Başımızın üstünde bir bulutun
Güneşe asılmış gölgesi,
Uzakta toz halinde dağılan
Yoğurtçu sesi,
Gün bitmeden başladı içimizde
Yarınsız insanların gecesi.
Başımızın üstünde bir bulutun
Güneşe asılmış gölgesi,
Uzakta toz halinde dağılan
Yoğurtçu sesi,
Gün bitmeden başladı içimizde
Yarınsız insanların gecesi.
I feel that the greatest reward for success is the opportunity to do more...Jonas Salk
" Başarı için en büyük ödülün daha fazlasını yapma fırsatı olduğunu düşünüyorum."
Salk died at age 80 on June 23, 1995. A memorial at the Institute with a statement from Salk captures his vision: "Hope lies in dreams, in imagination and in the courage of those who dare to make dreams into reality."
Salk, 23 Haziran 1995'te 80 yaşında öldü. Enstitü'deki bir anıtta Salk'ın yaptığı açıklama onun vizyonunu yansıtıyor: Umut, hayallerde, hayal gücünde ve hayalleri gerçeğe dönüştürmeye cesaret edenlerin cesaretindedir.
Umut rüyalarda, hayal gücünde ve hayalleri gerçeğe dönüştürmeye cesaret edenlerin cesaretindedir.
I
Beş ağustos, saat sekizde şehri sis kaplıyordu. Hafif sis, solunumu hiç rahatsız
etmiyordu ve son derece yoğun bir görünümü vardı, ayrıca iyice maviye çalıyordu.
Birbirine paralel, tabakalar halinde çöktü; önce yerden yirmi santimetre yükseklikte
kümelendi ve insanlar ayaklarını görmeden yürüdüler. Saint-Braquemart sokağı 22
numarada oturan bir kadın, evine gireceği sırada anahtarını düşürdü, bulamadı.
Biri bebek olmak üzere altı kişi yardımına koştu; bu arada ikinci tabaka çöktü ve
anahtar bulundu ama biberondan kurtulmak, evliliğin, yerleşik düzenin dingin sevinçlerini
tanımak için sabırsızlaşan bebek, meteor örtüsünü bahane ederek tüymüştü. Böylece,
bin üç yüz altmış iki anahtar ve on dört köpek, sabahın ilk saatlerinde kayboldu.
Oltalarına taktıkları mantarları kollamaktan bıkan balıkçılar, çıldırıp ava
çıktılar.
Sis, yokuşlu sokakların aşağılarında ve çukurlarda kayda değer yoğunlukta yığılmış,
hava deliklerinden ve lağımlardan uzun oklar halinde sızıyordu. Sis, metro koridorlarını
istila etti, metro ise, sütü andıran dalga, kırmızı ışıkların seviyesine ulaştığında
durdu; ama o sırada üçüncü tabaka çökmüştü bile ve dışarıda insanlar
dizlerine kadar çıkan, beyaz bir gecenin içinde yıkanıyorlardı.
Yukarı mahallenin sakinleri, şanslı olduklarını sanarak nehir kıyısındakilerle
alay ettiler, ama bir haftanın sonunda barıştılar, aynı şekilde odalarındaki eşyalara
çarpabilir olmuşlardı; sis artık en yüksek yapıların tepelerine oturmuştu. Her ne
kadar, kulenin küçük çan kulesi gözden yitmekte sonuncu olsa da, düzeni altüst eden
bu yoğun karmaşıklığın karşı konulmaz yükselişi, sonuçta onu da içine çekmişti.
II
Orvert Latuile, on üç ağustos günü, üç yüz saatlik bir uykudan uyandı; biraz ağır
bir sarhoşluktan ayılıyordu ve önce kör olduğunu sandı; kendisine ikram edilen
alkollerin hakkını iyice vermek oluyordu bu. Geceydi, ama farklı bir gece; çünkü gözleri
açık olduğu halde, elektrik lambasının ışık demeti gözleri kapalıyken, gözlerine
düştüğünde hissettiği duyguları algılıyordu. Sakar bir el hareketiyle, radyonun düğmesini
aradı. Radyo çalışıyordu ve haberler onu bir ölçüde aydınlattı.
Spikerin palavralarına kulak asmadı. Orvert Latuile düşündü, göbek deliğini kaşıdı
ve tırnağını koklayınca bir banyoyu hak ettiğine inandı ama Nuh’un harmanisinin
Nuh üstüne, ya da sefaletin zavallı dünya üzerine, Tanit’in (1) tülünün Salammbo
(2) üzerine, bir kedinin kemanının içine atılması gibi, her şeyin üzerine yayılmış
bu sisin rahatlığı ona banyo yapmanın gereksiz olduğu kararını aldırdı. Zaten
sisin, hoş veremli bir kayısı kokusu vardı ve insanlarda kalan pis kokuları öldürmesi
gerekiyordu. Dahası, sesler ve gürültüler, bu pamuklu astarla gizlenerek, aynı bir el
arabasının kolunun üzerine talihsizce düşünce, delinen damağı dövülmüş
protezle değiştirilen bir lirik sopranonun berrak ve beyaz sesi gibi garip bir tını taşıyorlardı.
İlkin, Orvert zihnindeki tüm sorunları defetti, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya
karar verdi. Sonuçta herhangi bir güçlükle karşılaşmadan giyinmeyi bitirdi, çünkü
giysileri her zamanki yerlerindeydiler; yani bazıları iskemlenin üzerinde, diğerleri
yatağın altında, çoraplar ayakkabıların içinde, ayakkabının teki bir vazonun, diğeri
de oturağın içindeydi.
- Hay Allah, dedi kendi kendine, şu sis ne garip bir şey.
Fazla özgün olmayan bu düşünce, olayı sadece saptanmış şeyler kategorisine
sokarak, Orvert’i yersiz bir övünçten, günlük coşkudan, üzüntüden ve kara hüzünden
kurtardı. Ama yavaş yavaş cesaretleniyordu ve bu alışılmamış duruma, bazı insanca
deneyler tasarlayacak kadar alışıyordu.
- Kapıcı kadına iniyorum ve pantolonumun dükkanını açık bırakıyorum. Göreceğiz
bakalım, sis mi var, yoksa sorun benim gözlerim mi?
Çünkü Fransız’ın kuşkucu aklı, sis görüşünü engelleyecek olsa bile, onu yoğun
bir sisin varlığından şüphe etmeye iter ve onu bir garipliğin olduğuna inandırmak
için, kararını yönlendirebilecek olan, radyoda söylenen şeyler olmaz. Radyodakilerin
hepsi sersem.
- Çıkarıyorum dışarı ve aşağı böyle iniyorum.
Dışarı çıkarttı ve öylece indi. Hayatında ilk kez, ilk basmağın çatırtısını,
ikincisinin çıtırtısını, dördüncüsünün pıtırtısını, yedincinin hırıltısını,
onuncunun tıkırtısını, on dördüncüsünün kıtırtısını, on yedincisinin gıcırtısını,
yirmi ikincisinin zırıltısını ve sondaki desteğinden kurtulmuş pirinç trabzanın
kakırtısını farketti.
Duvara tutunarak çıkan birinin yanından geçti.
- Kim o? dedi, durarak.
- Lerond! diye cevapladı Bay Lerond, karşıdaki kiracı.
- Merhaba. Ben Latuile
elini uzattı ve şaşkınlıkla hemen bıraktığı sert bir şeyle karşılaştı.
Lerond sıkıntıyla güldü.
- Affedersiniz, dedi, ama hiçbir şey görülmüyor ve bu sis cehennem sıcağı gibi.
- Doğru.
Açık dükkanını düşünerek ve Lerond’un da aynı şeyi düşünmüş olduğunu
fark ederek alındı.
- Haydi, görüşmek üzere, dedi Lerond.
- Görüşmek üzere, dedi Orvert, sinsice kemerinin üst deliğini açtı.
Pantolonu ayaklarına düştü, çıkarıp merdiven boşluğuna fırlattı. Sis gerçekten
de ateşler içindeki bir bıldırcın kadar sıcaktı ve eğer Lenord takımları ayakta
gezinebiliyorsa, Overt böyle giyinik kalacak değildi ya. Ya hep ya hiç.
Ceketi ve gömleği uçtular. Ayakkabılarını çıkarmadı.
Merdivenin altına vardığında hafifçe kapıcının camına vurdu.
- Girin, dedi, kapıcı kadının sesi.
- Bana mektup var mı? diye sordu Overt.
- Oh! Bay Latuile! diye kahkahayı bastı şişman kadın, her zaman güldürmeye hazırsınız…
İyi uyudunuz mu bakalım? Rahatınızı kaçırmak istemedim… Ah, bu sisin ilk günlerini
görecektiniz! Herkes çıldırmış gibiydi. Şimdiyse… eee alışıyor insan…
Sütümsü engeli aşmayı başaran kokudan, kapıcının yaklaşmakta olduğunu anladı.
- Ne var ki, yemek hazırlamak pek kolay olmuyor. Ama bu sis bir garip… Sanki besliyor
gibi, örneğin ben iyi yerim… oysa üç gündür, bir bardak su, bir parça ekmek
yetti.
- Zayıflayacaksınız.
- Hah! Hah! diye kikirdedi kadın, altıncı kattan düşen bir ceviz parçasına benzeyen
gülüşüyle. Bakın, elleyin Bay Overt, hiç bu kadar formda olmamıştım. Midelerim
bile toparlandı… Bakın,elleyin.
- Ama… şey…, dedi Orvert.
- Bakın, elleyin diyorum size.
Körlemesine elini kaptı ve söz konusu midelerinden birinin ucunun üstüne koydu.
- Şaşırtıcı, diye saptamada bulundu Orvert.
_ Ve kırk iki yaşındayım. Nasıl! Hiç belli değil artık! Ah!.. Benim gibi biraz
toplu kadınların işlerine geliyor bir yerde…
- Aman tanrım! Dedi Orvert, afallayarak… Çırılçıplaksınız.
- Evet, ya siz!
- Doğru, dedi kendi kendine Orvert. Benimki de ne tuhaf fikir.
- Televizyon’da, diye sürdürdü kapıca kadın, aeresol bir afrobezyak (3) olduğunu söylediler.
- Ah! Dedi Orvert; kapıcı kısa bir solukla değmişti kendisine ve bir an için,
kendini bu kutsal siste yeniden doğmuş gibi hissetti.
- Bakın dinleyin Bayan Panuche, diye yalvardı. Hayvan değiliz. Eğer bu gerçekten
afrodizyak bir sisse, kendimize aşık olmalıyız.
- Oh! Oh! dedi Bayan Panuche, kesik kesik ve ellerini doğru yere yerleştirdi.
- Benim için farketmez, dedi Orvert, ağırbaşlı bir edayla. Siz işinizi halledin, ben
hiçbir şeyle ilgilenmiyorum.
- Eee, diye mırıldandı kapıca kadın, soğukkanlılığını kaybetmeden. Bay Lerond
sizden daha sevecen. Oysa sizinle, bütün işi yüklenmek gerekiyor.
- Bakın, henüz bugün uyandım… Ben alışık değilim.
- Size göstereceğim, dedi kapıcı kadın.
Sonra öyle şeyler oldu ki, Nuh’un, Salammbo’nun ve Tanit’in tülünün sefaletini
bir kemanın içine attığımız gibi, bunların üzerine de zavallı dünyanın
harmanisini atsak daha iyi olur.
Orvert odadan oldukça canlı çıktı. Dışarıya kulak kabarttı…
Arabaların gürültüsü: işte eksik olan buydu. Ama sayısız şarkı yükseliyordu.
Heryerden kahkahalar yükseliyordu.
Aklı bir karış havada, yolda ilerledi. Kulakları böylesina derin bir ses ufkuna sahip
olmadıkları için bocalıyorlardı. Yüksek sesle düşündüğünü farketti.
- Aman tanrım, dedi. Afrodizyak bir sis.
Görüldüğü gibi, söz konusu düşünceler pek değişmiyordu. Ama insan kendini on
bir gün uyuyup; laubali ve genellenmiş bir çeşit zehirlenmeyle, işin içinden çıkılmaz
bir hal alan tam bir karanlık içinde uyanmış, şişman ve yaşlı kapıcının dik ve
iri göğüslü bir Valkür’e (4) beklenmedik zevklerle dolu bir mağaranın gözü dönmüş
Kirke’sine (5) dönüştüğünü gören bir adamın yerine koymalı.
- Kahretsin! dedi Orvert, düşüncesini belirtmek için.
Birden sokağın tam orta yerinde ayakta olduğunu farkederek korktu ve yüz metre boyunca
yatay çıkıntısını izlediği duvara kadar geriledi. Orası, fırındı. Daha önce
uygulamaya geçirdiği sağlık bilgisi, kayda değer her bedensel etkinlikten sonra bir
besin alması gerektiğini buyuruyordu ona; küçük bir ekmek yemek için içeri girdi.
Dükkanda büyük bir gürültü vardı.
Orvert biraz önyargılı adamdı, kadın fırıncının her erkek müşteriden ısrarla
ne istediğini anladığında, saçlarının diken diken olduğunu hissetti.
- Eğer size bir kiloluk ekmek verirsem, dedi fırıncı kadın, karşılığında ona
uygun boyutu isteme hakkım var, kör olası!
- Ama bayan, diye karşı çıktı, küçük bir ihtiyarın sivri organı. Orvert onun köprünün
sonundaki yaşlı orgcu Bay Curepipe (6)
olduğunu anladı… Ama bayan…
- Bir de borulu org çalıyorsunuz! Dedi fırıncı kadın.
Bay Curepipe kızdı.
- Size orgumu yollarım, dedi gururla ve çıkışa doğru yöneldi ama Orvert oradaydı
ve şok soluğunu kesti.
- Sıradaki, diye ciyak ciyak bağırdı fırıncı kadın.
- Bir ekmek istiyorum, dedi Orvert güçlükle, midesini ovuşturarak.
- Bay Orvert için iki kiloluk bir ekmek, diye bağırdı fırıncı kadın.
- Hayır! Hayır! Diye inledi Orvert. Küçük bir ekmek.
- Hayır, dedi fırıncı kadın.
Ve kocasına seslenerek:
- Lucien, şununla ilgileniver, dersini alsın.
Orvert’in saçları diken diken oldu, son sürat kaçtı ve tam vitrin camının ortasına
çarptı. Cam dayandı.
Orvert turu tamamladı ve sonunda dışarı çıkabildi. İçerde rezalet devam ediyordu.
Çırak, çocuklarla ilgileniyordu.
- Vay anasını, diye homurdandı Orvert kaldırımda. Ya ben seçiciysem? Karıdaki de
surat olsa…
Köprüden sonraki pastaneyi anımsadı. Hizmet eden kız on yedi yaşındaydı, ağzı
kalp biçimindeydi ve işlemeli bir önlüğü vardı… Belki, artık sadece küçük önlüğünü
giyiyordu…
Orvert koşar adım pastaneye doğru yürüdü. Üç kez, birbirlerine sarılmış
bedenlerin üzerine düştü ama birleşmeleri uygulamak için vakit ayırmadı. Ama, en
az birinde, beş kişiydiler.
- Roma! Diye mırıldandı. Quo Vadis! Fabiola! et cum spirituo tuo! Orjiler! Ok! (7)
Vitrin camıyla temasından elde ettiği, uğurlu güvercin yumurtası yüzünden kafasını
ovalıyordu. Yürüyüşünü hızlandırıyordu, çünkü kendisinden olmakla birlikte,
oldukça uzun bir mesafede önünden giden bir şey, olduğunca çabuk varması için kışkırtıyordu
onu.
Hedefe ulaştığını düşünürken, bir yandan da el yordamıyla yolunu bulmak için
evlere erişmeyi denedi. Çatlak aynalardan birini tutan, civatayla tutturulmuş, daire biçimindeki
kontrplaktan antikacının vitrinini tanıdı. Pastane iki ev sonra.
Ve doğruca, sırtı kendisine dönük, hareketsiz bir bedene çarptı. Bir çığlık attı.
- İtmeyin, dedi kaba bir ses, ve şunu da kıçımdan çıkartmayı deneyin yoksa suratınızı
duvara gömdüreceksiniz…
- Ama… Şey… Siz ne sanıyorsunuz, dedi Orvert.
Geçmek için sola doğru gitti. İkinci şok.
- Ne oluyorsunuz yahu, dedi, bir başka ses.
- Kuyruğa, herkes gibi.
Koca bir kahkaha duyuldu.
- Ha? Dedi Orvert.
- Evet, dedi üçüncü ses, elbette Nelly için geldiniz.
- Evet, diye kem küm etti Orvert.
- O halde kuyruğa girin. Şimdiden altmış kişiyiz.
Orvert hiç cevap vermedi. Üzgündü.
Kızın, işlemeli küçük önlüğünü giyip giymediğini öğrenmeden ayrıldı.
İlk sola döndü. Karşı yönden bir kadın geliyordu.
İkisi birden yere kıç üstü düştüler.
- Özür dilerim, dedi Orvert.
- Benim hatam, dedi kadın. Siz sağınızdan gidiyordunuz.
- Kalkmanıza yardımcı olabilir miyim? Yalnızsınız, değil mi?
- Ya siz. Beş altı kişi üzerime atlamadınız umarım?
- Bir kadınsınız değil mi? diye devam etti Orvert.
- Siz karar verin.
Birbirlerine yaklaşmışlardı, Orvert yanağında uzun ve ipeksi saçları hissetti.
Birbirlerinin önünde diz çökmüşlerdi.
- Nerede rahat olabiliriz, dedi Orvert
- Sokağın ortasında.
Yönlerini, kaldırımın kenarına göre bularak oraya gittiler.
- Sizi istiyorum.
- Ben de sizi. Adım…
Orvert onu durdurdu.
- Benim için farketmez. Ellerimin ve bedenimin öğreneceğinden başka bir şey bilmek
istemiyorum.
- Buyrun, dedi kadın.
- Tabii, diye saptamada bulundu Orvert, üzerinizde giysileriniz yok.
- Sizin de.
Orvert kadının üzerine uzandı.
- Acelemiz yok, dedi kadın. Ayaklardan başlayıp yukarı doğru çıkın.
Orvert çok şaşırdı. Ve bunu söyledi.
- Böylece anlarsınız, dedi kadın. Kendiniz de söylediniz, inceleme yapabilmemiz için
tenimizden başka bir şeyimiz yok artık. Unutmayın ki, artık bakışınızdan
korkmuyorum. Erotik özerkliğiniz suya düşmüş bulunuyor. İçten ve dolaysız olalım.
- İyi konuşuyorsunuz.
- “Modern Zamanlar’ı” (8) okuyorum. Haydi, cinsel eğitime bir an önce başlayalım.
Orvert de birçok kez ve farklı biçimlerde bunu yaptı. Kadının su götürmez
yetenekleri vardı ve ışık yanacak gibi korku olmadıkça olasılıkların alanı bir
hayli genişti. Hem zaten yıpranmıyor. Orvert’in yadsınamaz değerdeki iki üç
numarası ve bir çok kez tekrarlanan simetrik bir birleşmenin uygulanışını öğretmesi
ilişkilerine güven getirdi.
İnsanları, tanrı Pan’ın sureti gibi sade, huzurlu yapan yaşam buydu işte.
III
Oysa, radyo bilim adamlarının olayda düzenli bir gerileme belirlediklerini ve sis
tabakasının günden güne alçaldığını açıkladı.
Tehlike büyük olduğundan, büyük bir kurul toplantısı yapıldı. Ama hemen bir çözüm
bulundu çünkü insan dehasının binlerce yüzü var, özel dedektörlerin saptadığı
gibi hayat mutluluk içinde sürebildi. Çünkü herkes kör olmuştu.
Boris VIAN
Kurtadam
(Paris-Tabou, No:1, Eylül 1949)
(1)Tanit: Tanrıça Aştart’ın (veya İştar) Kartaca dilindeki adı. Kartaca’nın en
önemli tanrısıydı. Ay tanrıçası olduğu için dikili taşlarının üzerinde hilal
bulunur. Çoğunlukla savaşçı bir kadın kimliğinde tasvir edilirdi. Asurlular, Aştart’ı
Savaş tanrıçası sayar, Uruk’ta aşk tanrıçası olarak kabul edilir. Adına düzenlenen
törenler oldukça açık seçik ve keyifliymiş. Batı Asya’da doğurganlık sembolü,
Analık ve Bereket tanrıçası sayılır, Yunanistan’daki adı ise Afrodit’tir.
Genelde zevk ve sefa düşkünü, üreyici ve savaşçı bir tanrıça profili çizer.
Eski çağda bütün Doğu’ya yönelen Aştart Kültürü’nü, Eski Ahit peygamberleri
şiddetle lanetlemişlerdir.
(2) Salambo (veya Salammbo): Aştart’ın Babil dilindeki adı, Hamilkar Barka’nın kızı.
Burada geçen “tül ve Salambo” olayını Gustave Flaubert’in Salammbo romanına göre
açıklayalım: romanın konusu Kartaca tarihinden alınmıştır ve Pön savaşından
hemen sonra paralı askerlerin ayaklanması anlatılır. Cumhuriyete karşı ayaklanmış
askerlerin başında Narr Havas ve Matho vardır. Bunlar Kartaca’nın tarihine hükmeden
Tanit’in tülünü ele geçirmeyi başarırlar. Bunun üzerine Hamilkar’ın kızı ve
bir Tanit rahibesi olan Salammbo, Matho’nun çadırına gider, kendini ona teslim eder
ve tülü geri alır. Paralı askerler yenilir, Matho işkenceyle ölüme mahkum olur ve
onu seven Salammbo da kederinden ölür.
Mevzu, böyle derin ve anlamlı, üstelik G. Flaubert de olayı çok lezzetli anlatıyormuş.
Okumadık…
(3) Afrobezyak: Baba, (baiser:fr., düzüşmek) kelimesinden Afrodizyak olayına gönderme
yapıp, özgün bir sözcük üretmiş. Yanlış telaffuz eden, cahil kadın olayı da
mevzu bahis.
(4) Valkür: İskandinav mitolojisinde ölen kahramanları seçip, ruhlarını Valhalla’ya
götürmek için Odin tarafından görevlendirilen periler. (iskandinavca valr-düşen, ve
kjose- seçmek),
(5) Kirke: Yunan mitolojisinde Helios’un büyücü kızı. O kadar ustaydı ki, insanları
hayvana dönüştürebiliyordu. Sarayında bir yıl kalan Odysseus’a aşık oldu ve onun
arkadaşlarını domuz yavrusuna dönüştürdü. Bu kelime tehlikeli büyücü kadın
anlamında da kullanılır.
(6) Curepipe: Fr. Pipo temizleyicisi. Cinsel gönderme. İnce geyik. Gereksiz not.
(7) … Latince, “Nereye gidiyorsun! Ruhsallığınla! Orjilere!“ (Hersıkı 6:45
okuru gibi, orji durumunu şanslıysanız yaşamışsınızdır!)
(8) Les Temps Modernes: Jean-Sol Partre takımının çıkardığı kalın ve keyifli bir
dergi.
Yayına Hazırlayan : Uğur ŞEKER
Karşı
Madde
Dünyanın
en büyük bilimsel araştırma tesisi -İsviçre’deki CERN- Avrupa
Nükleer Araştırma Merkezi yakın zaman önce ilk
karşı madde zerreciklerini
üretmeyi başardı.
Karşı madde, bir
farkla fizik madde ile özdeştir. Karşı
madde, normal maddelerde bulunan elektrik yüklerinin
zıddı zerreciklerden oluşur. Karşı
madde,
insanlığın bildiği en güçlü enerji kaynağıdır. Yüzde yüz
verimlilikle enerji çıkarır (nükleer yarılım verimliliği yüzde
bir buçuktur). Karşı madde kirliliğe yada radyasyona neden
olmamakla birlikte, bir damlası gün boyunca New York Şehri’ni
aydınlatmaya yeter. Buna
rağmen, bir sakıncası vardır…
Karşı
madde
son derece kararsızdır. Herhangi bir şeyle… havayla bile
temasa geçtiği anda tutuşur.
Karşı maddenin bir gramı, 20
kilo tonluk-Hiroşima’ya atılan
bombayla aynı büyüklükte -nükleer bomba enerjisini içerir.
Yakın
zamana kadar karşı madde sadece
küçük miktarlarda üretiliyordu (bir defada birkaç atom). Ama CERN, yeni Antiproton Hız
Kesicide
(çok daha büyük miktarlarda karşı madde üretebilecek gelişmiş
bir karşı madde üretim tesisi)
büyük gelişmeler kaydetti.
Ortaya bir soru
çıkıyor; patlamaya son derece hazır olan bu madde dünyayı mı
kurtaracak, yoksa şimdiye dek yapılan en ölümcül silahı
üretmekte mi kullanılacak?
Yazarın Notu
Bu
romanda adı geçen Roma’daki tüm sanat eserleri, mezarlar,
tüneller ve mimari yapılar (bulundukları yerler de dahil olmak
üzere) tamamen gerçektir. Günümüzde hala görülebilirler.
İlluminati kardeşliği de gerçektir. Yazarımızın böyle bir
iddiası var. İnanıp inanmamak size kalmış.
-
Okumayanlar için romanın
kısa özeti -
Robert Langdon’un Cern’le ilgili serüveni başlıyor
Cern Laboratuarı fizikçisi Leonardo Vetra’nın öldürülmesi ile başlayan
roman, Da Vinci’nin de kahramanı olan Harvard Üniversitesi’nde
dini simge bilim profesörü Robert
Langdon’un bu cinayeti
aydınlatması için Cern sorumlusu
ayrık zerrecik fizikçisi, Maximillian
Kohler tarafından aceleyle
Cern’e çağrılmasıyla başlar.
Cesedin resmini faksla gönderirler.
Langdon büyük bir şaşkınlıkla yazıya bakakalır,
simge bilime uygun tarzda yazılmış
‘İlluminati’
yazısı cesedin üzerine dağlanmıştır ve feci bir
yanık izi vardır. Serüven başlar. Haşhaşın
denen bir suikastçı da devrededir ve dört cinayet daha
işleyecektir. Langdon Cern’e gider ve cesedi inceler, bu
gerçek bir semboldür ve konuyu bilen insanlar tarafından
işlenmiş bir cinayete benzemektedir. Daha önce
Cern adını hiç duymayan
Langdon çok şaşkındır.
Kohler bu şaşkınlığı anlar ve
yanıtlar. Çoğu Amerikalı, Avrupa’yı bilimsel araştırmalarda
dünya lideri olarak kabul etmez. Onların bize bakış açısı,
değişik bir alışveriş mekanından öteye
geçmiyor. Aslında Einstein, Galileo ve Newton gibi
adamların milliyetleri düşünüldüğünde, bunun tuhaf bir bakış
açısı olduğunu söylemek mümkün. 'Langdon Cern’in içini dolaşırken ödüllerle
donatılmış geniş bir koridorda bir yazı dikkatini çeker ve
okur: ARS ELEKTRONİK ÖDÜLÜ
"Dijital çağdaki kültürel buluş için
tüm Berners Lee ile
CERN’e İNTERNETİ icat etmeleri sebebiyle verilmiştir."
Web’in
bir Amerikan buluşu olduğunu düşünen Langdon’un şaşkınlığı bu muazzam kuruluş karşısında,
içini dolaştıkça artar. Az sonra Kohler,
‘Peki kim bu İlluminati?’ diye
sorar. Langdon bu kardeşlikle
ilgili bildiklerini anlatır.
"Tarihin
başlangıcından beri, Bilim ve Din arasında derin bir uçurum
var olmuştur. Copernicus gibi
sözünü sakınmayan bilim adamları, bilimsel gerçekleri
açıkladıkları için kilise tarafından öldürüldüler. Din daima
bilime zulmetti. 1500’lerde bir grup adam Roma’da kiliseye
karşı savaştı. İtalya’nın en aydın kişilerinden
bazıları-fizikçiler, matematikçiler, astronomlar- kilisenin
hatalı öğretileri hakkında kaygılarını paylaşmak için gizlice
buluşmaya başladılar. Kilisenin
‘gerçek’
üzerindeki tekelinin,
dünyadaki akademik aydınlanmayı engellemesinden korkuyorlardı.
Kendilerine
‘aydınlanmış kişiler’
diyerek, dünyadaki ilk
bilimsel beyin takımını kurmuş oldular. Avrupa’nın en eğitimli
zekaları kendilerini bilimsel gerçek arayışına adadılar;
İlluminati.. (Romanda
İlluminati'nin ne olduğu anlatılıyor)
Katolik Kilisesi tarafından zalimce avlandılar. Bilim adamları
sadece gizlilik törenleri sayesinde hayatta kalabildiler.
Anlatılanlar, akademik çevrelerde gizlice yayıldı ve
İlluminati kardeşliği tüm
Avrupa’dan akademisyenler edinerek büyüdü. Bilim adamları Roma’da Aydınlanma
Kilisesi dedikleri muazzam gizli bir barınakta
düzenli olarak buluştular. İlluminati’den
çoğu kimse, Kilisenin zorbalığına şiddet gösterileriyle karşı
koymak istedi ama en saygın üyelerinden biri onları bundan
vazgeçirdi. Tarihin en ünlü bilim adamlarından biri olmakla
beraber, barışçı biriydi. Onun adı
Galileo
Galile idi.
Galileo bir İlluminati
üyesiydi. Aynı zamanda dindar bir
Katolik'ti. Bilimin Tanrı’nın varlığını inkar
etmediğini, tam aksine
kuvvetlendirdiğini ilan ederek, kilisenin bilime
karşı tavrını yumuşatmaya çalıştı. Bir keresinde,
teleskopundan dönen gezegenlere
baktığında, kürelerin müziğinde Tanrı’nın sesini duyabildiğini
yazmıştı. Din ile bilimin düşman olmadığını,
müttefik olduklarını savundu; aynı hikayeyi,
simetri ile dengenin
hikayesini anlatan iki farklı dil…
cennet ve
cehennem, gece ve gündüz, sıcak ve soğuk, Tanrı ve Şeytan.
Bilim ve Din Tanrı’nın simetrisinde neşe buldu… Işıkla
karanlığın sonsuz yarışı…
Galileo’nun
tutuklanması İlluminati ’de kargaşa
yaratmıştı. Hatalar yapıldı ve kilise dört üyenin ismini
keşfetti. Bu kişileri yakalayıp sorguladılar. Ama dört bilim
adamı hiçbir şey açıklamadılar… İşkence gördükleri halde. Canlı
canlı dağlandılar. Göğüslerinden. Bir güç
sembolü ile…
Ardından
bilim adamları acımasızca
öldürüldüler, cesetleri, İlluminati ’ye
katılmayı düşünen diğerlerine
gözdağı vermek için Roma sokaklarına atıldı. Geri kalan
İlluminati üyeleri kiliseyi
enselerinde hissedince İtalya’dan kaçtılar.
İlluminati
iyiden iyiye gizli bir örgüt oldu. Katoliklerin
uyguladığı temizlikten kaçan diğer mülteci
gruplarıyla-mistikler, simyacılar, medyumlar, Müslümanlar,
Yahudiler- karışmaya başladılar.
İlluminati geçen yıllarla birlikte yeni üyeler edinmeye
başladı.Yeni
bir İlluminati doğmuştu. Daha
karanlık bir İlluminati. Koyu bir
Hıristiyanlık karşıtı
İlluminati,
Çok kuvvetli oldular, gizemli
ayinler düzenlediler, büyük bir gizlilik vardı, bir gün
yeniden ayaklanmaya ve Katolik Kilisesi’nden intikam almaya
and içtiler. O kadar kuvvet sahibi
olmuşlardı ki, kilise onları dünyadaki en tehlikeli tek
Hıristiyanlık karşıtı güç olarak
gördü. Vatikan, bu kardeşliğin Şeytan olduğunu ilan etti.
Çoğu kimse Satanist mezhepleri Şeytan’a tapan canavar ruhlu kimseler olarak tahayyül ettiğini, ama tarihte Satanistlerin kiliseye düşman, eğitimli kimseler olduklarını açıkladı. Hayvan kurban edilen kara büyüler ve beş köşeli yıldız ayinlerine dair söylentiler, kilisenin kendi düşmanlarına karşı yürüttüğü karalama kampanyası dahilinde yaydığı alanlardan başka bir şey değildi. Zaman içinde, İlluminati’ ye benzemeye çalışan kilise karşıtları yalanlara inanmaya ve onları gerçekleştirmeye başladılar. Böylece modern Satanizm doğmuş oldu. Cesedin üzerine dağlanmış olan sembol, on altıncı yüzyılda Galileo’nun simetri aşkı onuruna ismi bilinmeyen bir İlluminati sanatçısı tarafından üretilmişti. Bir çeşit kutsal İlluminati logosu oldu. Kardeşliğin bu deseni sadece yeniden ortaya çıkıp, nihai hedeflerine ulaşacak gücü topladığı zaman göstermek üzere gizli tuttuğu iddia edildi. İlluminati hayatta kalmak için azimliydi. Roma’dan kaçtıklarında, yeniden bir araya gelebilecekleri güvenli bir yer bulmak için tüm Avrupa’yı dolaştılar. Onları başka bir gizli cemiyet kendi çatısı altına aldı. Bu kişiler Farmason denilen Bavyeralı taş ustalarıydı. Şimdiki adıyla Mason kardeşliği.
Mason kardeşliği İlluminatiyle birleşiyor
Mason kardeşliğinin, yarısı Birleşik
Devletlerde, bir milyondan
fazlasının ise Avrupa’da yaşadığı dünya çapında beş milyondan
fazla üyesi vardı. Masonlar kesinlikle satanist değiller. Kendi yardımseverliklerinin kurbanı
oldular. 1700’lerde kaçan bilim adamlarına yataklık ettikten
sonra Masonlar farkında olmadan
İlluminati ’ye paravan oldu.
İlluminati onların arasında büyüdü ve localardaki
iktidar pozisyonlarını ele geçirdiler. Bilimsel
kardeşliklerini Masonlar arasında usulca yeniden
kurdular…Gizli bir cemiyetin içindeki gizli cemiyet oldular.
Ardından İlluminati Mason
localarının dünya çapındaki bağlantılarını kendi nüfuzlarını
yaymak için kullandı.
İlluminati ’nin
anayasasında Katolikliğin yok edilmesi yer alıyordu.
Kardeşlik, kilise tarafından dayatılan batıl dini inançların,
insanlığın en büyük düşmanı olduğuna inanıyordu. Din, asılsız
efsaneleri mutlak doğru diye göstermeye devam ederse, bilimsel
gelişimin duracağından ve insanlığın anlamsız cihatların
yapıldığı cahil bir geleceğe sürükleneceğinden korkuyorlardı. İlluminati
Avrupa’da gücünü arttırdı ve gözünü Amerika’ya dikti. Orası
liderlerinin pek çoğunun Mason-George Washington, Ben
Franklin-olduğu, dürüst ve Masonların
İlluminati ’nin barınağı olduğunun farkında olmayan
Tanrı’dan korkan kişiler olduğu yeni bir hükümetti.
İlluminati içlerine sızarak,
durumdan faydalandı ve bankaların, üniversitelerin ve nihai
hedeflerine maddi imkan sunacak sanayicilerin kurulmasına
yardımcı oldu. Birleşmiş tek bir dünya
devleti kurulacaktı, bir çeşit laik Yeni Dünya Düzeni
Yeni Dünya Düzeni, bilimsel
aydınlanma üstüne kurulacaktı. Buna Lusifer
Doktrini dediler. Kilise,
Lusifer kelimesinin
Şeytan’a atıfta bulunduğunu iddia etti ama kardeşlik,
kelimenin Latince deki gerçek
anlamında kullanıldığı konusunda ısrarcı oldu, yani
ışık taşıyan.
Ya da Aydınlatıcı (Illuminator)
Langdon
sözlerini bitirdiğinde kendini yorgun hissetti. Kohler büyük bir dikkatle onu
dinliyordu. İşlenen cinayetin
İlluminati ’ye bağlanamayacağını sözlerine ekleyen
Langdon “Semboller” dedi.
“Hiçbir surette, onları ilk
meydana getirenlerin varlığını doğrulamaz.”
İlluminati
gibi organize felsefeler varlığını yitirdiğinde, geride
sembolleri kalır… Ve diğer gruplar bu sembolleri
kullanabilirler. Buna
aktarım denir. Simge bilimde
çok sık rastlanır. Naziler gamalı haçı Hindulardan almıştı,
Hıristiyanlar haç şeklini
Mısırlılardan alıp benimsediler.
Komplo meraklıları işlerini sürdürüyorlar. Modern pop kültürde
süregelen komplo teoriler çok bol. Medya kıyametle ilgili
manşetlerin peşinden koşuyor. Kendilerini
‘mezhep uzmanı’ ilan
eden kişilerse, İlluminati ’nin
hala yaşadığı ve Yeni Dünya Düzeni kurduğuna dair uydurma
hikayelerle Milenyum
dolandırıcılığından kazanç sağlıyordu. Kısa süre önce New York
Times, Masonlarla garip bağları olan sayısız
ünlü ismin listesini vermişti:
Arthur Conan
Doyle, Kent Dükü,
Peter Sellers,
İrving Berlin, Prens
Philip, Lous
Armstrong ve günümüzün tanınmış sanayicileriyle bankacıları.
İlluminati
Hıristiyanlığın sona erdirilmesi
gerektiğine inanmış olabilir ama güçlerini siyasi ve mali
araçlarla kazanmışlardı, terörist etkinliklerle değil. Bunun
dışında, düşman gördükleri kişilere karşı katı ahlak kuralları
vardı. Bilim adamlarına büyük saygı duyarlardı. Leonardo Vetra gibi meslektaşları bir bilim
adamını öldürmüş olmalarına imkan yok. Langdon
açıklamalarını bitirdikten sonra Vetra ’nın ofisine gittiler. Kitap desteklerinden birine
şu sözler oyulmuştu. "GERÇEK BİLİM, HER KAPININ ARDINDA
BEKLEYEN TANRI’YI KEŞFEDER"
PAPA XII.PIUS
Öldürülen
Leonardo Vetra aslında bir Katolik papazıydı. Hem bilim hem din
adamıydı. Tarihte böyle örnekler var. Fiziği Tanrı’nın doğa
yasası’ olarak kabul ederdi. Etrafımızı saran doğal düzende
Tanrı’nın el yazısını görmenin
mümkün olduğunu iddia ederdi. Bilim sayesinde şüphe duyan
topluluklara Tanrı’nın varlığını kanıtlamayı ümit ediyordu.
Kendisini bir ilahiyatçı-fizikçi olarak görürdü. Zerrecik
fiziği alanında son zamanlarda şok edici buluşlar
yapıldı… anlam bakımından hayli ruhani buluşlar. Ruhanilik ve fizik!
Leonardo Vetra zerrecik fiziğinde en uç
noktaya ulaşmıştı. Bilimle dini kaynaştırmaya başlıyordu… Hiç
beklenmedik şekillerde birbirini tamamladıklarını
gösterecekti. Bu sahaya “YENİ
FİZİK” diyordu. Tanrı,
Mucizeler ve Yeni Fizik adını taşıyan bir kitap
da yazmıştı. Kohler Leonardo
Vetra ile ilgili açıklamalarına
devam etti: “Bu saha küçük, ancak bazı eski sorulara yeni
cevaplar getiriyor, evrenin kökeni ve hepimizi bağlayan
güçlerle ilgili sorular. Leonardo araştırmasının milyonları
daha ruhani bir hayata yönlendirme potansiyeline sahip
olduğuna inanıyordu. Geçen sene,hepimizi birleştiren bir
enerji kuvvetinin varlığını kanıtladı. Hepimizin fiziksel
açıdan birbirine bağlı olduğunu gösterdi…Yani sizin
vücudunuzdaki moleküllerin benimkiyle iç içe
olduğunu…Hepimizin içinde tek bir kuvvetin hareket
ettiğini…Kesin kanıt. Scientific
American dergisinin
son sayısındaki bir makalede Yeni
Fiziğin Tanrı’ya giden, dinden emin bir yol
olduğu anlatıldı.Vetra’nın bilim
dünyasında pek çok düşmanı vardı. Saf bilime inananlar onu
küçümsüyordu.CERN’de bile… Dini
ilkeleri destelemek için analitik fizikten faydalanmanın
bilime ihanet olduğunu düşünüyorlardı.”
Katil Vetra’nın gözünü oymak suretiyle
çalmıştı. Bunun nedeni daha sonra anlaşılacaktı. Vetra’nın
evlat edindiği kızı Vittoria
Vetra, aylar boyunca tehlikeli
ekolojik sistemler üzerinde çalışan, sıkı bir
vejetaryen ve
CERN’in Hatha Yoga
gurusu olan güçlü bir kadındı. Hep
birlikte Dr. Vetra’nın
yeraltındaki laboratuarına indiler. Orada
Vetra’nın yaptığı “Geniş Hadron
Çarpıştırıcısı” yani
“Zerrecik Hızlandırıcısı” vardı.
Bilim
adamları tüpün içinde zıt yönlerde iki zerreciği hızlandırıp
çarpıştırarak, zerrecikleri yapıcı parçalarına
ayrıştırabildiklerini ve doğanın en temel öğelerini
görebiliyorlardı. Zerrecik hızlandırıcıları bilimin geleceği
açısından büyük önem taşıyordu. Zerrecikleri çarpıştırmak,
evrenin yapı taşlarını anlamakta anahtar rol oynuyordu.
Zerrecikleri çarpıştıran bu dairesel tüp Langdon’un çok ilgisini çekti. Yeraltında bir tünele
indiler. Tır kamyonunun geçebileceği
genişlikte, pürüzsüz beton bir
tünel… Langdon aygıtı görünce
hayal kırıklığına
uğradı. Aygıt yaklaşık bir metre çapındaydı ve karanlıkta
kaybolana kadar tünel boyunca yatay olarak dümdüz uzanıyordu.
Personel, hızlandırıcının bir daire olduğunu anlattı. Düz
görünmesi görsel bir yanılgıydı. Tünelin çevresi o kadar geniş
ki, eğriliği fark edilemiyor.. Aynı dünya gibi.
Tünel yirmi yedi km. uzunluğundaydı. Ve mükemmel bir çember
oluşturuyordu, Fransa’ya kadar uzanıp sonra tekrar bu noktaya
geri dönüyordu. Tam hıza ulaşan zerrecikler çarpışmadan önce
tüpün içinde saniyede on bin defadan fazla dönüyorlardı.
Cern’dekiler gerçeği bulmak için değil tünel kazmak, dağları
yerinden oynatmak gerektiğine inanıyorlardı. Vetra’nın
laboratuarının duvarlarında bir düzine, gelişigüzel çizgilerle
spirallerin karmaşık negatiflerine benzeyen resimler asılıydı.
Vittoria açıkladı; “ Dağınık
şemalar. Karmaşa içinde neredeyse görünmeyen belli belirsiz
bir şekli işaret etti. Zerrecik çarpışmalarının bilgisayar
görüntüleri. Z zerreciği adı verilen bir zerrecik saf enerji
ve hiç kütlesi yok. Doğadaki en küçük yapıtaşı olması
muhtemel. Madde sıkıştırılmış enerjiden başka bir şey
değildir. Madde ve enerji Zen öğretilerindeki bütünlüğü
anımsatıyor.” babasının deneyimini
anlatmaya devam etti.
Bilimle dini
bir araya getirmek babamın hayattaki en büyük hayaliydi.
Bilimle
dinin birbirini tamamlayan
iki saha olduğunu kanıtlamayı umut ediyordu, aynı gerçeği
bulmak için iki farklı yaklaşım düşündü. Yaradılışla
ilgiliydi. Evrenin nasıl olduğu üzerine verilen savaş… Elbette
İncil, evreni Tanrı’nın yarattığını söyler. Tanrı Işık olsun
dedi ve gördüğümüz her şey bir anda yoktan var oldu. Ne yazık
ki, fiziğin en temel yasalarından biri, maddenin yoktan var
olmayacağını söyler. Tanrı’nın ‘hiçbir şeyden bir şey’
yarattığı fikri, modern fiziğin kabul edilen kurallarına
aykırı.
Bu yüzden bilim adamları Başlangıç’ın bilimsel açıdan
saçma olduğunu iddia ediyorlar. Büyük
Patlama, evrenin yaratılmasında kabul edilen tek bilimsel
model. Teoriye göre, enerjinin yoğunlaştığı tek bir nokta
müthiş bir patlamayla dışa doğru yayılarak evreni oluşturdu.
Katolik Kilisesi ilk olarak 1927’de Büyük Patlama Teorisini
ileri sürdüğünde, Katolik bir keşiş olan Georges Lemaitre tarafından
ortaya konmuş bir teoriydi. İki yıl sonra da
Harvardlı bir astronom olan
Edwin Hubble, ‘Büyük Patlama’
ile ilgili bildirisini yayınladı.Hubble adı teleskopuyla da
ünlüdür.
Lemaitre
Büyük Patlama Teorisi ’ni ilk ileri sürdüğünde bilim adamları
bunun son derece saçma olduğunu iddia ettiler. Bilim maddenin
hiçbir şeyden var olamayacağını söylüyordu. Bu yüzden Hubble,
Büyük Patlama’nın bilimsel açıdan doğru olduğunu ispatlayarak
tüm dünyayı şoka uğrattığında, kilise bunu İncil’in bilimsel
açıdan doğruluğunu ispatlayan müjde kabul ederek zaferini ilan
etti. İlahi gerçek doğrulanmıştı. Elbette bilim adamları
buluşlarının dini yüceltmek için kilise tarafından
kullanılmasını pek haz etmediler, bu yüzden Büyük Patlama
Teorisini derhal matematikleştirerek, tüm dini imaları
çıkarttılar ve kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Ama ne
yazık ki, onların denklemleri, bugün bile kilisenin
vurgulamaktan hoşlandığı ciddi hatalar içeriyordu. Bugün bile
bilim yaradılışın ilk zamanını anlayamıyor. Denklemlerimiz
zamansız evreni
etkin biçimde açıklayabiliyor, ama işin içine zaman girince,
sıfır zamanına yaklaştıkça, birden tüm matematiksel hesaplar
bozuluyor ve her şey anlamsızlaşıyor. Özet şu ki, babam her
zaman için Büyük Patlama’ya Tanrı’nın
müdahale ettiğine inanmıştı. Bilim yaradılışın ilahi
zamanını anlayamasa da, babam bir gün anlaşılacağına
inanıyordu. Her şüphe duyduğumda bana şu mesajı okurdu:
"BİLİMLE DİN BİRBİRİNE ZIT DEĞİLDİR SADECE BİLİM, ANLAMAK İÇİN
HENÜZ ÇOK GENÇ "
Büyük
Patlama’yı daha küçük boyutlarda yaptı. İşlem son derece
basitti. Hızlandırıcı tüpün içinde zıt yönlerdeki iki
ultra-ince zerrecik huzmesini
hızlandırdı. Huzmeler muazzam hızlarda kafa kafaya çarpıştılar
ve birbirlerinin içine girerek tüm enerjilerini tek bir
noktada
sıkıştırdılar. Madde Hiçbir şeyden oluşmaya başladı. Atomdan
küçük zerreciklerin muhteşem havai fişek gösterisi gibiydi.
Minyatür bir evren doğuyordu. Sadece maddenin hiçbir şeyden
yaratılabileceğini ispat etmekle kalmadı, aynı zamanda Büyük
patlama’nın ve Başlangıç’ın muazzam bir enerji kaynağının
varlığını kabul ederek açıklanabileceğini
gösterdi.
Evrende iki tür madde bulunur. Bilimsel bir gerçek.
Tanrı her şeyi zıddıyla beraber yarattı. Simetri. Mükemmel
Denge. Bilim Dinle aynı şeyi söylüyor.
Büyük patlama
evrendeki her şeyi zıddıyla meydana getirdi. Bu laboratuarda
da, dünyadaki ilk karşı madde
örnekleri var. Bilim adamları 1918’den beri
Büyük Patlama’da iki çeşit madde yaratıldığını biliyorlardı.
Madde türlerinden birini burada dünyada görüyoruz, kayaları,
ağaçları, insanları meydana getiriyor. Diğeri tam tersi
zerrecik yüklerinin zıt olması haricinde madde ile tüm
açılardan aynı. Yaratılan karşı madde örnekleri kutuya
değmiyor. Karşı madde asılı
duruyor. Kutulara ‘karşı madde
tutucuları’ deniyor çünkü gerçekten de
karşı maddeyi kutunun merkezinde sıkıştırıp, yanlardan
ve tabandan güvenli bir mesafede uzak tutarak asılı
bırakıyor.
Vittoria’nın bu açıklamalarından
çok etkilenmişti. O icat edilen
alete bakmak istedi, gördükleri çok etkileyiciydi. Nesne,
beklediği gibi kutunun dibinde değildi, bunun yerine merkezde
süzülüyordu-havada asılı kalmıştı-parlak bir cıva benzeri sıvı
damlacığı görüyordu. Sihirli gibi havada sallanıp duran sıvı,
boşlukta geziniyordu. Damlacığın yüzeyinde metalik
dalgalanmalar oluşuyordu. Havada asılı duran sıvı
Langdon’a, bir zamanlar sıfır
yerçekimindeki su damlasına ait seyrettiği videoyu
hatırlatmıştı. Damlacığın mikroskobik boyutlarda olduğunu
bildiği halde, küçük plazma küresi yavaşça salınırken her
dalgalanmayı ve her titreşimi görebiliyordu.
Karşı madde adeta yüzüyordu. Vittoria
açıklamalarına devam etti.
Karşı madde
son derece kararsızdır. Enerji bakımından
karşı madde maddenin ayna görüntüsüdür, bu yüzden ikisi
temasa geçtiğinde anında
birbirlerini yok ederler. Elbette karşı
maddeyi maddeden ayrı tutmak zor çünkü dünyadaki her
şey maddeden yapılmıştır. Örneklerin herhangi bir şeye
dokunmadan saklanmaları gerekir…
havaya bile. Eğer
karşı maddeyle madde temas ederse,
her ikisi de aynı anda yok olur. Fizikçiler bu işleme ‘imha’
diyorlar. Doğanın en basit tepkisidir. Bir madde zerresiyle
karşı madde zerresi iki yeni
zerrecik ortaya çıkarmak için birleşirler, bunlara foton
denir. Foton, ufak bir ışık kümesidir.
Karşı madde
saf enerjiyi serbest bırakır. Kütle fotonlarının yüzde yüz
dönüşümü. Bu yüzden doğrudan örneğe
bakmamak gerekir. Vittoria
düğmeye bastı. O
anda Langdon’un gözleri karardı.
Kutunun içinde bir ışık noktası parlayarak, her yöne yayılan
bir şok dalgasıyla dışa doğru patladı ve önündeki cama muazzam
bir güçle püskürdü. Patlama odayı sarsarken geriye doğru
sendeledi. Işık bir süre kör edici şekilde parladıktan sonra
içe doğru çekildi, kendine doğru küçüldü ve minik bir noktaya
dönüşerek yol oldu. Langdon
görüşünü yavaşça düzeltmek için acıyla gözlerini kırpıştırdı.
Yerdeki kutu tamamıyla yok olmuştu. Buhar olup uçmuştu. Geriye
hiçbir iz kalmamıştı. Şaşkınlık içinde bakakaldı.
‘T…Tanrım.”
Vittoria
kederle başını salladı. “Babam da aynen böyle söylemişti.”
Romanın bundan sonraki bölümlerinde kutunun çalınışı var. Katil Vetra’nın gözünü çıkarıp, göz taramasıyla girilen en gizli bölüme girerek, anti madde kutusunu çalar. Serüvenin bu en hızlı ve akıcı bölümünde müthiş bir takip var. Vatikan Şehri’ni yıkmak için harekete geçen İlluminati, örgüt üyesi haşhaşın adlı katil aracılığıyla, Papalık seçimi sırasında dört kardinali kaçırarak, her birini ayrı yerlerde ama İlluminati simge bilimine göre önceden hesaplanmış özel alanlarda öldürür. Langdon cinayetleri engellemek için İlluminati ’nin bazı gizli şifrelerini çözmeye çalışır ve her ikisinin de yaşamı tehlikeye girer. Ayrıca belli bir süre vardır ve bu sürede şehri imha için kullanılacak kutunun nereye yerleştirildiğini bulmak ve onu yok etmek gerekmektedir. Nefes kesici olaylardan sonra Vittoria ve Langdon tüm bunları organize eden İlluminati ’nin başındaki kişinin kim olduğunu anladıklarında şaşkınlıktan şoka girerler. Kitabı okuyacaklar için sona ait tadı bozmayalım ve sonu okuyuculara onlara bırakalım… Sadece kardinaller öldürüldükten sonra Sistine Şapeli’nde, en eski rahiplerden Camerlengo’nun bir önceki Papa’nın da İlluminati tarafından öldürüldüğünü anladıktan sonra BBC muhabirleri aracılığıyla canlı yayında tüm dünyaya ilettiği mesaj oldukça dikkat çekici:
Camerlengo
bir adım öne çıktı. Sert bir ses tonuyla,
‘İlluminati’ye
sesleniyorum” dedi
“Savaşı kazandınız”. Zaferiniz
kaçınılmazdı. Daha önce, hiç şu anda olduğu kadar aşikar
olmamıştı. Yeni tanrı bilimdir.
Tıp, elektronik haberleşme, uzay yolculuğu, genetik
mühendislik artık çocuklarımıza anlattığımız mucizeler bunlar.
Bilimin bize cevap vereceğini kanıtlayan mucizeler
bunlar. Bilim hastalıkların ve ağır işlerin
yükünü hafifletmiş, çevremiz ve rahatımız için yararlı aletler
üretmiş olabilir, ama bize gizemsiz bir dünya bıraktı. Gün
batımlarımızdan artık dalga boyları ve frekanslarla
bahsediliyor. Evrenin karmaşası matematiksel denklemlere
indirgendi. Hatta insan olmanın kıymeti bile ucuzlatıldı.
Bilim, Dünya Gezegeni ile onun üstünde yaşayanların, evrensel
boyutta önemsiz noktacıklar olduğunu söylüyor. Kozmik bir
kaza. Bizi birleştirmeyi vaat eden teknoloji bile bizi
birbirimizden ayırıyor. Artık her
birimiz tüm dünyayla elektronik bağlantı içindeyiz, ama
aslında son derece yalnızız. Vahşet, ihtilaf, ayrılık ve
ihanet bombardımanına tutulduk. Şüphecilik fazilet oldu.
Alaycılık ve kanıt talebi, aydınlanmış düşünce diye kabul
ediliyor. İnsanlığın artık tarihteki herhangi bir dönemden çok
daha fazla buhrana sürüklenmesine ve hayal kırıklığına
uğramasına şaşmamak gerek.
Bilim katlanarak gelişiyor. Bir virüs gibi kendi
kendini besliyor. Her keşif, yeni keşiflere kapı açıyor.
İnsanlığın tekerlekten arabaya geçmesi
binlerce yıl almıştı. Ama arabadan uzaya geçiş arasında on
yıllar var. UFO’lar görüyoruz,
bağlantılar kuruyoruz, ruh çağırıyoruz, beden dışı deneyimler
yaşıyoruz, geçmiş hayatlarımızı sorguluyoruz… Tüm bu tuhaf
fikirleri bilimsel bir kalıba uyguluyorlar ama hepsi de
düpedüz mantıksızlık.
Yalnız, azap çeken, kendi
aydınlanmasının ve teknolojiden bağımsız herhangi bir şeyin
olabilirliğini kabul edemeyişinin esiri olmuş ruhların çaresiz
yakarışları. Bilim bizi
kurtaracak diyorsunuz. Ben, bilim bizi mahvetti diyorum.
Bizler
yok olma yolunda ilerleyen… Kopuk ümitsiz türleriz.
Kim bu
bilim tanrısı? İnsanların, nasıl kullanılacağını açıklayacak
ahlaka sahip olmadan, güç teklif eden Tanrı kim? Nasıl bir
Tanrı çocuğa ateş verip tehlikeleri hakkında onu uyarmaz?
Bilim dilinde iyi ya da kötü diye
yön göstericiler yok. Bilim
kitapları bize nükleer reaksiyonun nasıl oluşturulacağını
anlatıyor ama hiçbir bölümde iyi ya
kötü olduğunu sormuyor. Tanrı’nın var olduğuna dair kanıt
göster diyorsunuz. Cennete bakmak için teleskoplarınızı
kullanın ve nasıl olmadığını söyleyin. Tanrı’nın neye
benzediğini soruyorsunuz. Ben bu sorunun nerden geldiğini
soruyorum. Cevaplar birbirinin aynı ve tek bir cevap var.
Bilimde Tanrı’yı görmüyor musunuz? Nasıl oldu da onu
atladınız? Yerçekimindeki ya da
atom ağırlığındaki en ufak bir değişikliğin, evreni
gökcisimleriyle dolu bir deniz yerine, içinde hayat olmayan
bir sise çevireceğini iddia ettiğiniz halde, nasıl oluyor da
bu işin içinde onun eli olduğunu anlamıyorsunuz? Milyarlarca
kağıt arasından doğru kartı çektiğimize inanmak gerçekten de
o kadar kolay mı? Bizden daha büyük bir güç yerine,
matematiksel imkansızlıklara inanacak kadar inancımızı
tükettik mi? Tanrı’ya
ister inanın, ister inanmayın. Ama şuna inanmalısınız. Bizden
daha büyük bir gücün varlığına olan güvenimizi kaybettiğimiz
anda, sorumluluk duygumuzu yitiririz. İnanç… Tüm
inançlar… Anlayamadığımız bir şey olduğunu nasihat eder,
sorumlu olduğumuz bir şeyin… İnanç sayesinde, birbirimize,
kendimize ve daha büyük bir gerçekliğe karşı sorumluluk
duyarız.
BİLİM
VE DİN KAÇINILMAZ ŞEKİLDE BİRLEŞİYOR
Bilimle din arasında Dan Brown’un romanında da okuduğumuz gibi
beş yüz yıldır süren kavga bitmek
üzere… Bilim ruhsallaşıyor. Zerrecik fiziği en temele indiğinde
sadece enerjiye rastlıyor. Hepimizi sarıp sarmalayan ve bizi
özde birbirimize eşit kılan asli enerji, araştırmalar
derinleştikçe kaçınılmaz olarak yeni bir birleşme alanı
sunacak bu mavi gezegene ve ne de iyi olacak... 2007 yılında
Cern’de yapılacak olan Büyük
Patlama’yla ilgili deney tüm dünyaya bilimin gücünü
kanıtladığı gibi aslında ruhsallığın bilimden asla
ayrılamayacağını da göstermiş
oluyor. Basit bir rastlantıymış
gibi gözüken Cern’deki
gelişmelerle, romanın konusunun aynı olması bir
eşzamanlılıktan başka bir şey değil. Yani anlamlı bir tesadüf…
Dan Brown’un kitaplarının tüm
dünya liste başı olmasının nedeni de satır aralarında bize
yeni bir bilgiyi, yeni bir bakış açısını sunması… Gerçekleri
duymaya öyle susadık ki… Ona rastladığımız her yerde dört elle
sarılıyoruz. Ve bu konuda da çok haklıyız… Yeni Fizik
kavramının daha iyi anlaşılması için
Astro Set olarak sizlere
‘Metafor’ u
hazırlıyoruz. Metafor’da yeni fiziğin günlük yaşama
yansımalarını gözlemleyebilirsiniz. Yeni Fizik sandığımız gibi
bizden uzakta değil, aksine mikro düzeyde
taa içimizde ve birbirimizi de etkilememize,
değiştirmemize neden oluyor. Bu yeni bakış açısının rahat
algılanması için biraz felsefe ve tarih boyunca dünyayı
etkilemiş ruhsal öğretileri de kısaca bilmemizde yarar var.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz soruları; genişleyen bir
zihin hali içinde çok rahat günlük yaşamın bir parçası gibi
algılanacaktır.
Aslında doğrusunu
söylemek gerekirse, anlayışın hızlanması ve Bireysel Gelişim
için en emin yol, kurs ya da
seminerlere katılarak, grup içinde anlamaktır ama ilk
basamak açısından da, bu içsel çalışmaların ne kadar gerekli olduğunun anlaşılması
için web sayfasından okuma yoluyla iletişim kurulabilir. Daha
sonra bu iletişim biçiminin yeterli olmadığını sizlerde fark
edecek ve hissedeceksiniz… Canlı sorulara
web'de yanıt verilemiyor maalesef ve anlayışı
hızlandıracak pek çok ip ucu elimizden kaçıp gidiyor… Yazıları
okurken kim bilir kaç kez
zihninizde bir aydınlanma, parlama oldu, bir şeyler
hissettiniz; iki dakika sonra çalan telefon, odaya giren biri,
sizi çağıran çocuk ya da ebeveyn
kafanızı karıştırdı. Bu tip çalışmaların da kendine has bir
konsantrasyonu vardır. Ve görülmeyen düzeyde de bilgi
tanecikleri birbirimiz arasında ancak bu konsantrasyon
aracılığıyla gidip gelir… fark etmeden birbirimizin eksiğini
tamamlarız. Nasıl mı? Metafor
sayfasına müracaat edin, yakında birbirinden ilginç yazılarla
karşılaşacaksınız.
astroset.com
Benim nazariyem şudur ki, insanlar kainatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır.
Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler. Bilhassa bizim gibi üst üste inkılaplar yapmış, türlü zümreleri ve nesilleri geride bırakarak, dolu dizgin ilerlemiş bir cemiyette bu sonuncusuna, yani az çok siyasi şekline rastlamak gayet tabiidir. Bu siyasi akideler ise çok defa şu veya bu sebeple gizlenen şeylerdir. Hiç kimse ortada o kadar kanun müeyyidesi varken elbette durduğu yerde, “benim düşüncem şudur” diye bağırmaz. Yahut gizli bir yerde bağırır. İşte bu gizlenmelerin, mizaç ve inanç ayrılıklarının kendilerini bilhassa gösterdikleri yer saatlerimizdir.
Sahibinin en mahrem dostu olan, bileğinde nabzının atışına arkadaşlık eden, göğsünün üstünde bütün heyecanlarını paylaşan, hulasa onun hararetiyle ısınan ve onu uzviyetinde benimseyen, yahut masasının üstünde, gün dediğimiz zaman bütünü onunla beraber bütün olup bittisiyle yaşayan saat, ister istemez sahibine temessül eder, onun gibi yaşamaya ve düşünmeye alışır.
Fazla teferruata girmeden şurasını da işaret edeyim ki, saat kadar derin olmasa bile bu benimseme ve uyma keyfiyeti bütün eşyamızda vardır. Eski şapkalarımız, ayakkabılarımız, elbiselerimiz gün geçtikçe bizden bir parça olmazlar mı? Onları sık sık değiştirmek istemeyişimiz de bu yüzden değil midir? Yeni bir elbise giyen adam az çok benliğinin dışına çıkmışa benzer: Kendinden uzaklaşmak, ona bir değişikliğin arasından bakmak ihtiyacı, yahut “ben artık bir başkasıyım!”diyebilmek saadeti.”
Fakirlik, içimizde etrafımızda ahenk bulunmak şartıyla –ve şüphesiz muayyen bir derecesinde- zannedildiği kadar korkunç ve tahammülsüz bir şey değildir. Onun da kendine göre imtiyazları vardır. Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.
Bu kelimeyi bugün sadece siyasi manasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman manasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve tek bir insan onunla karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak suretle aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği halde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını haline giren o büyülü hazinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.
Nihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur. Hürriyet aşkı, -haydi Halit Ayarcı’nın sevdiği kelime ile söyleyim, nasıl olsa beni artık ayıplamaz, kendine ait bir lugatı kullandığım için benimle alay edemez! -bir nevi snobizmden başka bir şey değildir. Hakikaten muhtaç olsaydık, hakikaten sevseydik, o sık gelişlerinden birinde adamakıllı yakalar, bir daha gözümüzün önünden, dizimizin dibinden ayırmazdık. Ne gezer? Daha geldiğinin ertesi günü ortada yoktur. Ve işin garibi biz de yokluğuna pek çabuk alışıyoruz. Kıraat kitaplarında birkaç manzume,resmi nutuklarda adının anılması kafi geliyor.
Hayır, benim çocukluğumun hürriyeti, hiç de bu cinsten bir hürriyet değildir. Evvela, burası zanımca en mühimidir, onu bana hiç kimse vermedi. Bu sızdırılmış altın külçesini birdenbire kendi içimde buldum. Tıpkı ağaçta kuş sesi, suda aydınlık gibi. Ve bir defa için buldum. Bulduğum günden beri de küçücük hayatım, fakir evimiz, etrafımızdaki insanlar, her şey değişti. Vakıa sonraları ben de onu kaybettim. Fakat ne olursa olsun bana temin ettiği şeyler hayatımın en büyük hazinesi oldular. Ne dünkü sefaletim, ne bugünkü refahım, hiçbir şey onun mucizesiyle doldurduğu seneleri benden bir daha alamadılar. O bana hiçbir şeye sahip olmadan, hiçbir şeye aldırmadan yaşamayı öğretti.
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!
Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan “ne olacağım?” sualini geciktirir. Bırakın ki vaktinde yetişir, sonuna kadar sabreder, aktarmaları tam zamanında yaparsanız, içindekini behemehal bir yere götüren trenlere benzer. Ben bu trenden vaktinden çok evvel adeta çölün ortasında inmiştim.
İnsanların saadet anlayışları da gariptir. Kitaplara bakarsanız, kendilerini dinlerseniz, insanoğlunun esas vasfı akıldır. Onun sayesinde diğer insanlardan ayrılır. Beylik sözüyle hayata hükmeder. Fakat kendi hayatlarına teker teker bakarsanız bu yapıcı unsurun zerre kadar müdahalesini göremezsiniz.
Artık bütün mukavemetim kırılmıştı. Nerdeyse yalnız ona bakacak, ona şaşıracaktım. Nasıl muhakeme esnasında günlerce herkese şaşırdımsa, “Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorlar!” diye hayret ettimse… Galiba bizi benzerlerimizin karşısında her gün birkaç defa çıldırmaktan bu hayret kurtarır.
Bana kalırsa bu çalışma hayatına tam intibak etmemekten gelen bir şeydir, demişti. Hayat, kendi şeklini yaratmazsa böyle olur. Bu kahve hakkında sizi dinlerken ben, çoğunu tanıdığım bu insanları hep bir çeşit aralıkta yaşıyorlarmış gibi düşündüm. İsterseniz onlara kapının dışında kalanlar da diyebiliriz. Muasır zamana girememiş olmanın şaşkınlığı içinde yarı ciddi, yarı şaka, tembel bir hayat! Öyle bir mazi falanla alakası olması gerek!
Hakikaten buradaki hayat, asıl kapının dışında bir hayattı. Ve onu yaşayanlar, o şekilde, yani hiç içeriye girmeyi düşünmeden, yahut da bir ayakları daima eşikte, yaşıyorlardı. Hiçbir mesele yoktu ki eninde sonunda bir kaçış, bir kurtulma vesilesi olmasın! Neden kaçarlardı, niçin kaçarlardı? Yoksa hakikaten her şeye yabancı, her şeye kayıtsız mıydılar? Hayır, burada her şey biraz afyon, biraz uyku ilacıydı.
Her devrin ve yaşayışın kendisine göre bir insan tasarrufu vardır ki, bütün bir zihniyeti ve inkarı güç realiteleri ifade eder. Şoför kelimesi şüphesiz bunların en medenisi, en latifi, en iyisi ve en cemiyetlisidir. İki dudağın arasında bir öpüş taklidine benzeyen ve ilk hecede havada bıraktığını ikinci hecede adeta geriye alan bu kelimenin Türkçe’nin en mühim kazançlarından biri olduğuna bilmem dikkat ettiniz mi? Hangi şivede söylenirse söylensin o daima manalıdır.
Fakat hayır, bütün bunları yapabilmek, kendini alışkanlıklarının dışında denemek için başka türlü adam olmak lazımdı. Koşmak, kımıldamak, atılmak, istemek, isteyişinde devam etmek lazımdı. Bütün bunlar benim için değildi. Ben biçare gölge idim. Yanımdan biraz sürtünerek geçen her adamın peşine takılan, ondan ayrılır ayrılmaz, iki kedi yavrusu gibi birbirine sokulan, birbirinin kucağında gülen, ağlayan, bilhassa ağlayan iki çocukla çapaçul, biçare bir gölge… Gül! dedikleri yerde gülen, ağla veya konuş dedikleri yerde konuşan, ağlayan, enteresan buldukları zaman enteresan olan, yüzüne bakmadıkları gün mevcut olmayan biçarenin biri.
Bunları hatırlar hatırlamaz, oraya, kahveye, az çok benden başka türlü yaşayanların, kendilerini hiç olmazsa benim gibi göz hapsinde tutmayan insanların arasına gidiyordum. Onların yanında benim de bir hayatım oluyor, onlarla beraber düşünüyor, onlarla beraber yaşıyordum.
İnsan talihi bu idi. Hiç kimse yıldız olarak kalamıyordu. Muhakkak hayalimizdeki yerinden inecek, herkese benzeyecekti.
Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde. Fakat daima ödersiniz… Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.
Bütün ve halis şahsiyet her şeyden evvel kendisiyle yetinmeyi icap ettirir.
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat aynı iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve manasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
İnsanın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini kavramazsak, yani açık ve üzerinde ittifak edilmiş bir insan gerçeği inancına sahip olmazsak, kültürü, eğitimi, öğretimi, ahlakı ve toplumsal ilişkileri düzeltme çabalarımızın tamamı abestir, beyhudedir.
Zenginler savaş çıkardığında ölen fakirlerdir.
Yalnızlık; düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpıp tekrar içeride kalmasıdır.
Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.
'Sen bana gereklisin” diyordu, “diğerleri yalnızca bir tesadüf.”
Ne kadar az bilirseniz o kadar şiddetle savunursunuz.
Belki de özgürlük denilen şey insanın kendi içine kapanışıdır. Yalnızlıktır.
İnsan olmanın ilk koşulu, bir şiddet eylemine katılmayı dolaylı ya da dolaysız reddetmektir.
İntihar bir kaçış değil, reddediştir.
Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba çünkü insan kendi bilincine mahkumdur.
Nesnelerin bir ters yüzü vardı. İnsan aklını kaçırdığı zaman bunu görürdü.
Var olmak susamadan içmek gibi bir şeydir.
Hayatta yapılacak o kadar çok hata var ki, aynı hatayı yapmakta ısrar etmenin anlamı yok.
Savaşta ölen bir tek çocuk karşısında, benim bütün kitaplarımın ne değeri var?
Bir adam bir nehrin öteki tarafında yaşıyor ve onun lideri, benim liderimle kavga etti diye, biz aramızda kavga etmediğimiz halde, kalkıp birbirimizi öldürmeye kalkışmamızdan daha aptalca bir şey olabilir mi?
Eğer herkes dost sandığı kimselerin bir de kendi arkasından söylemiş olduklarını duysaydı, dünyada pek az dost kalırdı.
Dünyevi şeylerin sevilmeleri için bilinmeleri gerekir. İlahi şeylerin bilinmeleri için sevilmeleri gerekir.
Menfaatler, gözü en tatlı şekilde kör eden araçlardır.
İnsanların tüm mutsuzluğu tek bir şeyden kaynaklanır: Bir odada, dinginlik içinde oturmayı bilmemek.
Bana filozofların değil, peygamberlerin haber verdiği Allah gerek.
Tanrıya inansan iyi olur, çünkü eğer haklıysan ebedi mutluluk seni bekliyor; ancak hatalıysan zaten bir şey farketmeyecek. Diğer taraftan eğer Tanrının var olmadığına inanıyorsan ve hatalıysan o zaman ebedi azap seni bekliyor, ancak haklıysan zaten bir şey farketmeyecek.
Hiçbir şeyi kendisi kadar sevmeyen insan, sevdiği varlıkla, kendi kendisiyle başbaşa kalmaktan çok hiçbir şeyden korkmaz. Her şeyi kendi için arar, ama en çok kendinden kaçar. Kendini bulmak istemez. Çünkü kendini iyice görebildiği zaman, istediği gibi olmadığını anlar, içinde müthiş bir zavallılık, hiçbir zaman dolduramayacağı uçurumlar, boşluklar bulur.
Halimiz gerçekten mutluluk verici olsaydı, kendimizi onun hakkında düşünmekten alıkoyma gereği duymazdık.
Görmek isteyenler için yeterince ışık, istemeyenler için yeterince karanlık vardır.
Eğer herkes dost sandığı kimselerin bir de kendi arkasından söylemiş olduklarını duysaydı, dünyada pek az dost kalırdı.
İyilikler iade edilebilme sınırı içinde kaldıkça hoşa gider, bu sınırı aşınca şükranın yerini nefret alır.
Bir yapıt oluştururken en son bulduğumuz şey, en başa neyin konulması gerektiğidir.
Şöhret o kadar tatlıdır ki, onunla ilgili olması kaydıyla, herşeyi severiz ölümü bile.
Her seçim bir vazgeçiştir.
Yasama güçsüzleşince, ahlak dejenere olur.
Kendileri hiç de hayranlık uyandırmayan şeylerin benzerlerini sunup yönetimin ilgisini çeken resim sanatı ne büyük bir kendini beğenmişlik.
Yararlı olmak ve bir başkasına yanıldığını göstermek istediğimizde, o kişinin söz konusu şeyi hangi açıdan ele aldığını gözlemlememiz gerekir, çünkü genelde bu şey o açıdan bakıldığında doğrudur. Bu gerçeği kabul etmeli, ancak bunun hangi açıdan yanlış olduğunu görmesini sağlamalıyız. Karşımızdaki bundan mutluluk duyacak, çünkü yanılmamış olduğunu, tek eksikliğinin bütün açılardan görememek olduğunu anlayacaktır. Çünkü her şeyi görmemesinden ve ele aldığı açıda doğal olarak yanılabilmesinden kaynaklanır.
Halimiz gerçekten mutluluk verici olsaydı, kendimizi onun hakkında düşünmekten alıkoyma gereği duymazdık.
Kalbin mantığa sığmayan, apayrı bir mantığı vardır.
Bir adamı gördüğümüzde kitabını anımsıyorsak bu kötüye işarettir.
Bilgili insan , diplomalı olan değil , istediği her şeyi başkalarının hakkını çiğnemeden elde edebilendir..
Ölüme, yoksulluğa, bilgisizliğe çare bulamayan insanlar, mutlu olmak için bunları hiç düşünmemek gerektiğini anladılar.
Papağan, temiz de olsa gagasını siler.
Kendi çizdikleri yüzden korkan çocuklar.
Çok büyük bir ihtimalle, bir gemiye kaptan olarak, o gemide doğmuş birini seçmeyiz.
Yüreğin kendi aklı vardır, aklın hiç bilmediği.
Kalbin kendine has nedenleri vardır ki, akıl hiç bir zaman anlayamaz.
Kuvvete dayanmayan adalet aciz, adalete dayanmayan kuvvet zalimdir.
Şu zavallı çocuklar, "bu köpek benim' diyorlardı. 'orası güneşteki benim yerim.' İşte tüm dünyayı kuşatan gasbedip sahiplenme davasının nasıl başladığının en canlı timsali.
İnsanlığın bütün sorunları, kişinin tek başına bir odada sessizce oturamamasından kaynaklanır.
Bana filozofların değil, peygamberlerin haber verdiği allah gerek.
Tanrı'yı tanımak ve o'nu sevmek arasında ne çok fark vardır.
İnsanlar pek çok şeyi öğrenmişler; kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi.. Fakat çok basit bişeyi öğrenememişler insan gibi yaşamayı.
Ölümü düşünmek ne kadar tehlikesiz de olsa, ölümü hiç düşünmeden ona katlanmak daha kolaydır.
Genellikle, başkalarının bulduğu nedenlerdense kendi bulduğumuz nedenlerle daha kolay ikna oluruz.
Bana öyle geliyor ki sezar gidip dünyayı fethederek eğlenmek için fazla yaşlıydı. Bu tür bir eğlence auguste ve iskender'e uygundu: durdurulması zor, genç insanlardı onlar, ama sezar sanrım daha olgundu.
Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları yoktur: sevginin gözündeki bağ çikarılmalı ve görme gücü bundan böyle ona geri verilebilmelidir.
Düşünce gücümüz arttıkça, özgür insanların çoğaldığını görürüz. Basit insanlar, kişiler arasında bir ayrım görmezler.