Yukarıdaki cümlelerimin konu ile bağlantısı olmadığını düşünen okuyucular olabilir. Gestalt psikolojisini mikst beyin yapısının bir ürünü görüp diğer psikoloji ve terapilere bakacak olursak hep sol beyin fonksiyonları açısından insanları inceliyorlar gibi. Ancak varoluşçu psikoterapi yaklaşımı diğer tüm yöntemlerin karşısına farklı bir kimlikle çıkıyor ve hepsini reddediyor.
Prof. Dr. Özcan Köknel Varoluşçu Ruhbilim yaklaşımı hakkında güzel bir özet yaparak şunları söylemektedir.
"Varoluşçuluğu oluşturan düşünce akımları 19. yy. ortalarında başlamıştır. Gizemci düşünür Kierkegaard'ın (1813–1885) gizemsel düşüncelerinden yararlanan Heidegger (1889–1976), insanın kendi varlığının kendisi tarafından yaratıldığını ileri sürerek bu öğretiyi ortaya atmıştır.
Varoluşçuluk öğretisi, insanın kişisel anlamını değerlendirmesini, yaşama sürecinde kendi yolunu seçmesini, düşman ve amaçsız bir evrenin doğurduğu, kişiliğin yitirilmesi tehlikesine karşı, insanın kendi özgür istemiyle direnmesi gerektiğini savunur.
Gabriel Marcel'in (1889-1973) öncülüğünde Tanrıcı varoluşçuluk; Jean Paul Sartre'in (1905-1980) öncülüğünde Tanrısız varoluşçuluk adını alarak iki ayrı akım olarak kısa bir süre içinde gelişmiş ve yayılmıştır.
19. ve20. yy.da, Varoluşçu Ruhbilime katkısı olan ilk ruhbilimci olarak Franz Brentano (1838-1917) gelir. Brentano, bilinç alanında ancak duyu organlarıyla algılanabilen süreçler üzerinde durarak, aynı zamanda görüngüye (fenomen) dayanan öğretiyi de kurmuştur.
Husserl (1859-1938) bu öğretiyi geliştirmiş, varoluşçu çözümlemeyi getirmiş ve Freud'un yapısal kuramını kabul ederek hastalara yaklaşımda kullanmıştır. Bunları, Ludwig Binswanger (1881-1966), Karl Jaspers, Eugen Minkowski, Medard Boss,Erwin Strauss, Antonia Wenkart izlemiştir. Bu bilim adamları varoluşçu öğretinin ruhbilim ve ruh hastalığının tedavisinde kullanılan yöntemler içinde yer alıp gelişmesine öncülük eden görüngücülük öğretisinin de kurucuları olmuşlardır.
Varoluşçuluk öğretisine göre, evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık insandır. İnsandan başka tüm varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlar, biçimlenmişler, nitelik kazanmışlardır. insan kendini nasıl yapar, varlar ve değerlendirirse insan odur. Yaşama anlam veren insanın kendisidir. İnsan kendini varladığı için özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bu sorumluluk nedeniyle bunalım, sıkıntı, kaygı duyar. Var olma sorumluluğundan doğan bu kaygı ve sıkıntı, insanın temel davranış ve eylem gücünü oluşturur.
Görüldüğü gibi, Varoluşçuluk, nesnel varlığı insana, insanı kişisel varlığa, kişisel varlığı da düşünceye bağlayarak idealizme varmaktadır."
Varoluşçulara göre insan davranışları doğadaki diğer fiziksel olaylar gibi değerlendirilemez, incelenemez, kategorilere ayrıştırılamaz. İnsan davranışları bu bağlamda açıklanamaz, ancak anlaşılabilir. İnsan davranışlarının anlaşılabilmesi için veya insanın bütüncül olarak anlaşılabilmesi için tüm yargılardan ve ön fikirlerden uzak olmak gerekir. İnsan mekanik bir aygıt olmadığından onun davranışlarını bir takım gruplara ayırmak, sistematize etmek, şablonlaştırmak insanı anlamak değil, tam tersine onun anlaşılmasını zorlaştıran temel faktördür. Hele hele bir takım hastalık isimleri altında insanları birer kemiyet gibi değerlendirmek, bilgisayar programlarına kodlamak, sistematize etmek insana yapılacak en büyük ihanetlerden biridir.
İşte varoluşçu felsefeden yola çıkan bilim adamları insanı anlamak için toptan psikiyatriyi reddeden anti psikiyatri anlayışlarına da kaynaklık etmişlerdir. belki de insana insanca bir yaklaşım tarzını varoluşçu terapilerde bulmak mümkündür. İnsanın gerçekten insan olarak değerlendirildiği hasta ile hekimin eşit şartlarda gerçeği aradığı anlayış ve yaklaşım tarzı sadece varoluşçu tedavilerde mümkündür. Bu kadar müsamahalı ve geniş bir yaklaşım tarzını ihtiva etmesi nedeni ile uygulamada geniş bir yelpazenin varlığı da otomatikman ortaya çıkmaktadır.
Bu tedavi programında kişi hekimi ile eşit şartlar altında kendini anlamaya çalışır, patoloji olarak görülen bozuklukları anlamaya hayatını anlamlı kılmaya ve aktif bir üretkenliğe dönmeye çalışır.
Varoluşçu psikoterapistler arasından Victor Frankl'ın görüşlerine ve eklektik tarzına bakmakta yarar vardır. Ona göre;" Ego'yu tedavi etmek amacı ile O, eklektisizme yönelerek psikoterapi, davranış tedavisi, ilaç tedavisi ve gevşeme egzersizlerini bir arada kullanmaya kadar işi ileri götürmüştür. Buna kendi yarattığı Logoterapi adlı yöntemi de eklemiştir. Bu yöntemin temel hedefi hastada az ya da çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel gücünü, yani iradeyi geliştirmektir. Frankl' a göre yaşamında artık anlam göremeyen bir kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda var olamaz. Logoterapide anlama ve özneye saygı şu yönlerde ortaya çıkar. Var oluştaki kişisel amaç ve değerlerin keşfedilmesine engel oluşturan şeylerin analizi zorunlu olarak anlama çabasını ve öznelliğe saygıyı gerektirir. Ama logoterapi aynı zamanda iradeyi ve sorumluluk duygusunu uyandırmaya ve desteklemeye yönelik teknikleri de içerir"
Her hasta farklıdır. Semptomların ifadesinde kullanılan dil her hasta için farklıdır. Hastaların ifadeleri ancak kendi içsel ve dışsal dinamikleri ile birleştirildiğinde anlam kazanır. Hastanın ruhunu anlamadan yapılan yaklaşım tarzları her zaman hatalıdır ve kişiyi yanlış sonuçlara götürür. Hastaya gerçekten yardımcı olmak istiyorsak tüm şahsi düşüncelerimizi bir tarafa bırakarak hasta gibi hissetme, onunla beraber düşünmek zorundayız. Hasta ile olan ilişkilerimizde, hastanın geçmişine kilitlenme değil, geçmişten günümüze intikal eden şu andaki sorunlara yoğunlaşmak gerekir. Geçmiş şu anda hastayı etkiliyorsa önemlidir.
Her hekim az veya çok varoluşçu bir yaklaşım tarzını benimsemek zorundadır. Hastaların kendi dünyalarında bağımsız ve özgür bir fert olduğunu kavrayamayan, insan olarak onlara gerçekten değer veremeyen hiç bir yaklaşım tarzının fazla yararlı olamayacağı kanaatindeyim.