22 Eylül 2024

Yaşlanma DNA’nızda Yok!


Yaşlanma bir zihin kontrol programıdır. İnsanların yaşlılıktan öldüğü bir yalandır çünkü hücrelerdeki DNA’mız için bir “yaş” yoktur.Bedenlerimizdeki hücreler, yaşlı insanlarda bile sürekli olarak kendilerini yenilerler.

Hücre çoğalmasında pek çok hata vardır ama ölümümüzün her zaman biyolojik-duygusal bir nedeni vardır.

Kalp ve akciğerler çalışmayı durdurana kadar bir insanın ölmesi o kadar kolay değildir.
İnsanlar yaşlılıktan ya da hastalıktan ölmezler, insanlar bu yaşlanmaya ve daha sonra ölüme yol açan duygusal çatışmalarından dolayı ölürler.

DNA’mızın yaşı yoktur, bedenlerimizin öldüğü yıllarla sınırlar yaratırız.
Yaşlanma olumsuz düşünceden ve düşük titreşimli bir hâkimiyet durumundan kaynaklanır.

Eğer yaşlanmanın normal olduğuna dair sınırlı bir inanca sahip değilsek, yaşlanmayız ya da en azından yaşlanmanın “normal” olduğu bir hızda yaşlanmayız.

Bunun nedeni:
– cildimiz her 3 ayda bir yenilenir
– her 6 ayda bir kan yenilenir
– akciğerler her yıl yenilenir
– karaciğer 18 ayda iyileşir
– beyin her 3 yılda bir hücrelerini tamamen yeniler
– iskelet 10 yıl içinde tamamen yenilenir
– her kas ve doku 15 yıl içinde yenilenir
– kişiliğimiz bile her 7 yılda bir kendini yeniler

Her şekilde yenilenmemizi sağlamalıyız – gıda, hava,içtiğimiz ve kullandığımız su ve her şeyden önce kendimizle ilgili düşünceler ve bilgiler.
Bizden özenle saklanan bir sır, DNA’mızın yaşlanmamızla ilgili hiçbir veri içermediğidir.

Yaşlanma programı yalnızca zihnimizde, doğduğumuz, büyüdüğümüz ve yaşadığımız çevrede edindiğimiz inanç ve kanaatlerimiz aracılığıyla yaratılır.

Yaşamak, yaşlanmak ve ölmenin normal bir yol olduğuna inanmaya o kadar alışmışız ki…
Neyse ki bizim için gerçekler oldukça farklı. Geçmişte kaybolduğumuzda her zaman geleceğe baktığımız bir sır değil.
Ve aslında geçmişi geride bırakıp ilerlemek, bugünü zihninizde yaşamak ve değiştirmek önemlidir.

DNA bilgi tutar. Bu araştırmayı yürüten ve bir gram DNA’nın 700 terabayt veri depolayabileceğini ortaya çıkaran George Church’e göre DNA bir “depolama ortamıdır”.
Veriler 0’lar ve 1’lerdir. Herhangi bir yer ya da şekil kaplamaz.

Çeviri:Aylin Er

~ Emil Lasarov


İnanç Sıçraması Nedir?

Yaşamın üç aşamasından birisi olan dindar aşamada, Tanrı’yla kişisel bir ilişki geliştirmeye teşebbüs edersiniz.

“İnsan sadece inançta var olmaya başlar.” demiştir Kierkegaard. Öyleyse, yaşamın estetik ve etik safhaları yetersizdir. Tanrı’yı bilmek için Kierkegaard’ın meşhur sözüne uyarak “inanç sıçraması” yaparsınız. Kierkegaard, İbrahim’le İshak’ın İncil’deki hikayesini gündeme getirir. Tanrı, İbrahim’e oğlu İshak’ı öldürmesini emreder. İbrahim Tanrı’nın buyruğuna itaat etmeyi seçerken öyle bir konumdadır ki buyruğu haklı şekilde gerekçelendirmek şöyle dursun, anlayamaz bile. Eylemin nesnel anlamda doğru olup olmaması İbrahim için ne fark yaratır ki? Seçim yapmalıdır ve bu seçimde değerlerini belli eder. Eylemin haklı şekilde gerekçelendirilmesinin tek yolu, Tanrı’nın iradesine teslimiyettir.

Sonuç olarak İbrahim bir “inanç sıçraması” yapmalıdır. Bu sıçrama akıl ve bilgiden çok, irade ve inanç gerektirmektedir. Bu sıçrama, Kierkegaard’ın “etiğin askıya alınması” dediği şeyi gerektirmektedir. Şayet Tanrı’nın varlığı basitçe bir sağduyu ya da rasyonel düşünce meselesi olsaydı, bu inanç sıçramasına ihtiyaç kalmazdı.

Ara Not: Kierkegaard eserlerinin yarısında takma isimlerin ardına saklanmıştır. Bunu, eserleri daha büyük bir felsefi sistemin birer parçası olarak görülmesin diye yapmıştır. Okuyucuların eserlerini hayatının belli detaylarıyla ilişkilendirmeden, göründüğü gibi okumasını ummuştur.

Kierkegaard’ın geç dönem eserleri sıklıkla Hristiyan Kilisesinin kurumlarına saldırmıştır. O inanmıştır ki Hristiyan hayatın —kiliseye gitmek, duaları ezberlemek, buyrulmuş ahlaki emirlere uymak, Kutsal yazıtları okumak vb.— isteksizce, üstünkörü ve rutine bağlanarak yerine getirilen gerekleri, aslında tam da Hristiyan hayatın antitezi, zıddıdır. “İnanç sıçramasının” önemi insanın ilahi olanla kişisel ve doğrudan bir yüzleşme içinde olması gereğinden ileri gelir. Kierkegaard dindar yaşamda büyük bir teselli bulmuş olmasına rağmen, organize dinin hissiz ve soğuk olduğu-nu, derinlemesine hissedilemediğini ve tatmin edici olmadığını ileri sürmüştür.

Sosyolog Ömer YILDIRIM

*

 Felsefede , inanç sıçraması, bir şeye akıl temelinde olmayan bir şekilde inanma veya onu kabul etme eylemidir. Bu ifade genellikle Danimarkalı filozof Søren Kierkegaard ile ilişkilendirilir.

TIK

İnanç sıçraması - Vikipedi - Wikipedia 

Zannetme


Zannetme bu dünya seninle döner
Sen yoksan saatler durur zannetme
Zannetme gidersen yıldızlar söner
Gelmezsen denizler kurur zannetme
Bir gün yorulursun "yol" bile olsan
Denize kadarsın " sel" bile olsan
Olmaz ya dikensiz gül bile olsan
Güller hep tomurcuk kalır zannetme...

Mitokondrisi bende kaldı

“Annem vefat etti, onu yıkadık, pakladık, demir tabuta koyup Türkiye’ye uçakla getirdik. Oğlunun üstüne, eşinin yanına, toprağın içine sanki bir tohum eker gibi nazikçe, dualarla bıraktık. Bir ömür bitti, annem gitti...

Ama annemin mitokondrisi bende kaldı. Benim hücremde, benim her hücremde annemin mitokondrisi var. Her nefes alışımda, her kalp atışımda, her elimi uzatışımda, her düşüncemin başlangıcında, ne için enerji harcıyorsa bu vücudum işte orada annemin mitokondrisi var. Annem gitti belki ama mitokondrisi bende kaldı...

Enerji santrali, kaynağı anne…

İnsanın başlangıcı olan o ilk iki hücrenin yumurta olanı büyük ve zengindir. İçinde bir hücrenin yaşaması, çoğalması, değişmesi için gerekli olan her şeye ve bir ömür gerekli olacak enerjiyi üretecek mitokondriye de sahiptir.

Mitokondri, hücreye enerji veren, canlı olmasının temelini sağlayan organeldir ve babadan değil, anneden gelir. Anne her çocuğuna enerjisini verir, enerji üretme mekanizmasını verir. Harcanan her enerji annenin çocuğuna verdiği mitokondriden gelir.

Dolayısıyla anneler vefat edebilir ama anneler ölmez!!! Biz farkında olmadan annelerimizi gizli bir şifre gibi her hücremizin içinde taşırız. Annemiz vefat etse de bize enerji vermeye devam eder. Ben bunu yazarken ve siz bunu okurken annelerimizin bizlere miras bıraktıkları mitokondrinin ürettiği enerjiyi kullandık farkında mısınız?

En karmaşık yapı

Mitokondri hücre içindeki organellerin en karmaşık ve ilginç olanlarından biri. Kendine has DNA’sı var, kendine özgü kişiliği var, kendisine has proteinleri var, çalışma mekanizması ve prensibi var. Hem enerji üretir, hem hücreyi ölümlerden korur, bölünür, çoğalır, hücre içinde dolaşır, nerede enerji lazım oraya gider.

Hücre içinde sanki annemizmiş gibi çalışmaya biz ölünceye kadar devam eder. Ve her kadın mitokondrisini çocuğuna armağan eder, dolayısıyla hayat enerjisi anneden anneye geçer.
Bu yüzdendir ki kim nereden gelmiş, kim kimin atası diye insanlık tarihi araştırması yapıldığında erkeğe değil, kadına bakarlar. Analarımızın mitokondri DNA’sına, o DNA’nın nerelere gittiğine, kimlerden kimlere geçtiğine bakarak yaşam enerjisinin haritasını çıkararak bilirler kimiz ve nereden geldik...

Ben bugün laboratuvarımda mikroskobumun başında annemi düşünüyorum. 15 Ağustos sabahı vefat etti annem, elimden bir su tanesi gibi kayıp gitti...

Annem benim, vefat etti ama ölmesi mümkün değil, çünkü mitokondrisi bende kaldı...”

 Dr. Hande Özdinler

Davud ve Golyat'ın Hikayesi

“David and Goliath” yani “Davud ve Golyat” İngilizce’de önemli bir anlama sahiptir. Örneğin bir spor müsabakasında ya da iki karşıt olgunun karşı karşıya geldiği durumlarda “David can beat Goliath” sözü kullanılır. Bu söz güçsüz olanın güçlü olanı yenebileceğini, her zaman favorilerin kazanmadığını bizlere aktarmaktadır.

Davud'un Golyat ile Mücadelesi

Davud ile Golyat, Eski Ahit’te geçen mitolojik bir efsanenin kahramanlarıdır. Eski Ahit’ten günümüze kadar gelen bu efsaneden sizlere bahsetmek istiyorum. Efsane Filistin’de geçmektedir ve aynı soydan gelen İsrailoğulları ve Filistinlilerin savaşı esnasında yaşandığı bilinmektedir. Kral Talut önderliğindeki İsrailoğulları Elah Vadisi’nde Filistinlilerle karşılaşır.

Guillaume Courtois, Davud ve Golyat, 1650 - 1660, Kapitolin Müzesi, Roma, İtalya

Guillaume Courtois, Davud ve Golyat, 1650 - 1660, Kapitolin Müzesi, Roma, İtalya

Filistinlilerin en güvendikleri, oldukça fazla güce sahip askeri olan Dev Golyat, neredeyse her gün İsrailoğullarına meydan okur ve karşısına çıkabilecek güçlü birisinin olup olmadığını sorar. Kendisine bu kadar güvenmesinin sebebi ise iri ve dev cüsseli, güçlü bir savaşçı olmasından kaynaklanmaktadır. Golyat, günlerce kendisiyle savaşacak bir İsrailliyi savaş meydanına gelmesi için çağırır ve İsraillilere; “Benimle savaşmaya cesaret edebilen bir savaşçı seçin, eğer beni yenerse biz Filistinliler sizin köleniz olacağız. Fakat ben onu öldürürsem siz bizim kölemiz olacaksınız.” diye seslenir. Fakat İsrailliler, Golyat’ın dev cüssesinden korkar ve savaşmaya cesaret edemez. Golyat kırk gün boyunca sabah-akşam bunu tekrarlar. Her şeye ve herkese rağmen cılız bir genç olan ve savaşta getir götür işlerini yapmakla görevli Davud cesaretlenir ve gönüllü olur. Askerlere, bu Filistinli'yi öldürüp İsraillileri bu durumdan kurtaran adama ne verileceğini hakkında bir soru sorar. Askerler, Davud’a “Kral Talut, onu zengin edecek ve kızını ona verecek.” diye cevap verirler. Daha sonra askerler Kral Talut’a gidip Davud’un Golyat’la savaşmak istediğini söylerler. Kral, Davud’un cesaretine hayran kalır fakat bu karardan vazgeçirmek için çok uğraşır.

Kral, Davud’a; “Bu Filistinliyle savaşamazsın, sen çok güçsüz ve acemisin, o ise hayatını savaş meydanlarında geçirmiş güçlü bir devdir.” diye söyler. Davud ise Kral Talut’a; “Daha önce babamın koyunlarına saldıran ayı ve aslanı öldürdüm, bu Filistinli devi öldürebilirim. Yehova bana muhakkak yardım edecektir.” der. Buna cevaba karşı Kral, Davud’a; “Git ve Yehova seninle beraber olsun.” diye cevap verir. Davud’un büyük ısrarları sonucu Kral Talut kabul eder ve Davud’u zırh ve silah ile kuşatır.

Fakat savaş meydanına çıktıktan sonra zayıf ve güçsüz Davud’un işini zırh ve silah dahada zorlaştırır. Üzerinden zırh ve silahı atan Davud bir adet sapan ve birkaç adet taş ile savaşmaya karar verir. Golyat, Davud’u görür ve kahkaha atar, gözlerine inanamaz. Davud’u çok kolay öldürebileceğini düşünür. Tam Davud’a doğru harekete geçmeye hazırlanırken, Davud sapanını sallar ve Golyat’ı hassas noktası olan alnının tam ortasından vurarak etkisiz hale getirir. Ardından yerde hareketsiz olarak yatan Golyat’ın kafasını keser ve mücadeleyi kazanır. En değerli savaşçıları Golyat’ın öldüğünü gören Filistinliler korkudan dağılır ve savaşı kaybederler.

Caravaggio, Golyat'ın Başı ile Davud, 1610, Borghese Galerisi, Roma, İtalya

Caravaggio, Golyat'ın Başı ile Davud, 1610, Borghese Galerisi, Roma, İtalya

Küçük cüssesine ve acemiliğine rağmen, savaşçı bir devi yenen Davud bu olaydan sonra efsaneleşir ve daha sonrasında İsrail Krallığı’nın başına geçer. Aslında bu efsanede bize anlatılmak istenen kazanma arzusunun ne kadar önemli olduğu ve bir taraf her ne kadar güçlü olursa olsun karşısındaki rakibini küçük görmemeli ve önemsemesi gerektiğidir. Hayatınızın her anında kararlı ve kendinden emin bir şekilde Golyat'lara karşı Davud olmanız dileğiyle...

MEHMET EMRE İNAL

30 Ağustos 2024

Atatürk'ün Büyük Zafer Hakkında Söylediği Sözler

 

 

 30 Ağustos Zafer Bayramımızın 102. yıl dönümü kutlu olsun!  

"Bir insan kendini milletiyle beraber hissettiği zaman ne kadar kuvvetli bulur, bilir misiniz? Bunu tarif güçtür."  
M.Kemal Atatürk 30 Ağustos 1928

30 Ağustos Zaferi hakkında beyanat
Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 22. Cilt, s.203


 *
"Düşman ordusunun asli kuvvetleri Seylbayatiye batısından başlayarak Aslı­hanlar'a devam etmek üzere bir cephede ve Dumlupınar güneyinde olmak üzere di­ğer cephede de iki grup halindedir.

Düşmanın her iki grubu önden ve arkadan kıtalarımız arasına alınmıştır.

Muharebeler lehimize kesintisiz devam etmektedir." 
M.Kemal Atatürk 30 Ağustos 1922

Atatürk TBMM Başkanlığı'na iyi haberleri bildiriyor.
Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.225
 

*  
"Elimizdeki savaş uçaklarının bir kısmı Fransız sisteminde olup, bazılarının makineli tüfekleri noksandır. Spat on üç uçaklarına mahsus makineli tüfeklerden on beş kadarına ihtiyacım vardır. Suriye'den veya en yakın bir yerden birkaç gün içinde yetiştirilmesine yol göstermenizi rica ederim. Bu makineli tüfekler şu sırada benim için Fransa'nın en kıymetli hediyesi olacaktır. " 
M.Kemal Atatürk 29 Ağustos 1922

Atatürk'ün Fransız Albay Louis Mougin'e yolladığı telgraf.

Büyük Taarruz öncesinde Türk ordusunda savaş uçağı çok azdı. Bunun üzerine, gizlice gerçekleştirilen bir satın alma operasyonuyla savaştan kalan 20 adet SPAD XIII uçağı, silahsız bir şekilde İtalyan tüccar Parakini aracılığıyla İtalya'dan alınarak Millî Kuvvetler'e katıldı.

Bu uçaklar gemiyle Mersin'e getirildikten sonra Konya'ya nakledildi ve burada detaylı bakımları yapıldı.

Toplam altı uçak, kullanılamaz durumda olan Alman Bölükleri'nden elde edilen Spandau makinalı tüfeklerle donatılarak Büyük Taarruz öncesinde savaşa hazır hale getirildi. Büyük Taarruz sırasında ise bu uçaklardan beşi, 1. ve 2. Tayyare Bölükleri'ne bağlı olarak Batı Cephesi'nde görev yaptı.

Bu uçaklardan biri olan Yüzbaşı Fazıl'ın kullandığı uçak, 29 Ağustos 1922'de bir Yunan Breguet XIV uçağını düşürmüştü. Bu avcı uçakları daha sonraki yıllarda eğitim amaçlı kullanıldı ve 1926 yılına kadar hizmette kaldı.

Türk ordularının I. ve II. İnönü muharebelerindeki başarıları Fransa'yı çok etkilemiş ve bunun sonucunda Fransa tutumunu değiştirmişti.

Fransızlar 1921 Mart ayından itibaren Türkiye ile görüşmelere başladı.

20 Ekim 1921 tarihinde Henri Franklin Bouillon ile Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirsek) Bey arasında Ankara antlaşması imzalandı.

Bu antlaşma ile Fransa, iktisadi ve kültürel imtiyazlardan vazgeçiyor, güney sınırımız tespit ediliyordu.

Bu anlaşma ile I. Dünya Savaşı öncesi kurulmuş bulunan İtilaf Blok'u parçalandı.

Versay'da kendisini desteklemeyen ve Almanya'ya yumuşak davranan İngiltere'ye kızan Fransa, Türkiye konusunda İngiltere'ye oyun oynuyor ve tek başına hareket ediyordu. İngiltere bu anlaşmayı hayret ve dehşetle karşıladığını açıkça belirtti.

Atatürk ise "Türkiye ile Sèvres Antlaşması'nı imzalamış devletlerin en güçlülerinden biri olan Fransa'nın bizimle ayrı bir anlaşmaya vardığı gerçeği, o antlaşmanın (Sevr'in) sadece bir bez parçası olduğunu tüm dünyaya kanıtladı." demişti.

Mösyö Louis Mougin, Mustafa Kemal'in büyük bir hayranı ve de Türkiye'ye yeterli destek ve yardım sağlamayan kendi hükümetini sık sık tenkid edecek dereceye varacak kadar, Türk ulusal hareketinin güçlü bir savunucusu haline gelmiş bir Fransız albaydı ve Ankara Anlaşması görüşmeleri sırasında Franklin Bouillon'la beraber çalışmıştı.
Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.223

* 
"İki gündür kesintisiz devam eden muharebeler neticesinde düşmanın Afyonkarahisar'ı mevzileri düşürülmüş ve Afyonkarahisar'ımız geri alınmıştır. Esirler, ağır ve hafif top ve mühimmat ve her nevi malzemeden ganimetler çoktur.
Hazırlıklarımız her nevi fenni vasıtalar ve daha başka engeller ile donatılan ve takviye edilen düşman mevzilerinin bazen bir saatten az bir zaman zarfında düşürülmesini temin ettiği gibi, asker ve subaylarımızın dünyaca bilinen yiğitlik ve kahramanlık harikaları bu defa dahi tezahür etmiş ve teyit olunmuştur.
Kumandanlarımızın sevk ve idarede düşman kumanda heyetine üstünlüğü bariz bir surette tecelli etmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının müstesna kıymet ve kabiliyeti sebebiyle yüce Meclis'i tebrik ederim." 
M.Kemal Atatürk 27 Ağustos 1922

TBMM başkanlığına gönderilen telgraf
Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.214
 

*
"26 ve 27 Ağustos'ta yarma hareketi ve 28, 29 ve 30 Ağustos meydan muharebesi de içinde olmak üzere ordularımız on beş günde dört yüz kilometre yol aldılar.
Piyade ve süvarilerimiz İzmir'e kavuşmak için birbirleri ile adeta yarıştılar. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları suya aksederken, piyadelerimiz Kadifekale'ye Türk bayrağını çekiyorlardı.
Hatıramda aldanmıyorsam, büyük orduların yürüyüş ölçüsü yirmi, yirmi iki buçuk kilometredir. Askerlerimiz bütün rekorları kırmıştır."
 M.Kemal Atatürk 1922

Atatürk'ün Büyük Taarruz hakkındaki sözleri
Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Çankaya s.500

 
*
"Ah zavallıcıklar!
Sizlere kim söyledi buralara gelesiniz diye?
Kim söyledi Anadolu alınırmış diye?
Varın, kanınıza girenlere sorun!
Ben yurdumuzu, haysiyetimizi ve istiklalimizi korudum. Vazifemi yaptım."
M.Kemal Atatürk Ağustos 1922


Atatürk'ün, 30 Ağustos Zaferi'nden hemen sonra hayatını kaybeden genç Yunan askerlerinin naaşları arasında gezerken söyledikleri.
Kaynak: Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk'ü Özleyiş, 2. Cilt s.38
 

*
"Bu büyük muharebede hayatlarını feda eden Türk evlatlarının isimlerini bir levhada göstermek maalesef mümkün olmadı.
Biz harbi sevk ve idare ettik; fakat ölümle pençeleşen onlardı.

Bununla beraber, onların isimlerini ayrı ayrı yazmaya zaten de lüzum yoktur. Çünkü onlar bir isim altında toplanmışlardır ki, Türk'türler."
M.Kemal Atatürk 29 Ağustos 1928


Atatürk'ün 30 Ağustos Zaferi hakkındaki konuşması
Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 22. Cilt, s.202
*

"Bugün saadetini hissettiğimiz zaferi, yalnız milletimizin azim ve imanı, kudreti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının süngüleri kazanmıştır. 

Üzerinde başka türlü hiçbir kuvvet, hiçbir tazyik yoktur ve olmamıştır.

Milletin ve ordularının kabiliyeti bütün milli emellerimizi elde edecek derecededir."

M.Kemal Atatürk 17 Ekim 1922
 

Atatürk'ün Bursa belediye heyetine yaptığı konuşmadan.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 14. Cilt, s.20
 
"Salih, eğer düşündüklerimi tatbik edebilecek zamana sahip olursam, yakında cihanın gözlerini kamaştıracak bir askeri manzara meydana gelecektir."
M.Kemal Atatürk 11 Ağustos 1922
 

Atatürk'ün, Büyük Taarruz'dan 15 gün önce yakın arkadaşı Salih Bozok'a söyledikleri.

Büyük Taarruz çok büyük bir riskti. Öyle ki diğer paşalar, Atatürk'ün böyle bir harekata girişmesine hayret etmiş: "Paşam bu kadar tehlikeli bir manevrayla bu savaşı kaybedersek bize vatan haini derler" demişlerdi.

Çok ilginçtir ki Atatürk, Büyük Taarruz'da eski Yunanlı komutan Epaminondas'ın "çarpık düzen" taktiğinin gelişmiş bir versiyonunu kullanmıştı ve Yunanlıları tuzağa düşürmüştü.

Atatürk Epaminondas'ı tanıyordu ama Yunanlılar tanımıyordu.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 28. Cilt, s.182
 
 *
"Bu cennete düşman sokulur mu?"
 M.Kemal Atatürk 10 Eylül 1922

Atatürk, İzmir'in kurtuluşundan bir gün sonra İzmir'e girdi ve Kordonboyu'nda Salih Bozok'u beklemeye başladı.

Orası o anda bir savaş sahasından daha tehlikeliydi çünkü Ermeni fedaileri ortalığı ateşe vermişler, sağa sola rastgele bomba savuruyorlardı.

Salih Bozok anlatıyor:

Etrafımız ateş içinde idi. Ve Atatürk, parkta gezintiye çıkmış kadar sakin, denizi seyrediyordu. Bir aralık bana:

-Güzel memleket! dedi. Ve ilave etti:

-Bu cennete düşman sokulur mu?

Ben, onu bu ölüm yağmurunun altından uzaklaştırmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Tehlikeyi anlatabilmek için:

-Paşam, dedim. Şimdi şu sokağın içinde bomba atan iki fedaiyi yakalayıp vurdular.

O gayet sakin eseflenip:

-Yazık, göremedik.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 28. Cilt, s.185
 
*
"Yunanlılarla işimiz bitti artık!

Düşmanlığa yer yok!

İki milletin ve dünyanın selameti bakımından Türk-Yunan dostluğu şarttır.

Ben derhal bu maksatla Venizelos'u İzmir'e davet edeceğim."

M.Kemal Atatürk  9 Eylül 1922
 

Atatürk, İzmir ufukta göründüğü an İsmet İnönü'ye dönüp "İzmir'e gelince ilk iş olarak büyükçe bir bina hazırla!" diyor.

İnönü merak ediyor ve soruyor: "Bu bina ne olacaktı?"

Atatürk görseldeki yanıtı veriyor.

Kaynak: Sadi Irmak, "Atatürk'ün Dış Politika ilkeleri", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, III / 9 (Temmuz 1987), s. 492.
 
 * 
"Ordularımız 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Eylül 1922 akşamı Bursa'mızı muzafferen kurtardılar.

Akdeniz, askerlerimizin zafer teraneleriyle dalgalanıyor.

Asya imparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu kumandanları ile kumanda heyetleri, günlerden beri Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin harp esiri bulunuyorlar."

M.Kemal Atatürk 12 Eylül 1922
 

Atatürk'ün, İzmir'in kurtuluşundan 3 gün sonra millete beyannamesi.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 13. Cilt, s.274
 
*
"Kıtalarımız İzmir doğu sırtlarında düşmanın son mukavemetini kırdıktan sonra bugün 9 Eylül 1922'de mağlup düşmanla beraber İzmir'imize muzafferen girdi.

Vapurlara binmekten men edilen düşman subayları ve efradı teslim olmaktadırlar.

İzmir'de bol miktarda top, tüfek ve her nevi malzeme bulunmuştur.

Ben yarın öğleden itibaren İzmir'de bulunacağım."  

M.Kemal Atatürk 9 Eylül 1922

9 Eylül 1922 tarihli telgraf. Aşağıdaki kişilere gönderilmiştir:

- TBMM başkan vekili Adnan Adıvar

- İcra Vekilleri Reisi Rauf Orbay

- Müdafaai Milliye vekili Kazım İnanç

- Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir

- El Cezire cephesi komutanı Cevat Çobanlı

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 13. Cilt, s.269
 

"Süvari Kolordusu bütün kuvvetiyle İzmir'e yetişmeli ve İzmir'i işgal etmelidir.

1. Ordu takip kolları da şehre ilerlemekle beraber, 1. Kolordu'dan bir tümenin 9 Eylül 1922'de İzmir'e yürütülmesi ve 1. Kolordu'nun takibe devam etmesi lazımdır.

1. Kolordu "İzmir İşgal Kuvveti" olacak ve komutanı askeri valilik görevi yapacaktır.

İzmir'in kayıtsız şartsız teslim alınması mümkün olduğundan, temsilcilerin herhangi bir teklifi kabul olunmayacaktır."

M.Kemal Atatürk 8 Eylül 1922
 

1. Ordu Kumandanlığı'na 8 Eylül tarihli emir.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 13. Cilt, s.264
 
 *
Bu büyük zafer, yalnızca senin eserindir...
M.Kemal Atatürk 12 Eylül 1922

Atatürk'ün, İzmir'in kurtuluşundan 3 gün sonra millete beyannamesi.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri 13. Cilt, s.275
 
"Muharebe meydanında 1. Kolordu Kumandanı ve Güney Ordusu Kumandanı General Trikopis'in eşyası arasında ganimet alınan kılıcını zatıalii biraderanelerine takdim ediyorum, Efendim."
M.Kemal Atatürk 2 Eylül 1922
 

General Trikopis, 26 -30 Ağustos tarihleri arasındaki Türk Taarruzu sırasında İzmir’e doğru çekilirken Murat Dağı yakınlarında Çalköy’de, maiyetiyle birlikte 2 Eylül 1922’de esir düştü.

Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa anılarında şöyle anlatır:

Esirler arasında Yunan Kolordusu kumandanı General Trikopis, 2. Kolordu Kumandanı General Diyenis ile yüksek rütbeli birçok kumandan da vardı. Generalleri bana getirdiler. Gayet yorgun bir haldeydiler. Dudakları şişmiş, çay ikram ettim, beraber çay içelim dedim. Çay içecek halleri yoktu, içemiyorlardı. Kendilerine arkadaşça, iyi muamele ettik. Hep beraber oturduk, muharebeden bahsettik. Kendilerinin iyi muharebe ettiklerini, talihin yaver olmadığını söyledim. Arkadaşça konuşalım dedim. Muharebenin başından beri, buraya gelinceye kadar, düşmanın muhtemel hareketlerine dair zihnimden geçen ve yapmasını tahmin ettiğim teşebbüsleri birer birer Trikopis’e anlattım. Trikopis ve Diyenis ile muharebe safahatını uzun uzadıya konuştuk, münakaşa ettik. …Konuşmalarımız bitince palaskamı, kılıcımı taktım. Kendilerine, sizi resmi vaziyetimle başkumandana takdim edeceğim dedim. Onları aldım, başkumandanın huzuruna götürdüm. Atatürk çok âlicenap davrandı. Onlarla konuştu, teselli etti. Kendileri çok mütehassıs oldular.

Anlatılanlara göre Atatürk, çok üzgün olan ve intihar etme isteğindeki Trikopis'i teselli etmeye çalışır:

Üzülmeyin general, siz görevinizi sonuna kadar yaptınız. Askerlikte mağlup olmak da vardır. Napolyon da vaktiyle esir olmuştu. Size karşı büyük hürmet besliyoruz. Burada misafirimizsiniz. Buyurun istirahat edin, yakında her şey düzelecektir…

İbrahim Çallı, Mustafa Kemal'in Trikopis'in kılıcını teslim aldığı anı bir temsili bir tabloyla ölümsüzleştirir.

Atatürk, kılıcı TBMM Milli Müdafaa vekili Kazım Özalp'a hediye eder. Kazım Özalp ise kılıcı Harbiye'de bulunan Askeri müzeye bağışlar.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.236
 
 *
"Arkadaşlar, bu Anadolu zaferi, tarih arasında, bir millet tarafından tamamen benimsenen bir fikrin ne kadar kudretli ve ne canlandırıcı bir kuvvet olduğunun en güzel misali olarak kalacaktır."
 
M.Kemal Atatürk 4 Ekim 1922
 

TBMM'de Büyük Zafer hakkında konuşma

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.377
 
 *
"Düşmanın terk ve tahliye ettiği kasaba ve köylerde yaptığı facialar her türlü tasavvurun üstündedir. Köylerin büyük kısmı tamamıyla yakılmıştır. Düşmanın ricat yolu üzerinde kalan zavallı köylülerimiz köylerinin harabeleri üzerinde sefalet ve zaruret içinde inlemektedirler.

Arz olunan ahvalden dolayı hükümetçe derhal gerekli şeffkat ve yardımın yapılması kat-i bir zaruret halini almakta, şimdilik en ziyade himaye ve yardıma muhtaç olanlara hakkaniyet dairesinde dağıtılmak üzere emri alileri­ne verdiğim meblağdan yüz bin liranın acele Batı Cephesi emrine gönderilmesini ve senelerden beri zulüm ve sefaletle inleyegelmiş milletimizin yaralarına çaresaz olacak tedbirlerin hükümetçe alınmasını ve bildirilmesini rica ederim."

M.Kemal Atatürk 5 Eylül 1922
 

Maliye Bakanlığı'na telgraf.

Batı Anadolu'da Yunan zulmü hakkında detaylı bilgi için tıklayın

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.254
 
 *
"Anadolu'daki Yunan ordusu kati surette mağlup edilmiştir. Yunan ordusunun artık yeniden ciddi bir mukavemet göstermesine ihtimal yoktur. Anadolu için herhangi bir müzakereye mahal kalmamıştır. Mütareke ancak Trakya için söz konusu olabilir.

Dolayısıyla Eylül'ün onuna kadar doğrudan doğruya Yunan hükümeti veyahut İngiltere vasıtasıyla hükümetimize resmen müracaat ettiği takdirde aşağıdaki şartlar or­taya koyularak cevap verilmelidir."

M.Kemal Atatürk 5 Eylül 1922
 

4 Eylül 1922 tarihinde Rauf Orbay'a İstanbul'daki İtilaf Devletlerinden bir telgraf gelir. Telgrafta ateşkes istenmektedir.

Atatürk, o telgrafa bu cevabı verir. Şartlar, aşağıdaki gibidir:

- Mütarekenin tarihinden itibaren on beş gün zarfında Trakya 1914 sınırlarına kadar kayıtsız şartsız Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin mülki memurlarına ve askeri kuvvetlerine teslim edilmiş bulunacaktır.

- Yunanistan'daki esirlerimiz on beş gün zarfında İzmir , Bandırma ve İzmit limanlarında teslim olunacaktır.

3. Yunan ordusunun üç buçuk seneden beri Anadolu'da yaptığı ve icra eylemekte bulunduğu tahribatı tamir etmeyi şimdiden taahhüt edecektir.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.256
 
*
"Ordularımız 26 Ağustos'tan bugüne kadar durmaksızın muharebe ve yürüyüş yapmış ve bu müddet zarfında en kestirme istikamette üç yüz kilometrelik mesafe kat etmiş ve bütün zindeliğiyle İzmir karşısında Saruhanlı-Zencirli-Irlamaz Çayı hattına ulaşmıştır.

Süvarı kolordumuz Manisa üzerinden ve bağımsız 3. Süvari Fırkamız Torbalı üzerinden İzmir istikametinde ilerlemektedir."

M.Kemal Atatürk 8 Eylül 1922
 

Atatürk, TBMM başkanı, icra vekilleri, Doğu Cephesi Kumandanlığı, Mudafaai Milliye vekilliği ve Elcevize Kumandanlığına müjdeli haberi iletiyor.

İzmir, 9 Eylül 1922 günü kurtarıldı.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.265
 
*
Büyük Türk milleti!

"Ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanlarımıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek olgunluk ile tezahür etti.

Millet orduları, on dört gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. Dört yüz kilometrelik aralıksız bir takip yaptılar.

Anadolu'daki bütün işgal edilmiş memleketlerimizi geri aldılar.

Bu bü­yük zafer yalnızca senin eserindir."

M.Kemal Atatürk 12 Eylül 1922
 

Büyük Zafer sonrası millete beyanname

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.275
 
"Batı fabrikalarının çelik zırhlarıyla kaplanan muazzam Yunan orduları artık Anadolu dağlarında subayları tarafından terk edilmiş zavallı sürüler, cinayetlerinden dehşete düşerek kudurmuş kitleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı."
M.Kemal Atatürk 12 Eylül 1922

Büyük Zafer sonrası millete beyanname

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.274
 
 *
"Büyük ve asil Türk milleti!

Anadolu'nun kurtuluşu zaferini tebrik ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da takdim ediyorum."

M.Kemal Atatürk 12 Eylül 1922

Büyük Zafer sonrası halka beyanname

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.275
 
 *
"Biz İngiltere ile harp etmek istemiyoruz, fakat onlar İstanbul'u Türkiye'ye teslim etmelidir.

İstanbul Türkiye'nin payitahtıdır.

Mümkün mertebe barış yoluyla istiyoruz. Eğer olmazsa onun için harp edeceğiz."

M.Kemal Atatürk 13 Eylül 1922
 

Atatürk'ün Amerikalı Chicago Tribune gazetesi muhabiri John Clayton'a verdiği demeç...

30 Ağustos Zaferi'yle beraber Batı Anadolu kurtarılmıştı. Ama İstanbul hala İngilizlerin elindeydi. Atatürk, İstanbul'u almaya kesin olarak kararlıydı ve gerekirse savaşacağını İngilizlere ifade etti.

İngilizlerse Boğazlar ve İstanbul'a önem veriyordu. Türklerin Çanakkale'ye doğru ilerlemesi onların için tehditti. Başbakan Lloyd George, 7 Eylül tarihindeki kabine toplantısında Gelibolu'yu "dünyanın stratejik olarak en önemli bölgesi" olarak tanımlamıştı. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da Gelibolu ve İstanbul'un Türklerin eline geçmesine asla izin verilemeyeceğini söylüyordu.

1922 yılı Eylül ayında Türkiye'nin 250.000 askerine karşılık, İngilizlerin, İstanbul'da 50.000 askeri vardı. İstanbul'un çoğunluğu Türklerden oluşuyordu ve olası bir savaş halinde, bu insanlar da milis olarak kullanılabilirdi.

Aslına bakarsanız, her iki taraf da savaşmak istemiyordu. Çanakkale Savaşı'nın vahşetini, akan kanı, verilen kayıpları Atatürk de, İngizler de iyi biliyordu. İngiltere 1. Dünya Savaşı'nı kazanmıştı ama çok büyük kayıplar vermişti. 1917 yılında az kalsın savaş dışı kalıyorlardı. 1918'de artık 16-17 yaşında gençleri askere almaya başlamışlardı.

İngiliz hükümetinin Boğazlar konusundaki kararlılığı basında büyük tepki gördü. Büyük gazeteler savaş karşıtı manşetler attılar. Sendika Kongresi tüm İngiltere genelinde greve gitme çağrısı yaptı.

Atatürk, İngiltere'nin kendi topraklarından bu kadar uzakta yeni bir kanlı savaşı göze alamayacağını, İngiliz halkının bunun için gücü ve morali kalmadığını çok iyi tahmin etmişti.

23 Eylül'de Türk ordusu Çanakkale'nin güneyindeki tarafsız bölgeye girdi. İngiliz işgal komutanı Harrington'ın Türk ordularının tarafsız bölgeden çekilmesini rica eden telgrafına karşılık, Atatürk, TBMM'nin tarafsız bölge diye bir bölge tanımadığını bildirdi.

Türk ordusu kesin olarak kararlıydı. Kendi kamuoyuyla beraber Fransa, İtalya ve en ömenmlisi Kanada'nın desteğini de kaybeden İngiltere sonuç olarak İstanbul'u ve Boğazları Türkiye'ye geri vermeye razı oldu. Barış yoluyla bölgeyi alabileceğini anlayan Atatürk, orduları durdurdu.

Bu Eylül-Ekim 1922 tarihindeki bu sürece Çanakkale Krizi adı verilir. Çanakkale Krizi sonrasında İngiltere'de Lloyd George hükümeti düştü.

Atatürk'ün amacı misak-ı milli sınırlarını tamamlamaktı. Bundan daha fazlasını istemiyordu. Makedonya veya doğduğu Selanik'e yürümeyi düşünmedi. Atatürk tüm işgal güçlerini Anadolu'dan kovdu. Onun amacı, yabancı toprakları işgal etmek değil, milletinin barış içinde yaşayacağı bir toprak parçasını elde etmekti ve bunu da yapabileceği en muhteşem şekilde yaptı.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.281 
 

"Biz fetihlere susamış değiliz. Aşırı talepler peşinde de koşmuyoruz ve barış istiyoruz."
M.Kemal Atatürk 15 Eylül 1922

Atatürk'ün 15 Eylül 1922'de, İzmir'de Fransız Amiral Dumesnil'le görüşmesi sırasında, Amiralin kendisine söylediği "Diğer önemli hir nokta, Trakya'da mühim miktarda kuvvet yığmak istemeniz olabilir. Siz orada ordunuzu topladığınız takdirde, bu, büyük bir heyecana sebebiyet verebilir. O zaman sizin yeni fetihler peşinde olduğunuz söylenebilecektir." sözlerine cevabı.

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.290
 
 *
"Milletin mukadderatını doğrudan doğ­ruya üstlenerek yeis yerine ümit, perişanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclis'imizin civanmert ve kahraman ordularının başında bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirmiş olduğumdan dolayı, bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim."
M.Kemal Atatürk 4 Ekim 1922

TBMM'de konuşma

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.360
 
 *
"Zannettiler ki, ordumuz zayıftır. Zannettiler ki, ordumuz taarruz ve takip etmek değil , yerinden kıpırdayamayacak bir halde bulunuyor. Zannettiler ki, Meclis'imiz ve hükümetimiz zayıftır ve ümitsizdir." 
M.Kemal Atatürk 4 Ekim 1922

TBMM'de konuşma

Kaynak: Atatürk'ün Bütün Eserleri, 13. Cilt, s.362
 
 

22 Ağustos 2024

İlacın Adı: Umut

İlacın  Tanımı: Umut sabahları yataktan çıkmamıza neden olan şeydir.
İlacın Farmakolojisi: Doğal bir maddedir. İnsanın kendisini gelecek içinde düşünerek, şimdiki durumundan daha iyi bir şeyler hayal etmesi ile oluşturulur.  Amaçlı davranışları kolaylaştıran bir etkendir. Keder, belirsizlik, korku, depresyon ve bunaltı gibi duygular ile başa çıkabilmek için gereklidir. Umut’ un üç bileşeni vardır: Kişisel umut, beklenti ve istek. Kişisel umut destek sistemlerinin varlığına bağlıdır.

Eğer sinir hücrelerinde depresyon, bunaltı veya şaşkınlık varsa umut beyine bağlanamaz ve atılır. Yerini umutsuzluk alır. Umutsuzluğun etkisi hızla ortaya çıkar.

Umut , umutsuzluğun , depresyonun , bunaltının ilacıdır. Bütün bireylerde yaşama enerjisini ve cesaretini arttırır. Şeker hastalığı gibi kronik hastalıklarda ve ölümle sonuçlanacağı bilinen hastalıklarda yararlı olduğu kanıtlanmıştır.

Umutsuzluk olumlu bir gidişin tasarlanamaması ile karakterize bir çaresizlik durumudur.  Umutsuz insanlar kararlı bir şekilde hareket edemezler.  Karar veremezler. Anlamlı ilişkilere giremezler. Keyifli anlar yaşayamazlar. Umutsuzluğun şiddetine göre yaşama isteği azalır.

Etki Mekanizması: Depresyon bu günden başka herhangi bir şey hayal edememe ile karakterizedir. Umut içerdiği beklenti sayesinde geleceği düşünememeyi çözer. Umut depresyonlu hastada gerçekçi bir gelecek imajı yaratarak depresyonun tedavisine katkıda bulunur.

Uyarılar: Umut yanlış ve gereksiz olarak kullanılmamalıdır. Yanlış kullanılan umut, umut edende, gerçekleşme olasılığı düşük bir gelecek beklentisi yaratır. Bu ağır bir hayal kırıklığı ve sonunda şok ile sonuçlanabilir.

Gebelikte ve Çocuklarda Kullanımı: Umut gebelik süresince güvenle kullanılabilen bir ilaçtır. Anne sütüne geçer ve bebekler için de yararlıdır. Çocukların gelişiminde de gerekli ve faydalıdır.

Yan Etkileri: Yanlış umut uygulaması gerçeğin inatçı bir şekilde inkârına ve zayıf muhakemeye neden olabilir.  Bunun sonucunda kişinin davranışları sürekli olarak ulaşılması güç hedeflere yönelir. Ruhsal sorunların çözümü gecikir.  Gerçekçilikten uzaklaşılır.  Yerinde ve doğru olarak kullanılan umut’ un bilinen yan etkisi yoktur.  Herhangi bir yan etki görüldüğünde ilk olarak umut’ u veren kişiye başvurmak gerekir.

Yüksek Doz : Bir hastaya yüksek dozda umut verilmesi akut umut yoksunluğuna neden olabilir. Akut umut yoksunluğu depresyon ve Anksiyete belirtilerinin birden ortaya çıkması ile karakterizedir.  

Umut’ un Kesilmesi: Umut kesilirken doz yavaş yavaş, tedricen ve dikkatle azaltılmalıdır. Umut kesilirken, ulaşılmaz olan hedefler yerine başka hedefler ve olumlu beklentilerin konulması yoksunluğun hastaya fazla zarar vermeden atlatılmasını sağlayabilir. Ancak umut’ u kesmek verilmesi zor bir karardır. Bu durumu birçok yazar “ Çıkmayan candan umut kesilmez ” olarak açıklamaktadır.

Doz ve Uygulama: Enjekte edilecek umut miktarı kişiden kişiye değişir. Kullanım süresi ömür boyudur. Hayatın son gününün son saatinde bile alınmalıdır. Ölüm döşeğinde ki hastaya bile verilmesinde hiçbir sakınca yoktur. Yeter ki hastanın bir nebze olsun rahat ve mutlu olmasını sağlasın.

Diğer İlaçlarla Etkileşimi : Bütün ilaçların etkinliğini arttırır.  Hiçbir zaman zehirlenme yapmaz. Umut fakirin ekmeği olduğu kadar ilacıdır da.

Popüler Psikiyatri 1995 Sayı: 1  ( Hope: A Piece of My Mind  Young RK  Jama 2, 1990 )

14 Ağustos 2024

Dinginliğin Gücü

 Ettore Aldo Del Vigo, 1952 | Surrealist painter | Surrealismo, Arte  surreale, Max ernst

DÜŞÜNEN ZiHNiN ÖTESi

İnsanın durumu: Düşüncede kaybolmuşluk.

Çoğu insan tüm yaşamını kendi düşüncelerinin sınırları içinde hapsolarak geçirir. Onlar geçmiş tarafından koşullandırılmış, dar, zihin-ürünü, kişiselleştirilmiş bir benlik duygusunu asla aşamazlar.

İçinizde, her bir insanın içinde olduğu gibi, düşünceden çok daha derin bir bilinç boyutu vardır. O sizin ta özünüzdür. Biz ona mevcudiyet, farkındalık, koşullanmamış bilinç diyebiliriz. Kadim öğretilerde, o içinizdeki Mesih'tir, ya da sizin Buda doğanızdır. O boyutu bulmanız sizi ve dünyayı -bildiğiniz tüm şey zihin-ürünü "küçük ben" olduğunda ve o yaşamınızı yönettiğinde- kendi kendinize ve başkalarına verdiğiniz ıstıraptan kurtarır.

Sevgi, mutluluk, yaratıcı genişleme ve kalıcı iç huzuru yaşamınıza ancak o koşullanmamış bilinç boyutuyla gelebilir. Eğer, ara sıra bile olsa, zihninizden geçen düşünceleri sadece düşünceler olarak görebilirseniz, eğer kendi zihinsel-duygusal tepkisel kalıplarınızın ortaya çıkışlarına tanık olabilirseniz, o zaman o boyut içinizde, düşüncelerin ve duyguların meydana geldiği farkındalık olarak -yaşamınızın içeriğinin gözler önüne serildiği ebedi içsel alan olarak- zaten ortaya çıkmaktadır. Düşünce akışı sizi kolayca sürükleyip götürebilecek muazzam bir devingenliğe sahiptir. 

Her düşünce çok önemliymiş gibi davranır. O dikkatinizi tamamen kendisine çekmek ister. İşte sizin için yeni bir ruhsal uygulama: Düşüncelerinizi çok ciddiye almayın. İnsanların kavramsal hapishanelerine hapsolmaları çok kolaydır. İnsan zihni, bilme, anlama ve kontrol etme arzusuyla, kendi fikirlerini ve görüş noktalarını gerçek ile karıştırır. O, "Bu böyledir" der. "Kendi yaşamınızı" ya da bir başkasının yaşamını veya davranışını her nasıl yorumlarsanız yorumlayın, herhangi bir durumu her nasıl yargılarsanız yargılayın, onun bir görüş-noktasından başka bir şey olmadığını, birçok olası perspektiften biri olduğunu idrak etmeniz için, sizin düşünceden daha büyük olmanız gerekir. O bir düşünce yığınından başka bir şey değildir. Ama, realite her şeyin iç içe örülü olduğu, hiçbir şeyin kendi başına var olmadığı bir birleşik bütündür. Düşünmek realiteyi parçalara ayırır; o, realiteyi kavramsal parçalara ayırır.

Düşünen zihin yararlı ve güçlü bir alettir, ama yaşamınızı tümüyle o yönettiğinde, onun siz olan bilincin sadece küçük bir veçhesi olduğunu idrak etmediğinizde, zihin çok sınırlayıcı da olabilir. Bilgelik düşüncenin bir ürünü değildir. Bilgelik olan derin biliş birisine ya da bir şeye tüm dikkatinizi verdiğinizde, bu basit eylemle ortaya çıkar.

Dikkat başlangıçtan beri var olan zekâdır, bilincin ta kendisidir. O, kavramsal düşünce tarafından yaratılmış bariyerleri ortadan kaldırır, ve bununla birlikte hiçbir şeyin kendi başına var olmadığı farkındalığı gelir. O algılayanı ve algılananı birleştirici bir farkındalık alanı içinde birleştirir. O, ayrılığı ortadan kaldıran şifacıdır. 

Her ne zaman zorlayıcı bir biçimde düşünmeye dalarsanız, olan'dan kaçınıyor olursunuz. Bulunduğunuz yerde olmak istemiyorsunuzdur. Yani, Şimdi, Burada olmak istemiyorsunuzdur. Dini, siyasi, bilimsel tüm dogmalar (akıl yürütmeksizin doğruluğunun benimsenmesi belllenen inançlar) düşüncenin realiteyi ya da gerçeği kapsayabileceği yanlış inancından kaynaklanırlar. Dogmalar ortak kavramsal hapishanelerdir. Ve garip olan şey şu ki insanlar içinde bulundukları hapishaneyi severler, çünkü o onlara bir güvenlik duygusu ve sahte bir "Biliyorum" duygusu verir. Hiçbir şey insanlığa kendi dogmalarından daha fazla ıstırap vermemiştir. Her dogmanın er ya da geç çöktüğü doğrudur, çünkü realite eninde sonunda onun yanlış olduğunu ortaya çıkaracaktır; ancak, onun temel yanılgısı olduğu gibi görülmedikçe, onun yerini başka dogmalar alacaktır. Bu temel yanılgı nedir? Düşünceyle özdeşleşmek.

Ruhsal uyanış düşünce rüyasından uyanıştır. Bilinç âlemi düşüncenin "kavrayabileceğinden çok daha engindir. Siz artık düşündüğünüz her şeye inanmadığınızda, düşüncenin dışına çıkar ve düşünenin siz olmadığınızı berrak bir biçimde görürsünüz. Zihin bir "yeter'sizlik" hali içinde bulunur ve bu yüzden daima daha fazlasını ister. Siz zihinle özdeşleştiğinizde, çok kolayca sıkılır ve huzursuz olursunuz. Can sıkıntısı zihnin daha fazla uyarımın, daha fazla düşünce besininin açlığını çektiğini, ve açlığının doyurulmadığını gösterir. Can sıkıntısı hissettiğinizde, zihnin açlığını bir dergi okuyarak, bir telefon konuşması yaparak, TV izleyerek, internette gezinerek, alışverişe çıkarak doyurabilirsiniz, ya da -ve bu yaygin bir şeydir zihinsel yoksunluk duygusunu ve onun daha fazlasına duyduğu ihtiyacı bedene aktararak ve daha fazla yemek yiyerek geçici bir doyum sağlayabilirsiniz. Ya da canı sıkılmış ve huzursuz olarak kalabilir ve böyle olmanın nasıl bir his verdiğini gözlemleyebilirsiniz.

Bu hisse farkındalık getirdiğinizde, birden o hissi adeta bir alan ve dinginlik kuşatır. Bu başlangıçta azdır, ama içsel alan duygusu büyürken, can sıkıntısı hissinin yoğunluğu ve önemi azalmaya başlayacaktır. Böylece, can sıkıntısı bile size kim olduğunuzu ve olmadığınızı öğretebilir. Siz "canı sıkılmış kişi" nin siz olmadığınızı keşfedersiniz. Can sıkıntısı sadece içinizdeki koşullanmış bir enerji devinimidir. Siz öfkeli, üzgün, ya da korkan kişi de değilsinizdir.

Can sıkıntısı, öfke, üzüntü ya da korku "sizin" değildir, onlar kişisel değildir. Onlar insan zihninin koşullarıdır. Onlar gelir ve giderler. Gelip giden hiçbir şey siz değildir. "Ben sıkılıyorum." Bunu kim bilmektedir? "Ben öfkeliyim, üzgünüm, korkuyorum." Bunu kim bilmektedir? Siz bilinen koşul değilsiniz, siz bilişsiniz.

Her türlü önyargı sizin düşünen zihinle özdeşleştiğinizi gösterir. Bu artık o insanı görmediğiniz, sadece o insanla ilgili kendi kavramınızı gördüğünüz anlamına gelir. Bir başka insanın canlılığını bir kavrama indirgemek acımasız bir şiddet biçimidir.

Farkındalık temeline dayanmayan düşünme kişinin kendi çıkarlarına hizmet edici ve işlevsiz hale gelir. Bilgelikten yoksun kurnazlık son derece tehlikeli ve yıkıcıdır. Halen insanlığın çoğunun hali budur.

Düşüncenin bilim ve teknoloji olarak büyüyüp genişlemesi de, esasen iyi ya da kötü olmamasına karşın, yıkıcı hale gelmiştir, çünkü onun kaynaklandığı düşünüş, çoğunlukla, farkındalık temeline dayanmaz.

İnsan tekâmülündeki bir sonraki aşama düşünceyi aşmaktır. Bu şimdi bizim acil görevimizdir. Bu artık düşünmemek anlamına gelmez; bu, düşünceyle tamamen özdeşleşmemek, onun hâkimiyeti altına girmemek anlamına gelir.

İçsel bedeninizin enerjisini hissedin. Hemen zihinsel gürültü yavaşlar ya da sona erer. O enerjiyi ellerinizde, ayaklarınızda, karnınızda, göğsünüzde hissedin. Siz olan yaşamı, bedene can veren yaşamı hissedin. Beden o zaman, değişken duyguların altındaki ve düşünüşünüzün altındaki daha derin bir canlılık duygusuna bir giriş kapısı haline gelir. Sizde sadece başınızda değil, tüm Varlığınızla hissedebileceğiniz bir canlılık vardır, içinde düşünmeniz gerekmeyen o mevcudiyette her hücre canlıdır. Bununla birlikte, o hal içindeyken, eğer pratik bir amaç için düşünce gerekirse, o oradadır. Zihin hâlâ iş görebilir, ve siz olan daha büyük zekâ onu kullandığında ve kendisini onun vasıtasıyla ifade ettiğinde, o güzel bir biçimde iş görür.

Yaşamınızda doğal ve spontane bir biçimde meydana gelen,"düşünce olmadan bilinçli" olduğunuz o kısa süreleri gözden kaçırmış olabilirsiniz. O sırada elle yapılan bir faaliyetle meşgul oluyor, ya da odanın bir ucundan öbür ucuna yürüyor, veya havaalanında gişede bekliyor, ve o anda orada öylesine tam olarak bulunuyor olabilirsiniz ki, olağan zihinsel parazit yatışır ve onun yerini farkında bir mevcudiyet alır. Ya da kendinizi gökyüzüne bakıyor veya birisini hiçbir zihinsel yorumda bulunmadan dinliyor bulabilirsiniz. O sırada algılarınız çok berrak hale gelir, düşünce tarafından karartılmaz. zihin için bu hiç önemli değildir, çünkü onun hakkımda düşüneceği "daha önemli" şeyler vardır. O ayrıca hatırlanmaya değmez, ve işte bu yüzden onun zaten meydana geldiğini gözden kaçırmış olabilirsiniz.

Gerçek şu ki o sizin başınıza gelebilecek en önemli şeydir. O düşünmekten farkında mevcudiyete geçişin başlangıcıdır. "Bilmeme" hali içinde rahat olun. Bu sizi zihnin ötesine götürür, çünkü zihin daima bir sonuç çıkarmaya ve yorumlamaya çalışır. O bilmemekten korkar. Bu yüzden, siz bilmeme konusunda rahat olabildiğinizde, zihnin ötesine zaten geçmişsinizdir. Sonra o hal içinde kavramsal-olmayan daha derin bir biliş ortaya çıkar.

Sanatsal yaratım, sporlar, dans, öğretmenlik, danışmanlık -herhangi bir uğraş alanında ustalık ve hâkimiyet, düşünen zihnin ya işin içine hiç karışmadığını ya da en azından ikinci plânda kaldığını gösterir. Sizden daha büyük, ancak özünde sizinle bir olan bir güç ve zekâ yönetimi ele alır. Artık bir karar-verme süreci yoktur; spontane bir biçimde doğru eylem meydana gelir, ve onu "siz" yapmazsınız.

Yaşam ustalığı ve hâkimiyeti kontrolün zıddıdır. Siz daha büyük bilince uyumlanırsınız. O hareket eder, konuşur, işleri yapar. Bir tehlike ânı düşünce akışının geçici olarak kesilmesine neden olabilir ve böylece size mevcut, uyanık, farkında olmanın ne anlama geldiğini tattırır. Gerçek, zihin kavrayabileceğinden çok daha her şeyi kapsayıcıdır. Hiçbir düşünce Gerçeği kapsayamaz. Olsa olsa, o Gerçeği işaret edebilir.

Örneğin, o "Her şey aslında bir'dir" diyebilir. Bu bir açıklama değil, bir işaret ediştir. Bu sözcükleri anlamak, onların işaret ettikleri gerçeği içinizin derinliklerinde hissetmeniz anlamına gelir.

 

Her Zaman Rüzgâr Eserdi Thorn Ülkesinde

Yarattığım ülkeye Thorn adını vermiştim. Haritalarını falan çizmiştim, ama oturup bu ülkeyle ilgili öyküler kaleme almamıştım. Onun yerine bitki örtüsünü, hayvanlarını, yeryüzü yapısını ve kentlerini betimlemiş; nasıl geçindiklerini, ekonomisini, yönetim tarzını ve tarihinin taslağını çıkarmıştım.

On iki yaşımdayken bir krallık olarak başladı; ama on beş – on altı yaşıma bastığımda bir tür özgürlükçü sosyalist yönetim biçimine dönüşmüştü; ben de kolları sıvayıp mutlakiyetten sosyalizme nasıl geçtiklerini, öteki uluslarla ilişkilerinin tarihini çıkarmıştım. Rusya, Çin ya da Amerika Birleşik Devletleri ile pek dostane ilişkileri yoktu. Aslında sadece İsviçre, İsveç ve San Marino Cumhuriyeti ile ticaret yapıyorlardı. Thorn, Güney Atlantik’teki bir ada üzerine kurulmuş çok küçük bir ülkeydi; bir ucundan ötekine yalnızca yüz kilometre uzunluğunda ve her yerden alabildiğine uzaktı.

Her zaman rüzgâr eserdi Thorn ülkesinde. Kıyıları sarp ve kayalıktı. Gemiler pek nadir yanaşabilirdi bu kıyılara; Eski Yunanlılar ya da Fenikeliler eskiden bu ülkeyi keşfetmiş ve Atlantis efsanesinin doğmasına neden olmuşlar; ama, 1810 yılına dek yeniden keşfedilmeden kalmıştı. Hâlâ, kasıtlı olarak, büyük gemilerin yanaşacağı bir liman ya da uçakların inebileceği bir pist inşa etmemişlerdi. Bereket versin ki, epeyce ufak ve yoksul bir ülkeydi; Büyük Güçler daha kendi nüfuzlarını buraya taşıyıp bir roket üssüne dönüştürmeye tenezzül etmemişlerdi. Kendi haline bırakmışlardı. Dört yıl boyunca vaktimin çoğunu Thorn’la geçirmiştim. Ama bir yıldan uzun bir süredir geri dönemedim; bütün bunlar çok eskide kalmış çocukluklar gibi geliyordu. Yine de orayı düşündüğüm zaman, denizin üzerindeki sarp uçurumları, o geniş otlakların üzerinde esen rüzgârı, güney sahilinde granit ve sedirden yapılarıyla uğultulu tepelerden Antartik Okyanusu ile Güney Kutbuna bakan o en sevdiğim kenti, Barren kentini görebiliyorum.

Ursula K. Le Guin

Aylaklar

“Yaşamaktan soğumamak için tek çare, daha güzel bir dünya düşünmektir. O dünyayı özlemek ve o dünya için savaşmaktır”

 Meşrutiyet'ten sonraki toplumsal dönüşümlerin her bir devresini ustaca sentezleyen Melih Cevdet Anday, Abdülhamid'in eczacıbaşısı Şükrü Paşa'dan kalma bir konağa yerleştirdiği roman kahramanları üzerinden cumhuriyet Türkiye'si toplumunun tahlilini yapıyor.
Aylaklar, Türkçe edebiyatın en derli toplu romanlarından biri. Olağanüstü bir başarıyla oluşturulan karakterler ve izlekteki kendinden emin duruş, bu romanı edebiyatımızdaki en iyi kurmaca metinlerden biri kılıyor.
... Batıyormuşuz da birimizin haberi olmamış. Hadi Nesime ile Şükrü'yü bir yana bırakalım, onlar aileden değil; ya bana, anneanneme, dedeme ne demeli? Ekmeğin nerden geldiğini birimiz bile düşünmemişiz. Dün gece sofrada bunu söyleyecek oldum, Dündar Bey 'Osmanlı İmparatorluğu da böyle battı,} dedi. 'Biz aylıklarımızın köylüden alınan vergi ile ödendiğini bilmezdik, devletin bir köşede bir parası var, ondan veriyor sanırdık. Birinci Dünya Savaşana neden girdiğimizi Talat Paşa bilmiyor, Cemal Paşa bilmiyor, Enver Paşa bilmiyor. Peki kim biliyor? Bilen yok...}    

Aylaklar

Eduardo Galeano - Hikaye Avcısı

 

Eduardo Galeano, dünya denen cangıla bu kez ömrünün son dalışını gerçekleştirip hepimizi derinden sarsan küçük hikayeler avlıyor...

Eşitsizliğin, şiddetin ve adaletsizliğin gemi azıya aldığı geçtiğimiz o uzun yüzyılın dökümünü, sevgi ve mizah yüklü sözcüklerle aktarırken, direnişin ve düş gücünün de yaygınlaştığını, insanlıktan her şeye rağmen umut kesmememiz gerektiğini bir kez daha vurguluyor.

Bütün kıtalardan ve bütün zamanlardan ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların sesinin yorulmak bilmez taşıyıcısı, yazar, tarihçi, şair, anlatıcı, hatırlatıcı ya da John Berger'ın o güzel tanımıyla "dünyanın vicdanı" Galeano, üzerinde titizlikle çalıştığı, vasiyet niteliği taşıyan bu kitabında da sömürücülerle diktatörlerin leşçiliğine ve ahlaksızlığına karşı halkların insanlık ve haysiyet adına mücadelesini efsaneler, anekdotlar, gerçek hayat hikayeleri ve olaylarla anlatmaya, dünya halklarının direniş belleği olmaya devam ediyor..

 

 

12 Ağustos 2024

Türk Şiirinin Özgün Cambazı

 

70’lerin ortası. Beyoğlu’nda sanatçıların gittiği barlar sırayla birbirinden iki saat sonra kapanırdı. Küçük Sahne’nin altındaki Kulis Bar kapanınca, Yeni Melek Sineması’nın yanında, üç basamakla inilen Papirüs’e geçilirdi. Orası kapanınca, geceye devam etmek isteyen azınlık Fransız Konsolosluğu’nun berisinden Tarlabaşı’na ulaşan sokakta, gene üç basamakla inilen Fuaye Adnan’ın barına yönelirdi. Bu azınlık içindeydim.

Fuaye Adnan, piyanoda Altan İrtel, kemanda Fransız Nuri’den oluşan orkestraya oraya gelen müzisyenlerin de zaman zaman katıldığı, cazcılar geldiğinde duvarda asılı nefesli sazları alıp doğaçlama yaptığı bir yerdi. Işıklandırma loştu. Bir köşede sadece 4 tabureli bar vardı.

Bir gece Özcan Özgür’le Kulis’i, Papirüs’ü kapattıktan sonra oraya gittik. Sabahın ön saatleri. Barın dördüncü duvar dibi taburesinde bir adam oturuyor. Bir elinde sigara, öbür elinde kalem, önünde kadehi, bir kâğıda bir şeyler yazıyor. Barı, adamın kadehine neredeyse bitişik küçük bir abajur aydınlatıyor. Bir satır yazıyor, kalemi bırakıp kadehi alıyor, bir fırt içiyor, kadehi bırakıp kalemi alıyor. Altan İrtel piyanoda caza geçince kalemi, kadehi bırakıp piyanoya dönüyor, yüzünü görüyorum. Barı aydınlatan abajur arkasında kaldığı için yüzü karanlık top sakallı adamın, ama seçilmiyor değil. Özdemir Asaf bu! Şiirlerine âşık olduğum adam. Türk şiirinin özgün cambazı. Yuvarlağın Köşeleri kitabı çok fazla okunmaktan eprimiş halde, ders kitaplarımın en üstünde dururdu, lisedeki kapaklı sıramda. Belki de o değil!
Yanımdan geçen patron Adnan’a;
–Bardaki adam Özdemir Asaf mı?
diye soruyorum.
–Evet.
diyor.

Yanına gidip tanışmak arzusuyla yanıp tutuşuyorum. Tereddüt ediyorum. Kısa sürdü tereddütüm. Kadehimde kalan şarabı dikledim. Birkaç saniye sonra da, kalemi bırakıp kadehi aldığında, kalkıp yanına gittim.

–Bensizinhayranınızım. dedim. Kadehi bırakıp kaleme yönelirken kısa bir cümleyle uzaklaştırdı beni bardan.

–BendeGalatasaraylıyımÖzdemirAğbi!
anahtar cümlemi söyleyemeden,kös kös gelip oturdum,sızmış Özcan’ın yanına.

Şair şiir yazıyor, ben taciz ediyorum. Onu rahatsız ettiğim için çok üzüldüm. Bir kadeh şarap daha istedim.Bir sigara yaktım hayranlıkla izledim onu.

Bu yüzden birkaç yıl sonra, Gümüşsuyu’nda, Park Otel’in karşısındaki Park Kafeterya’da bir akşamüstü bardaki tek müşteri, âşık olduğum öbür şair Turgut Uyar’ı görünce, bardaki öbür müşteri olarak, ona 2 tabure uzaklıkta oturmama rağmen kendisine hayranlığımı belirtemedim. Çünkü elinde bir kalem, önünde bir kâğıt ve kadehi vardı. Buna üzülürken, Özdemir Asaf’la tanışmış olduğuma sevindim.Çünkü onunla tanıştım.Aramızda bir diyalog oldu.Bana:
–Siktiğ git!
dedi.
Aramızdan ayrılışından iki yıl sonra tanıştık yazdığı, bizden gizli kalmış, yayınlanmamış şiirleriyle. Bu kez bir taşlama ustası ve epigramlarla çıktı karşımıza cambaz;

Kürsüye çıkmana gerek yoktu
Ne olduysa senin yüzünden oldu
Berbad ettin oturumun sonunu
Ne bir şey diyen vardı sana
Ne de bir soran oldu
Başkan diyeceklerdi partinin içinde
Bakan olamayacakken başbakan oldu.

88 yılı haziranı, Ankara’da Ferhangi Şeyler turnesi bitti, İzmir’de sürecek. Arada bir gün boşluk var. Sinir bozucu başkentten, huzur verici İzmir’e bir an önce kavuşmak için sabah ilk uçakla gideceğim. Sabahın körü ulaştım havalimanına. Oradaki kitapçının vitrininde bir kitap gördüm: ÖZDEMİR ASAF’ça. Niye böyle bir kitaptan haberim yok? Vitrinde olduğuna göre, yeni çıkmış. Kapakta başarılı çizilmiş bir Özdemir Asaf portresi. Çizerin imzasından kimliği çözülemiyor. Derhal almam gerekli! Ve fakat kitapçı kapalı, saat sabah sıfır altı. Kimi görevlilere kitapçının ne zaman açıldığını sordum.

–8’deaçılır!
dediler. Bir çekiçle vitrinin camını kırarak kitabı edinmek geçti aklımdan. Belki bu yüzden tutuklanabilirim ama nezarethanede kitabı okuyabilirim düşüncesine eriştim. Tutuklanırsam İzmir’de bilet almış izleyiciye ne denilecek? Ankara havalimanında sabah seher vakti kitapçının vitrinini kırarak kitap çalmaktan tutuklandığım için zmir turnesinin iptal olduğu açıklanacak! Üstelik çantamda çekiç yok. Daha sakin düşünerek tanınıyor olmam sayesinde kimi görevlilere derdimi açıklayıp kitapçının anahtarının başka birinde olup olmadığını sordum. İlgilendiler, anahtar bulundu, kitabı aldım, parası güvenliğe ödendi. Oturdum bara, sabahın yedisi, bir kadeh beyaz şarap söyledim,başladım okumaya.Kitaptaki çizim Gürdal Duyar’aait.Şiirler değil bunlar, deftere yazdığı denemeler ve bir yandan hayatı hakkında hiçbir şey bilmediğim Özdemir Asaf’ın öz geçmişinin öyküsü.

Tüm dünyayı
Kucaklamak istedim;
Kollarım yetişmedi.

diye başlıyor kitap.
Hüzünleniyorum çünkü: Ah neden bunların da söyleniş biçimlerini bulamıyorum diye diye, istemeyerek yırtıp atıyorum onları. Demek ki diyorum kendi kendime. Daha işin hünerini çözebilecek kadar usta’laşmamışım. 

Hiç yoktan iyi. Kendi kendinin çırağı olmak. 

diyor,feylesof usta.

İzmir’e doğru alçalmaya başladığımızda bitti kitap. Özdemir Asaf’la indik
İzmir’e, bu kez Özdemir Asaf’ça.

Otuz dört yıl olmuş aramızdan ayrılalı
Omu aramızdan ayrıldı?
Bizmi aramızda ayrıldık?
Bana kalsa o bir yere gitmedi
Oturuyor Fuaye Adnan’ın barında
Bir güzel heykel gibi
Gidip öpmek istiyorum heykelin elini
Ya kalemi ya kadehi bıraktığında
Kimi şeyler yazar ken ağlarım
Şu an olduğu gibi
İkibin onbeş yılı
Eylül’ün yedisi.

 Ferhan Şensoy

Bu bir aşk mektubudur

 Sevgili Müjdat,  

 Seni seviyorum.
Bu mektubu sana Engin’den gizli yazıyorum çünkü o beni sadece ona âşığım zannediyor. Oysa ben babama benzeyen tüm insanları, elimde olmadan hep çok sevdim. Yani, böyle ayran gönüllü olmamın sebebi babamdır.
Ben küçük bir çocukken, babam bana kim olursa olsun, hangi ırktan, dinden, ülkeden, şehirden, köyden gelirse gelsin, her insanın öncelikle “İyi İnsan” olması gerektiğini öğretti. Bu öğretiyi o kadar ciddiye almışım ki, merhametli, alçakgönüllü, adalet duygusuna sahip, yüce yürekli, kendilerini başkalarının yerine koyabilme hasletine sahip insanlara elimde olmadan aşk besliyorum.
Sonra yine babamın öğretilerinden yola çıkarak, bakıyorum, bu iyi insanlar, akıllılar mı, düşünmeyi, sorgulamayı, araştırmayı, kendilerini geliştirmeyi biliyorlar mı diye?
Babam bana demişti ki ayrıca, komşun açken tok yatma. Kendine yetenin dışındaki varlıklarınla senin kadar şanslı olmayanlara hep yardım et. Bu yardımı kimseye duyurmadan, hele yardımcı olduğun kişilerin gözüne sokmadan yap çünkü Kibir en büyük günahtır. Mert ol, yalana hiç başvurma. Vefa duygunu hiç kaybetme ki, seni yetiştiren insanlara da, kurumlara da, vatanına da hayrın dokunsun. Ve, cehalet tehlikelidir, bilginin hep peşinde ol ve bilgini hep güncelle.
İçinde yaşadığın doğaya da saygılı ol. Nehirleri, denizleri kirletme, dalları kırma, unutma ki bu dünya da senin evin.

Sanatçıları baş tacı yaptı
Hiç unutmadığım bir nasihatı da sanatla ilgiliydi. Allah her kuluna o özel yeteneği vermeyebilir, sanat dallarından herhangi birini icra edecek yeteneğin olmasa da mutlaka hayatında sanata zaman ayır ve sanatçıları baş tacı et çünkü onlar Tanrı’nın özel kullarıdır, da demişti.
Ben seni sahnede ilk kez yetmişli yıllarda gördüm, Müjdat. Bir tiyatroda oyundan önce, sahneye zebra desenli giysinin içinde pür ciddiyet çıktın, konuştun ve sahneden çekildiğinde benim gülmekten karın kaslarıma ağrılar girmişti.
Müdavimlerinden biriydim artık.
Aradan geçen onca yıl sonra rahmetli Talat Halman Hoca bizi UNICEF’in çatısı altında buluşturdu. Seninle sahnelerin dışında İyi Niyet Elçileri olarak çalışmaya başlayınca, küçücük bir çocukken babamın yüreğime kazıdığı hasletlerin hepsine sahip olduğunu, onun bana ideal insan olarak çizdiği resme tıpatıp uyduğunu gördüm. Sen sadece üstün yetenekli bir sanatçı değil, yüce gönüllü, kendinden önce başkalarını düşünen, çalışkan, vefakâr, tertemiz bir insandın, sevgili arkadaşım.
Ben seni nasıl sevmem!
Senin aracılığınla, ülkemin senin gibi yüksek vasıflı ve bir o kadar da özgür ruhlu ve mert sanatçılarına yeni bir yılın eşiğinde en içten dileklerimi, saygı ve selamlarımı yolluyorum. Yeni yılda her şey gönlünüzce olsun!  

Ayşe Kulin

08 Ağustos 2024

Samuel Butler'in The Way Of All Flesh Adlı Romanında Viktorya Dönemi Toplum Eleştirisi

Giriş

 İngiltere’de yüzyıl dönümü, yani on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçiş, Viktorya Çağı’nın sona ermesi ile gerçekleşmiştir. Viktorya Çağı, İngiliz toplumunun, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan radikal değişiklikler geçirdiği bir dönem olmuştur. Genellikle Kraliçe Viktorya’nın tahta çıkışı ve vefatı arasındaki zaman zarfı (1837-1901) olarak sınırlandırılan bu dönemde, insanların hayata bakış açısı ve yaşam tarzı temelde “Viktorya değerleri ve ahlakı” ile belirlenmiştir. Aile bağlarının güçlü olması, Hıristiyan öğretilerine bağlılık, sıkı ve disiplinli çalışma, cinselliğin bastırılması, bireylerin ait oldukları toplumsal sınıfın dışına çıkamaması gibi durumlar Viktorya dönemi toplumunun başlıca özellikleri olmuştur. Geleneksel kurallara ve yaşam şekline bağlılık, toplum içinde saygınlığın kazanılması ve sürdürülmesi için bir zorunluluk olarak görülmüştür. Özellikle orta ve üst sınıflar, toplum içinde iyi bir izlenim bırakmak adına, gerçekte benimsemedikleri şekilde davranmaktan kaçınmamışlardır. Bu nedenledir ki, 

Viktorya Dönemi ahlakı ifadesi sıklıkla aşağılama amaçlı kullanılmıştır. Bu ifade, ahlaki açıdan dar görüşlülük, riyakarlık, bastırılmış cinsellik ve katı toplumsal denetim anlamlarına gelmiştir” (Mitchell, 2009:261). Viktorya dönemi toplumunun, tamamında olmasa da önemli bir kesiminde görülen bu ahlaki bozulma, dönem içinde yazılan birçok edebiyat eserinde yansıtılmıştır. Charles Dickens, Charlotte Brontë ve George Eliot gibi yazarlar romanlarında dönemin ahlaki bozukluğunu yansıtan karakterlere yer vermişlerdir. Samuel Butler, Oscar Wilde ve George Bernard Shaw gibi son Viktorya Dönemi yazarları ise, bu dönemde toplumsal ve ahlaki bozuklukları hicveden eserler bırakmışlardır. Her ne kadar yaşadığı dönemde ve sonrasında Wilde ve Shaw kadar üne kavuşmasa da, Samuel Butler, gerek yenilikçi bakış açısı gerekse toplum yapısını çekinmeden hicvetmesi yönüyle Wilde ve Shaw dahil birçok yazara öncülük etmiştir. Daha çok Erewhon adlı ütopya türündeki romanı ile tanınan Butler, 1873-1884 yılları arasında yazdığı, fakat ölümünden sonra, 1903 yılında yayınlanan The Way of All Flesh adlı romanı ile Viktorya Dönemi toplum yapısında gözlemlediği yanlışları ve yetersizlikleri yüzyıl dönümünde etkili şekilde ortaya koymuştur.  

Butler’ın, çoğunlukla din, ahlak, aile, eğitim sistemi, evlilik gibi olgularla ilintili olan yenilikçi görüşleri, onun, Erasmus Darwin, Jean-Baptiste Lamarck ve Georges Louis Leclerc Buffon’dan etkilenerek oluşturduğu ve benimsediği evrim felsefesi ile bağlantılıdır. Butler, Charles Darwin’in evrim teorisinin temelinde bulunan doğal seçilim tezine karşı çıkmış, Darwin’i “hayatı mekanikleştirmekle suçlamıştır” (Margulis, Sagan, 345: 2010). Butler’a göre, yaşam; 

 “bilinç, hafiza, yönlenme, amaç saptama ile donatılmıştır. Butler’m bakış açısında, sadece insan hayatı değil, tüm yaşam teleolojiktir, yani bir amaca ulaşma çabası içindedir. Butler, Darwin’in doğal seçilim görüşünü savunanların teleolojiyi, yani hayatın belirli bir amaç doğrultusunda işleyişini görmediklerini ileri sürmüştür. Butler’a göre hiçbir canlı organizma, sadece dış güçlerle hareket ettirilen bir bilardo topu değildir. Bütün canlılar algılama ve hissetme gücüne sahiptir ve içten gelen, kendini yaşatma gereksinimi duymaktadır. Her bir canlı, değişen ölçülerde, kendi başına hareket etme kapasitesine sahiptir ve  değişen çevresine duyarlı şekilde tepki verip yaşamı süresince kendini değiştirmeye çalışır.” (Margulis, Sagan, 2010:345-346) 

 Anlaşılacağı üzere Butler’ın evrim anlayışı, insanın ve diğer her canlının kendini, içinde bulunduğu ortama göre bilinçli şekilde değiştirme ve geliştirme çabasını esas alır. Bu anlayış, sorgulanmadan doğru kabul edilen ve benimsenen geleneklere ve kurallara dayalı Viktorya dönemi yaşam ve düşünme şekline tamamen zıttır. Bu dönemde insanlar “deha ve doğuştan gelen yetenekler konusunda şüpheci davranmış, başarının daha çok, pratik tecrübe ve azim ile kazanılacağına inanmıştır” (Mitchell, 2009:262); bireylerin, ailenin/toplumun beklentilerine göre davranması ve küçük yaştan itibaren belirli bir kalıba sokulması amaçlanmıştır. Bu durum Butler’ın ailesi için de geçerli olmuştur; yazar, babasının aşın katı ve cezaya dayalı yaklaşımına maruz kalmış, onun isteği doğrultusunda din odaklı bir eğitim alıp rahip olmaya zorlanmıştır. Yazar, Viktorya döneminde, hayatın her alanında karşılaşılabilen bu bağnazlığı The Way ofAll Flesh' te eleştirmiştir.

 TÜM İNSANLAR GİBİ (Kapak değişebilir) : Kolektif: Amazon.com.tr: Kitap

Aile Yapısı, Eğitim Sistemi ve Din Düzlemlerinde The Way of Ali Flesh ve Viktorya Dönemi Toplumu Eleştirisi

 Butler, Viktorya toplumunun baskıcı ve kısıtlayıcı yapısını ele aldığı The Way o f All Flesh' te ana karakter Ernest Pontifex’in hayatını, onun vaftiz babası ve vasisi Edward Overton2’un ağzından anlatır. Roman yarı otobiyografik olarak kabul edilmektedir; çünkü Butler, Emest üzerinden aslında kendi hayatını anlatmaktadır. Emest’in, babasından baskı ve şiddet görmesi, dinle ilgili şüphelere kapılıp din adamlığını bırakması, yirmili yaşlarının sonunda zengin, olması ve daha sonra edebiyata yönelip yazar olması Butler ile Emest’in benzer hayat tecrübelerinden bazılarıdır. Bu durum, The Way of All Flesh' in, bir edebiyat eseri olmasının yanında, aynı zamanda., birtakım toplumsal gerçekleri yansıtan, tarihsel ve sosyolojik bir çalışma olduğunu gösterir. Butler’m romanda dile getirdiği toplum eleştirisi temel olarak aile yapısı, eğitim sistemi ve din / Kilise bağlamında görülür. 

 Kraliçe Viktorya, eşi Prens Albert ile olan yirmi bir yıllık evliliği ve sahip olduğu dokuz çocuk ile İngiliz toplumunda, aile olgusunun güçlenmesinde önemli bir figür olmuştur. Viktorya döneminde, hayatın diğer tüm alanlarında olduğu gibi, aile içinde de bireylerin belirli bir kural ve sorumluluk çizgisinde hareket etmeleri beklenmiştir. Ailenin geçimini sağlamak çoğunlukla erkeğin görevi olmuş, kadından ise eşinin ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılayıp ev işleri ile ilgilenmesi beklenmiştir. Bakıcı ücretini karşılayabilen orta ve üst sınıf ailelerde çocukların bakımı bakıcılara bırakılmıştır. Bu durum ebeveynlerle çocukların birbirinden uzaklaşmasına neden olmuştur. Çocukların özellikle babalan ile olan ilişkileri saygı ve çoğu zaman korku çerçevesinde gelişmiştir. Erkek çocukların okul eğitimi başlayana kadar iyi bir eğitim alması ve disiplinli şekilde yetişmesi babanın sorumluluğunda olmuştur. David Roberts, “The Paterfamilias of the Victorian Governing Classes” (Viktorya Dönemi Yönetici Sınıflarının Aile Reisi) adlı çalışmasında Viktorya dönemi aile yapısında baba-oğul ilişkisini şöyle açıklar: erkek çocukların dokuz yaşma kadar babaları ile samimiyet kurmaları imkânsız olmuştur; genellikle bu yaştan itibaren de yatılı okula gönderilmişlerdir.  Erkek çocukların yatılı okula gönderilmesi babanın fiziksel anlamda yokluğu anlamına gelmiştir; bu yokluk çocuk için bir rahatlama olmuştur  Çocuklar, kötü davrandıkları için, gürültü çıkardıkları için, mantıklı davranmadıkları için ve değerli olan zamanı boşa harcadıkları için ebeveynleri tarafından çoğunlukla bir sorun olarak görülmüşlerdir. Baba figürü, özellikle zenginse ve unvan sahibiyse, çocuklarına, kendisine tapmayı öğreten bir otokrata dönüşmüştür (Roberts, 2016:61-62) 

 Erkek çocuklar ile babaları arasındaki bu uzaklık kız çocuklar için de geçerli olmuştur. Kız çocuklarının belirli bir yaşa geldikten sonra, kendilerine iyi bir toplumsal statü kazandıracak bir evlilik yapmaları annenin temel kaygısı olmuştur. Kısacası ebeveynler, çocukları ile yeterince ilgilenmek ve onlarla zaman geçirmek yerine onların toplum içinde iyi bir konumda olmasını önemsemişler, bu şekilde kendi sosyal arzularını da tatmin etmişlerdir (Nelson, 2007: 66). Butler, Viktorya toplumunda özellikle orta ve üst sınıflarda görülen bu aile yapısını ve ebeveyn-çocuk ilişkisini eleştiren görüşlerine The Way ofAll Flesh' te yer vermiştir. 

 Romanın ilk bölümlerinde Overton, Ernest’in hikâyesine başlamadan önce onun babasının ve dedelerinin kişilikleri hakkında bilgi vererek Pontifex ailesinin tarihçesini sunar. Yazar bu şekilde Viktorya döneminde aile içi ilişkilerin, özellikle de ebeveyn-çocuk ilişkilerinin durumunu özetler. Emest’in dedesi George, çocuklarına karşı samimi sevgiden ve anlayıştan yoksun, kibirli ve gösterişi seven bir babadır. Çocuklarının pahalı bir okul eğitimi almalarını sağlamanın, onun tek sorumluluğu olduğuna inanır ve bunun, onlar için yeterli olacağını düşünür. Butler’m sözcüsü olarak Overton’un bu düşünce şekline yaklaşımı şöyledir: “George, çocuklarına verdiği pahalı eğitim için kendine acıyordu. Bu eğitimin kendisinden çok çocuklarına zarar verdiğini göremiyordu, bu, onları yaşama hazırlamıyor, sadece kolay yaşamalarını sağlıyordu; bu şekilde çocuklar, bağımsız olmaları gereken yaşta tamamen babalarının merhametine kalmış hale geliyorlardı (Butler, 1946:22). Overton, Elizabeth dönemindeki, arkadaşlığa ve anlayışa dayalı ebeveyn-çocuk ilişkisinin geçmişte kaldığını, Viktorya döneminde ise babaların çocuklarını kırbaçladığını belirtir. Overton’un şu ifadeleri ile Butler, Viktorya dönemi ebeveynlerinin çocuklarına yaklaşımını sert ve ironik şekilde eleştirir: “Sessiz sakin bir yaşam sürmek isteyen ebeveynlere şunu söyleyebilirim: Çocuklarınıza yaramaz olduklarını, diğer çocuklardan çok daha yaramaz olduklarını söyleyin. Bazı tanıdıklarınızın çocuklarını, kendi çocuklarınıza mükemmellik örneği olarak gösterin ve onları, kendilerinin derin aşağılık duygusu ile etkileyin. Çocuklarınızın sizinle savaşamayacağı kadar fazla silahınız var. Buna ahlaki etki denir, bu şekilde onlara dilediğinizi yaptırabilirsiniz” (Butler, 1946: 24). Anlaşılacağı üzere Butler, ebeveynlerin, çocuklarına karşı düşüncesiz, sevgisiz ve şefkatsiz tavrından rahatsızdır. Yazar, ebeveynlerin yanlış davranışlarını, Emest’in babası Theobald ve annesi Christina karakterinde bir araya getirir ve onların, Emest ile ilişkisini tüm detayları ile anlatarak Viktorya dönemi ebeveynlerinin yanlış tutumlarına dikkat çeker. 

 Emest’in babası Theobald, kendi babası gibi, çocuklarının duygularına ve isteklerine duyarsız bir babadır. Theobald, hayatının önemli bir kısmını babasının hükmü altında yaşamış, babasının baskısı sonucu istemediği halde din adamı olmuştur. Fakat kendi yaşadıklarından ders çıkarıp oğluna daha anlayışlı ve ılımlı şekilde davranmak yerine, babasından gördüğü sertliği ve şiddeti doğru olarak kabul etmiş ve oğlu Emest’e de tüm hayatı boyunca bu şekilde davranmıştır. Theobald, Emest’i bebekliğinden itibaren sıkı, aşın disiplinli ve cezaya dayalı bir eğitime alır: 

 Emest emekleyemeden diz çökmeyi öğrendi; iyi konuşmayı öğrenmeden dua etmeyi ve günah çıkarmayı yanlış telaffuzlarla öğrendi.  Dikkati dağıldığında ya da hafızası kendisini yanılttığında bu kötü bir gidişattı ve hemen çözüm bulunması gerekirdi; tek çözüm onu kırbaçlamak, bir dolaba kilitlemek ya da çocukluğun küçük zevklerinden onu mahrum bırakmaktı. Emest üç yaşma gelmeden okuyup yazabiliyordu. Dört yaşına gelmeden Latince öğreniyordu ve üç işlemi yapıyordu (Butler, 1946: 81). 

 Romanın anlatıcısı Overton’un tanıklık ettiği bir olayda Theobald oğlunu “come” kelimesini söyleyemediği için cezalandırır: “ ağlayan zavallı küçüğü tutup odanın dışına çıkardı. Birkaç dakika sonra yemek odasından gelen çığlıkları duyabiliyorduk” (Butler, 1946: 88). Theobald’ın Emest’e yönelik katı ve şiddete dayalı yaklaşımı Emest’in psikolojisini olumsuz etkiler. Nitekim Overton, Emest’in babası ile ilgili hatırladığı duyguların “korku ve titreme” olduğunu belirtir.

 Emest’in annesi Christina, eşinin kötü davranışlarına karşı çıkıp onun Emest’e zarar vermesini engellemek yerine eşinin tutumunu doğm ve haklı bulur. Christina’ya göre Theobald çocuklarının iyiliği için elinden geleni fazlasıyla yapmaktadır; bu nedenle Emest, babasına karşı itaatkâr, sevgi dolu, dikkatli ve fedakar olmalıdır; babasının isteklerine önem vermelidir; ilk görevi babasını mutlu etmek olmalıdır; babasının ve dedesinin sahip olduğu saygınlığa leke düşürmemelidir. Overton, ve dolayısıyla Butler, Christina’nın bu tavrına tahammül edemez ve şu yorumu yapar: “Bu nasıl bir annelik endişesidir! Bu, oğlunun kendi istekleri ve duyguları olmasından endişe duymaktır. Söylediği dualar ve ilahilerin ardından günlük dayaklarla eğitilen sadece beş yaşında bir çocuğun annesinin sessiz kalması nasıl mümkündür!” (Butler, 1946: 98). Anlaşılacağı üzere Emest’in ebeveynleri çocuklarına karşı tamamen uzak, ilgisiz ve anlayışsız davranmışlardır; doğru olarak gördükleri çocuk yetiştirme ve eğitme şeklini sorgulamadan uygulamışlar, yaptıklarının çocuklarını nasıl etkilediğini düşünmemişlerdir. Tüm çocukluğu babasının gölgesinde geçen ve annesinden de destek göremeyen Emest, kendine güveni olmayan, çekingen bir birey olarak yatılı okula gönderilmiştir. 

 Emest yatılı okuldaki eğitimi sırasında teyzesi Alethea ile vakit geçirme şansı bulur. Babasından kalan mirasla zenginleşen ve Londra’da yalnız yaşayan Alethea, yeğeni ile ilgilenmek için onun okuluna yakın bir yere yerleşir. Alethea, Emest’in ebeveynlerinin tam tersi bir kişiliğe ve dünya görüşüne sahiptir: içi boş geleneklere bağlı kalmayıp aklını ve kalbini dinler; gözü kapalı şekilde başkalarının yaşadığı gibi değil kendi doğrularına göre yaşar. Alethea, Theobald’ın tam tersine, Emest’in içinden gelerek yapacağı bir uğraşa sahip olmasını ister. Onun müziğe olan merakının farkındadır ve onun org çalmasını sağlar. Theobald ve Christina Emest’i tamamen kendi isteklerine göre yetiştirirken Alethea, Emest’in ne istediğini ve düşündüğünü önemser. Yaşadığı toplum düzeninde kendini ve mal varlığını yeğeni Emest’e adaması için hiçbir gerekçe olmamasına rağmen Alethea, Emest’in iyi bir insan olması için elinden geleni yapar ve mirasını da ona bırakır. Emest, ebeveynlerinin kötü davranışlarını unutmayacak, yatılı okuldaki ve üniversitedeki eğitimi süresince ve sonraki hayatı boyunca ebeveynleri ile mümkün olduğunca az iletişime geçecek, onlara karşı hiç bitmeyecek bir nefret duygusuna sahip olacaktır. Butler, Alethea’mn özgürlükçü ve duyarlı tutumu ile Ernest’in ebeveynlerinin sınırlayıcı ve gelenekçi yaklaşımını yan yana getirerek Viktorya aile yapısında gözlemlediği bozuklukları ortaya koyar. Yazar ayrıca, Emest’in çocukluk döneminin anlatısı ile Viktorya çağı çocuklarının ailelerinde gördükleri baskıyı açık şekilde örneklendirir. Bu nedenle The Way o fAll Flesh, Viktorya dönemi ebeveynleri için didaktik bir metin olarak değerlendirilebilir. 

 Butler’ın The Way o f All Flesh ile eleştirdiği bir diğer toplumsal konu eğitim sistemidir. Butler’a göre, Viktorya dönemi eğitim sistemi, bireylere özgün ve bağımsız düşünmeyi, onları entelektüel anlamda donanımlı hale getirmeyi değil, geleneksel davranış ve düşünce sınırları içinde tutmayı amaçlamıştır. Nitekim Butler, Cambridge’de aldığı eğitim ve karşılaştığı eğitimciler üzerine günlüklerinde şunları belirtir: “Özgünlüğün her türlüsünü, diğer herkesten daha çok yasakladığı için değerli görülen bir profesör vardı. “Öğrencilere kendileri için düşünmeleri konusunda yardımcı olmak bizim işimiz değil” derdi, “bu, onlardan yapmaları istenecek en son şeydir. Bizim işimiz, onları, bizim düşündüğümüz gibi düşündürtmektir (Butler, 1917:317). 

 Butler’ın okul eğitimi ile ilgili eleştirel bakışı romanda, Emest’in gönderildiği yatılı okul olan Roughborough’daki eğitim sistemi ve bu okulun müdürü Dr. Skinner’ın kişiliği üzerinden görülür. Butler, Dr. Skinner hakkında uzunca bilgi verir ve onun, çevresinde ne kadar başarılı ve takdir edilen bir eğitimci olduğunu abartılı şekilde anlatır. Fakat Butler aslında ironi yapmaktadır: Dr. Skinner, klasik Latince ve Yunanca ağırlıklı ezbere dayalı eğitim ile yıllardan beridir aynı şeyleri öğretmektedir; öğrencilerin ilgi alanlarını, başarılı ve başarısız oldukları noktaları ve özel becerilerini dikkate almadan onları aynı kalıba sokmaya çalışır. Bunun dışında, Dr. Skinner, hem eğitimci olarak hem de okul dışında ikiyüzlü biridir: evindeki odasının duvarlarını kitap dolu raflarla donatarak çok okuyan ve bilgili biri olduğu görüntüsünü vermeye çalışır ama gerçekte öğrencilerinin sorularına cevap veremeyecek kadar cahildir; böyle durumlarda hemen konuyu değiştirir. Öğrencilerinin bazıları ondan hiç hoşlanmaz; hatta bazı öğrenciler ondan ve onu hatırlatan her şeyden nefret eder. En büyük eseri olarak görülen Meditations upon the Epistle and Character o f St Jude (Aziz Jude ’un Risalesi ve Karakteri üzerine Düşünceler) adlı kitap ile ünlenmiş ve zenginleşmiştir; fakat bu kitabı intihal doludur. Bütün bunlara rağmen Dr. Skinner kendisiyle ilgili bir eksik ya da kusur görmez; kendini olabildiğince yüceltir. Dr. Skinner, Overton’un yorumladığı gibi, gerçekte ne kadar bilgisiz biri olduğunun ve etiğe aykırı davrandığının farkında değildir: “Böyle bir adamın, gençleri yozlaştırarak ve cahil bırakarak para kazandığını anlaması beklenir mi; yaptığı işin, kötü olanı iyi göstermek olduğunu ve öğrencilerin bunu anlayamayacak kadar genç ve tecrübesiz olduklarını anlaması beklenir mi ?” (Butler, 1946:105). Butler, Dr. Skinner ve onun gibi eğitimcilere şöyle seslenir: 

 Öğretmenler! Eğer içinizden bu kitabı okuyan varsa şunu aklınızda tutun: burnu akan ürkek bir afacan babası tarafından size getirildiğinde siz onu aşağılar şekilde davranıyorsunuz ve sonraki yıllarda onun hayatını kendisi için bir yüke dönüştürüyorsunuz. Unutmayın ki gelecekte sizin hakkınızda kitap yazacak kişi böyle bir çocuk olabilir. İki ya da üç öğretmen bu dersi alsa ve hatırlasa bu kitabın bundan önceki bölümleri boşuna yazdmamış olacaktı (Butler, 1946:110).

 Anlaşılacağı üzere Butler, okullarda verilen eğitimin içeriğinden ve eğitimcilerin yaklaşımından memnun değildir. Butler’ın okullardaki eğitimcilere inancı ve güveni kalmamıştır; yazar, okul eğitimini gerçek eğitimin önünde bir engel olarak görmüştür. Buna uygun olarak, romanın ilerleyen bölümlerinde Emest kendi çocuklarını okula göndermeyip güvendiği bir ailenin yanına bırakır; çocuklarını ziyarete gittiği zamanlarda onların okuldakinden çok daha mutlu olduğunu, çok daha iyi bir eğitim aldıklarını görür. 

 Butler’ın eğitim sisteminde gördüğü en büyük eksiklerden biri okulların bireyleri hayata hazırlamaması, gerçek hayatta ihtiyaçları olacak tecrübeyi onlara verememesidir. Yazar notlarında “Akademikizm” başlığı altında, resim yapmak, kitap yazmak, müzik icra etmek gibi uğraşların öğrenilmesi sürecinde, bunlarla ilgili kağıt üzerindeki kavramlar, tanımlar ve kurallardan çok uygulamaya zaman ayrılması gerektiğini belirtir (Butler, 1917:140). Butler okullarda ise bunun tam tersinin yapıldığını düşünür. Butler’ın öğrencilere tavsiyesi şu şekildedir: “Yapmayı öğrenmeyin, yaparak öğrenin. Daha çok uygulama yapın, daha az prova yapın” (Butler, 1917:140). Butler’ın bu bakış açısı, The Way ofAll Flesh' te Emest’in teyzesi Alethea’da görülür. Alethea, Emest’in okulda kendi ilgi alanına göre hiç uygulama dersi olmadığını, sadece kitap üzerinde eğitim gördüğünü fark eder. Bunun üzerine Emest’in müzik ve org merakını da göz önüne alarak onun bir atölyede marangozluk işleri yapmasını, org üretimi ile uğraşmasını sağlar. Emest bu şekilde, el becerilerini geliştirmenin yanında gerçekten ilgi duyduğu ve sevdiği bir işle uğraşmış olur. Butler romanda Alethea’mn yenilikçi ve faydacı eğitim anlayışını yüceltir; diğer yandan Dr. Skinner’ın ikiyüzlü, kısıtlayıcı ve gelenekçi tutumunu eleştirir. Bu nedenle roman, başta eğitimciler ve öğrenciler olmak üzere, tüm topluma eğitim sistemi ve eğiticiler hakkında uyarıcı bilgi veren bir sosyal metin niteliği taşımaktadır. 

 Butler’ın tüm roman boyunca saldırdığı bir konu da dinin toplumdaki yeri, din adamlarının davranışları ve halkın dini uygulama şeklidir. Kendi babası da bir din adamı olan Butler, babasının zorlamasıyla çocukluğundan yirmili yaşlarının sonuna kadar din ile iç içe olmuştur. Butler, Cambridge’de din adamlığı eğitimi aldıktan sonra Papazlık eğitimini tamamlamak için Londra’ya gitmiştir. Burada fakir halk arasında kalarak onlara hizmet etmiş, fakat onların içinde bulunduğu kötü yaşam koşulları Butler’ın zaten tam benimsemediği dini görüşlerini daha da sarsmıştır (Robinson, 2008: 65). Butler 1859’da 23 yaşında Yeni Zelanda’ya gidip burada koyun yetiştiriciliği sektöründe zengin olmuştur. Burada ayrıca Darwin’in The Origin o f The Species (Türlerin Kökeni) adlı kitabını okumuş ve “geri kalan inancını da kaybetmiştir: 1862’de bir arkadaşına ‘kendini artık bir Hıristiyan olarak görmediğini’ söylemiştir. Incil’deki Hıristiyanlık öğretilerini tekrar okumuş ve onların tutarsızlığını incelemiştir. İsa’nın çarmıha gerilerek ölmesi ile ilgili hiçbir kanıt bulamamış, yeniden diriliş diye bir şeyin olmadığına karar vermiştir” (Heffer, 2013:3). Incil’deki mucizelerin dışında, Butler’ın din ile ilgili olarak esas karşı çıktığı durum din adamlarının ve halkın çoğunun benimsemiş olduğu dini bağnazlık, önyargılar, hurafeler ve dogmalar olmuştur; Butler bunları gelişimin önünde birer engel olarak görmüştür. Butler’a göre Viktorya halkının çoğu için din, insanların iyi ve doğru yaşamak için takip ettiği bir rehber olmaktan çıkmış, sadece yerine getirilmesi gereken bir geleneğe dönüşmüştü; din adamlarının büyük kısmı ise Hıristiyan öğretilerinin gerçek anlamından bihaberdi. Nitekim Viktorya Döneminde “önde gelen din adamları genellikle bir aristokratın ya da zengin toprak sahiplerinin akrabaları ya da okul arkadaşlarıydı” (Mitchell, 2009: 251).

 Butler’ın dinle ilgili eleştirileri The Way of All Flesh 'te hemen her karakterde görülür. Bunun nedeni Overton, Alethea ve bir noktadan sonra Emest dışında her karakterin kendini dine adamış gibi görünse de aslında din öğretilerinin tam tersi şekilde davranmasıdır. Theobald din adamı olmasına rağmen gösterişten ve ikiyüzlülükten kaçınmaz; kendi çocuğunu suçsuz yere döver ama sonrasında ailesine yemek masasında yemek duası ettirir. Christina din ve tanrı uğruna her şeyini feda etmeye hazır gibi görünür ama aristokratik olmayan kişiler arasında yaşadığı için üzülür ve komşularını küçümser. Emest ise Papaz olmak üzere Londra’da bulunduğu sırada fakir komşularını dine davet ederek onların ruhunu kurtarmaya çalışır. Bu uğraş esnasında komşularından biri Emest’ten İsa’nın yeniden diriliş hikayesini anlatmasını ister; bu noktada, hayatının geri kalanını bir din adamı olarak geçirmek üzere olan Emest’in dinle ilgili konulardaki bilgisizliği açığa çıkar; Emest “dört hikayeyi acınacak şekilde karıştırır, hatta meleği yeryüzüne indirir, taşı yuvarlatır ve onun üzerine oturtur” (Butler, 1946:238-239). Anlaşılacağı üzere Butler, The Way of All Flesh'ie özellikle insanların dini yorumlama ve uygulama şeklini eleştirir. Butler, romandaki karakterlerin dinle ilgili tutumları üzerinden dinin, insanların içinden gelerek inandığı ve bağlandığı bir kavram olmaktan çıktığına, toplum içinde kabul görmenin ve yadırganmamanın bir ön şartına dönüştüğüne işaret eder. Nitekim romanın sonlarında Emest, bir yanlışlık sonucu hapse girdiğinde din adamı olma fikrinden şöyle vazgeçer: “Her ne olursa olsun artık din adamı olmayacaktı. Papazlık okumaya başladığından beri sürdürdüğü hayattan nefret ediyordu; bunun hakkında tartışamazdı, sadece bundan nefret ediyordu ve artık tahammülü kalmamıştı” (Butler, 1946:255). Emest’in din ve din adamlığı konusundaki bu nefretinde şüphesiz onun, bu alana kendi isteği ile değil babasının zoruyla yönelmiş olması da vardır. Bunun dışında, insanların kendi çıkarları için hayatlarını dine göre şekillendirmiş gibi görünmesi Emest’in dinden soğumasının bir başka nedenidir. Fiziksel olarak çok kötü şartlarda yaşamak durumunda olan insanlar için dinden önce, beslenme, barınma vb. temel ihtiyaçlarının olduğunu görmesi Emest’i dinden uzaklaştıran başka bir durumdur. Bunlar aynı zamanda Butler’ın da dine bakışını yansıtan durumlardır.

 Sonuç  

Sonuç olarak, Samuel Butler, The Way o f All Flesh adlı romanında, yüzyıl dönümünde, Viktorya dönemi toplumuna geniş bir perspektiften bakmış, toplumda gözlemlediği önemli bozuklukları ve eksiklikleri eserinde yansıtmıştır. Butler romanında temel olarak aile yapısı, eğitim sistemi ve din konularındaki eleştirel görüşlerini aktarmıştır. Yazar kendi hayat tecrübelerini doğrudan eserine taşımıştır; bu nedenle The Way o f All Flesh hem yarı otobiyografik hem de toplum gerçeklerine ışık tuttuğu için tarihsel/sosyolojik bir metin olarak görülmüştür. Butler bu şekilde edebiyatı toplumun reformu ve gelişimi için kullanmıştır.  

Nusret ERSÖZ 

Karamanoglu Mehmetbey Üniversitesi