Bir erkeğin gururunu en çok okşayacak şey, kadınların kendisini ilginç
bulduklarını söylemeleridir. İyi ama bir erkek kadınların gözünde ne
zaman ilginç olur? Bu, en incelikli ve en zor sorulardan biridir. Bu
soruyu dizgesel olarak irdeleyebilmek için, yepyeni ve bugüne dek hiç el
atılmamış bir disiplinin, benim yıllardır üzerinde düşünüp durduğum bir
disiplinin geliştirilmesi gereklidir. Ben, bu disipline İnsan Bilgisi
ya da Düşünsel İnsanbilim diyorum. Bu disiplin bize, bedenler gibi
ruhların da değişik biçimleri olduğunu gösterecektir. Rastladığımız
insanlarda, bireysel sezgilerimize dayanarak, hepimiz kişilik
yapısındaki bu çeşitliliği değişik derecelerde açıkça algılarız. Bununla
birlikte, yüzeydeki bu algılarımızı açık seçik kavramlara, eksiksiz
bilgilere dönüştürmek zordur. Başkalarını sezgiyle algılarız, ama onları
tanımayız.
Bununla birlikte, gündelik dilde, çok yüksek anlamlar anıştıran sözel
kapsüller aracılığıyla taşınan çok zengin bir ince sezgiler bütünü
vardır. Aslında, dayanıklı ruhlarla ince ruhlardan, ekşi ya da tatlı,
derin ya da yüzeysel, güçlü ya da zayıf, sebatlı ya da kaçamak ruhlardan
söz ederiz. Yüce gönüllü ya da yüreksiz insanlardan söz eder,
böylelikle bedenlere olduğu gibi ruhlara da bir boyut getirmiş oluruz.
Birisi için, onun bir eylem insanı olduğunu, öte yandan bir başkasının
düşünmeye yatkın biri olduğunu, birisinin "beyinsel" ya da duygusal vb.
olduğunu söyleriz.
İnsan fauna'sının harika çeşitliliğini sınıflandırmakta kullandığımız
değişik tanımların tam anlamını yöntemsel bir çözümlemeden geçirme
çabasına kimse girişmemiştir. Bütün bu adlandırmalar, yalnızca içteki
kişinin yapısal farklılıklarına anıştırma yapar; bir ruhbilimsel anatomi
oluşturmaya yöneliktir. Bir delikanlının ruhunun, yaşlı bir
adamınkinden farklı bir yapıya sahip olacağı, hırslı bir insanın
ruhunun, düşlerle yaşayan bir insanınkine göre değişik bir tinsel yapıda
olacağı açıktır. Biraz dizgeli bir yaklaşımla ele alındığında, bu
incelemenin bizi yepyeni bir biçemle oluşturulmuş, bilişsel bir kişilik
yapılanmasına götürmesi, bunun da bizi insandaki içsel yapıların
çeşitliliğini bugüne dek hiç düşünülmemiş bir incelikle tanımlamamızı
sağlaması olanaklıdır. Bu ruhsal yapılar arasında, kadınların ilginç
erkek dedikleri erkek tipi de ortaya çıkabilir.
İlginç erkeğin baştan aşağıya çözümlemesine girişmek, içimi korkuyla
dolduruyor; çünkü hemen bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya buluyoruz
kendimizi. İlginç erkekle ilgili olarak söylenecek ilk önemli şey şu:
İlginç erkek, kadınların âşık oldukları erkektir; ama bu gözlem, bizi
alıp hemen bilinmeyen yerlere götürüyor ve büyük tehlikelerin içine
atıyor. Doğrudan, sevgi denen o yabanıl ormanın içine savruluyoruz.
Gerçek şudur ki, insan topografyasında, sevgi alanı kadar az
araştırılmış başka bir alan yoktur. Aslında şu bile söylenebilir: Sevgi
konusunda henüz hiçbir şey söylenmiş değildir; daha doğrusu bu konuda
hiçbir şey üzerinde henüz düşünülmemiştir.
İnsanların kafalarına çakılıp kalmış olan bir yığın kaba düşünce,
gerçekleri normal durulukta görmelerini engeller. Her şey karmakarışık
ve çarpık görünür. Bunun pek çok nedeni vardır. Her şeyden önce, sevgi,
doğası gereği, insanın gizli yaşamının bir parçasıdır. İnsan,
sevgisinden söz edemez; söz ederken sevgi yok olur ya da buharlaşıp
gider. Herkes, hemen her zaman gayet az olan kişisel deneyimlerine
yaslanmak zorundadır, çünkü bu konuda komşunun deneyimlerinden
yararlanmak kolay değildir. Oysa, her fizikçi yalnızca kendi kişisel
gözlemlerine yaslanacak olsa, neler olurdu? İkinci olarak, durum şudur:
Sevgi üzerinde en iyi düşünebilecek olanlar, sevgi deneyimini en az
yaşamış olanlardır; oysa sevgiyi yaşamış olanlar, bu konuda düşünme
yetisi olmayanlar, sevgiyi saran o yanar döner, hiçbir zaman
yakalanamayacak renkli tüyleri inceden inceye çözümlemeden geçirme
yetisi olmayanlardır. Son olarak da, sevgi üzerine bir deneyime
girişmek, en nankör işlerden biridir. Bir doktor, sindirim zorluğu
hakkında konuşacak olsa, insanlar onu uslu uslu ve merakla dinlerler.
Ama bir ruhbilimci, sevgiden söz edecek olsa, herkes onu eleştirel bir
havayla dinler ya da hiç dinlemez; bu insanlar, onun ne söylediğini
öğrenme zahmetine bile katlanmazlar çünkü hepsi kendisinin bu konuda
uzman olduğu kanısındadır. İnsanların alışkanlık haline gelmiş
aptallıklarının, böylesine açık seçik görüldüğü başka bir alan hemen
hemen hiç yoktur. İnsanlar sanki, sevgi de, eninde sonunda öbürleri
kadar kuramsal bir konu, yetersiz araçlarla yaklaşan birinden sır kutusu
gibi mühürlenmiş olarak saklı kalacak bir konu değilmiş gibi
davranırlar!
Don Juan konusunda da durum aynıdır. Herkes, Don Juanlık'ın, zamanımızın
o en karanlık, en anlaşılmaz, en nazik sorunu nun en doğru yorumunu
kendisinin yaptığına inanır. Gerçek şudur ki, birkaç istisna dışında,
erkekler üç sınıfa ayrılabilir: Kendilerini Don Juan sananlar; daha önce
Don Juan olduklarına inananlar; Don Juan olabileceklerine inanan ama
bunu istememiş olanlardır. Bu sonuncular, hatırı sayılır bir
kararlılıkla, Don Juan'a saldırılması gerektiğini öneren, belki onun
ölüm fermanını imzalamak isteyenlerdir.
Öyleyse, herkesin anladığını sandığı bilimlerin -sevginin ve siyasetin-
en az ilerlemiş bilimler olması için sayısız neden vardır. Sevgi ve
siyaset konusunda konuşmaya en yetkili olanlar, bu konulardan biri
açıldığında, bilgisiz kişilerin aceleyle söyleyiverdikle-ri basmakalıp
sözleri dinlemekten kaçınmak için susmuşlardır.
Bu nedenle, Don Juanlar'ın da, âşık olanların da, Don Juan ya da sevgi
konusunda özellikle bir şeyler bilmedikleri açıkça belirtilmelidir. Bu
iki konuda, belli bir doğrulukla konuşabilecek tek kişi, belki her iki
konudan da uzakta yaşayan, gene de güneşin karşısında gökbilimcinin
durumu gibi, her şeyi dikkatle ve merakla seyreden kişidir. Bir şeyler
bilmek, o şey olmak demek değildir; o şey olmak da onu bilmek demek
değildir. Bir nesneyi görebilmek için, ondan kopmuş olmak zorunludur.
Kopmuş olmak, o nesneyi deneyimle yaşanan gerçeklikten çıkarıp bir bilgi
nesnesine dönüştürür. Bunun dışında bir görüş, bizi örneğin şu inanca
götürür: Hayvanbilimci, bir devekuşunu incelemek için kendisi devekuşu
olmak zorundadır; Don Juan da kendisinden söz ederken tamı tamına aynı
konuma girer.
Bana soracak olursanız, üzerinde çok düşünmüş olmama karşın, bu önemli
konuda yeterli durulukta bir görüşe ulaşamadım. Çok şükür ki şu anda
tartıştığımız Don Juan değil. Burada belirtilmesi gereken, belki de Don
Juan'ın, düşmanlarının bizi bunun tersinin doğru olduğuna inandırmaya
çalışmalarına karşın, her zaman ilginç bir erkek olmasıdır.
Oysa, açıkça ortadadır ki her ilginç erkek Don Juan değildir - onunla
ilgili bu yorumdan sonra isterse niz tehlikeli profilini bu notların
dışında bırakalım. Sevgiye gelince, sevgiyi konumuzun içine sokmaktan
kaçınmak bu kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle, konuyu inceleyip
geliştirmeden ya da kanıt sunmadan, sevgiyle ilgili olan ve benimsenmiş
fikirlerden köktenci bir biçimde ayrılan bazı düşüncelerimi açıkça
ortada olan bir bağnazlıkla özetlemek zorunda hissediyorum kendimi.
Okur, bun ları yalnızca ilginç erkek konusunda söyleyeceklerimin zorunlu
bir açıklaması olarak görmeli ve şimdilik bu görüşlerin doğru olup
olmadığına karar verme konusunda ısrar etmemelidir.
Daha önce de önerdiğim gibi, ilginç erkek konusunda söylenecek ilk şey,
onun, kadınların âşık olduğu erkek olduğudur. Ama insan buna hemen,
bütün normal erkeklerin kadınlarda sevgi bulduğunu, bu nedenle de bütün
erkeklerin ilginç olması gerektiğini söyleyerek karşı çıkabilir. Bu
karşı çıkışa, önceden hazırlanmış iki yanıtım var. Birinci yanıt: İlginç
erkeğe, tek bir kadın değil, birçok kadın âşık olur. Burada "hep" ve
"hiçbiri", "çok sayıda" ve "hiç kimse" eksiksiz anlatımı amaçlamayan
yalınlaştırmalar olarak anlaşılmalıdır. Yaşamın herhangi bir sorunuyla
uğraşırken, eksiksizliğe ulaşmak, çok eksikli kalmak demektir;
niceliksel yargılar da, daha çok tipik durumları, normları, eğilimleri
dile getirmek için verilir.
Sevginin, sıkıcı ve sıradan bir iş olduğu inancı, erotik görüngülerin
anlaşılmasında en büyük engellerden biridir. Bu görüş, çok yaygın bir
belirsizlikten kaynaklanır: Tek bir sevgi sözcüğüyle son derece çeşitli
ruhsal durumları anlatırız. Bu nedenle, bizim kavramlarımız ve
genellemelerimiz hiçbir zaman gerçeklikle çakışmaz. Sözcüğün bir
anlamında sevgi açısından geçerli olan şey, öbür anlamında geçerli
değildir; bizim, bu gözlemin yapıldığı erotizm alanında geçerli olan
gözlemimizin de başka bir alana yaygınlaştırıldığında yanlış olduğu
görülür.
Bu karışıklığın kökeni açıktır. Kadın ve erkek arasındaki her türlü
çekim, genel anlamda söylersek, sınırlı toplumsal ve kişisel
davranışlarda ortaya çıkar. Bir kadının bedeninden hoşlanan erkek; bir
kadına, kendini beğenmişliği nedeniyle kapılan erkek; kadının usta bir
çekicilik ve aşağılama manevrasıyla üzerinde yarattığı bayağı etkinin
kurbanı olarak aklını yitiren erkek; bir kadına salt şefkat, sadakat,
acıma, "sevecenlik" nedeniyle bağlı kalan erkek; tutkunun pençesine
düşen erkek; son olarak da, gerçekten âşık olan erkek, aşağı yukarı
özdeş davranışlar içindedirler.
Birisi, onların eylemlerini uzaktan gözlemlese, "aşağı yukarı" gibi
incelikli nitelendirmeleri gözden kaçırabilir. Yalnızca geniş çaplı
davranış örüntülerine dikkat ederek bu davranışlarda bir farklılık
bulunmadığı yargısına varır; bu nedenle, bu davranışı esinleyen duygunun
da ayrıcalıklı bir yanı bulunmadığı kararını verir. Ama o kişinin
yapması gereken tek şey, bir büyüteç alıp bu davranışları yakından
incelemektir; böylece yalnızca genel eylem örüntüsünde benzerlik
bulunduğunu, bunların arasında düşünülebilecek en farklı çeşitlemelerin
yer aldığını görecektir. Bir sevgi ilişkisini, yalnızca eylemlerine ve
sözlerine bakarak çözümlemek çok büyük bir hatadır. Genelde, sevgiyi ne
eylemler, ne de sözler yansıtır; bunlar, toplum tarafından yaratılmış,
abartılı jestler, ayinler ve formüller birikimidir; sevgi bunları,
aradığı yerde, eline tutuşturulan ve kullanmak zorunda hissettiği hazır
bir araç olarak buluverir. Sevginin çeşitli türleri arasındaki ayrımı
görebilmemizi sağlayan şey, ta baştaki küçük jestler, tonlar ve
yakalanması güç ince davranış göstergeleridir.
Artık yalnızca gerçek romantik sevgiden söz ediyorum; bu tür sevgi
şehvetli arzudan, amour-vanit denp bayağı ilişkilerden, "şefkatken ve
"tutku"dan farklıdır. İşte burada, karşımızda, bin bir çeşitlilik
taşıyan bir aşk/awna'sı var; bu fauna'nın çokbiçimli yapısı pekâlâ
sınıflandırılabilir.
Romantik sevgi -kanımca her türlü erotizmin ilk örneğini ve doruğunu
oluşturur- aynı anda şu iki öğeyi içermesiyle kendini belli eder:
Üzerimizde tam bir "yanılsama" yaratan başka bir kişi tarafından
"büyülenme" duygusu; sanki o kişi, bizi varoluşumuzun derinliklerinde,
canlı köklerimizden koparmış da diri diri başka bir yere aktarılmışız ve
canlı köklerimiz onun içine ekilmiş gibi, varlığımızın özüne dek onun
tarafından soğurulmuşluk duygusu. Bunu dile getirmenin başka bir yolu da
seven kişinin, kendisini, sevdiği kişiye bütünüyle teslim olmuş gibi
hissetmesidir; öyle ki burada, aslında bedensel teslim oluşun mu, tinsel
teslim oluşun mu söz konusu olduğu hiç önemli değildir. Sevgi içindeki
bir kişi, yaşadıkları üzerinde dikkatle düşünerek -toplumsal kurallar,
her türden güçlükler- istemini sevdiği kişiye teslim etmemeyi
başarabilir. Önemli olan, isteminin verdiği karar ne olursa olsun,
kendisini teslim olmuş hissetmesidir.
Burada bir çelişki yoktur, çünkü temeldeki teslim olma durumu, istem
düzleminde gerçekleştirilmiş değildir; tersine kişinin daha derinlerinde
yer alır. Teslim olma isteğinde istem yoktur: İstem dışı bir teslim
oluş söz konusudur. İstemimiz bizi nereye sürüklerse sürüklesin, ondan
uzaklaştırılmak için dünyanın öbür ucuna bile götürülsek, hiç farkında
bile olmadan, sevgiliye teslim olmuş durumda kalırız.
İstemle sevgi arasındaki bu aşın kopma, bu çekişme durumu, sevginin
kendine özgü yanını vurgular ve olanaklı bir karışıklık olarak
görülmelidir - olanaklı ama kesinlikle olmayacak bir şey değil.
Sevgiliye karşı kendini savunma konusundaki düşünceler, gerçekten seven
birinin istemini pek etkilemez. Bu, öylesine doğrudur ki, uygulamada
sevgilinin isteminin etkin olduğunu görürsek, sevgili "bir takım
düşünceler ileri sürüyorsa", sevmemek ya da daha az sevmek için "çok
saygın" nedenler buluyorsa, aslında bunlar onun sevmediğinin en kesin
göstergesidir. Böylesi bir ruh, karşısındaki kişiye belli belirsiz bir
çekilme duyar, ama kökleri kendisinden kopanlmamıştır - bu da o kişi
âşık olmamış demektir.
Öyleyse, bu iki öğenin, büyülenme ile teslim olmanın birleşmesi, burada
tartışmakta olduğumuz sevgi açısından temel önemdedir. Bu birleşme hiç
de rastlantısal değildir. Bunların ikisi salt rastlantıyla biraraya
gelmemiştir; tersine biri öbüründen doğmuştur ve ondan beslenir. Sevgide
varolan şey, büyülenme nedeniyle teslim olmaktır.
Bir anne çocuğuna, bir dost dostuna teslim olur, ama "yanılsama" ya da
"büyülenme" nedeniyle değil; anne bunu tinsellikle hemen hemen hiç
ilişkisi olmayan derin içgüdüsü nedeniyle yapar. Dost, isteminin açıkça
verdiği bir karar nedeniyle yapar. Dostta sadakat vardır; bu da, özü
gereği düşünceye dayalı bir erdemdir. Dostun, kendisini, bir bakıma
tepsiye koyup bir başkasına sunduğunu söyleyebiliriz. Oysa sevgide olan,
ruhumuzun elimizden kaçması, başka birisi tarafından soğurulmasıdır.
Başka bir kişiliğin, insan yaşamı üzerinde uyguladığı bu soğurma eylemi,
soğurulanı bir yücelmişlik durumu içinde tutar, varlığının köklerinden
koparır ve sevgilinin içine eker; önceki kökler, yeni bir
topraktaymışçasına buraya kök salar. Bu sayede seven kişi, kendisinden
beslenerek değil, öbüründen beslenerek yaşar; tıpkı doğmadan önce,
çocuğun bedensel olarak rahmine tutunduğu ve gömüldüğü annesinden
beslenerek yaşaması gibi.
Sevenin, sevgili tarafından böyle soğurulup içe alınması, düpedüz
büyülenmenin sonucunda olur. Başka bir varlık bizi büyüler; biz bu
büyülenmeyi, yumuşak ve esnek bir çekilme olarak sürekli içimizde
duyarız. Aşırı yıpranmış bir sözcük olan "büyülenme", gene de sevgilinin
seven üzerinde yaptığı etkiyi en iyi anlatan sözcüktür. Büyü sözcüğünün
kullanımı, başlangıçta taşıdığı yan anlamların yeniden yerine
konmasıyla gerçek yerine oturtulmalıdır.
Cinsel çekmede gerçek bir çekim yoktur. Cinsellik anıştıran bir beden,
insanda ona karşı bir iştah, bir arzu uyandırır. Bununla birlikte
arzumuz, arzulanan nesneye doğru gitmez; tam tersine ruhumuz, kendisini
arzulanan nesneden uzaklaştırarak kendi içine doğru çekilir. İşte bu
nedenle bir nesnenin arzu uyandırdığı'm. söylemek çok doğrudur; sanki,
arzulanan nesne, kendisinin arzulanması sürecine katılmıyormuş da arzuyu
uyandırmasıyla birlikte görevini tamamlıyor ve gerisini bize
bırakıyormuş gibidir. Arzuyu belirleyen ruhsal görüngüyle "büyülenme"yi
belirleyen ruhsal görüngü birbirine karşıt tepkiler oluşturur. Arzuda,
nesne soğurulma eğilimine girer, oysa "büyülenme"de "ben" soğurulur; bu
nedenle iştah, insanın kendisini teslim etmesine yol açmaz; tam tersine,
nesnenin ele geçerilmesine yol açar.
Benzer biçimde, "tutku"da da gerçek bir teslim olma yoktur. Son
zamanlarda, bu bayağı sevgi türü hiç hak etmediği bir değer ve yaygınlık
kazandı. Bazıları, sevginin derecesinin, Werther'in ya da Othello'nun
intiharına ya da cinayetine yakınlık derecesiyle ölçülebileceğini
sanıyorlar; bunu yaparken de, bunun dışında kalan sevgi biçimlerinin
hayali ve "beyinsel" olduğunu düşündürmek istiyorlar. Bence tam tersine,
"tutku" terimi, çok eskiden taşıdığı küçültücü anlama indirgenmelidir.
Kendisine ya da bir başkasına tabanca doğrultmak, bir tutkunun
niteliğini, hatta niceliğini en küçük derecede bile güvence altına
almaz. "Tutku", ruhun sakatlığını gösteren hastalıklı bir durumdur.
Saplantı düzeneğine yakalanmaya açık olan biri ya da çok yalın, kaba
yaratılışta olan kişi, içinde doğan her duyguyu "tutku"ya, yani maniye
dönüştürecektir. Tutkuyu süsleyen romantik tuzakların tümünü söküp
atalım. Bir erke ğin sevgisinin, ne kadar aptallaştığı ya da aptallaşmak
istediğiyle ölçüldüğünde inanmaktan vazgeçelim.
Tam tersine: sevginin ruhbiliminde genel bir ilke olarak şu öz-sözü
yerleştirmek yerinde olacaktır: Sevgi, ruhun en incelikli ve en
kapsayıcı edimi olduğundan, ruhun durumunu ve özünü yansıtır; sevgi
içindeki insanın nitelikleri ister istemez sevginin kendisine
atfedilmelidir. Eğer o birey duyarlı değilse, sevgisi nasıl duygu yüklü
olabilir? O kişi derinlikten yoksunsa, sevgisi nasıl derin olabilir?
İnsan nasılsa, sevgisi de öyledir. Bu nedenle, bir insanın nasıl birisi
olduğu konusunda en kesin belirtiyi sevgide bulabiliriz. Bütün öbür
edimler ve görünüşler, o kişinin özniteliğiyle ilgili olarak bizi
yanıltabilir ama sevgi ilişkileri, varlığının dikkatle saklanmış
sırlarını ele verebilir. Bu, özellikle de sevgilinin seçimi açısından
geçerlidir. Başka hiçbir edimde, en içte saklı olan kişiliğimizi, erotik
seçimimizde olduğu ölçüde açığa vuramayız.
Sık sık zeki kadınların aptal erkeklere ya da tersine, aptal kadınların
akıllı erkeklere âşık olduğunu duyarız. Açıkça söylemek isterim ki, pek
çok kez duymuş olmama karşın bu düşünceye hiç inanmamışımdır; sonra,
yaklaşıp ruhbilimsel büyüteçle bakabildiğim her durumda o erkeklerle o
kadınların aslında zeki olmadığını ya da seçtikleri kişilerin aptal
olmadığını görmüşümdür.
Bu nedenle tutku, sevgi duygusunun en yüce noktasını değil, tam tersine
bayağı ruhlarda yozlaşmasını gösterir. Tutkunun içinde büyülenme de,
teslim olma da yoktur - hiç değilse, bulunması gerekmez. Ruh hekimleri,
saplantılı kişinin saplantısına karşı savaştığını, onu kabul etmediğini,
gene de onun egemenliği altında kaldığını bilirler. Nitekim, içinde
hemen hemen hiç sevgi bulunmayan büyük tutkular olabilir. Bu, sevgi
görüngüsü konusundaki yorumumun, şu yanlış mitolojiye taban tabana zıt
olduğunu okura gösterecektir: Bu yanlış mitolojiye göre tutku, insanın
hayvan yanından, bağrının karanlıklarından doğmuş temel, ilkel bir
güçtür; bu güç, insanı kaba bir biçimde pençesine alır ve ruhun, daha
yüce, daha ince kesimlerinin oynayabileceği her türlü rolü göz ardı
eder.
Sevgiyle varlığımızın derinliklerinde gizil olarak bulunan belli kozmik
içgüdüler arasındaki olası bağıntıyı şimdilik bir yana bırakırsak,
kanımca sevgi, ilkel bir gücün gerçekten de tam karşıtı olan bir şeydir.
Sevginin, ilkel bir güç olmaktan çok -elbette, yapacağım hata payının
farkındayımneredeyse bir yazın türüne benzediğini söylemek istiyorum.
Bu, okurları üzerinde düşünmeye vakit bulamadan -doğal olarak-
kışkırtacak bir formüldür. Elbette, bu konuda söylenecek son söz olma
iddiasındaysa, aşırı ve kabul edilemez bir formül olur bu. Gene de
burada önermek istediğim, sevginin bir içgüdü değil; bir yaratım,
insanda hiç de ilkel olmayan bir yaratım olduğunu önermektir.
Vahşilerde, sevgiye yatkınlık diye bir şey yoktur. Çinliler'le Hintliler
sevgiyi tanımazlar; Pericles dönemindeki Yunanlılar, sevginin varlığını
hemen hemen hiç kabul etmezlerdi. Bu iki özelliğin ikisi de -tinsel
bir yaratım olması ve insan ekininin yalnızca belli evrelerinde ve
biçimlerinde ortaya çık ması- sevginin bir yazın türü olarak
tanımlanmasına uygun düşmüyor mu?
Sevgi, öbür yalancı'biçimleri olan şehvet ateşinden ve "tutku"dan da
aynı açıklıkla ayrımlanabilir. Bunlar arasında, "şefkat" dediğimiz şey
de vardır. "Şefkaf'te -çoğu zaman olsa olsa evlilikteki sevgi biçiminde
çıkar bu karşımıza- iki insan karşılıklı sevecenlik, sadakat, bağlanma,
duyguları içindedirler; ama büyü ve teslim olma diye bir şey söz konusu
değildir. Çiftlerden her biri kendi içine gömülmüş olarak yaşar,
öbüründe kendinden geçmez; her biri, son derece yumuşak düşüncelilik,
esirgeme ve onaylama ışınları yayar.
Buraya kadar söylenenler, şu önermeyi anlamlı kılmaya -şimdi bunu
yapmaya çalışıyorum- yetecektir sanıyorum: İnsan, sevgi denen görüngüyü,
ta içinden açık seçik görmek isterse, her şeyden önce, sevginin, hemen
herkesin ulaşabileceği, içinde yaşadığımız toplum, ırk, ulus ve dönem
söz konusu olmadan her dakika her yerde olan evrensel bir duygu olduğu
yolundaki yaygın fikirden kendisini kurtarmak zorundadır. Önceki
sayfalarda özetlenen nitelikleri, sevginin ortaya çıkma sıklığını,
yanlışlıkla eklenen pek çok şeyi alanından çıkararak, büyük ölçüde
azaltıyor. Son bir adım daha atıp hiçbir abartmaya gitmeden şunu
söyleyebiliriz: Sevgi az rastlanan bir olay, ancak belli ruh
yapısındakilerin yaşamayı umabilecekleri bir duygudur: Aslında, bazı
bireylerde bulunan, normalde başka yeteneklerle birlikte bahşedilen ama
tek başına da görülebilen özgül bir yetenektir.
Gerçekten de âşık olmak, bazı yaratıklarda bulunan harika bir
yetenektir; tıpkı Tanrı vergisi koşuk düzme yeteneği, kendini kurban
edebilme ruhu, ezgiler yaratma esini, kişisel gözüpeklik yeteneği,
denetimi ele almayı bilme becerisi gibi. Herkes âşık olamaz; âşık
olabilseler de herhangi birine âşık olamazlar. Bu ilahi olay, ancak bazı
güçlü koşulların hem öznede hem de nesnede bulunmasıyla ortaya çıkar.
Çok az kişi âşık olabilir; gene, çok az kişi sevgili olabilir. Sevginin,
kendi ratio'su,^ kendi yasası, hiç değişmeyen bir birleştirici özü
vardır ki bu, sayısız ahlaksal ayrımcılığı ve değişebilirliği, kutsal
yazıtının dışında bırakmaz.
Aşırı seyrek ortaya çıktığını apaçık ve düpedüz gösterebilmek için
yapılması gereken tek şey, âşık olma durumunun koşullarından ve
varsayımlarından bazılarını sıralamaktır. Son sözü söyleme iddiasında
olmadan, bu koşulların üç sınıfta toplandığını önerebiliriz, çünkü
sevginin üç bileşeni vardır: sevilecek kimseyi görebilmek için gerekli
olan algılama; sevgilinin görüntüsüne duygusal tepki verebilmek için
gerekli olan coşku; varlığımızın, toplam ruhumuzun yapı'sı.
Algılarımızla coşkularımız doğru dürüst işlediği zaman bile, ruhumuzun
yapısı özsüz ve esneklikten yoksunsa, dağınıksa, canlı kaynaklardan
beslenmiyorsa, sevginin, kişiliğimizi köklerinden sökmesi, kaplaması ya
da kalıplaması olanaksızdır.
Büyülenebilmek için her şeyden çok başka birisini görme yetisine sahip
olmamız gerekir - yalnızca gözlerimizi açmak buna yetmez. İnsanda,
nesnelerle ilgili saltık bir merakın ötesinde, daha kapsayıcı, daha
köklü, daha geniş, kendine özgü bir başlangıç merakının bulunması
gerekir (bilimsel, teknik ya da turistik merak gibi ya da "dünyayı
görme" merakı vb.); ya da insanların kendine özgü edimleri konusundaki
merak gibi (örneğin, dedikodu).
Kişinin, insanlık konusunda, daha somut söylersek, yaşayan bir bütünlük
olarak birey, bir varoluş modus'u olarak birey konusunda gerçekten
canlı bir merakla dolu olması gerekir. Bu merak olmadan, önümüzden en
değerli insanlar gelip geçseler bile, bizde hiçbir izlenim bırakmazlar.
Protestan bakirelerin hiç söndürmedikleri lambaları, bir bakıma sevgiye
girişin eşiğini oluşturan bu erdemin simgesidir.
Ama unutmayalım ki, böyle bir merak aslında pek çok şeyi öngörüyor
demektir. Bu, ancak yüksek derecede canlılığı olan organizmalara özgü
bir lükstür. Zayıf birey, kendisinin dışında olup bitenlere, çıkarsız
bir ilk dikkat yöneltemez. Yaşamın, kabarık eteğinin katmanları arasında
saklamış olabileceği beklenmedik şeyle rinden korkar; başkalarıyla, tam
bir ilgiyle anında ilişki kuramadığı ölçüde içine kapanır. Bu
"çıkarsız" ilgi karşıtlamı, İngiliz Kraliyet Donanması'ndan gelen
telgraflara vurulan damgadaki kırmızı mürekkep gibi, gerçekleştirdiği
tüm işlevler ve eylemlerde sevginin içine sızar.
Simmel -Nietzsche'yi izleyerek- yaşamın özünün, daha çok yaşam
özleminden oluştuğunu söylemiştir. Yaşamak, daha çok ya şamaktır;
insanın kendi yürek atışlarını artırma arzusudur. Yaşam böyle olmadığı
zaman hastadır ve kendi ölçüleri içinde yaşam değildir. Bir şeye/bize
getireceği kazanç açısından değil de neyse o olduğu için ilgi duyabilme
yetisi, ancak canlılığın en yüce katmanlarında bize sunulan görkemli ve
cömertçe bahşedilmiş bir Tanrı armağanıdır. Tıp açısından bakıldığında
zayıf bir beden, kendi başına ille de canlılığı eksik bir bedeni
göstermez; tersinden bakacak olursak, benzer biçimde, Herkülvari bir
beden yapısı da örgensel erki güvence altına almaz (atletler konusunda,
bu gözlem çoğu zaman geçerlidir). Neredeyse tüm erkekler ve kadınlar (bazıları, kuşkusuz güzel ve saygın
olsalar da) kendi ilgi alanlarına gömülmüş olarak yaşar, dışlarında olup
biten şeylere doğru göç etme itkisini duymazlar. Kendilerini çevreleyen
manzara, onlara iyi davransın davranmasın, ufuk çizgileriyle tam bir
yetinme duygusu içinde yaşarlar; ancak bir bedel karşılığında
gerçekleştirebilecekleri belirsiz olasılıklara atılmaya hiç özlem
duymazlar.
Bu sınırlı, dar ufuk, derinlere işleyen bir merakla bağdaştırılamaz; bu
tür merak, sonunda, bitip tükenmek bilmeyen bir göç etme içgüdüsü,
kendinden koparak öbürüne gitme yolunda yabanıl bir itkidir.
İşte petit bourgeois'laım ve petite bourgeoise'larm, has bir biçimde
âşık obuaları bu nedenle güçtür. Onlar için yaşam, bilinenler ve
anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten
alınan sarsılmaz doyumdan oluşur.
. Aynı anda yaşam için de bir heves demek olan bu merak, ancak özgür
havanın -yıldız tozlarıyla yüklü kozmik havanın- herhangi bir
engelleyici duvar olmaksızın estiği gözenekli ruhlarda bulunabilir. Ama,
bir kişinin incelikli, karmaşık yapısını "görmemiz" için bu merak
yetmez; merak, gözün bulunmasını gerektirir ama görüşte ince ayrımları
yapabilme gücü de bulunmalıdır. Böylesi ince ayrımları yapabilme gücü,
gerçekten de sevgide etkin bir bileşen olarak en başta gelir ve Tanrı
vergisi olağanüstü bir yetenektir. Başkaları hakkında, bedenlerinde dışa
vurulan anlamla birlikte, ruhlarının özü hakkında, hemen içten bilgi
edinmemizi sağlayan özel bir sezgidir bu. Bu sezgi sayesinde, insanlar
arasındaki "ayrım'ları görür, onların niteliklerini, önemsizliklerini ya
da eksiksizliklerini, kısacası canlılık açısından hangi mükemmellik
derecesinde olduklarını değerlendiririz. Burada, sevgi duygusunu
entelektüelleştirmeye çalıştığımı sanmayın. İnce ayrımları sezmenin,
zekâ ile hiç ilgisi yoktur; bu yetinin duru kafalı yaratıklarda bulunma
olasılığı daha yüksek olsa da, çoğu zaman ahmak erkeklerde bulunabilen
şiir yazma yeteneği gibi tek başına da bulunabilir. Aslında bu yetinin,
belli bir zekâ keskinliğinden nasibini almış kişiler dışında bulunması
pek olası değildir, ama ince ayrımları yapabilme sezgisi zekâ derecesine
bağlı değildir. Bu nedenle, görürüz ki, bu sezgiye erkeklere göre
kadınlarda daha sık rastlanır. Oysa zekâ yetisine daha çok erkeklerde
rastlanır.
Sevgiyi yarı büyülü, yarı mekanik bir etki olarak düşünenler, ince
ayrımları sezme yetisinin, sevginin temel özelliklerinden biri olduğu
yolundaki önermeme karşı çıkacaklardır. Onlara göre, sevgi her zaman
"nedensiz" çiçeklenir. Mantıksızdır, usdışıdır ve aslında her türlü
ayırım yapabilme sezgisini dışta bırakır. İşte kendimi, benimsenmiş
fikirlerden kesinlikle kopmuş gördüğüm ana noktalardan biri budur.
Boşluktan fışkırmayan, tersine, ruhsal kaynak'ını oluşturan başka
düşüncelerimizden beslenerek geliştiğini ve beslendiğini gördüğümüz bir
düşünceye mantıksal deriz. Bunun klasik örneği sonuç'tur. İlk önermelere
inandığımız için, sonucu da kabul ederiz: İlk önermelere kuşku düşerse,
sonucun taşıdığı yargı da boşlukta kalır. O sonuca inanmaktan
vazgeçeriz. Reason temeldir, kanıttır, açıklamadır; kısacası,
düşünceye ussallığını kazandıran logos'tur. Ama aynı zamanda,
düşünce ussallığı üreten ruhsal kaynaktır; ussallığı, tinimizde başlatan
ve sürdüren gerçek güçtür.
Hiçbir entelektüel yanı olmasa bile, sevgi de şu bakımdan us yürütmeye
benzer: Sevgi, boşluktan, bir bakıma ex nihilo doğmaz; tersine,
ruhsal kaynağını sevgilinin niteliklerinden alır. Bu niteliklerin
bulunması, sevgiyi doğurur ve besler; başka türlü söylersek, kimse
nedensiz sevmez; seven herkes baştan sona, sevgisinin haklı bir nedeni
olduğuna kuvvetle inanır. Dahası, sevmek, aslında sevilenin, kendi
içinde sevilesi olduğuna "inanmak" (bunu hissetmek) demektir; tıpkı
düşünmenin, şeylerin gerçekte, taşıdıkları olanaklar ve sundukları
şeyler olmalarına inanmak gibi. Her iki durumda da yanılıyor olabiliriz;
ne sevilen şey, sandığımız şeydir; ne de gerçek olan, olduğunu
sandığımız şeydir; gene de, inancımızı yitirmediğimiz sürece sevmeye ve
inanmaya devam ederiz. Düşünmenin mantıksal niteliği, işte bu kendini
haklı hissetme niteliğinden oluşur; insanın, yaslandığı bu gerçeklerden
yola çıkarak yaşaması, her an ona yaslanması, onu usunun kamuyla
desteklemesi demektir. Leibniz aynı şeyi şöyle dile getirir: Düşünce,
kör değildir ama bir şeyi, o şeyin düşündüğü gibi olduğunu gördüğü için
düşünür. Aynı biçimde, sevgi de o nesnenin sevilesi olduğunu gördüğü
için sever. Böylece âşık, edinebileceği tek olanaklı tutum olan
kaçınılmaz sevme tutumu içine girer; başkalarının da kendisiyle aynı
şeyleri hissetmemelerini anlayamaz - bu da, bir ölçüde sevgiyle aynı özü
taşıyan kıskançlığın kökenini oluşturur.
Bu nedenle sevgi, mantıksız ya da usa karşı değildir. Kuşkusuz, mantık
dışı ve usdışıdır, çünkü logos ve ratio yalnızca ve. yalnızca
kavramların bağıntılarını gösterir. Ama "us" teriminin, kör olmayan,
nous anlamı içeren, her şeyi kapsayan daha geniş bir kullanımı vardır. Kanımca normal sevgilerin hepsi anlamlıdır, sağlam bir nedene
dayanır, bunun sonucunda da logoide'dir.
Kendimi sürekli olarak,
şeylerde
nous
anlamının bulunmadığına, her
şeyin, yıkıcı
bir
düzeneğin ön tipi düzeyine yükselttiği atom devinimleri gibi körü körüne olduğuna
inanma yolundaki çağdaş
eğilimden gittikçe uzaklaşmış
hissediyorum. Bu nedenle,
gerçek sevgide bu ince ayrıların sezildiği bir anın bulunması
bence temel önemdedir;
bu anın bulunması
, o bireyde bu duygunun filizlenip serpilmesi için bir "neden"
bulunduğunu gösterir.
İnce ayrımların sezilmesi büyük ya da küçük çaplı
olabilir. Sıradan ya da esin yüklü
olabilir. Nedenlerin en önemlisi olmasa da, beni sevgiyi, ahmaklıktan dehaya tüm
derecelendirmeleri içeren, ama bedensel görme gücü ve zekâ gibi, elbette hata
yapmaya yatkın olan
sui generis bir yetenek olarak sınıflandırmaya götüren
nedenlerden biri işte budur. Mekanik ve kör olan
şey, hiçbir zaman hata yapmaz. Pek
çok sapkın aşk örneği, âşığın sevgiliyi algılamadaki yanılgısına indirgenebilir:
gözlerimizin çoğu zaman düştüğü, ama kendimizi kör saymamıza yol açmayacak yanılgılara göre açıklanması
zor olmayan optik bir yanılsama ya da serap.
İşte,-sanıldığından daha az olsa da- zaman zaman yanlışlar yaptığı
içindir ki sevgide görme
yetisinin bulunduğunu yeniden kabul etmek gerekir; çünkü
Pascal'ın da dediği gibi:
"Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları
yoktur: Sevginin gözündeki bağ
çıkarılmalı
ve görme gücü,
bundan böyle ona geri verilebilmelidir
."