Giriş
İngiltere’de yüzyıl dönümü, yani on dokuzuncu yüzyıldan yirminci
yüzyıla geçiş, Viktorya Çağı’nın sona ermesi ile gerçekleşmiştir. Viktorya
Çağı, İngiliz toplumunun, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan radikal
değişiklikler geçirdiği bir dönem olmuştur. Genellikle Kraliçe Viktorya’nın
tahta çıkışı ve vefatı arasındaki zaman zarfı (1837-1901) olarak
sınırlandırılan bu dönemde, insanların hayata bakış açısı ve yaşam tarzı
temelde “Viktorya değerleri ve ahlakı” ile belirlenmiştir. Aile bağlarının
güçlü olması, Hıristiyan öğretilerine bağlılık, sıkı ve disiplinli çalışma,
cinselliğin bastırılması, bireylerin ait oldukları toplumsal sınıfın dışına
çıkamaması gibi durumlar Viktorya dönemi toplumunun başlıca özellikleri
olmuştur. Geleneksel kurallara ve yaşam şekline bağlılık, toplum içinde
saygınlığın kazanılması ve sürdürülmesi için bir zorunluluk olarak
görülmüştür. Özellikle orta ve üst sınıflar, toplum içinde iyi bir izlenim
bırakmak adına, gerçekte benimsemedikleri şekilde davranmaktan
kaçınmamışlardır. Bu nedenledir ki,
“ Viktorya Dönemi ahlakı ifadesi sıklıkla
aşağılama amaçlı kullanılmıştır. Bu ifade, ahlaki açıdan dar görüşlülük,
riyakarlık, bastırılmış cinsellik ve katı toplumsal denetim anlamlarına
gelmiştir” (Mitchell, 2009:261). Viktorya dönemi toplumunun, tamamında
olmasa da önemli bir kesiminde görülen bu ahlaki bozulma, dönem içinde
yazılan birçok edebiyat eserinde yansıtılmıştır. Charles Dickens, Charlotte
Brontë ve George Eliot gibi yazarlar romanlarında dönemin ahlaki
bozukluğunu yansıtan karakterlere yer vermişlerdir. Samuel Butler, Oscar
Wilde ve George Bernard Shaw gibi son Viktorya Dönemi yazarları ise, bu dönemde toplumsal ve ahlaki bozuklukları hicveden eserler bırakmışlardır. Her ne kadar yaşadığı dönemde ve sonrasında Wilde ve Shaw kadar üne
kavuşmasa da, Samuel Butler, gerek yenilikçi bakış açısı gerekse toplum
yapısını çekinmeden hicvetmesi yönüyle Wilde ve Shaw dahil birçok yazara
öncülük etmiştir. Daha çok Erewhon adlı ütopya türündeki romanı ile
tanınan Butler, 1873-1884 yılları arasında yazdığı, fakat ölümünden sonra,
1903 yılında yayınlanan The Way of All Flesh adlı romanı ile Viktorya
Dönemi toplum yapısında gözlemlediği yanlışları ve yetersizlikleri yüzyıl
dönümünde etkili şekilde ortaya koymuştur.
Butler’ın, çoğunlukla din, ahlak, aile, eğitim sistemi, evlilik gibi olgularla
ilintili olan yenilikçi görüşleri, onun, Erasmus Darwin, Jean-Baptiste Lamarck ve
Georges Louis Leclerc Buffon’dan etkilenerek oluşturduğu ve benimsediği evrim
felsefesi ile bağlantılıdır. Butler, Charles Darwin’in evrim teorisinin temelinde
bulunan doğal seçilim tezine karşı çıkmış, Darwin’i “hayatı mekanikleştirmekle
suçlamıştır” (Margulis, Sagan, 345: 2010). Butler’a göre, yaşam;
“bilinç, hafiza, yönlenme, amaç saptama ile donatılmıştır.
Butler’m bakış açısında, sadece insan hayatı değil, tüm
yaşam teleolojiktir, yani bir amaca ulaşma çabası içindedir.
Butler, Darwin’in doğal seçilim görüşünü savunanların
teleolojiyi, yani hayatın belirli bir amaç doğrultusunda
işleyişini görmediklerini ileri sürmüştür. Butler’a göre
hiçbir canlı organizma, sadece dış güçlerle hareket ettirilen
bir bilardo topu değildir. Bütün canlılar algılama ve hissetme
gücüne sahiptir ve içten gelen, kendini yaşatma gereksinimi
duymaktadır. Her bir canlı, değişen ölçülerde, kendi başına
hareket etme kapasitesine sahiptir ve değişen çevresine
duyarlı şekilde tepki verip yaşamı süresince kendini
değiştirmeye çalışır.” (Margulis, Sagan, 2010:345-346)
Anlaşılacağı üzere Butler’ın evrim anlayışı, insanın ve diğer her
canlının kendini, içinde bulunduğu ortama göre bilinçli şekilde değiştirme ve
geliştirme çabasını esas alır. Bu anlayış, sorgulanmadan doğru kabul edilen
ve benimsenen geleneklere ve kurallara dayalı Viktorya dönemi yaşam ve
düşünme şekline tamamen zıttır. Bu dönemde insanlar “deha ve doğuştan
gelen yetenekler konusunda şüpheci davranmış, başarının daha çok, pratik
tecrübe ve azim ile kazanılacağına inanmıştır” (Mitchell, 2009:262);
bireylerin, ailenin/toplumun beklentilerine göre davranması ve küçük yaştan
itibaren belirli bir kalıba sokulması amaçlanmıştır. Bu durum Butler’ın ailesi
için de geçerli olmuştur; yazar, babasının aşın katı ve cezaya dayalı
yaklaşımına maruz kalmış, onun isteği doğrultusunda din odaklı bir eğitim alıp rahip olmaya zorlanmıştır. Yazar, Viktorya döneminde, hayatın her
alanında karşılaşılabilen bu bağnazlığı The Way ofAll Flesh' te eleştirmiştir.
Aile Yapısı, Eğitim Sistemi ve Din Düzlemlerinde The Way of Ali
Flesh ve Viktorya Dönemi Toplumu Eleştirisi
Butler, Viktorya toplumunun baskıcı ve kısıtlayıcı yapısını ele aldığı
The Way o f All Flesh' te ana karakter Ernest Pontifex’in hayatını, onun vaftiz
babası ve vasisi Edward Overton2’un ağzından anlatır. Roman yarı
otobiyografik olarak kabul edilmektedir; çünkü Butler, Emest üzerinden
aslında kendi hayatını anlatmaktadır. Emest’in, babasından baskı ve şiddet
görmesi, dinle ilgili şüphelere kapılıp din adamlığını bırakması, yirmili
yaşlarının sonunda zengin, olması ve daha sonra edebiyata yönelip yazar
olması Butler ile Emest’in benzer hayat tecrübelerinden bazılarıdır. Bu
durum, The Way of All Flesh' in, bir edebiyat eseri olmasının yanında, aynı
zamanda., birtakım toplumsal gerçekleri yansıtan, tarihsel ve sosyolojik bir
çalışma olduğunu gösterir. Butler’m romanda dile getirdiği toplum eleştirisi
temel olarak aile yapısı, eğitim sistemi ve din / Kilise bağlamında görülür.
Kraliçe Viktorya, eşi Prens Albert ile olan yirmi bir yıllık evliliği ve
sahip olduğu dokuz çocuk ile İngiliz toplumunda, aile olgusunun
güçlenmesinde önemli bir figür olmuştur. Viktorya döneminde, hayatın diğer
tüm alanlarında olduğu gibi, aile içinde de bireylerin belirli bir kural ve
sorumluluk çizgisinde hareket etmeleri beklenmiştir. Ailenin geçimini
sağlamak çoğunlukla erkeğin görevi olmuş, kadından ise eşinin ve
çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayıp ev işleri ile ilgilenmesi beklenmiştir.
Bakıcı ücretini karşılayabilen orta ve üst sınıf ailelerde çocukların bakımı
bakıcılara bırakılmıştır. Bu durum ebeveynlerle çocukların birbirinden
uzaklaşmasına neden olmuştur. Çocukların özellikle babalan ile olan
ilişkileri saygı ve çoğu zaman korku çerçevesinde gelişmiştir. Erkek
çocukların okul eğitimi başlayana kadar iyi bir eğitim alması ve disiplinli
şekilde yetişmesi babanın sorumluluğunda olmuştur. David Roberts, “The
Paterfamilias of the Victorian Governing Classes” (Viktorya Dönemi
Yönetici Sınıflarının Aile Reisi) adlı çalışmasında Viktorya dönemi aile
yapısında baba-oğul ilişkisini şöyle açıklar: erkek çocukların dokuz yaşma kadar babaları ile
samimiyet kurmaları imkânsız olmuştur; genellikle bu
yaştan itibaren de yatılı okula gönderilmişlerdir. Erkek çocukların yatılı okula gönderilmesi babanın
fiziksel anlamda yokluğu anlamına gelmiştir; bu yokluk
çocuk için bir rahatlama olmuştur Çocuklar, kötü
davrandıkları için, gürültü çıkardıkları için, mantıklı
davranmadıkları için ve değerli olan zamanı boşa
harcadıkları için ebeveynleri tarafından çoğunlukla bir
sorun olarak görülmüşlerdir. Baba figürü, özellikle
zenginse ve unvan sahibiyse, çocuklarına, kendisine
tapmayı öğreten bir otokrata dönüşmüştür (Roberts,
2016:61-62)
Erkek çocuklar ile babaları arasındaki bu uzaklık kız çocuklar için de
geçerli olmuştur. Kız çocuklarının belirli bir yaşa geldikten sonra,
kendilerine iyi bir toplumsal statü kazandıracak bir evlilik yapmaları annenin
temel kaygısı olmuştur. Kısacası ebeveynler, çocukları ile yeterince
ilgilenmek ve onlarla zaman geçirmek yerine onların toplum içinde iyi bir
konumda olmasını önemsemişler, bu şekilde kendi sosyal arzularını da
tatmin etmişlerdir (Nelson, 2007: 66). Butler, Viktorya toplumunda özellikle
orta ve üst sınıflarda görülen bu aile yapısını ve ebeveyn-çocuk ilişkisini
eleştiren görüşlerine The Way ofAll Flesh' te yer vermiştir.
Romanın ilk bölümlerinde Overton, Ernest’in hikâyesine başlamadan
önce onun babasının ve dedelerinin kişilikleri hakkında bilgi vererek
Pontifex ailesinin tarihçesini sunar. Yazar bu şekilde Viktorya döneminde
aile içi ilişkilerin, özellikle de ebeveyn-çocuk ilişkilerinin durumunu özetler.
Emest’in dedesi George, çocuklarına karşı samimi sevgiden ve anlayıştan
yoksun, kibirli ve gösterişi seven bir babadır. Çocuklarının pahalı bir okul
eğitimi almalarını sağlamanın, onun tek sorumluluğu olduğuna inanır ve
bunun, onlar için yeterli olacağını düşünür. Butler’m sözcüsü olarak
Overton’un bu düşünce şekline yaklaşımı şöyledir: “George, çocuklarına
verdiği pahalı eğitim için kendine acıyordu. Bu eğitimin kendisinden çok
çocuklarına zarar verdiğini göremiyordu, bu, onları yaşama hazırlamıyor,
sadece kolay yaşamalarını sağlıyordu; bu şekilde çocuklar, bağımsız
olmaları gereken yaşta tamamen babalarının merhametine kalmış hale
geliyorlardı ” (Butler, 1946:22). Overton, Elizabeth dönemindeki,
arkadaşlığa ve anlayışa dayalı ebeveyn-çocuk ilişkisinin geçmişte kaldığını,
Viktorya döneminde ise babaların çocuklarını kırbaçladığını belirtir.
Overton’un şu ifadeleri ile Butler, Viktorya dönemi ebeveynlerinin
çocuklarına yaklaşımını sert ve ironik şekilde eleştirir: “Sessiz sakin bir
yaşam sürmek isteyen ebeveynlere şunu söyleyebilirim: Çocuklarınıza
yaramaz olduklarını, diğer çocuklardan çok daha yaramaz olduklarını
söyleyin. Bazı tanıdıklarınızın çocuklarını, kendi çocuklarınıza mükemmellik örneği olarak gösterin ve onları, kendilerinin derin aşağılık
duygusu ile etkileyin. Çocuklarınızın sizinle savaşamayacağı kadar fazla
silahınız var. Buna ahlaki etki denir, bu şekilde onlara dilediğinizi
yaptırabilirsiniz” (Butler, 1946: 24). Anlaşılacağı üzere Butler, ebeveynlerin,
çocuklarına karşı düşüncesiz, sevgisiz ve şefkatsiz tavrından rahatsızdır.
Yazar, ebeveynlerin yanlış davranışlarını, Emest’in babası Theobald ve
annesi Christina karakterinde bir araya getirir ve onların, Emest ile ilişkisini
tüm detayları ile anlatarak Viktorya dönemi ebeveynlerinin yanlış
tutumlarına dikkat çeker.
Emest’in babası Theobald, kendi babası gibi, çocuklarının duygularına
ve isteklerine duyarsız bir babadır. Theobald, hayatının önemli bir kısmını
babasının hükmü altında yaşamış, babasının baskısı sonucu istemediği halde
din adamı olmuştur. Fakat kendi yaşadıklarından ders çıkarıp oğluna daha
anlayışlı ve ılımlı şekilde davranmak yerine, babasından gördüğü sertliği ve
şiddeti doğru olarak kabul etmiş ve oğlu Emest’e de tüm hayatı boyunca bu
şekilde davranmıştır. Theobald, Emest’i bebekliğinden itibaren sıkı, aşın
disiplinli ve cezaya dayalı bir eğitime alır:
Emest emekleyemeden diz çökmeyi öğrendi; iyi
konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi ve günah çıkarmayı
yanlış telaffuzlarla öğrendi. Dikkati dağıldığında ya
da hafızası kendisini yanılttığında bu kötü bir gidişattı ve
hemen çözüm bulunması gerekirdi; tek çözüm onu
kırbaçlamak, bir dolaba kilitlemek ya da çocukluğun
küçük zevklerinden onu mahrum bırakmaktı. Emest üç
yaşma gelmeden okuyup yazabiliyordu. Dört yaşına
gelmeden Latince öğreniyordu ve üç işlemi yapıyordu
(Butler, 1946: 81).
Romanın anlatıcısı Overton’un tanıklık ettiği bir olayda Theobald
oğlunu “come” kelimesini söyleyemediği için cezalandırır: “
ağlayan zavallı küçüğü tutup odanın dışına çıkardı. Birkaç dakika sonra
yemek odasından gelen çığlıkları duyabiliyorduk” (Butler, 1946: 88).
Theobald’ın Emest’e yönelik katı ve şiddete dayalı yaklaşımı Emest’in
psikolojisini olumsuz etkiler. Nitekim Overton, Emest’in babası ile ilgili
hatırladığı duyguların “korku ve titreme” olduğunu belirtir.
Emest’in annesi Christina, eşinin kötü davranışlarına karşı çıkıp onun
Emest’e zarar vermesini engellemek yerine eşinin tutumunu doğm ve haklı
bulur. Christina’ya göre Theobald çocuklarının iyiliği için elinden geleni
fazlasıyla yapmaktadır; bu nedenle Emest, babasına karşı itaatkâr, sevgi
dolu, dikkatli ve fedakar olmalıdır; babasının isteklerine önem vermelidir; ilk görevi babasını mutlu etmek olmalıdır; babasının ve dedesinin sahip
olduğu saygınlığa leke düşürmemelidir. Overton, ve dolayısıyla Butler,
Christina’nın bu tavrına tahammül edemez ve şu yorumu yapar: “Bu nasıl bir
annelik endişesidir! Bu, oğlunun kendi istekleri ve duyguları olmasından
endişe duymaktır. Söylediği dualar ve ilahilerin ardından günlük
dayaklarla eğitilen sadece beş yaşında bir çocuğun annesinin sessiz kalması
nasıl mümkündür!” (Butler, 1946: 98). Anlaşılacağı üzere Emest’in
ebeveynleri çocuklarına karşı tamamen uzak, ilgisiz ve anlayışsız
davranmışlardır; doğru olarak gördükleri çocuk yetiştirme ve eğitme şeklini
sorgulamadan uygulamışlar, yaptıklarının çocuklarını nasıl etkilediğini
düşünmemişlerdir. Tüm çocukluğu babasının gölgesinde geçen ve
annesinden de destek göremeyen Emest, kendine güveni olmayan, çekingen
bir birey olarak yatılı okula gönderilmiştir.
Emest yatılı okuldaki eğitimi sırasında teyzesi Alethea ile vakit geçirme
şansı bulur. Babasından kalan mirasla zenginleşen ve Londra’da yalnız
yaşayan Alethea, yeğeni ile ilgilenmek için onun okuluna yakın bir yere
yerleşir. Alethea, Emest’in ebeveynlerinin tam tersi bir kişiliğe ve dünya
görüşüne sahiptir: içi boş geleneklere bağlı kalmayıp aklını ve kalbini dinler;
gözü kapalı şekilde başkalarının yaşadığı gibi değil kendi doğrularına göre
yaşar. Alethea, Theobald’ın tam tersine, Emest’in içinden gelerek yapacağı
bir uğraşa sahip olmasını ister. Onun müziğe olan merakının farkındadır ve
onun org çalmasını sağlar. Theobald ve Christina Emest’i tamamen kendi
isteklerine göre yetiştirirken Alethea, Emest’in ne istediğini ve düşündüğünü
önemser. Yaşadığı toplum düzeninde kendini ve mal varlığını yeğeni
Emest’e adaması için hiçbir gerekçe olmamasına rağmen Alethea, Emest’in
iyi bir insan olması için elinden geleni yapar ve mirasını da ona bırakır.
Emest, ebeveynlerinin kötü davranışlarını unutmayacak, yatılı okuldaki ve
üniversitedeki eğitimi süresince ve sonraki hayatı boyunca ebeveynleri ile
mümkün olduğunca az iletişime geçecek, onlara karşı hiç bitmeyecek bir
nefret duygusuna sahip olacaktır. Butler, Alethea’mn özgürlükçü ve duyarlı
tutumu ile Ernest’in ebeveynlerinin sınırlayıcı ve gelenekçi yaklaşımını yan
yana getirerek Viktorya aile yapısında gözlemlediği bozuklukları ortaya
koyar. Yazar ayrıca, Emest’in çocukluk döneminin anlatısı ile Viktorya çağı
çocuklarının ailelerinde gördükleri baskıyı açık şekilde örneklendirir. Bu
nedenle The Way o fAll Flesh, Viktorya dönemi ebeveynleri için didaktik bir
metin olarak değerlendirilebilir.
Butler’ın The Way o f All Flesh ile eleştirdiği bir diğer toplumsal konu
eğitim sistemidir. Butler’a göre, Viktorya dönemi eğitim sistemi, bireylere
özgün ve bağımsız düşünmeyi, onları entelektüel anlamda donanımlı hale
getirmeyi değil, geleneksel davranış ve düşünce sınırları içinde tutmayı amaçlamıştır. Nitekim Butler, Cambridge’de aldığı eğitim ve karşılaştığı
eğitimciler üzerine günlüklerinde şunları belirtir: “Özgünlüğün her
türlüsünü, diğer herkesten daha çok yasakladığı için değerli görülen bir
profesör vardı. “Öğrencilere kendileri için düşünmeleri konusunda yardımcı
olmak bizim işimiz değil” derdi, “bu, onlardan yapmaları istenecek en son
şeydir. Bizim işimiz, onları, bizim düşündüğümüz gibi düşündürtmektir ” (Butler, 1917:317).
Butler’ın okul eğitimi ile ilgili eleştirel bakışı romanda, Emest’in
gönderildiği yatılı okul olan Roughborough’daki eğitim sistemi ve bu okulun
müdürü Dr. Skinner’ın kişiliği üzerinden görülür. Butler, Dr. Skinner
hakkında uzunca bilgi verir ve onun, çevresinde ne kadar başarılı ve takdir
edilen bir eğitimci olduğunu abartılı şekilde anlatır. Fakat Butler aslında
ironi yapmaktadır: Dr. Skinner, klasik Latince ve Yunanca ağırlıklı ezbere
dayalı eğitim ile yıllardan beridir aynı şeyleri öğretmektedir; öğrencilerin ilgi
alanlarını, başarılı ve başarısız oldukları noktaları ve özel becerilerini
dikkate almadan onları aynı kalıba sokmaya çalışır. Bunun dışında, Dr.
Skinner, hem eğitimci olarak hem de okul dışında ikiyüzlü biridir: evindeki
odasının duvarlarını kitap dolu raflarla donatarak çok okuyan ve bilgili biri
olduğu görüntüsünü vermeye çalışır ama gerçekte öğrencilerinin sorularına
cevap veremeyecek kadar cahildir; böyle durumlarda hemen konuyu
değiştirir. Öğrencilerinin bazıları ondan hiç hoşlanmaz; hatta bazı öğrenciler
ondan ve onu hatırlatan her şeyden nefret eder. En büyük eseri olarak
görülen Meditations upon the Epistle and Character o f St Jude (Aziz Jude ’un
Risalesi ve Karakteri üzerine Düşünceler) adlı kitap ile ünlenmiş ve
zenginleşmiştir; fakat bu kitabı intihal doludur. Bütün bunlara rağmen Dr.
Skinner kendisiyle ilgili bir eksik ya da kusur görmez; kendini olabildiğince
yüceltir. Dr. Skinner, Overton’un yorumladığı gibi, gerçekte ne kadar
bilgisiz biri olduğunun ve etiğe aykırı davrandığının farkında değildir: “Böyle bir adamın, gençleri yozlaştırarak ve cahil bırakarak para kazandığını
anlaması beklenir mi; yaptığı işin, kötü olanı iyi göstermek olduğunu ve
öğrencilerin bunu anlayamayacak kadar genç ve tecrübesiz olduklarını
anlaması beklenir mi ?” (Butler, 1946:105). Butler, Dr. Skinner ve onun
gibi eğitimcilere şöyle seslenir:
Öğretmenler! Eğer içinizden bu kitabı okuyan varsa şunu
aklınızda tutun: burnu akan ürkek bir afacan babası
tarafından size getirildiğinde siz onu aşağılar şekilde
davranıyorsunuz ve sonraki yıllarda onun hayatını
kendisi için bir yüke dönüştürüyorsunuz. Unutmayın ki
gelecekte sizin hakkınızda kitap yazacak kişi böyle bir
çocuk olabilir. İki ya da üç öğretmen bu dersi alsa ve hatırlasa bu kitabın bundan önceki bölümleri boşuna
yazdmamış olacaktı (Butler, 1946:110).
Anlaşılacağı üzere Butler, okullarda verilen eğitimin içeriğinden ve
eğitimcilerin yaklaşımından memnun değildir. Butler’ın okullardaki
eğitimcilere inancı ve güveni kalmamıştır; yazar, okul eğitimini gerçek
eğitimin önünde bir engel olarak görmüştür. Buna uygun olarak, romanın
ilerleyen bölümlerinde Emest kendi çocuklarını okula göndermeyip
güvendiği bir ailenin yanına bırakır; çocuklarını ziyarete gittiği zamanlarda
onların okuldakinden çok daha mutlu olduğunu, çok daha iyi bir eğitim
aldıklarını görür.
Butler’ın eğitim sisteminde gördüğü en büyük eksiklerden biri okulların
bireyleri hayata hazırlamaması, gerçek hayatta ihtiyaçları olacak tecrübeyi
onlara verememesidir. Yazar notlarında “Akademikizm” başlığı altında,
resim yapmak, kitap yazmak, müzik icra etmek gibi uğraşların öğrenilmesi
sürecinde, bunlarla ilgili kağıt üzerindeki kavramlar, tanımlar ve kurallardan
çok uygulamaya zaman ayrılması gerektiğini belirtir (Butler, 1917:140).
Butler okullarda ise bunun tam tersinin yapıldığını düşünür. Butler’ın
öğrencilere tavsiyesi şu şekildedir: “Yapmayı öğrenmeyin, yaparak öğrenin. Daha çok uygulama yapın, daha az prova yapın” (Butler, 1917:140).
Butler’ın bu bakış açısı, The Way ofAll Flesh' te Emest’in teyzesi Alethea’da
görülür. Alethea, Emest’in okulda kendi ilgi alanına göre hiç uygulama dersi
olmadığını, sadece kitap üzerinde eğitim gördüğünü fark eder. Bunun
üzerine Emest’in müzik ve org merakını da göz önüne alarak onun bir
atölyede marangozluk işleri yapmasını, org üretimi ile uğraşmasını sağlar.
Emest bu şekilde, el becerilerini geliştirmenin yanında gerçekten ilgi
duyduğu ve sevdiği bir işle uğraşmış olur. Butler romanda Alethea’mn
yenilikçi ve faydacı eğitim anlayışını yüceltir; diğer yandan Dr. Skinner’ın
ikiyüzlü, kısıtlayıcı ve gelenekçi tutumunu eleştirir. Bu nedenle roman, başta
eğitimciler ve öğrenciler olmak üzere, tüm topluma eğitim sistemi ve
eğiticiler hakkında uyarıcı bilgi veren bir sosyal metin niteliği taşımaktadır.
Butler’ın tüm roman boyunca saldırdığı bir konu da dinin toplumdaki
yeri, din adamlarının davranışları ve halkın dini uygulama şeklidir. Kendi
babası da bir din adamı olan Butler, babasının zorlamasıyla çocukluğundan
yirmili yaşlarının sonuna kadar din ile iç içe olmuştur. Butler, Cambridge’de
din adamlığı eğitimi aldıktan sonra Papazlık eğitimini tamamlamak için
Londra’ya gitmiştir. Burada fakir halk arasında kalarak onlara hizmet etmiş,
fakat onların içinde bulunduğu kötü yaşam koşulları Butler’ın zaten tam
benimsemediği dini görüşlerini daha da sarsmıştır (Robinson, 2008: 65).
Butler 1859’da 23 yaşında Yeni Zelanda’ya gidip burada koyun yetiştiriciliği
sektöründe zengin olmuştur. Burada ayrıca Darwin’in The Origin o f The Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabını okumuş ve “geri kalan inancını
da kaybetmiştir: 1862’de bir arkadaşına ‘kendini artık bir Hıristiyan olarak
görmediğini’ söylemiştir. Incil’deki Hıristiyanlık öğretilerini tekrar okumuş
ve onların tutarsızlığını incelemiştir. İsa’nın çarmıha gerilerek ölmesi ile
ilgili hiçbir kanıt bulamamış, yeniden diriliş diye bir şeyin olmadığına karar
vermiştir” (Heffer, 2013:3). Incil’deki mucizelerin dışında, Butler’ın din ile
ilgili olarak esas karşı çıktığı durum din adamlarının ve halkın çoğunun
benimsemiş olduğu dini bağnazlık, önyargılar, hurafeler ve dogmalar
olmuştur; Butler bunları gelişimin önünde birer engel olarak görmüştür.
Butler’a göre Viktorya halkının çoğu için din, insanların iyi ve doğru
yaşamak için takip ettiği bir rehber olmaktan çıkmış, sadece yerine
getirilmesi gereken bir geleneğe dönüşmüştü; din adamlarının büyük kısmı
ise Hıristiyan öğretilerinin gerçek anlamından bihaberdi. Nitekim Viktorya
Döneminde “önde gelen din adamları genellikle bir aristokratın ya da zengin
toprak sahiplerinin akrabaları ya da okul arkadaşlarıydı” (Mitchell, 2009: 251).
Butler’ın dinle ilgili eleştirileri The Way of All Flesh 'te hemen her
karakterde görülür. Bunun nedeni Overton, Alethea ve bir noktadan sonra
Emest dışında her karakterin kendini dine adamış gibi görünse de aslında din
öğretilerinin tam tersi şekilde davranmasıdır. Theobald din adamı olmasına
rağmen gösterişten ve ikiyüzlülükten kaçınmaz; kendi çocuğunu suçsuz yere
döver ama sonrasında ailesine yemek masasında yemek duası ettirir.
Christina din ve tanrı uğruna her şeyini feda etmeye hazır gibi görünür ama
aristokratik olmayan kişiler arasında yaşadığı için üzülür ve komşularını
küçümser. Emest ise Papaz olmak üzere Londra’da bulunduğu sırada fakir
komşularını dine davet ederek onların ruhunu kurtarmaya çalışır. Bu uğraş
esnasında komşularından biri Emest’ten İsa’nın yeniden diriliş hikayesini
anlatmasını ister; bu noktada, hayatının geri kalanını bir din adamı olarak
geçirmek üzere olan Emest’in dinle ilgili konulardaki bilgisizliği açığa çıkar;
Emest “dört hikayeyi acınacak şekilde karıştırır, hatta meleği yeryüzüne
indirir, taşı yuvarlatır ve onun üzerine oturtur” (Butler, 1946:238-239).
Anlaşılacağı üzere Butler, The Way of All Flesh'ie özellikle insanların dini
yorumlama ve uygulama şeklini eleştirir. Butler, romandaki karakterlerin
dinle ilgili tutumları üzerinden dinin, insanların içinden gelerek inandığı ve
bağlandığı bir kavram olmaktan çıktığına, toplum içinde kabul görmenin ve
yadırganmamanın bir ön şartına dönüştüğüne işaret eder. Nitekim romanın
sonlarında Emest, bir yanlışlık sonucu hapse girdiğinde din adamı olma
fikrinden şöyle vazgeçer: “Her ne olursa olsun artık din adamı
olmayacaktı. Papazlık okumaya başladığından beri sürdürdüğü hayattan
nefret ediyordu; bunun hakkında tartışamazdı, sadece bundan nefret
ediyordu ve artık tahammülü kalmamıştı” (Butler, 1946:255). Emest’in din
ve din adamlığı konusundaki bu nefretinde şüphesiz onun, bu alana kendi isteği ile değil babasının zoruyla yönelmiş olması da vardır. Bunun dışında,
insanların kendi çıkarları için hayatlarını dine göre şekillendirmiş gibi
görünmesi Emest’in dinden soğumasının bir başka nedenidir. Fiziksel olarak
çok kötü şartlarda yaşamak durumunda olan insanlar için dinden önce,
beslenme, barınma vb. temel ihtiyaçlarının olduğunu görmesi Emest’i
dinden uzaklaştıran başka bir durumdur. Bunlar aynı zamanda Butler’ın da
dine bakışını yansıtan durumlardır.
Sonuç
Sonuç olarak, Samuel Butler, The Way o f All Flesh adlı romanında,
yüzyıl dönümünde, Viktorya dönemi toplumuna geniş bir perspektiften
bakmış, toplumda gözlemlediği önemli bozuklukları ve eksiklikleri eserinde
yansıtmıştır. Butler romanında temel olarak aile yapısı, eğitim sistemi ve din
konularındaki eleştirel görüşlerini aktarmıştır. Yazar kendi hayat
tecrübelerini doğrudan eserine taşımıştır; bu nedenle The Way o f All Flesh
hem yarı otobiyografik hem de toplum gerçeklerine ışık tuttuğu için
tarihsel/sosyolojik bir metin olarak görülmüştür. Butler bu şekilde edebiyatı
toplumun reformu ve gelişimi için kullanmıştır.
Nusret ERSÖZ
Karamanoglu Mehmetbey Üniversitesi