💛💙
Kavgayı bir ağacın yaprağına yazmak isterdim, sonbahar gelsin yaprak kurusun diye.
Öfkeyi bir bulutun üzerine yazmak isterdim, yağmur yağsın, Bulut yok olsun diye.
Nefreti karların üzerine yazmak isterdim, güneş açsın karlar erisin diye.
Ve Dostluk ile Sevgiyi yeni doğmuş bebeklerin yüreğine yazmak isterdim, onlarla Büyüsün, dünyayı sarsın diye.
Şampanya gibi usul usul, kibar kibar, kabardı erkek.
- Ev tuttun ha?
-Bir tane sana, bir tane de bana, dedi kadın, şampanya yudumlarcasına yumuşak.
Adam şampanyalıktan çıktı. Sanki ilk tuğlayı başına yemiş. Masanın çevresinde eşindi, eşindi. Aynı köpekler gibi. Gezmeye götürüleceğini sezen köpekler gibi. Ve sevinçle, hayır kederle havladı.
- Delisin sen!
- Dönüp durma masanın çevresinde, midem bulanıyor, dedi kadın. Sanki alışmadığı, o eski aptal düşlerin şampanyasından sarhoş.
Adam bir tuğla gibi düştü ayaklarına, başına eskilerden düşen tuğla gibi.
- Ben sensiz yaşayamam.
Beklemedik anda birinin başına bir şey düşse, bu tuğla da olsa, güler insan. Hatırladı, güldü kadın; kendi başına düşen tuğlayı bir kez daha seyretti. Adam kalktı, sarı bir yüzle. Ağlıyor, aman, eski şampanya köpükleri ve kuş cıvıltıları gibi, kilisede evlenen bir çifti kutlayan bir rahip gibi, yüznumara duvarına çizilrniş ayıp resimler gibi, ağaçlara oyulmuş kalpler , sevgili adları gibi. Bütün bu görüntülerin bir yerlerinde ağlayan bir erkek vardır . Gevşeyecekti kadın.
Hangi kadın erkek gözyaşlarıyla gevşememiştir? Hangi çılgın kadın? Şaşarım. Bendimi çiğner taşarım. Hangi çılgın gevşemelere zincir vuracakmış şaşarım. Tuğladan önceki aptallıkla geviş getirecekti; görüntüyü, o bütün kadınlara aptal gözyaşı döktüren görüntüyü kaçırdı. Katı, kaskatı kaldı. Hiç şampanya içmemiş kadar katı. Bu kötü romanı, bu kötü filmi göremedi, gözleri yaşaramadı. Şimdi bir tuğlanın zamanıdır. Şimdi yeniden ölmenin. Adam kadında şampanyanın, kilisede evlenen sevgili görüntüsünün getirebileceği gevşekliği arandı. Ellerini tuttu kadının. işte şimdi bütün apartmanlar yıkılsın üstüne, belki ancak o zaman ölünebilir . Yok şu sırada aşk sahneleri oynamak, en sıradan kızların şampanyalı düşlerinde bile yok. Erkek bu sahneleri çok oynamış. Erkekler, aptal kadın seyircilerin bolluğu yüzünden pek gelişemezler. Erkek rahat, apartmanın yıkıldığını göremedi. Bir yağmur yağdı sanıyor, ateşte süt taştı; bir bardakçık, ucuz bir bardakçık kırıldı, o kadar. Kadın ellerini çekmedi falan. Şimdi konuyu el tutmaya, tutmamaya getirmek, bir cümle fazla konuşmak, taşların biraz daha öldürücü olması, yaralardan biraz daha çok kan akması, mezarların açılıp ölülerin bir kez daha yıkanması olacak. Apartmanın altında kalmak olacak. Dikine baktı adamın gözlerine.
- Yarın taşınıyoruz. Bir kamyon tuttum. Bütün eşyaları yükleriz. Sen kendi evine, ben kendi...
İşte şimdi her şey eskisi gibi. Erkek inandırıcı hıçkırıklarla ağlıyor, kadının da gözleri yaşlı. Otursalar, birbirlerine yeni bir aşk mektubu yazsalar . Sonra da gidip belediyeye çöpçü yazılsalar . Kadın silkindi. Bir şarkı mırıldandı. Bir çocuk şarkısı:
- ''Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine.''
- Ben sensiz yapamam.
- Bunu söylemiştin. Yeni bir şey de söyleme. Yeni bir şampanya patlat. Kadın kulaklarını tıkadı. Tıkamasa şampanya kulaklarından taşacak. Tavanın bir yerlerinde duvar inceden çatladı. Çatlak hızla büyüdü, büyüdü, büyüdükçe genişledi. Bir örümcek ağı gibi apartmanı sardı. Çatlaklardan şampanyalar aktı.
- Evimizin eşyalarını da yeni tamamlamıştık, dedi adam. Kadın ilk kez merakla baktı. Erkeğin gözleri çocuk gözleri gibi apaçık. Eşyalarla geziniyor . Bilyelere bakıyor . Bilyelerini sayıyor . Benim bilyelerim. Benim sarı, benim kırmızı, benim yuvarlak bilyelerim. Buna gülünür mü? Buna şefkat mi duyulur? Peki ya ne zaman gülünür? Ne zaman katılınır? Elinin tersiyle apartmana vurdu kadın. Apartman gümbürtüyle yıkıldı. Gümbürtü gömdü kahkahasını.
- Yeni tuttuğum evler bundan küçük. Eşyalar iki evi idare eder.
- Yine de ikimize yetmez, yani az eşyamız olur.
- Yeter , dedi kadın. İstersen sayalım eşyalarımızı.
Apartmanın yıkıntıları arasında bir inilti duydu kadın. Bir köpek yavrusu belki ya da bir çocuk, üzüldü bir an. Erkek rahatlamış. Fırladı yerden, bir tuğla gibi düştüğü yerden. Gözyaşları kuruyalı yıllar geçmiş. Yeni bir şampanya açmak gereksiz bir masraf olur şimdi.
- Bu resmi ben alırım, dedi adam. Düşünür gibi yaptı kadın.
- Olur.
- Öteki de senin olur.
Bilyeleri ayırmaya başladılar . Bu sana, bu bana.
- Bu halı ne olacak peki? Düğünümüzde dayım getirmemiş miydi onu? Kadın mantarı patlatarak fışkırdı şişeden.
- Herkes kendi soy sopunun getirdiği düğün hediyesini ayırsın önce.
Adam yadırgamadı bu sözü. Öylesine bilyeciklerine dalmış.
- Kütüphaneleri, koltukları, hani ben yaptırmıştım ya, evlenmeden önce hani.
- Yatak odasını da babam yaptırmıştı, hani.
- Ben yerde mi yatacağım yani?
- Herkes kendi yatağını, yastığını, yorganını alsın.
- Yemek masasını sen almıştın.
- İki iskemlesi senin olsun.
-Teyp, plaklar? Beni oyalarlar diye düşünüyordum.
- Radyoyu niçin sattın? Onla da ben oyalanırdım.
- Buzdolabını sen al. Çocuk sende.
- Havagazı fırını ne olacak?
- Gel tabakları, çatalları ayıralım.
- Bu benim.
- Bunu sen al.
- Ölümü gör sen al.
- And verdim sen al.
Al sana, al sana diye vurdu kabahat yapınca büyükleri. Tokatı nasıl atmalı?
- Peki alırım.
- Alırım peki.
Şimdi sıradan kızların gözlerindeki yaşlar kurudu. Şimdi sıradan kızlar çok eğleniyorlar.
- Kitapları indirelim.
Kitapları, tencereleri, evdeki bütün ıvır zıvır halının ortasına döktüler.
- Bu kitap benim.
- Bu tencere hatıradır bana.
- Sen anlamazsın o kitabın dilinden.
- Sana tava dokunur.
- Bana gerekli, el kitabım.
- Elimin altında bir tava bulunmalı.
- Ya bu kitap, ya halı.
- Halı.
- Kitap bende kaldı tamam mı.
- Hepsini üstünde benim adım yazılı
- Birinci sayfaları koparırım.
- Yırtma!
- Halıyı kirletme!
- Yırtacağım.
- Bunlarsız yazamam.
- Yazma!
Erkek bilyeleri cebine doldurdu. Çok şişti mi cebim diye baktı. Çelme atıp kaçacak.
- Ayrılmayı isteyen sensin. Ben ikimizin malı diyerek.
- Her şey ikimizin.
- Bu kitap benim ama.
Bir tuğla, bir tuğla üst üste, bina büyüyecek yeniden.
Kadın ayaklarıyla itti kitapları. Adam kitapların ortasında, ayakta. Kadın buldozerle yürüdü binanın üstüne.
Adam eşyaların ortasında, dimdik, bunu hiçbir buldozer yıkamaz. Bu binanın içinden geçip sokaklardan birine gidivermeli, sapıvermeli.
Eşyalar, binalar, buldozerler, karşıda; daha güçlü bir kadından, iki kadından, bir erkekten her zaman daha güçlü; eşyalar. Kadın çöktü yere, çevresine bakındı. O hiç bitmeyen aptaIlıkların şampanya kovasını buldu yalnız. Kovayı başına geçirdi. Sineklerin işediği perdelere, analarıyla yuvalarına dükkan dükkan perdelik kumaş arayan kızlara, mutfak eşyalarına, ucuz yüz görümlülüğü düşürmeye çaIışan kaynanalara, evli misiniz diye soran ev sahiplerine, kontratlara, ütülü çamaşır sepetlerine ''şampanya adını duymuş bütün kızlara'' nanik yaptı.
Aylak okur: bu kitabın, zihnin, düşünebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak, tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta herşey, benzerini doğurur. Benim kısır, gelişmemiş deham da, her türlü rahatsızlığın hakim olduğu, her türlü hazin sesin duyulduğu bir hapishanede doğmuşcasına kuru, kırışık, maymun iştahlı ve çok çeşitli, kimsenin aklına gelmeyecek düşüncelere boğulmuş bir evlattan başka ne doğurabilir? Huzur, sakin bir yer, kırların hoşluğu, gökyüzünün duruluğu, pınarların şırıltısı ve ruhun dinginliği, en kısır ilham perilerinin bile verimli olup dünyayı hayranlık ve memnuniyete boğan çocuklar doğurmalarına fırsat verir. Olabilir ki, bir babanın çirkin, sevimsiz bir oğlu olur, ama oğluna karşı sevgisi, gözlerine bir perde çeker; onun kusurlarını kusur olarak görmeyip, akıllılık, güzellik gibi algılar ve dostlarına zeka, zarafet olarak anlatır. Ama Don Quijote’nin babası gibi görünsem de, üvey babası olan ben, adetlere uyup, başkalarının yaptığı gibi, neredeyse gözlerimde yaşlarla, oğlumda göreceğim kusurları affetmen veya görmezden gelmen için sana yalvarmayacağım, sevgili okur. Sen onun ne akrabasısın, ne arkadaşı; ruhun kendi bedeninde; gayet yetenekli, hür bir iraden var; evindesin ve kralın vergilerin efendisi olduğu kadar, sen de evinin efendisisin; bilirsin, herkes kendi evinde kraldır. Bütün bunlar, seni her türlü saygı ve mecburiyetten azade kılıyor; kısacası, hikaye hakkında, kötü söylersen karalanmaktan, iyi söylersen ödüllendirilmekten korkmadan, istediğini söyleyebilirsin.
Ne var ki, sana onu saf ve çıplak halde, bir önsözle, kitapların başına konması adet olan sayısız sone, epigram ve methiyeler listesiyle süslemeden vermek isterdim. Çünkü şunu söyleyebilirim ki, kitabı kitabı yazmak bana epeyce zahmete mâlolduğu halde, şu okumakta olduğun önsözü yazmanın zahmeti kadar fazla olmadı. Bunu yazmak üzere bir çok kez elime kalemi alıp, ne yazacağımı bilmeyerek bıraktım. Bir gün önümde bir kağıt, kalemim kulağımda, dirseğim masanın üstünde, yanağım avucumda, şaşkın bir halde, ne yazacağımı düşünürken, ansızın, çok esprili ve bilgili bir dostum geldi ve beni böyle düşüncelere dalmış görünce, sebebini sordu. Ben de saklamayıp Don Quijote’nin hikayesine yazacağım önsözü düşündüğümü, aslında yazmak istemediğimi, ama böyle soylu bir şövalyenin kahramanlıklarını önsözsüz yayınlamayı arzu etmediğimi söyledim.
“ Nasıl endişelenmeyeyim? Bunca yıldır unutuluşun sessizliği içinde uyuduktan sonra, şimdi bütün bu yılların yüküyle, böyle bir hikayeyle karşısına çıktığımda, halk denilen eski kanun koyucu ne diyecek? Saman gibi kupkuru, yenilikten yoksun, üslubu güdük, kavram yoksulu bir hikaye; bilgi ve doktrinden tamamen mahrum; sayfa kenarlarında notlar, kitabın sonunda açıklamalar yok; oysa diğer kitaplar öyle, görüyorum; uydurma ve acemice olsalar bile, okuru hayran bırakan, yazarlarına okumuş, bilgili, belagatli adam şanı kazandıran alıntılarla dolular; Aristoteles’ten, Platon’dan, bütün filozoflar güruhundan. Hele kutsal kitaptan alıntı yaptıklarında! Kimi Aziz Thomas kesilir, kimi Kilise Babası; burada ustaca ciddiyetlerini korurlar, bir satırda dalgın bir aşığı tasvir etmişken, bir başkasında bir Hıristiyan vaazcığı verirler ki, okuması, duyması mutluluk ve zevk verir. Benim kitabım bütün bunlardan yoksun olacak; çünkü ne sayfa kenarına yazılacak notlar var, ne kitabın sonuna yazılacak açıklamam; ne de kitapta hangi yazarları izlediğimi bildiğimden, bunları herkes gibi başına, alfabe sırasına göre dizebiliyorum; Aristoteles’ten, Xenophon’a, Zoilos veya Zeuksis’e – her ne kadar biri dedikoducu, öteki ressam idiyse de… Kitabım, baştaki sonelerden de yoksun olacak; hiç değilse dükler, markiler, kontlar, piskoposlar, çok ünlü hanımefendiler veya şairler tarafından yazılmış olan sonelerden. Gerçi meslekten iki üç dostumdan istesem, biliyorum yazarlar, hem de İspanya’mızın en ünlülerinin rekabet edemeyeceği sonelerden olur. Kısacası, saygıdeğer dostum,” diye devam ettim, “Tanrı, eksikliklerini giderip onu süsleyecek birini ortaya çıkarıncaya kadar, Senor Don Quijote’nin La Mancha’daki arşivlerinde, mezarda kalmasına karar verdim. Çünkü ben yetersizliğimle, cehaletimle, eksikliklerini gideremeyeceğim; mizaç olarak da tembel ve üşengeç olduğum için, benim kendi başıma söyleyebileceğim şeyleri söylesinler diye yazar aramayacağım. İşte beni düşünceli ve dalgın bulmanızın sebebi bu dostum; bu durumda olmam için, anlattıklarım yeterli bir sebep.”
Bunu duyan arkadaşım, alnına bir şaplak atıp kahkahaya boğularak dedi ki:
“Tanrı aşkına, kardeşim, sizi tanımış olduğum uzun süre boyunca içinde bulunduğum yanılgıdan şimdi kurtuldum; ben sizi hep ölçülü, her hareketinizde tedbirli bilirdim. Ama şimdi görüyorum ki, gökyüzü topraktan ne kadar uzaksa, siz de öyle olmaktan o kadar uzaksınız. Nasıl olur da, bu kadar önemsiz, çaresi bu kadar kolay bulunur bir şey, sizinki kadar olgun, daha büyük zorlukları çiğnemeye muktedir bir dehayı şaşırtıp kaygılandırabilir? Emin olun, bunun sebebi yetenek eksikliği değil, aşırı tembellik ve mantık kıtlığı. Söylediğimin doğru olup olmadığını merak ediyor musunuz? Öyleyse dikkat edin, bakın nasıl göz açıp kapayıncaya kadar, bütün zorluklarınızı yeniyorum; sizi şaşırtan ve ürküten, gezgin şövalyeliğin ışığı ve aynası, ünlü Don Quijote’nizin hikayesini, yayınlamaktan vazgeçiren bütün eksiklikleri nasıl gideriyorum.”
Söylediklerini dinleyip, “Anlatın” dedim, “korkumun yarattığı boşluğu nasıl dolduracaksınız; şaşkınlığımın yarattığı kargaşayı nasıl açıklığa kavuşturacaksınız?”
Buna şöyle cevap verdi:
“İlk eksiklik olarak düşündüğünüz. Ciddi ve asalet unvanı taşıyan kişiler tarafından yazılmış, başlangıçta yer alacak, soneler, epigramlar ve methiyelerin eksikliğini, siz biraz uğraşıp yazarak giderebilirsiniz; sonra onlara istediğiniz ismi verirsiniz, ister Hint Kralı keşiş Yohannes’e ithaf edin, ister Trabzon İmparatoru’na; ikisinin de ünlü şairler olduğunu duydum. Onlara ait olmadığını, birkaç ukala geveze, arkanızdan fısıldayıp dedikodu yaparsa da, metelik vermeyin; çünkü yalanınız ortaya çıksa bile, yazdığınız eli kesecek değiller. Sayfa kenarlarına, hikayenize koyduğunuz cümleler ve deyişleri hangi kitap ve yazarlardan aldığınız not etme meselesine gelince, yapılacak tek şey, uygun düşecek yerlere, ezberden bildiğiniz, ya da en azından, fazla uğraşmadan bulabileceğiniz cümleler, Latinceler yerleştirmek; mesela özgürlük ve kölelikten bahsederken:
Non bene pro toto libertas venditur auro (1) -
1(Hiçbir altın özgürlüğün bedelini ödeyemez)
diye yazabilirsiniz, sonra sayfa kenarında Horatius’u, ya da kim söylemişse onu anarsınız. Ölümün gücünden bahsediyorsanız, şunu kullanabilirsiniz:
Pallida mors aequo pulsat pede puaperum tabernas, regumque turres (2)
2(Ha yoksulun kulübesi ha zenginin köşkü, soluk benizli ölüm için farketmez.)
Eğer Tanrı’nın, düşmana beslenmesini emrettiği sevgi ve dostluktan bahsediyorsanız, hemen Kutsal Kitaba başvurun: Ego autem dico vobis: diligite inimicos vestros. (3)
3(Fakat ben size derim: Düşmanlarınızı seviniz)
Kötü düşüncelerden bahsediyorsanız, İncil’den yararlanın: De corde exunt cogitutiones malae. (4)
4(Kötü düşünceler yürekten çıkar)
Dostların dönekliğinden bahsederken, Cato size şu beyti verecektir:
Donec eris felix, multos numerabis amicos,
Tempora si fuerint nubila, solus eris (5)
5( Talihin iyiyse arkadaşın çok olur,
ama bir bulutlandı mı havalar, kalırsın yapayalnız ortada.)
Bu ve buna benzer Latincelerle, sizi dil alimi bile sanırlar ki, günümüzde oldukça şerefli ve yararlı bir şeydir. Kitabın sonuna açıklamalar koyma meselesine gelince, eminim şu şekilde halledebilirsiniz: Kitabınızda bir devden söz edersiniz, dev Golyat olsun; bu sayede, hemen hiç bir zahmete katlanmadan, önemli bir açıklamanız olur, şöyle diyebilirsiniz: Golyat, çoban Davut’un, Ela Vadisinde sapanla taş atarak öldürdüğü Filistinli devdir; Krallar Kitabında anlatılır. Hangi bölümde bulunduğunu da yazarsınız. Bunun ardından, edebiyatta ve kozmografyada bilgili olduğunuzu göstermek için, hikayenizde Tajo nehrinin adını geçirin, o zaman yine mükemmel bir açıklamanız olur, şöyle dersiniz: Tajo Irmağı, adını bir İspanya kralından alır; falanca yerden doğar, ünlü Lizbon kentinin surlarını yalayıp Atlas Okyanusu’na dökülür, kumlarının altın olduğuna inanılır, vs. Hırsızlardan bahsederseniz. Ben size ezbere bildiğim, Cacus hikayesini anlatırım. Fahişe kadınlardan sözedersiniz; Mondonedo piskoposu size Lamia, Ladia ve Flora’yı verecektir; bu açıklama size büyük değer kazandıracaktır. Zalimlerden bahsederken, Ovidius size Media’yı sunacaktır. Büyücü kadınlardan bahsederseniz, Homeros’un Kalypso’su, Vergilius’un Kirke’si var. Cesur denizcilerden bahsedecekseniz, Julius Caesar’ın kendisi, Yorumlar’ında, kendisini size sunacak, Plutarkhos size bir İskender verecektir. Aşktan bahsedecek olursanız, bildiğiniz iki kelime İtalyanca’yla, Leon Hebreo size geniş bir kaynak olur. Yabancı ülkelere gitmek isterseniz, evinizde Fonseca var; Tanrı Aşkına Dair’de, sizin de, en büyük dahinin de bu konuda isteyebileceği her şey özetlenmiştir. Kısacası, sizin yapacağınız tek şey, söylediğim bu isimleri anmak, veya bu hikayelere hikayenizde değinmek; notları, açıklamaları siz bana bırakın; yemin ederim, sayfa kenarlarını doldururum, kitabın sonunda da dört yaprak harcarım. Gelelim, öteki kitaplarda bulunup sizde eksik olan, yazarların sıralanmasına. Bunun çaresi çok basit; tek yapacağınız şey, dediğiniz şekilde A’dan Z’ye hepsini sıralayan bir kitap bulmak. Aynı alfabeyi siz kendi kitabınıza koyacaksınız; onlardan pek yararlanmayacağınızdan, yalanınız açıkça belli olsa bile, önemli değil. Belki, basit, sade hikayenizde hepsinden yararlandığınıza inanacak saf birisi çıkar., başka bir işe yaramasa da, uzun yazarlar listesi, hiç değilse kitaba beklenmedik bir otorite kazandırır. Zaten, kimseyi ilgilendirmediğinden, kimse onları izleyip izlemediğinizi araştırmaz. Üstelik, yanılmıyorsam, sizin bu kitabınızın, eksik dediğiniz şeylerin hiçbirine ihtiyacı yok; çünkü zaten kitabın kendisi, Aristotales’in aklından bile geçmeyen, Aziz Basileios’un sözünü etmediği, Cicero’nun hiç karşılaşmadığı, şövalyelik kitaplarına karşı bir saldırı. Bunların hayali saçmalıklarında gerçeğin titizliğine, astrolojinin gözlemlerine yer yoktur; geometrik ölçülerin, retorikte yararlanılan önermelerin çürütülmesinin, önemi yoktur; kimseyi kınayacak durumda değildirler, çünkü hiç bir Hıristiyan aklına sığmayacak bir şekilde, dünyevi olanı ilahi olanla karıştırırlar. Önemli olan tek şey, yazılanlarda taklitten yararlanmaktır; taklit ne kadar mükemmel olursa, yazılan da o kadar iyi olacaktır. Sizin bu kitabınızın amacı, şövalyelik kitaplarının dünyadaki ve halk üzerindeki otoritesini, etkisini kırmak olduğuna göre, filozoflardan cümleler, Kutsal kitap’tan nasihatler, şairlerden efsaneler, retorikçilerden söylevler, azizlerden mucizeler dilenmenize gerek yok; aksine, cümlelerinizin, paragraflarınızın, sade bir şekilde anlamlı, açık, yerinde kelimelerle, fikrinizi mümkün olduğunca canlandırması, düzgün ve renkli olması için uğraşın; kavramlarınızı karmaşık, karanlık hale getirmeden anlatın. Ayrıca, hikayenizle hüzünlü kimseleri neşelendirmeye, neşelelerin neşesini artıttırmaya çalışın, saf kimseleri kızdırmayın, zeki kimseleri yeniliğe hayran bırakın, ciddi kimseler küçümsemesin, ihtiyatlı kimseler de övmeyi ihmal etmesin. Kısacası, amacınız, birçok kişinin nefret ettiği, daha da fazla kişinin övdüğü bu şövalyelik kitaplarının temelsiz sanat yapısını yıkmak olsun; bunu başarırsanız, az şey başarmış olmazsınız.”
Dostumun söylediklerini hiç ses çıkarmadan dinledim; sözleri öyle yer etti ki bende, hiç tartışmadan doğruluğunu kabul ettim ve önsöz olarak da bu konuşmayı yazmak istedim. Tatlı okur, bu önsözde, dostumun ne kadar zeki olduğunu; benim, onca ihtiyaç duyduğum bir zamanda böyle bir nasihat veren bulduğum için ne kadar talihli olduğumu: senin de Montiel Ovası civarının bütün sakinlerinin nezdinde, uzun yıllardır buralarda görülmüş en aşık ve en cesur şövalye olan la Mancha’lı ünlü Don Quijote’nin hikayesini böyle içten ve dolambaçsız bulduğun için ne kadar ferahlayacağını göreceksin. Sana böyle soylu ve şerefli bir şövalyeyi tanıtmakla yaptığım iyiliği abartmak istemiyorum; çünkü bence, bütün o kasıntılı şövalye kitapları güruhuna serpiştirilmiş olan silahtarlık meziyetlerini, onun şahsında, özetlenmiş olarak sana veriyorum.
Haydi, tanrı sana sıhhat versin, beni de unutmasın. Vale.
Vale Latince veda sözü
2. KİTAP
OKURA ÖNSÖZ
Aman Tanrım! İster soylu ol, ister halktan, sevgili okur, şu anda bu önsözü kimbilir ne büyük bir hevesle bekliyor, bu önsözde ikinci Don Quijote’nin yazarından, yani Tordesilles’ta filizlenip Tarragona’da doğduğunu söyleyen adamdan, intikam alacağımı, onunla atışacağımı, onu kınayacağımı sanıyorsundur. Doğrusunu istersen, sana bu tatmini vermeyeceğim; çünkü her ne kadar haksızlık, en alçak gönüllü yüreklerde bile öfke uyandırsa da, benimkinde bu kural bir istisnaya uğrayacak. Sen ona eşek, gerizekalı, küstah dememi isterdin; ama benim aklımdan bile geçmiyor böylesi. Onun cezası, günahı olsun; ne hali varsa görsün, benden uzak olsun. Benim yine de üzüldüğüm bir şey oldu; o da bana yaşlı ve çolak demesi; sanki ben zamanı durdurup benim için geçmesini engelleyebilirmişim gibi; sanki çolaklığım, geçmiş yüzyıllarda görülmüş, gelecek yüzyıllarda görülebilecek en yüce savaşta değil de, bir meyhanede olmuş gibi. Yaralarım, bakanların gözünde parlamasa da, hiç değilse nerede alındıklarını bilenler tarafından takdir edilir; savaşta ölen asker görüntüsü, kaçan hür askerden daha iyidir. Bu benim için o kadar doğrudur ki, bana şimdi imkansız bir şeyi teklif edip mümkün kılsalar, o savaşta çarpışmayıp, yaralanmayıp, sağlıklı olmaktansa, o olağanüstü çarpışmada bulunmuş olmayı tercih ederim. Askerin yüzünde, göğsünde, görünen yaralar, başkalarını şeref katına yükselten ve hakettiği övgüye yönelten yıldızlardır. Şunu da unutmamak gerekir ki, insan saçındaki aklarla değil, yıllar geçtikçe gelişen zihniyle yazar.
Ayrıca bana kıskanç demesine ve cahil birine anlatır gibi, bana kıskançlığın ne olduğunu anlatmasına da üzüldüm. İşin tam doğrusu şu ki, ben kıskançlığın değil, kutsal, soylu ve iyi niyetli olan imrenmenin ne olduğunu bilirim. Ve bu sebeple de, benim herhangi bir rahibe, özellikle de Engizisyon rahibine (Lope de vega) saldırmam, söz konusu değildir. Eğer bu sözü tahmin edilen kişi için söylediyse, tamamen yanılıyor; çünkü o kişinin dehasına taparım, eserlerini, kesintisiz ve faziletli çalışmalarını takdir ederim. Bütün bunlara rağmen, hikayelerimin örnek alınacak hikayelerden çok, hicivli olduklarını, ama iyi hikayeler olduklarını söylediği için, sayın yazara teşekkür ederim; içlerinde her şey olmasa, iyi hikayeler olmazlardı.
Bana öyle geliyor ki, kendimi çok kısıtladığımı, alçak gönüllülüğümün sınırları içine hapsettiğimi söylüyorsun, sevgili okur. Ben kederli insanın acısına acı katmamak gerektiğini biliyorum; bu beyefendinin kederi de, şüphesiz çok büyük olmalı; çünkü apaçık ortalığa çıkmaya cesareti yok; asıl adını, memleketini gizliyor; Majestelerine karşı ağır ihanet suçu işlemiş sanki. Tesadüfen onunla karşılaşcak olursan, tarafımdan söyle, kendimi hakarete uğramış saymıyorum; şeytanın kışkırtmalarını çok iyi biliyorum; en büyüklerinden birinin, bir insanın kafasına, kendisine para kadar şöhret, şöhret kadar para kazandırabilecek bir kitap yazıp bastırabileceği fikrine sokmak olduğunu biliyorum. Bunun doğruluğunu göstermek için de, kendisine esprili ve hoş anlatımınla şu hikayeyi anlatmanı istiyorum:
Sevilla’da bir deli varmış, dünyada hiç bir delinin aklına gelmeyecek kadar gülünç ve saçma bir fikre aklını takmış. Kamıştan, bir ucu sivri bir boru yapmış; sokakta veya başka bir yerde bir köpek gördüğünde, bir ayağını köpeğin arka ayaklarından birinin üstüne bastırır, öteki ayağını eliyle tutup kaldırır ve boruyu köpeğin uygun yerine yerleştirip üfleyerek, top gibi yusyuvarlak hale getirirmiş. Ondan sonra da, karnına iki şaplak atıp bırakır, her zaman etrafına biriken çok sayıda seyirciye de, şöyle dermiş:
“Saygıdeğer beyefendiler, bir köpeği şişirmek kolay iş mi sanıyorsunuz yoksa?” Zat-ı aliniz, bir kitabı yazmak kolay iş mi sanıyorsunuz yoksa?
Bu hikayeden hoşlanmazsa, sevgili okur, yine deli ve köpeklerle ilgili olan şu hikayeyi anlatırsın:
Cordoba’da bir başka deli varmış, alışkanlık halinde, kafasının üstünde bir mermer veya ağır bir taş parçası taşırmış. Başıboş bir köpek gördü mü, yanına yanaşır, ağırlığı dimdik üzerine düşürürmüş. Köpek dehşete kapılır, havlayarak, uluyarak, hiç durmadan üç sokak koşarmış. Yükünü boşalttığı köpeklerden bir tanesi, bir şapkacının, sahibi tarafından çok sevilen köpeği çıkmış. Taş düşüp köpeğin kafasına isabet etmiş; canı yanan köpek ulumaya başlamış; sahibi görüp sinirlenerek bir cetvel kapmış; delinin peşine düşmüş ve vücudunda sağlam kemik bırakmamış. Her vuruşta da diyormuş ki:
“Seni haydut, benim spanyelime ha? Gaddar herif, köpeğimin spanyel olduğunu görmedin mi?”
Spanyel kelimesini sık sık tekrarlayıp, deliyi pestili çıkmış halde bırakmış. Deli bu olaydan ders alıp gitmiş ve bir aydan uzun bir süre, hiç ortalığa çıkmamış; ama sonra, daha ağır bir taşla, eski icadına dönmüş. Köpeğin yanına kadar gidip gözünü dikerek bakıyor, taşı düşürmeden, düşürmeye cesaret edemeyerek, diyormuş ki: “Spanyel bu, aman ha!”
Aslında, bütün karşılaştığı köpeklere, danua da olsalar, fino da olsalar, spanyel diyormuş ve bir daha taşını hiç düşürmemiş. Belki böylece bu hikayeci de dehasının yükünü , kötüleri kayadan sert olan kitaplara boşaltma cesareti göstermez.
Ayrıca kendisine söyle, kitabıyla benim kazancımı elimden alacağına dair tehdidi, hiç umurumda değil. La Perendenga’nın meşhur satırlarıyla cevap veriyor, başkanım, efendim çok yaşasın, huzur herkesin üzerine olsun diyorum. Herkesçe bilinen Hıristiyanlığı ve cömertliğiyle, kara bahtımın bütün sillelerine rağmen beni ayakta tutan yüce Lemos kontu çok yaşasın; Toledo muhterem başpiskoposu Don Bernandode Sandoval y Rojas’ın sonsuz merhameti çok yaşasın; isterse dünyada matbaa kalmasın, isterse aleyhimde Mingo Revulgo’nun mısralarındaki harflerin sayısından çok kitap yazılsın. Bu iki prens, benim iltifatlarımın veya başka bir alkışın ısrarı olmadan, sırf iyiliklerinden, bana lütuf ve yardımda bulunmayı görev edindiler; talih beni olağan yollardan doruğa yükseltse, kendimi bu kadar talihli, bu kadar zengin saymazdım. Yoksul insan şerefli olabilir, kötü insan olmaz; yoksulluk, soyluluğa gölge düşüreblir, ama tamamen karartamaz. Oysa fazilet, yokluğun zorlukları ve dar aralıklarından bile olsa, kendi ışığını gösterdiğinde, yüce ve soylu ruhların takdirini ve dolayısıyla lütfunu kazanır.
Başka da bir söyleme kendisine; ben de sana başka bir şey söylemeyip sadece şuna dikkatini çekmek istiyorum: Sana sunduğum Don Quijote’nin bu ikinci kısmı, birincisiyle aynı kumaştan, aynı zanaatkar tarafından kesilmiştir ve bu kısımda sana don Quijote’yi daha geniş biçimde ve sonunda ölü, mezarında sunuyorum ki, hiç kimse kendisine yeni olaylar atfetmeye kalkmasın; geçmiştekiler yeterli çünkü. Şerefli bir insanın bu dahiyane çılgınlıkları aktarmış olması da yeterli; bir daha bu konuya girmek istemiyorum; çünkü bir şey, iyi de olsa, bol oldu mu, değer verilmez; oysa kötü şeylerin bile kıtlığı, değerini arttırır. Unutmadan söyleyeyim, bitimekte olduğum Persiles’i ve La Galatea’nın ikinci kısmını bekle.
Miguel de CERVANTES SAAVEDRA
LA MANCHA’LI
YARATICI ASİLZEDA
DON QUIJOTE
I
Çeviren: Roza Hakmen
Kitabın sunuş yazısını yazan Prof. Jale Parla'nın sözleriyle: "Birinci kısmının basıldığı 1605 yılından beri en çok okunan, en çok sevilen, en çok yorumlanan ve yeniden en çok yazılan La Mancha'lı Şövalye Don Quijote ve silahtarı Sancho Panza'nın serüvenleri", bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilgiyle karşılanmış, ancak dilimize daha çok İngilizce ve Fransızca gibi ikinci dillerde çocuklar için hazırlanmış baskılarından yapılan çevirileriyle girmişti. Yine de, ancak bir iki tane ve ikinci dillerden de olsa, tam metin çevirileri de yapıldı. Şimdi ise, Jale Parla'nın yerinde saptamalarıyla: "Shakespeare'le birlikte belki de ilk kez modern okuru düşleyen" ve sadece "şövalye romanları"nın değil, "Rönesans'ta kullanılan bütün (yazınsal) türlerin otoritesini dyıkan" bu önce yazarın belki postmodern anlatıyı bile nerdeyse dört yüzyıl önceden haber veren bu öncü romanı ilk kez tam anlamıyla Türkçeye kazandırılmış oluyor.
DOKUZ EYLÜL NEDİR?
DOKUZ EYLÜL HER TÜRK VATANDAŞI İÇİN UNUTULMAZ
BİR TARİHTİR, BİR KURTULUŞ SİMGESİDİR.
Biz tarihçiler için 9 Eylül
İlk bakışta: 1912’de başlayan on yıllık savaş sürecinin sonudur. Trablusgarp, Balkan Savaşları ve nihayet I. Dünya Savaşı’nın sonunda girişilen İstiklal mücadelesinin savaş meydanlarındaki kısmını bitiren tarihtir. Şark meselesinin batının istediği gibi halledilmeyeceğinin dünyaya gösterildiği tarihtir.
Her şeyin başı saydığı, ebet müddet olması için canını hiçe saydığı devletini yaşatmak için cepheden cepheye koşarak verdiği mücadelenin başarıyla bitiş tarihidir.
Kadını erkeği, genci yaşlısı, kızı oğlu, dağ başlarındaki yörükleri, efeleri, kızanları, düzdeki köylüsü ile giriştiği hayat mücadelesini kazandığı tarihtir.
Türk milleti için 9 Eylül
Kağnısında taşıdığı cephane “millet malıdır” ıslanmasın diye bebesinin örtüsünü taşıdığı cephanenin üstüne örterek gösterdiği sahiplenmenin başarı günüdür. Kışın balçığa dönüşen tozlu, ham toprak yollarda hayvanı yetmediğinde kendini koşarak öküz arabalarıyla çektiği çilenin, taşıdığı cephanenin hedefine ulaştığı gündür.
Türk milleti için 9 Eylül
Daha düzenli ordular kurulmadan efeleriyle, milis kuvvetleriyle giriştiği, Urfa’da şahlanıp şan aldığı, Maraş’ta kahramanlaştığı, Antep’te gazi olarak üzerine düşeni yaptığı, Büyük Millet Meclisinin düzenli orduları bayrağı devralana kadar toprağını, dinini, mukaddesatını başarıyla savunduğu mücadelenin vuslat günüdür.
Devletin ihtiyaç duydukça istediği bedenini, canını son on yıldır cepheden cepheye koşarak heder etmesinin üstüne bu defa Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle kendi boğazını doyurmaya zor yeten malının, hayvanının da %20 - %40’ını verdiği, hiçbir şey veremeyenin bir kat çamaşır verdiği Millî Mücadelenin son noktasıdır.
Bağımsızlık için savaşmak gerektiğini savunarak milleti yeniden savaşa çağıran, ülkeyi savaşa sokan İttihatçılardan olmakla suçlanan, ihtiyaçlarını bazen zorla alan, Padişah iradesi, hükûmet beyannamesi, şeyhülislam fetvası ile katli vacip ilan edilen Millî Mücadeleciler ile; “mecburi şeriat, ulu’l emr’e itaat” düsturuyla inandıkları hükûmet arasında kaldıkları sıkıntılı günlerin bittiği tarihtir.
Tanzimat ile başlayıp Meşrutiyet ile hayata geçen halkın memnuniyeti ve hakimiyet hakkı iddiasıyla padişahların taht ve hayatlarını kaybettiği; muhassıllık seçimleri ile başlayıp vilayet meclisleri ve nihayet Meclis seçimleri ile gelişen sürecin hayat-memat meselesine evrildiği son aşamasında iradesini eline aldığı, yurdunu emperyalist oyuncağı işgalcilerden temizlediği tarihin simgesidir.
Mondros mütarekesinin imzasından sonra uluslararası ve savaş hukukuna aykırı işgallerin başladığı andan itibaren Türk milletinin giriştiği bölge bölge kurtuluş mücadelesini Yunan askerinin 15 Mayıs’ta çıkarılmasıyla top yekün mücadeleye dönüştürdüğü kurtuluş sembolü İzmir’in bayram günüdür. İnönü Savaşlarıyla sınanan kendine güven duygusunun Kütahya-Altıntaş’ta tereddütler uyanmasına karşın “Sakarya Melhame-i Kübrası”yla ordunun bütün birimlerinin yanı sıra tüm millete yerleştiği; milletin bütün gücünün TBMM ordularının etrafında, başkomutanının etrafında toplanmasına mukabil harekete geçmek için bir yıl hazırlık yapmak zorunda kalınan nihai hamlenin simgesidir.
26 Ağustos sabahı gün ağarmadan topçu ateşi ile başlayan büyük taarruz, piyade ve süvarilerin büyük kahramanlıklarıyla gelişmiş, ilk iki gün içinde Yunan cephesi yarılarak Afyon ve çevresi kurtarılmıştı.30 Ağustos’ta Dumlupınar’da Başkomutanlık Meydan Muharebesinde ana kuvvetleri imha edilen Yunan kuvvetleri hızla İzmir’e doğru çekilmeye başladığında 15 Mayıs 1919’dan beri görülen rüyanın gerçekleştiği tarihtir.
1 Eylül’de Başkomutanından aldığı “ordular ilk hedefiniz Akdenizdir, İleri!” emrini yerine getirmek için harikalar yarattığı tarihtir. Günümüz şartlarında karayolu ile 327 km olan Afyonkarahisar- İzmir arasındaki yolu, kaçan düşmanı takip edip artçılarıyla savaşarak 10 günde aldığı yoldur. 9 Eylül Türk askerinin kurtuluş özleminin sembolüdür.
“Her safhasıyla düşündüğü, hazırladığı, hazırlandığı ve yönettiği, sonunda zaferle taçlandırdığı İstiklal Harbi’nin simgesidir.
Yetkileri ve görev süresi hakkındaki eleştirilerden yılmadan Başkomutan olarak Büyük Millet Meclisinin kendisine verdiği görevi yerine getirdiğini göstergesidir.
Yaveri Salih Bozok’un anlatımıyla, Ordu ile beraber İzmir’e giderken Nif ’(sonradan Kemalpaşa)te askerlere su vermek için yol kenarında bekleşen köylüler gördük. Paşa, sigarasını yakmak için gözündeki toz gözlüklerini kaldırdığında yaşlı bir köylü elindeki kartpostaldan kendisini tanımıştı. Diğer köylülerle beraber kimisi elini, kimisi pelerinini öper, kimisi arabasının tozunu gözüne sürme diye çekerken milletinden mükafatını alan başkomutanın Milletine verdiği sözü tuttuğunun simgesidir.
Sadece karşısındaki düşmanla değil, arkasındaki emperyalist dünya desteğiyle, sağlık sorunlarıyla, maddi yoklukla, silah ve cephane eksiğiyle, uğraştığı bir savaşın nihai hedefidir.
Büyük Millet Meclisi içinde başkomutanlık yetkilerini uzatmak istemeyen, ordunun saldırı kabiliyeti olmadığını iddia eden muhalefetle de uğraştığı bir süreçtir.
4 Ekim 1922’de Büyük Millet Meclisinde millet temsilcilerine bilgi verirken “topçusu, piyadesi, süvarisi, zabiti ve kumandanıyla bütün kadrosunun kahramanlığını tespit eden; genelkurmay başkanı, cephe komutanı, maliye bakanı, hükûmet ve nihayet ordu saldıramaz dedikleri için belki düşmanın gevşemesine vesile olmuşlardır diyerek muhaliflere de teşekkür edecek kadar espritüelliği gösteren başkomutanın zafer günüdür.
Elde edilen başarının “milletin tek bir adam gibi, gösterdiği sarsılmaz vahdet ve gayret sayesinde” olduğunu belirterek milletin bütün cihana karşı en yüksek hürmet ve izzet mevkiini kazandığını ilan eden başkomutan “kahramanlık meydanlarında rahmet-i rahmana kavuşan şehitlerimizin muazzez ruhlarına hep beraber Fatihalar ithaf ederek bizlere örnek olmuştur.
Buyrunuz.
Savaşı her zaman için en son çare olarak gören başkomutan savaş biter bitmez barış ortamı kurmaya çalışmıştır.
Öyle ki Yunan Başbakanı Venizelos Türkiye ile 1934 Balkan Paktı’na giden iyi ilişkiler kurmaya başladığında karşılaştığı eleştirileri “hali hazırda dostumuz olan Türkler, müstevli olmak itibarıyla yaptığımız bütün bu tahribatı unuttularsa benim ihtiyar ettiğimiz fedakarlıkları unutmamaklığıma ne sebep vardır?” diyerek karşılayacaktır.
Bununla yetinmeyen Venizelos, 12 Ocak 1934 tarihli mektubuyla Nobel Barış Ödülüne aday gösterirken “Anadolu faciasının hemen akabinde kendini yenileyen Türkiye’ye bir anlaşma fırsatı görerek elimizi uzattık, O bu uzanan eli samimiyetle kabul etti…Barışın medyun olduğu bu kıymetli katkının sahibi kişi” olarak Mustafa Kemal Paşa’yı takdim etmiştir.
Hakimiyet anlayışında, devlet rejiminde, siyasi düşünce yapısında, kültür-sanat anlayışında hülasa Türk tarihinde dönüm noktası oluşturacak yeni bir safhanın da başlangıç tarihidir. Muasır medeniyet seviyesine ulaşmayı hedefleyen bir değişim ve dönüşüm hareketinin dönüm noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolu açmıştır.
26 Ağustos-9 Eylül 1922 sürecinde ortaya konan başarı Türk Milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin ölümsüz abidesidir.
26 Ağustos 1071’de Anadolu topraklarına vurulan Türk mührünün hiçbir güç ve ittifak tarafından çözülemeyeceğini 850 yıl sonra bütün dünyaya ilan eden bir derstir, bir bağımsızlık simgesidir.
Bu dersten 90 sene sonra benzer hayallere kapılanlara 9 Eylül 1922’yi iyi okumalarını tavsiye ederiz.
30 Ağustos 1922 Başkomutan Meydan Muharebesi sonunda, düşman ordusunun büyük kısmı dört taraftan sarılarak Mustafa Kemal Paşa’nın ateş hatları arasında, bizzat Zafertepe’den
idare ettiği savaşta, tamamen yok edilmiş veya esir edilmiştir.
Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin yarısı imha veya esir edilmiş, kalan
bölümü ise üç grup halinde çekilmiştir. Bu durum karşısında Çalköy’de
yıkık bir evin avlusu içinde Mustafa Kemal Paşa, Yunan ordusunu
takip etmesi için Türk ordusuna o tarihî “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini vermiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Başkomutan Meydan Muharebesi’ni sevk ve idare ettiği Zafertepe’de 30 Ağustos 1924 tarihinde Büyük Zafer’in önemini şu şekilde ifade etmiştir. “... Hiç şüphe etmemelidir ki yeni Türk devletinin, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri burada atıldı. Ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçuşan şehit ruhları, devlet ve cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır...”
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün engin ileri görüşlülüğüyle kurulan Cumhuriyet, ulusal egemenliğe dayanan yönetim biçimi olmasının yanı sıra kapsamlı bir aydınlanma ve çağdaşlaşma atılımıdır. Cumhuriyet’le birlikte hayata geçirilen devrimler, ulusumuza çağdaş bir yaşamın kapılarını açmış; laik ve demokratik Cumhuriyet’e sahip olmanın onurunu yaşatmıştır.
Atatürkçülüğü yorumlarken, günlük siyasi ve sosyal akımların etkisiyle onaylama veya bağnaz tepkilerle karşılaşmak olanaklıdır. Toplumumuzu, uzlaşmaz iki kitle halinde karşı karşıya getiren derin anlaşmazlığın, felaketli sonuçlar getireceğini daima hatırda tutarak karşıtlığı çözmek, uzlaşma yollarını bulmak zorundayız. Yurdun geleceği için iki taraf da bağnaz, uzlaşmaz tavrından kurtulmak zorundadır. Demokrasi, toplumda barışı güvence altına almak için uzlaşma ve denge zeminidir. Halil İnalcık
Atatürk, Anadolu coğrafyasında kültürel ve tarihsel değerler üzerinden Türkiye toplumunu bir değişim, yenileşme, gelişim sürecine taşıyan büyük bir düşünür ve eşsiz bir yeniden yapılanmanın mimarıdır.
Çöken Osmanlı Devleti’nin yerine, Türkiye insanının katılımını ve bireysel insiyatifini harekete geçirecek, yepyeni bir siyasal ve sosyal yapılanmayı, yeni bir yaşam biçimini hayata geçirmeyi amaçlamıştır. Bu açıdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri, yeniden yapılanma ve değişim atılımlarına bakılınca Atatürk’ün dehası çarpıcı bir hal almaktadır.
Cumhuriyet Türkiyesinin hangi evrelerden geçerek, ne tür bir düşünsel birikimin üzerine kurgulandığı sorunu, bu kitabın ana eksenini oluşturuyor.
1951-1952 yıllarında İspanya Hükümeti, Türkiye’den çok yüksek miktarda odun kömürü satın almak istiyor.
O güne kadar İspanya’ya yapılan ihracat kalemleri arasında yer almayan bu talebin bir de özel şartı var.
Kömürler İskenderun’dan Saroz Körfezi’ne kadar Akdeniz ve Ege sahillerinde doğada kendiliğinden yetişen delice ağacından elde edilmesi isteniyordu.
İstek dönemin Hükümeti tarafından yüksek getirisinden sevinçle karşılanıyor,ülkemizde bol miktarda bulunan delice kömürü ihraç edilmeye başlanıyordu.
Görgü tanıklarının anlattıklarına göre,limanların üzeri gemi yüklemeleri sebebiyle kara bir bulut ile kaplanıyor göz gözü görmüyordu.
O yıllarda Ankara’da görev yapan ABD Ticaret Ateşesi,dönemin Dışişleri Bakanı’na ihraç edilen kömürün İspanya tarafından nasıl değerlendirildiği ya da nerelerde kullanıldığını araştırıp araştırmadıklarını soruyor.
Aldığı cevap,getirisinin önemli olduğu nerede kullanıldığının Türkiye’yi ilgilendirmediği şeklinde oluyor.Bunun üzerine ataşe konuyu kendisi araştırıyor ve otoyollarda dolgu malzemesi olarak kullanıldığı bilgisine ulaşıyor.Bununla yetinmeyip ABD’de tanıdığı mühendislerden bilgi alıyor ve otoyolda kömür dolgunun bir yararı olmadığını öğreniyor.
Öğrendiklerini Bakan’a iletiyor,Türkiye’nin rahatsız olmadığını,gelirden dolayı memnun olduklarını söylüyor, konu kapanıyor.
Delice ağacının zeytin aşılamak için en uygun ağaç olduğunu bilenler Türkiye’ye oyun oynamışlardı.
Sonuç olarak İspanya dünyanın en büyük zeytinyağı ihracatçısıdır ve ne tesadüf ki aynı yıllarda Türkiye margarinle tanışmıştır.
Dipçe:Aşılanmamış zeytin ağacına delice denir.