14 Kasım 2021

Tezer Özlü "Dünyanın acısı olmasaydı, taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı."

Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştüğünü algılar, onları yaşarken anılaştırırdım. Sonra bunu en güzel biçimde Savinio'da okudum: "Yaşanan an da anı olacak."


Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesaret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.


Güç ve korku her zaman yanyanadır.


İnsanın ana dilini yitirmesi, öz kişiliğinin yıkılması demektir.


Kültür, insanlık uğraşırım üstyapısı değil, temelidir.


Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her za­man güçlüydü.


Gece, gündüzün devamı değildir.


İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur.



SARI VE PUSLU

Henüz yataktayım. Bu kentin¡ en güzel özelliği her sabah yeni bir mevsimin insanı karşılaması. Bir gün, sokakları saran güneş ve sıcaklık, ertesi sabah yerini hemen serin bir havaya bı­rakıveriyor. Ve sevdiğim gri gökyüzü, canlı yeşili üzerine oturuyor ağaçların. Elimde bir gazete kesiği. Beş yıl önce ölmüş bir insanın resmi. Beyaz gömlek giymiş. Yakası açık. Bir elinin duruşunu çok iyi biliyorum. Titreyen, nereye koyacağım bilemediği, terleyen eli. öteki eli kâğıdın gerisinde yitmiş. O eli tanımıyorum. Gözlerindeki bakış canlı mı, ya da yaklaştı­ğı ölümün izlerini mi taşıyor? Fotoğrafın ne zaman çekildiğini bilemiyorum, ama bugün, onunla ilişkimizden on altı yıl sonra, onun gözlerinde, yaklaştığı ölümün izlerini sezinliyorum. İşte bir gazete parçası. Üzerinde bir fotoğraf. Beş yıl önce Orta Anadolu'da bir mezarlığa gömülmüş bir adam. Berlin'de yemyeşil ağaçlar, gri gökyüzü ve ağaçlar arasında beliren kırmızı, sivri, tek tük çatılara bakan bir kadm. Yaşamımız geçen yılların anlamı olmadı. Her yıl, her gün, her an yeni bir yaşam oldu.Yalnız benim yıllarımdan değil, varoluşun getirdiklerinden kaynaklanan bir yaşam birikimi ya da birikintisi oldu. Yalnız benim bırakacağım yaşantılarla bitmeyecek, tüm duygu, ilişkiler, sıcaklıklar, acılar ve dış dünyanın olaylarıyla kaynaşıp sürecek, akacak bir olay. Zaman zaman kendimi bağdaştırdığım dış dünya ile giderek zayıflıyor bağlantılarım. Kalkacak bir trene binerken, beni artık içinde bulunduğum ülke, gideceğim kent, ineceğim istasyon, bindiğim tren ve kompartımandaki insanlar pek ilgilendirmiyor. Trene binerken ben'in içinde bulunduğu duygu birikimleri ilgilendiriyor. Dış dünya ile tüm bağlantılarımın duygu birikimlerinden oluştuğunu biliyorum artık. Yazı yazmak isteğinin dış dünyaya karşı bir tür savunma olduğunu daha bir algılıyorum. Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne büyük yağmur taneleri olarak yağıp, bir inşam derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı varmı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarım duyurabilir mi? Yanımda bir canimin yatmasını neden bu kadar istediğimi şimdi daha iyi duyuyorum. Yaşamaya belki de her şeyin bittiği bir yerde başladım. Ya da kendi yaşamıma inanmıyorum. Ya da kendi varoluşum yetmiyor bana. Yanımdaki bir tene değip, yürek atışlarım duyabildiğimde, yaşamın gücünü algılıyorum.

Peki, o zaman neden en çok sözcüklerde, kitaplarda yaşadım. Çocukluğumda, Dostoyevski'nin nihilist karamsarlığı ve olağa­nüstü insancıllığı, sonraları Pavese'nin büyük yaşam ve ölüm arayışı, intihar özlemi ve şimdilerde Peter VVeiss'in faşizm ve insanın insan tarafmdan öldürülmesi mekanizması karşısındaki insancıl direnişini duymak, bilmek, okumak, algılamak yaşamının en önemli karşılaşmaları değil mi? Yaşamın kendisi nötron bombasma çok benziyor. Soluklar, yürek atışları, duygular gidiyor. Kavak ağaçlan yükseliyor, Vivaldi'nin, Mozart'm duygulan -kendi yaşamı adına algılamak istedikleri onunla birlikte ölüyor.

Şimdi odamda Orta Avrupa'nın bu en sevdiğim kentinde Vivaldi dinliyorum. Sonra, hayır aynı anda gazete kesiklerindeki onun beyaz gömlekli fotoğrafına bakıyorum. Kendimi ayrılışların acılarına çoktan alıştırdım. Başlayan her ilişki güzelliklerin yanısıra arayışların da acılarını tattırdı bana. îçine daldığım en büyük mutluluklar her zaman acılarla, her yaşam da biraz olsun ölümle bezenmişti. Yaşamak, bu güç olguyu karşılamak için başka bir seçenek bulamadığım için, ölüm güç olduğu için. Yaşam nötron bombasma benzediği için. Bir uçak, gri gökyüzünde alçalıyor. Ağaçların yeşillikleri arasında yer yer şarap rengi yapraklı ağaçlar da yükseliyor.


Pavese, Hemingway'e 3 Ekim 1948'de şunları yazıyor:
Piedmontese tepelerini hiç gördün mü? Onlar kahverengi, sarı ve
puslu, zaman zaman da yeşil... Görsen, severdin. Senin C.P."

 "Kalanlar"