dokunmayın ağlamaktan bıkmam diyor
bu gece kıyamet gecesi bu vapur bandırma vapuru
yattığı yer nur olsun mustafa kemal
ben ölümden korkmam diyor
korkmam diyen dilleri toz oldu toprak oldu
değirmen döndü dolandı yıllar oldu
bir kusur işledik bağışlar mı kimbilir
o bize öğretmedi kazan kaldırmasını
günahı vebali öğretenin boynuna
erdirip oldurana ana avrat sövmesini
yüreğim kırıldı kanım kurudu
var git karadeniz var git başımdan
mızıka çalındı düğün mü sandın
bir yol koyup gideni gelir mi sandın
mustafa'm mustafa kemal'im
ankara'nın taşına bak
tut ki baktım uzar gider efkârım
çayır ağlar çimen ağlar ben ağlarım
gözlerimin yaşına bak
ankara kalesi'nde rasattepe'de
bir akça şahan gezer dolanır
yaşın yaşın mezarını aranır
şu dünyanın işine bak
mustafa'm mustafa kemal'im
07 Ekim 2014
Milletler üzüntü ve keder bilmemelidir. Önderlerin (Liderlerin) vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol göstermektir."
Bedri Rahmi Eyüboğlu - Erimek
Karışmak sulara yıldızlara,
Sinmek kokusuna mor menekşenin,
Yanmak damar damar, nefes nefes,
Yaşamak tükene tükene.
Turgut Uyar - Senfoni
Çaresiz kaldıkça hep seni düşünürüm
Güzel olan, dolgun başaklardaki sarışın sevinçli
Sonra cumartesi günleri gelir
Sonra gökyüzü gelir hemen kurtulurum
Bir yağmur yağsa da, beraber ıslansak.
Kırk kere söyledim bir daha söylerim
Savaşta ve barışta, karada ve denizde,
Düşkünlükte ve esenlikte
Zamanımız apayrı bize göre
Yanyana olduk mu elele
Aç kalsak ağlamayız biliyorum.
İçim güvercinleri okşamış gibi rahat
Sen yanımdayken ister istemez
Geniş meydanlarda akşam üstleri
Üstüste üç kere deniz, üç kere çınarlar.
Sen yanımdayken ister istemez
Uzak ırmakları hatırlıyorum.
Arasıra düşmüyor değil aklıma
Yabancı kadınların sıcaklığı
Ama Allah bilir ya, ne saklıyayım
Yanında ihtiyarlamak istiyorum...
Ahmet Erhan - Gülşiir
Nuri Can - Yorgun Yolcu
yüreğimde kırık bir dal sızısı
ve soluk ürpertisi bir yaprağın
bir dost izi arıyorum, kirlenmemiş bir bakış
çocukluğumun ince sızısından kalma
alıp götürmek için uzak bir kıyıya
uzak dağ doruklarına bakıyorum
daha uyanmamış sabah, bahar ve yaz uyanmamış
ah! … güz yağmurları iniyor, acılar ve ihanetler üstüne
çırılçıplak ve sevgisiz kalmış bir şiirim
kimsesiz bir kış sokağında
ah! gülen gözleri menekşelerin, munzur bakışlı ceren
geçtiğim tüm kıyılara kırık gözyaşlarımı bırakıyorum
ince duygularımı
toplasam avuçlarım kanar
bütün baharlara geç kalmış, yorgun ve yaralı bir yolcuyum
heybemde türküleri unutulmuş bir şafağın yalnızlığı
hüznün ıslattığı kirpiklerimde bütün yağmurların adı gözyaşı.
dalgalarını gönül dalgınlığında saklayıp
acılarını içine gömen bir denizim ben
yüreğime gecenin hıçkırıklarını
ve hüznün ince ezgilerini toplayıp
hasreti yudumlayarak, kanayarak
geçtiğim bütün yollara kırık gözyaşlarımı döküyorum
uzak diyarlara hasret taşıyan göçmen bir kuşum ben
her defasında düşerek, kanadı kırılarak sevgiye koşan
aşklara, acılara, ayrılıklara vurup kendini
hayat trendinde sarp kayalardan geçip,
şiirler toplayan kirpikleri kırık bir dünyanın teninde
ben ki, herkese gül sunan, gül bağışlayan,
herkesten gül isteyen sevdalı bir çocuğum
kör olası talihine isyan edip
bırakıp gönlünü bir çiğdem ile dağ arasında
durmadan üşürüm hayatın bu kirli sahnesinde
ey sevdamın gülü,
ey iki gözü iki damla hasret çiçeğim
say ki, günahsız bir çocuğum daha ben
ümitlerden, hayallerden uzak nasıl yaşarım
gönlümü hangi seherlere bırakıp giderim sen yoksan
sen yoksan boğulup gitmez miyim hayatın bu kirli sularında?
uçsuz bucaksız bir uçurumun kenarında,
yıllar geçip gidiyor işte hayatın sancısına isyan ederek.
ömrümün en ince yerinde duruyorum şimdi
ipler ha koptu, ha kopacak
tut ellerimden iki gözüm umutlara götür beni....
sen sevdiğim, yitip gitmesini istemediğim tek mevsimsin hayatımda.
Oktay Rifat - Ihlamurlar
denize inen yol siliniyor
yokuşun başındaki ev
yoğurtçunun üstündeki top ağaç
balıkçı tezgahları çarşıda
soluyor önce sonra siliniyor
hızla giden bir araçtan
bakıyormuşum gibi görünüm
uzaklaşıyor önce sonra siliniyor
uçuyor gün geçtikçe resim
eksilmeyen bitmeyen sadece
gittikçe daha baygın daha dirençli
kokusu mayısta ıhlamurların.
Cahit Sıtkı Tarancı - İmkansız Dostluk
Aklından geçer mi dersin aklımdan geçen şeyler?
Sanmam! Yıldız ve rüzgar payımız müsavi değil;
Sen kendi gecende gidersin, ben kendi gecemde;
Vazgeç kardeşim, ayrıdır bindiğimiz gemiler!
Can Yücel - Parça Parça
***
bu küfür küfür değil, küflü rüzgar,