30 Kasım 2018

Fernando Pessoa - Hiçbir Şey İstememenin Mutluluğu

 

Anlaşılmayı her zaman reddettim.
Anlaşılmak kendini satmaktır.

Âşık olmak yalnızlıktan usanmaktır;
bu yüzden bir korkaklıktır, kendimize ihanettir.

Geçmişim, olamadığım her şeydir.

Hep uyanmanın sınırındaymışım gibi hissediyorum.

Japon çay fincanlarımdan birisi kırıldığında, gerçek nedenin bir hizmetçinin özensiz ellerinin değil o porselenin kıvrımlarına yerleşen desenlerin kaygıları olduğunu düşünürüm.

 

CUMHURİYET DÖNEMİNDE MODERNLEŞMENİN KADIN SİMGESİ: AFET İNAN (1925-1938)

Eski ile yeni, geleneksel ile modern, mutlakiyet ile anayasal sistem arasında kalınan bir dönemin tam da ortasında, kendisine yaşamın her alanında bir yer ve yön bulma çabasını tecrübe etmiştir. Tarihin bu önemli dönemecinin tanığı olan Afet İnan, yaşadığı dönem içerisinde değerlendirilmeye çalışılacaktır. Çöküşten bir kuruluş öyküsü yazılan dönemin etkin kadrosu içerisinde yer alacak olan Afet İnan’ın, bu kuruluş ve kurtuluş hikâyesinin neresinde yer aldığı, sahip olduğu değer ve geliştirdiği düşüncelerini nasıl bir ortamda oluşturduğu, çalışmanın cevabını aramaya gayret gösterdiği soruların başında yer almaktadır. Kendi ifadesiyle, şahsını Atatürk’ün talebesi ve ilim arkadaşı olarak tanımlayan İnan’ın, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme sürecini pek çok alanda temsil eden bir değeri olduğu anlaşılmaktadır.
Gelenekten gelen mutlakiyetçi monarşinin mutlak hüviyetinin zayıflamaya başladığı, hürriyet ve anayasal sistem söylemleriyle iki ayrı dönemde tecrübe edilecek olan parlamenter monarşinin hükmünün süreceği, eskiye oranla daha köktenci bir yenileşmenin inkılapçı izlerinin belirmeye başladığı ikircikli bir dönemin tanığı ve adananıdır Afet İnan. Dolayısıyla Afet İnan, bu ara dönemin geçiş sancılarını tecrübe etmiş, döneminin her türden siyasal, sosyal, kültürel ve entelektüel atmosferinden beslenmiş, kadın hakları, arkeoloji ve antropoloji gibi çalışmaların öncüsü olmuştur.

Sonuç
Ulus-devlet yapısının belirginleşmeye başladığı dönemin aydın grubunda bir kadın varlığı ve mücadelenin öncü ismi olan Afet İnan, bu yönde geliştirdiği düşünceleriyle Cumhuriyet inkılaplarının büyük bir destekçisi olarak önemli rol üstlenmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla ortaya çıkan modernleşme çabaları, dönem koşullarının bir sonucu olarak şekillenmiştir. Afet İnan, bu özel dönemin sosyo-kültürel ve siyasi atmosferinde şekillenen düşünceleriyle dil, tarih, kültür, medeniyet, kadın hakları, arkeoloji, antropoloji gibi birçok temel alanda modernleşmenin öncüsü olmuştur. Özellikle tarih ve medeniyet çalışmalarında aktif rol alan Afet İnan, Atatürk’ün girişimiyle başlatılan inkılapların pek çok alanda yürütücü ve uygulayıcısı olarak, sürece ilksel katkılar sağlamıştır. Sadece Türk tarihi, kültürü, dili alanlarında değil, siyasal yaşamda da çeşitli çalışmalarda bulunmuştur.

Yaşamının her aşamasında Atatürk’ün rehberliği ve desteğini alan Afet İnan, akademik ve eğitim hayatında önemli çalışmalarda bulunmuş ve eserler kaleme almıştır. Kendi adıyla 1931 yılında iki cilt olarak basılan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” adlı eseri, bu yöndeki rolünü anlamak açısından son derece önemlidir. Öyle ki söz konusu eser, çağdaş ve uygar bir toplum için idealize edilen yapıya dair özellikleri ihtiva ederek; Türk dili, tarihi ve medeniyetinin kökleri ile zenginlikleri konusunda bilgiler vermektedir.

Ulus-devletlerin imparatorluk gelenekleri üzerine kurmaya çalıştığı, milli kimliğe dayalı siyasal yönetimler, dünyanın pek çok yerinde önemli inkılapları başlatmıştı. Ancak hiçbiri Atatürk’ün öncülüğünde başlatılanlar kadar geniş çaplı, çok yönlü, köktenci, çağdaş ve uygar olamamıştı. Bu, döneminin liderleri arasında, otoriter yönetimlere karşı anayasa ve demokrasiyi tercih eden Atatürk’ün farkı olarak günümüzde dahi değerini koruyan bir özelliğidir. Bu süreci anılarında detaylarıyla kaleme alan İnan, Atatürk’ü tanımanın, onun çeşitli yönlerinden ve tecrübelerinden faydalanmanın kendi yaşamına kattığı değere vurgu yapmıştır.

Başta Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş ve çalışmalarında aktif görev alan İnan, Cumhuriyet’in ilanı sonrası, öncelikli olarak gündeme alınan modernleşme meselesine, inkılapların önemli savunucuları arasında yer alarak büyük katkı sağlamıştır. Öyle ki, kimi zaman Atatürk için modernleşmede bir simge, bir rol model olarak görülen  Afet İnan, bu yönüyle çağdaş değerleri kendi yaşamında da sağlayabilmiş ve önemli bir bilim insanı olarak tarihimizdeki yerini almıştır.

Server Tanilli - Yaratıcı Aklın Sentezi: Felsefeye Giriş


Şu sorularla karşılaştığımız, dahası kendimize de sorduğumuz olmuştur: "Nereden geliyoruz? Yaşamın anlamı ne? Nereye gidiyoruz?" Şu sorular da yabancımız değildir: "Bilimden ve teknikten ne bekliyoruz? Sanatsız niçin yaşayamayız? Ahlak, neden zorunludur? Kime ve ne için sorumluyuz? Özgür olmak ne demektir?" Daha da yakıcı bir soru: "Dünyamız adaletsizliklerle dolu; peki, insanların insanca yaşayacakları gerçekten adil ve barışçı bir dünya yaratamaz mıyız?"

Çoğu, dinin de sorup kendine göre yanıtladığı sorulardır bunlar. Ama onu da aşacak biçimde, doğa, toplum ve insan üstüne, akla ve bilimsel verilere dayanan bütünlüğüne bir görüş, ancak felsefeyle mümkün. İnsan zekasının bulduğu bu en anlamlı uğraşı niteleyen ve en başta da dinden ayıran, "özgür aklın sorgulaması"na dayanması. Bu sorgulama, eski Yunan'dan beri sürüyor ve insansoyu akla saygısını yitirmedikçe de sürecek.
Bu kitap, sorgulamadan örnekler veriyor.

Onları bilmek, dahası bu sorgulamayı düşüncemizin bir parçası, bir yöntemi haline getirmek, iyi yurttaş olmamızın, asıl önemlisi insan olmamızın zorunlu uğraklarından biri. Çağdaş bir eğitim ve çok sesli bir toplum yaratmanın olduğu kadar, dogmatizme, bağnazlığa, karanlıkçılığa karşı donanmanın da en etkili yolu bu olsa gerek. 


Eğer aç ve kimsesiz bir köpeği alıp bakar ve rahata kavuşturursanız sizi ısırmaz. insan ve köpek arasındaki temel fark budur...Mark Twain





Reading Zindanı Baladı'ndan - Oscar Wilde

Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.

V
Yasaların yargısı doğru mudur
Ya da yanlış mıdır bunu bilemem;
Bildiğim tek şey bu hapishanede
Demir gibi sağlamdır tüm duvarlar,
Bir yıl kadar uzundur her geçen gün
Yıl bitmek bilmez, uzadıkça uzar.

Kabil'in Habil'i öldürdüğü
Günden beri hiç dinmedi acılar
Çünkü insanların insanlar için
Koymuş olduğu bütün yasalar
Tıpkı adaletsiz bir kalbur gibi
Taneyi eleyip samanı tutar.

Bildiğim başka bir şey daha var
-Ki bilmeli benim gibi herkes de-
İnsanın kardeşlerine ettiğini
İsa Efendimiz görmesin diye
Utanç tuğlalarıyla, parmaklıklarla
Örüldü yapılan her hapishane.

Parmaklıklar güneşi engelledi,
Kararttılar tatlı ay ışığını,
Cehennemi böyle ört bas ettiler
Yaptıkları bütün iğrenç şeyleri
İnsanoğlundan, tanrının oğlundan
Gizlemeyi ustaca başardılar.

Zehirli otlar gibi kötülükler
Büyür hapishanenin havasında,
Yok olur burada harcanıp gider
İyi olan ne varsa insanda:
Kapıyı tutar soluk bir keder
Umutsuzluk bekçiliğini yapar.

Çeviri: Tozan ALKAN

III
Sert taşla döşelidir İdamlık Avluları,
Yüksek duvarlarından süzülür sızıntılar,
O, havaya böyle bir yerde çıkarılırdı,
Yoğun bir gök altına,
Dört yanını çevirmiş dolaşan Gardiyanlar
Kendi ölmesin diye adamı kollarlardı.

Bazan da otururdu kuşkul gözcüleriyle
Gece gündüz demeden acısını izleyen;
Ağlamak için bile kalkarsa gözetleyen,
Secdeye varmak için yere çömelse bile;
Kendisini çalmasın asılacağı ipten,
Diye gözleyenlerle.

Vali kesinlik yanlı,
Kurallara bağlıydı:
Doktora göre Ölüm
Bilimsel bir olaydı:
Ve Din-Adamı her gün iki kere uğrayıp,
Dinsel konularda bir özet bırakmaktaydı.

O her gün iki kere piposunu içiyor,
Bir bardak birasını:
Görüşünü kararlı,
Korkusuzdur, içinde bir yer yoktu korkuya;
Kıvançlı olduğunu sık sık belirtiyordu,
Asılacağı günü yakınlaşıyor diye.

Avluda süklüm püklüm dökülerek dolaşan
Bir Deli Sürüsüydük!
Umursamıyorduk hiç, biliyorduk ki bizler
Şeytan'ın Sürüsüydük:
Kabak kafamız, ağır adımlarımızla biz
Maskara Sürüsüydük.

Lime lime parçalar katranlı halatları
Kanlı kör tırnaklarla;
Kapıları ovalar ve yerleri silerdik,
Boyuna temizlerdik demir parmaklıkları:
Peş peşe sabunlardık tüm tahta kısımları,
Gürültüyle çarpardık yerlerde kovaları.

VI
O Reading zindanında Reading iline yakın
Şimdi bir çukur vardır çok alçakça bir çukur,
Bir mutsuz adam şimdi yatmaktadır orada
Alevin dişleriyle delik deşik olmuştur,
Yatmaktadır yakıcı bir kefene sarılmış
Mezarında ad yoktur.

İsa çağrısına dek, ölülerin orada,
O, sessiz yatacaktır:
Hiçbir gerek yok artık aptalca gözyaşında,
Ve onun için artık sızlanmak boşunadır:
Sevdiği bir kadını öldürmüştü bu adam,
Bu yüzden asılmıştır.

Ama herkes de gene sevdiğini öldürür,
Bu böylece biline,
Kimi bunu yüklü bakışlarıyla yapar,
Kimi de okşayıcı bir söz ile öldürür,
Korkak, bir öpücükle,
Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür.

Çeviri: Tozan Alkan - Özdemir Asaf

28 Kasım 2018

Melih Cevdet Anday "Akan zaman, duran zaman"

 "Bitmeyen Konu"
Tercüme dergisinin şiir özel sayısı yazın tarihimizde önemli bir yer tutar;' çünkü Batı ozanlarından yapılan en başarılı çevirilerin topluca bulunduğu ilk derlemedir. Bundan ötürü de önemini hep koruyacaktır sanırım.

Şiir Özel sayısının dizgi, baskı, mizanpaj İşleriyle Orhan Veli Kanık görevlendirilmişti; ama onun için bir görevden çok daha başka bir iş olmuştu bu; kendi işi, Yaprak gibi, kendi kitap larının baskısı gibi olmuştu. Nasıl titizlikle çalıştığını unutamam. Sayfa yapmakta üstün bir beğenisi vardır. Seçkinin elden geldiğince geniş kapsamlı olması için hepimizi coşturuyordu. Ben de Edgar Allan Poe’dan çevirdiğim Annabell Lee şiirine işte bu coşku içinde sarılmıştım.


Baş yüreklendiricimiz Sabahattin Eyüboğlu idi elbet. Elbet diyorum, çünkü Sabahattin, topluca girişilen işlerden çok hoşlanırdı. Şiir çevirisinde kimseyi gereksemeyecek güçteki yeteneğine karşın, sevdiği kimi ş\rler üzerinde, Orhan Veli ile, Necati Cumalı ile, benimle... çalışmayı yeğlemesi hep bu imece sevgisindendi. Siz onunla çakşırken sadece bir ya da iki dize bulmuş olsanız bile, Sabahattin, o şiirin işbirliği ile çevrildiğini söylemekten büyük keyif duyardı. İşin değeri anlaşılsın diye kendisini bunca silmeğe bakan başka birini tanımış değilim. Tercüme özel sayısından önce, ondan sonra tanık olduğum bütün çalışmalarında bunu görmüşümdür. Kendisi için hiçbir şey istemedi o gerçekten. 

Sabahattin Eyüboğlu’nun şiir çevirisindeki başarısını, sanırım, onun gizli ozanlığı ile açıklayabiliriz. Paris’ ten kardeşlerine yolladığı kimi mektupların koşuk (manzum) olduğunu bilirim. Ayrıca onun yazıları da, bu gizli ozanlık yanını yansıtır. Örneğin, bir tarihten sonra, «güzel» sözcüğünü dağarcığından atmıştır. Sabahattin, onun yerine hep «güzelim» sözcüğünü kullanır.  Onun biçemini izleyen candaşları da öyle. Bir tür şiir sevgisiydi bu, ama şiiri belli sözcüklerde bulmak gibi, şiir yazmayanlara özgü bir duygusallığı içeriyordu. Gerçekte «güzelim» sözcüğü, «güzelsin daha güzelini anlatmaz: «yazık olmuş» bir güzeli imler. «Buradaki güzelim ağaçları kesmişler! » tümcesinde olduğu gibi. «O güzel kadın ne hâle gelmiş!» demeyiz de, «O güzelim kadın...» deriz. Türkçeye özgü bir deyiştir bu. Bence yaymağa kalkmamalı. 

Bir gün Orhan Veli, benim bir düzyazı çevirimde, «Kapıyı çaldım, evde kimse yoktu.» gibisinden bir tümce görünce, «Kapı duvar » dememin daha güzel olacağını söylemişti. Orhan Vell’dekl deyim düşkünlüğünün de ona Sabahattin Eyüboğlu’dan geçtiğini sanıyorum. Günahı boynuma! Deyim kullanmağa karşı olduğum sanılmasın, ama çeviride, ya o şiirini, öyküsünü, romanını, oyununu çevirdiğimiz yabancıda deyim düşkünlüğü yoksa? Üstelik biz, kendi yazılarımızı, şiirlerimizi hep deyimlerle mi yazıyoruz?.

Diyeceğim, deyim düşkünlüğü, o günler, özellikle çevirilerde, çok yaygınlaşmıştı. Nurullah Ataç, «İki Yeni Gelinin Hatıralarında, «Tehlikeli Alâkalar »da bol bo! deyim kullanır; öyle ki, hızını alamaz, kimi tümcelerde not düşerek, akima gfeien başka deyimleri de yazar aşağıya. Bu tutumun etkileri günümüze değin sürmüştür.

Bizde çevirinin Tanzimat’la başladığını biliyoruz. Ama c zaman yapılan şiir çevirilerinde bir yabancı ozanı, deyişi, düşüncesi, biçemi ile bir yabancı ozanı bulmamız olanağı yoktur. Sanki o yabancı ozanlar, bizim Tanzimat ozanlarının biçemine sığınmış gibidirler. Gerçek şiir çevirisi ise bizim kuşakta oluştu. O dönemde, şiir çevirirken, şiir yazmanın tadını duyuyorduk. Bunda şiirin özüne değinen bir sorun olduğunu sanıyorum. Bence her ozan şiir çevirmelidir zaman zaman; böylece hem kendi geleneğinden kurtulmak, hem de anadili üzerinde düşünmek olanağım bulur. Gerçekte bu kurtuluş ile bu dönüş, ozan için en gerekli sarsıntıdır. Yeter kİ, Tanzimat çevirmenlerinin iki yana da yaramayan çıkmazına düşülmesin!

Ama şiir çeviri sanatı, günümüzde, Tercüme özel sayısını epey geride bırakan aşamalara erişmiştir. Bugün, yabancı ülkeler ozanlarını, artık Tercüme özel sayısında görüldüğü gibi tek tek şiirleriyle değil, kitaplarıyla tanıma olanağına kavuştuk. Mutlu bir kavuşma mıdır bu? Onu diyemem. Çünkü çeviri, özellikle şiir çevirisi, sanırım ki, hep sorunlu bir konu olarak kalacaktır. Yabancı bir ozam, çevirilerinden ne kadar tanıyabiliriz? Hele çevrilen dil başka bir dil ailesinden İse? Bence en iyisi çeviri ile aslını karşılıklı koymaktır.

 Cumhuriyet Gazetesi

Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olma yolunda, devrimlerden dönüş sürecinin sancılarını yaşıyor...Necip Hablemitoğlu

Yeni binyılın şeyhlerinin, dervişlerinin, müritlerinin ve de meczuplarının amaçlarının da değiştiği gözlemleniyor. Artık amaç, bir şeriat devleti kurmak değil. Şeriat; iktidarı, parayı, her türlü gücü ele geçirmenin sadece simgesel, klişeleşmiş adı. Mürtecilik yani gericilik de artık salt dinsel anlamda kullanılmıyor. Bunlara karşı olmak, onaylamamak artık yetmiyor... Her gerçek kamu görevlisinin mağdur olma pahasına, elini taşın altına koyması; devletimizin, tam bağımsızlığımızın geleceği açısından insiyatif kullanırken canının yanmasını, bedel ödemesini göze alması gerekiyor.
Köstebek



Stefan Zweig: Sınırları Olmayan Bir Dünyayı Hayal Eden Yazar

 “Avrupa kültürümüzün çiçeğini kurutan nihai bir salgın başladı.” Zamanın kendisi de parçalanmıştı: “Bugün, dün ve dünden önceki gün arasındaki bütün köprüler yıkıldı.”   Benjamin Ramm

Bundan yetmiş beş yıl önce, 1942’nin Şubat ayında Avrupa’nın en meşhur yazarı Brezilya’nın Petrópolis kasabasında, doğduğu yer olan Viyana’ya on bin kilometre uzakta, bir bungalovda intihar etti. Stefan Zweig ölümünden bir yıl önce birbirinin zıttı olan iki çalışmayı tamamlamıştı: Günümüzde savaş tarafından tüketilen medeniyete bir ağıt niteliğindeki The World of Yesterday: Memoirs of a European ve yeni dünyanın iyimser bir portresini çizen Brazil: Land of the Future. Bu kitapların ve onları yazan göçmenin hikâyesi, milliyetçilik tuzağını ve sürgün travmasını açıklayan bir rehber görevi görüyor.

Zweig, 1881 yılında Viyana’da yaşayan varlıklı ve kültürlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Viyana, çok milletli Habsburg İmparatorluğu’nun başkentiydi ve burada Avusturyalılar, Macarlar, Slavlar, Yahudiler ve diğer birçok halk birlikte yaşardı. O zamanın hükümdarı birçok dili konuşabilen Franz-Joseph I, 1867 yılında tahta çıktığında “İmparatorluğun tüm ırkları eşit haklara sahiptir ve her ırkın kendi kimliğini ve dilini korumak ve kullanmak konusunda dokunulamaz bir özgürlüğü vardır” hükmünde bulunmuştu. Franz-Joseph kibirli bir diktatördü, bu sebeple hükümdarlığı pek de romantik bir şekilde anlatılamaz ama o dönemde Avrupa kendini milliyetçilik akımıyla yok ederken Zweig’ın kültürel çoğulcu bir ortamda büyümesini sağlamıştı. Zweig’ın biyografisini yazan George Prochnik, onun Avrupa’daki tüm önemli başkentlerde fakültesi olan ve genç insanları diğer halklarla ve dinlerle tanıştıran bir değişim programına sahip uluslararası bir üniversitenin kurulması gibi bir dileği olduğundan bahsediyor.

Zweig, The World of Yesterday kitabını, memleketinin Nazileşmesine duyduğu tepki sonucu 1934 yılında Avusturya’dan ayrıldıktan sonra yazmaya başlamıştır. İlk taslağını 1941 yılının yazında New York’ta tamamladı ve ikinci eşi Lotte Altman tarafından daktiloyla yazılan son halini ise eşiyle birlikte intihar etmeden bir gün önce yayıncısına gönderdi. Kitabında yazdığına göre o zamana kadar Habsburg İmparatorluğu “iz bırakmadan yok olmuş” ve Viyana da “Alman idaresinde bir kent statüsüne inmiştir.” Zweig ise yurtsuz kalmıştır: “Artık hiçbir yere ait değilim, her yerde bir yabancı ya da en fazla bir misafirim.” Zweig’ın bu anıları, sürgünün kafa karıştıran doğasının bir portresini çiziyordu. Önceleri onun çok sevildiği ve övüldüğü şehirlerde artık kitapları yakılmaya başlamıştı. “Güvenlik, refah ve huzur”un altın çağı yerini devrime, ekonomik istikrarsızlığa ve milliyetçiliğe bırakmıştı, “Avrupa kültürümüzün çiçeğini kurutan nihai bir salgın başladı.” Zamanın kendisi de parçalanmıştı: “Bugün, dün ve dünden önceki gün arasındaki bütün köprüler yıkıldı.”

İz Bırakmadan         

Zweig’ın en büyük endişelerinden biri dilsel evini kaybetmekti. Nazi ideolojisinin “Alman dilinde yaratılması ve planlanması” Zweig’a göre “gizli ve acı veren bir utanç”tı. Paris’te intihar eden şair Paul Celan gibi, Zweig da Schiller, Rilke ve Goethe’nin dilinin Nazizm tarafından işgal edildiğini ve telafi edilemez bir şekilde tahrip edildiğini hissediyordu. İngiltere’ye taşındıktan sonra, “Kullanamadığım bir dilde tutsak kalmışım gibi hissediyorum” diyordu. Zweig, In the World of Yesterday kitabında 1914’ten önce Hindistan’a ve ABD’ye pasaport ya da vizeye ihtiyaç duymadan gidebildiğini hatırlayarak sınırlar olmadan yapılan seyahatlerin rahatlığını, savaş göre kuşak tarafından anlaşılamaz bir durum olarak niteliyordu. Fakat artık tüm göçmenler gibi o da aşağılanmaya maruz kalıyor ve beceriksiz bürokrasiyle uğraşıyordu. İçinde bulunduğu yoğun duygu durumunu “Bürofobi” yani bürokrasi korkusu olarak niteliyordu, çünkü göçmen bürosu memurları göçmelerin kimlikleriyle ilgili gittikçe daha fazla kanıt istemeye başlamış, Zweig ise göçmen bir arkadaşına iş tanımının “eski yazar, şimdiki vize uzmanı” olarak tanımlayarak dalga geçmişti.

Hitler’in gücü Avrupa’ya yayıldıkça Zweig da İngiltere’deki Bath şehrinden ayrılıp New York’un Ossining kasabasına yerleşti. Orada göçmen arkadaşları hariç kimse tarafından tanınmıyordu. Bu arkadaşları da Zweig’ın bağlantılarından ve maddi rahatından yoksun bir haldeydiler ve onun efsanevi cömertliğinden medet umuyorlardı. Zweig Amerika’dayken kendini hiçbir zaman evindeymiş gibi hissetmedi. Amerikanlaşmayı, Avrupa kültürünün I. Dünya Savaşı’ndan sonraki ikinci yıkımı olarak görüyordu ve 1936 yılında konferans vermek için gidip büyülendiği Brezilya’ya yerleşmeyi umuyordu. Brazil: Land of the Future kitabı güzelliği ve cömertliğiyle Zweig’ı derinden etkileyen bir milletin lirik bir övgüsüydü. Zweig, ülke tarafından şaşırtılmış ve alçakgönüllü olmaya teşvik edilmişti. Bu şehir onu kendi cahilliğinden ve “Avrupa kibrinden” dolayı uyarmıştı âdeta. Bu kitabıyla Brezilya’nın tarihini, ekonomisini, kültürünü ve coğrafyasını anlatıyor olsa da kitabın asıl anlatmak istediği mesele, Zweig’ın kendi kıtası hakkında artık farklı bir fikir sahibi olmasından geliyordu.

Zweig’ın anlatımına göre Brezilya, Avrupa’nın olmak isteyeceği her şeydi: Duygusaldı, entelektüeldi, sakindi ve militarizme ve materyalizme karşıydı. (Hatta Brezilyalıların Avrupa’daki spor tutkusuna bile sahip olmadığını söylüyordu. Bu, 1941 yılında bile enteresan bir iddiaydı.) Brezilya, Avrupa’nın “ırk fanatizminden”, “kahramanlara çılgınca ve coşkuyla tapanlardan”, “aptal milliyetçiliğinden ve emperyalizminden”, “intihara meyilli öfkesinden” uzaktı. Ahenkli ve renkli yapısıyla Brezilya, Zweig’ın gözündeki bastırılmış Habsburg Viyana’sından oldukça farklıydı. Zaten çok kültürlü yapısının güzelliği de Zweig’ın düşüncelerini doğrular nitelikteydi. Brezilya’da Afrika, Portekiz, Almanya, İtalya, Suriye ve Japonya kökenli göçmenler bir arada yaşıyordu, “farklı tüm ırklar birbirleriyle sonsuz bir uyum içindeydi.” Brezilya, ‘medeni’ Avrupa’ya aslında nasıl medeni olunacağını öğretiyordu: “Bizim eski yurdumuz şimdiye kadarki en mantıksız girişim olan insanları sanki yarış atları veya köpeklermiş gibi saf ırklar haline getirme düşüncesiyle yönetilirken, Brezilya halkı yüzyıllardır özgür ve bastırılmamış bir melezleşme prensibini temelde tutuyor… Çikolata, sütlü ya da kahve, her ne olursa olsun tüm renklerin çocuklarını barındırıyor ve bu çocuklar el ele okula gidiyor. Renk ayrımı, dışlama, kibirli sınıflandırmalar yok. Buradaki hangi insan tamamen saf bir ırkla övünür ki?”

“Cennet”

Zweig’ın bu övgüleri halk arasında oldukça popüler oldu ve binlerce Brezilyalı onun derslerine, konferanslarına katılmaya başladı. Bu sırada Zweig’ın günlük çalışma ve seyahat programı da tüm büyük gazetelerde yayımlanıyordu. Ancak kitap, eleştirmenler tarafından sert bir şekilde yeriliyordu. Prochnik’in yazdığına göre Brezilya’nın önemli gazeteleri üç gün ardı ardına Zweig’ın ülkenin endüstriyel ve modernleşme gelişmelerini yok saymakla suçlayan ağır eleştiriler yayınlamıştı. Daha da şaşırtıcı olan Zweig’ın Brezilya diktatörü Getúlio Vargas için yaptığı övgülerdi. Vargas 1937 yılında Portekiz ve İtalya’daki otoriter yönetimi örnek alarak Estado Novo yani Yeni Devlet’i ilan etti. Brezilya meclisini kapattı ve sol görüşlü bütün entelektüelleri tutuklattırdı. Bu entelektüellerin bazıları Zweig’ı yaptığı övgüler için para almakla ya da vize çıkartmakla suçladı. Vargas hükümeti Yahudi göçüne ırksal kısıtlamalar getirdi ama Zweig sahip olduğu ün sayesinde bu kısıtlamalardan etkilenmedi. Bu sorunlu dönem Zweig’ın siyaset konusunda ne kadar saf olduğunu ortaya çıkardı. Doğası gereği barış yanlısı ve uzlaşmacı olan Zweig çok kritik bir zamanda kışkırtıcı bir düşmanlıkla karşı karşıya gelmişti. (Vargas da 1942 yılında Müttefikler’in yanında savaşa katılmıştı.) İnziva arayışındaki Stefan ve eşi Lotte de Rio’nun 64 km dışında, önceden Almanlara ait bir yerleşim yeri olan Petrópolis’e yerleştiler. Zweig, dağ eteklerinde bulunan bu yemyeşil yer için, “Burası cennet,” diye söz ediyordu, “Sanki Avusturya dilinden tropik bir dile çevrilmiş gibi”. Burada eski kitaplarını ve arkadaşlarını unutmayı amaçlayan Zweig, “iç özgürlüğünü” bulmaya çalışıyordu.

Fakat Rio karnavalında Nazi’nin Orta Doğu ve Asya’da ilerlediğini öğrenmiş ve bu kötü haberin ardından korkmuştu. Asla özgür olamayacağını ya da bu korkudan kurtulamayacağını düşünmeye başlamıştı. “Nazilerin bir gün buraya gelmeyeceğine gerçekten inanıyor musun?” diye yazmıştı, “Onları artık kimse durduramaz.” Zweig sınırların olmadığı bir dünyaya inanmıştı ama bu sınırların içine sıkıştırılmıştı: “İçimde bir kriz var sanki. Artık kendimi pasaportumla veya sürgün kişiliğimle tanımlayamayacağım.” Kapana kısılmış olan Zweig, “Bizler sadece hayaletleriz ya da anılar” demişti ve intihar notuna, “Yersiz yurtsuz olarak yıllarca dolaşmaktan bıktım” yazmıştı. Stefan ve Lotte teslim olmuştu: “Şimdimiz yok, geleceğimiz yok. Aşkla bağlı olan biz birbirimizden ayrılmamaya karar verdik.” Petrópolis’te Zweig’ın bungalovunu ziyaret ettim. Bu bungalov, Avusturya Soykırımı Anma Elçisi olarak Brezilya’da devlet hizmetinde çalışan Tristan Strobl’a göre, şimdilerde “faal bir müze” olarak hizmet veriyor. Strobl bana 1933-1945 yılları arasında Brezilya’ya gelen mültecilerin ve ülkeye yaptıkları katkıları gösteren bir görüntüyü izletti ve, “Bu dönem Avrupa’nın entelektüel hayatı için çok büyük bir kayıp ama Brezilya ve mültecileri kabul eden diğer ülkeler için önemli bir kazanç” dedi. Eski dünyanın en kara dönemi, yeni dünyaya ışık tutmuştu.

BBC
Çeviren: Deniz Saldıran

Sonsuzluk - William Blake

Kim ki bir sevince bağlar kendisini
Uçarak geçen hayat, yok eder onu;
Ama kim, uçar gibi öper sevinci
Yaşar, sonsuzluğun gün doğumunu.


Friedrich Engels "Otorite Üzerine"


Bazı sosyalistler, son zamanlarda, otorite ilkesi diye adlandırdıkları şeye karşı düzenli bir haçlı seferine girişmişlerdir. Şu ya da bu eylemin otoriter olduğunu söylemek onu mahkum etmeye yetmektedir. Bu özet davranış biçimi o denli kötüye kullanılmıştır ki, soruna biraz daha yakından bakmak bir zorunluluk olmuştur. Sözcüğün burada kullanıldığı anlamda otorite, şu demektir: bir başkasının iradesinin bizimkine dayatılması; öte yandan otorite, boyuneğmeyi öngörür. Bu iki sözcük kulağa hoş gelmediğinden ve bunların temsil ettikleri ilişki boyuneğdirilen taraf için kabul edilebilir olmadığından, sorun, bundan kurtulmanın bir yolu olup olmadığı, —mevcut toplam koşullar veri olarak alındığında— bu otoritenin artık bir anlam taşımayacağı ve bunun sonucu olarak da, yok olmak zorunda kalacağı bir başka toplumsal sistemin yaratıp yaratamayacağımızdır. Bugünkü burjuva toplumun temellerini oluşturan iktisadi —sınai ve tarımsal— koşulları incelediğimizde, bunların, yalıtılmış eylemlerin yerine, gittikçe bireylerin birleşik eylemlerini koyma eğilimi taşıdıklarını görürüz. Yüzlerce işçinin buharla işleyen karmaşık makinelerin başında durdukları büyük fabrikaları ve atelyeleriyle birlikte modern sanayi, ayrı ayrı üreticilerin küçük atelyelerinin yerini almıştır; küçük kayıkların ve yelkenlerin yerini nasıl buharlı gemiler almışsa, karayollarındaki binek ve yük arabalarının yerini de, demiryolu vagonları almıştır. Tarım bile, gittikçe, küçük mülk sahibinin yerine yavaş yavaş, ama acımasızca, ücretli emekçilerin yardımıyla geniş toprak parçalarını işleyen büyük kapitalisti geçiren makinenin ve buharın egemenliği altına girmektedir. Birleşik eylem, birbirine bağlı olan süreçlerin karmaşıklaşması, her yerde, bireylerin bağımsız eylemlerinin yerini almaktadır. Ama birleşik eylemden sözeden, örgütlenmeden sözetmektedir; otoritesiz örgütlenme diye bir şey olabilir mi?

Bir toplumsal devrimin, servet üretimi ve dolaşımı üzerinde şu anda otoriie sahibi olan kapitalistleri devirdiğini düşünelim. Anti-otoritercilerin bakış açısını tamamıyla benimseyerek, toprağın ve iş aletlerinin, bunları kullanan işçilerin kolektif mülkiyetine geçtiğini düşünelim. Bu durumda otorite kalkmış mı, yoksa yalnızca biçim mi değiştirmiş olacaktır? Görelim bakalım.

Örnek olarak bir pamuklu iplik atelyesini alalım. Pamuk, iplik haline gelmezden önce, birbirini izleyen en az altı işlemden geçmek zorundadır, ve bu işlemlerin büyük bir kısmı ayrı ayrı odalarda yapılır. Dahası, makineleri işler durumda tutmak için, buhar makinesinin başında duran bir makiniste, günlük onarımları yapacak bir teknisyene ve bütün işleri ürünleri bir odadan ötekine aktarmak olan daha birçok işçiye vb. gerek vardır. Bütün bu işçiler, erkekler, kadınlar ve çocuklar, işlerini bireysel özerkliğe hiç aldırmayan buharın otoritesi tarafından saptanan zamanlarda başlatmak ve bitirmek zorundadırlar. Şu halde, işçiler, ilkin bu iş saatlerini kabul etmelidirler; bu saatlere, bir kez saptandıktan sonra, ayrıcalıksız herkes uymalıdır. Bunun ardından, dağıtımına vb. ilişkin belirli sorunlar ortaya çıkar ki, eğer tüm üretimin bir anda durması isteinilmiyorsa, bu sorunların anında çözülmeleri gerekir; bunlar ister her iş dalının başına yerleştirilmiş olan bir delegenin kararıyla çözümlensin, ya da ister, eğer olanağı varsa, çoğunluk oyuyla çözümlensin, tek bireyin iradesi buna her zaman boyuneğmek durumunda olacaktır, ki bu da sorunların otoriter bir biçimde çözülmesi demektir. Bir büyük fabrikanin otomatik mekanizması, işçi çalıştıran küçük kapitalistinkinden çok daha despotiktir. İnsan, iş saatleri konusunda bu fabrikalarının üzerine hiç değilse şunları yazabilir: Lasciate ogni autonomia, voi che entrate! İnsan, bilgisinin ve yaratıcı dehasının yardımıyla doğa güçlerine nasıl boyuneğdirdiyse, beriki de insanı, kendisini kullanması ölçüsünde, her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız gerçek bir despotizm altına sokarak ondan intikam almaktadır. Büyük sanayideki otoriteyi ortadan kaldırmayı istemek, sanayiin kendisini ortadan kaldırmayı, gerisin geriye çıkrığa dönmek üzere buharlı çıkrığı yoketmeyi istemekle aynı şeydir.

Bir başka örnek olarak demiryolunu alalım. Burada da sayısız bireylerin işbirliği yapmaları mutlaka zorunludur, ve bu işbirliği kesenkes saptanmış olan saatler içinde yapılmalıdır ki hiç bir kaza olmasın. Burada da, işin ilk koşulu, bütün ikincil sorunları çözümleyen bir egemen iradenin —bu irade ister tek bir delege tarafından, ya da ister ilgili kimselerin çoğunluğunun kararlarını uygulamakla yükümlü bir komite tarafından temsil ediliyor olsun— bulunmasıdır. Her iki durumda da, çok belirgin bir otorite vardır. Dahası, demiryolu sorumlularının sayın yolcular üzerindeki otoritesi kaldırılacak olsa, harekat ettirilen ilk trenin başına neler gelmez ki?

Ama, otorite, hem de müstebit bir otorite zorunluluğu, açık denizdeki bir gemideki kadar başka hiç bir yerde bu denli açık değildir. Burada, bir tehlike anında, herkesin yaşamı, herkesin tek bir kişinin iradesine anında ve kayıtsız şartsız uymalarına bağlıdır.

Bu gibi savları anti-otoritercilerin en azgınlarının karşılarına koyduğumda, verebildikleri tek yanıt şu oldu: Evet, bu doğru, ama bu durumda bizim delegelerimize verdiğimiz şey otorite değil, yetki devridir! Bu baylar şeylerin adlarını değiştirdiklerinde şeylerin kendilerini değiştirdiklerini sanıyorlar. Bu derin düşünürler tüm dünyayı işte böyle alaya alıyorlar.

Böylelikle gördük ki, bir yanda, nasıl devredilmiş olursa olsun, belirli bir otorite, ve öte yanda da, belirli bir boyuneğme — bunlar her türlü toplumsal örgütlenmeden bağımsız olarak, içinde üretim yaptığımız ve ürünleri dolaşıma soktuğumuz maddi koşullarla birlikte bize dayatılan şeylerdir.

Öte yandan gördük ki, üretimin ve dolaşımın maddi koşulları, büyük sanayi ve büyük tarım ile kazınılmaz olarak gelişmektedir ve bunlar bu otoritenin alanını gittikçe genişletme eğilimindedirler. Demek ki, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü, ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye sözetmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eger özerklikçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.

Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin, ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yokolacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal riiteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yokolmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiç bir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle  ve toplarla —akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla— dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince serbest bir biçimde yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?

O halde, şu iki şeyden birisi: anti-otoriterciler ya neden sözettiklerini bilmiyorlar, ki bu durumda kafa karışıklığından başka bir şey yaratmış olmuyorlar; ya da bunu biliyorlar, ki bu durumda da proletaryanın hareketine ihanet ediyorlar. Her iki durumda da gericiliğe hizmet etmiş oluyorlar.

wikisosyalizm.org

25 Kasım 2018

Reşat Nuri Güntekin - Anadolu Notları I

İnsanları sevmek gibi memleketi sevmenin de tek şekli yoktur. Aşk vardır ki cezbeye benzer; insana sevdiğini hiçbir eksiği olmayan bir ideal gibi gösterir. Bu belki aşkın en makbul şeklidir. Fakat öylesi de vardır ki karanlıkta nöbetçi gibi daima pusuda ve kuşkudadır; en ehemmiyetsiz gölge ve patırtıdan evhama düşer. 

Gene aşkın öylesi vardır ki sevdiğinde kusur görmeye tahammül edemez. İyi giden taraflardan ziyade aksayan ve geri kalan tarafları görmeye ve bunlardan endişe duymaya meyleder. 

Bu nihayet bir kabiliyet ve istidat meselesidir ve zannediyorum ki saydığım sevgi çeşitlerinin hepsi bir memleket için ayrı ayrı lazımdır, faydalıdır. Ben herhalde bu son kategoriden bir insan olacağım ki aşkın bu tarzını sakat, geri ve tehlikeye arka çeviren idealist bir aşka daima üstün tutuyorum.


Fidel Castro 'Doğuştan siyasetçi değilim'

Fakat çok genç yaştan itibaren dünyanın gerçeklerini anlamama yardım eden şeyleri yakından takip ettim.


24 Kasım 2018

M.Kemal Atatürk "Benim asıl anlatılacak yanım öğretmenliğimdir."


Gelecek gençlere, gençler öğretmenlere emanettir. Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.

Okul; genç beyinlere, insanlığa hürmeti, millet ve memlekete sevgiyi, şerefi, bağımsızlığı öğretir. Bağımsızlık tehlikeye düştüğü zaman onu kurtarmak için takip edilmesi en uygun olan güvenli yolu belletir. Memleket ve milleti kurtarmaya çalışanların aynı zamanda mesleklerinde birer namuslu uzman ve birer bilgin olmaları lâzımdır. Bunu sağlayan okuldur. Ancak, bu şekilde her türlü teşebbüsün mantıklı sonuçlara ulaşması mümkün olur.

Memleketi ilim, irfan, ekonomi ve bayındırlık sahalarında da yükseltmek; milletimizin her hususta çok verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek; gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için mücadeleye atılanların arasında öğretmenler en önemli ve en hassas yeri almaktadır. 

  24 Kasım Öğretmenler Günü kutlu olsun! 


23 Kasım 2018

Ali Şeriati - Kendisi Olmayan İnsan


Ben, kendi dinimi, kendi edebiyatımı, kendi duygularımı, keder ve ızdıraplarımı, dertlerimi ve ihtiyaçlarımı düşündüğüm zaman, gerçekte kendimi düşünüyorum. Benim bireysel değil, toplumsal ve tarihsel özüm, bu kültürün doğup ortaya çıktığı kaynaktır. Dolayısıyla kültür, benim toplumumun, tarihin varlığı olan yapının tecellisidir, yansımasıdır; fakat özel şartları olan kendine özgü tarihsel dönemde yer alan, farklı kökeni olan, maddi, ekonomik ve sosyal yapının meydana getirdiği özel dertlere, düşüncelere, anlayış ve eğilimlere alışmış bir toplumda bir takım sahte taktikler, o toplumun kültürünü zihninden siliyor. Sonra başka bir zamana ve tarihsel döneme, başka bir ekonomik sisteme, başka sosyal ve siyasal bağlara ait olan kültürü benim kültürümün yerine yerleştiriyor. Artık ben kendimi düşünmek istediğim zaman, başka bir toplumun kültürünü kendi kültürüm olarak düşünüyorum; o zaman kendime ait olmayan dertlere muhatap oluyorum. Benim kültürel, felsefi ve sosyal gerçekliğimle uyuşmayan problemlerden dolayı feryadı figan ediyorum. Neticede o topluma ve o toplumun sosyal, ekonomik, siyasal ve tarihsel şartlarına ait olan, bana ait olmayan idealler ve ızdıraplarla karşılaşıyorum. Fakat o dertleri, ızdırap ve idealleri kendi dert, ızdırap ve ideallerim olarak görmeye başlıyorum.
                                                                                                                                 İnsanın Dört Zindanı

"Hayatı sevdim. İnsanları sevdim. Ama yenildim." Sevgi Soysal

Denizli Öğretmen Okulu’nda öğrenciydim. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan haberde Sevgi Soysal’ın Londra’da devam eden tedavisi hakkında bilgi ile birlikte ona yazmak isteyenler için kaldığı adreste verilmişti. Haberi okuduktan sonra Sevgi Soysal’a mektup yazdım.16-17 yaşlarında bir genç kız olarak neler yazdığımı şimdi anımsamıyorum. Büyük olasılıkla yeni okuyup bitirdiğim Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndan söz etmişimdir. İyileşeceğine olan inancımı eklemişimdir. Mektubu zarfa koyduğumu, adresi yazdığımı ve zarfı postalamak üzere çalışma masama bıraktığımı anımsıyorum.

Ama o mektup postalanamadı ne yazık ki! Ertesi gün gazete de ölüm haberini okudum.
Zarf elimde kalmıştı. Aylardan kasım; 22 Kasım 1976. Demek ki aradan koskoca kırk bir yıl geçmiş.
Sevgi Soysal olmadan kırk bir yıl!

Uzun süre açılmadan bekledi o zarf.

Aramızdan erkenden ayrılan Sevgi Soysal’ın annesi Aliye Hanım bu adı sonradan almıştır. Bir Alman olarak dünyaya geldiğinde ona verilen ad Annelese Rupp’tur. Ülkesine mimarlık ve şehir planlaması eğitimi almak üzere gelen Selanik göçmeni bir ailenin oğlu Mithat Bey ile Stuttgart ‘ta tanışırlar. Aralarında filizlenen aşk Annelese’ye Alman vatandaşlığını ve dinini bıraktıracak kadar büyüktür. Müslüman olunca Annelese Rupp Müslümanlığı kabul edip Aliye adını alır. Anne ve babasının aşkları, Almanya’da yaşadıkları sıkıntıları Sevgi Soysal’ın Tante Rosa adlı öyküsünde okuruz.

Almanya’dan döndüklerinde önce İstanbul’a ardından da Sevgi Soysal’ın neredeyse tüm yaşamını geçireceği Ankara’ya taşınırlar.

Şiiri, sanatı ve müziği çok seven annesi Türkçeyi çok geç öğrenir. Evde çocukları ile Almanca konuşur. Sevgi Soysal edebiyat, müzik ve dansa olan düşkünlüğünü ve ileriki yıllarda yapacağı çevirmenliği annesine borçludur.

Sevgi Soysal Hayatı sevdim İnsanları sevdim Ama yenildimOrtaokul ve Liseyi Ankara Kız Lisesi’nde okur. Biz onun neredeyse tüm kitaplarında aslında o yılların Ankara’sının izlerini süreriz. Ailenin 1938 yılında Ankara’ya taşınması ile birlikte başlayacak bir yazarın yetişme sürecinin bu izlerini kimi zaman Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, kimi zaman Yürümek ya da Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve diğer kitaplarında anlatır.

Çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı boyunca ‘bırakmayı’ bilen, başaran bir kadın olacaktır Liseden sonra DTCF Arkeoloji Bölümü’nde okumaya başlar. İlk aşkı ve eşi olan Özdemir Nutku ile burada tanışır. Üniversite öğrenciliği sırasında Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde adından çokça söz edilen ve o yıllarda Ankara’da yaşayanların buluşma noktası olarak Piknik’te edebiyat sohbetlerine Özdemir Nutku ile birlikte katılmaktadır.

Sevgi Soysal Hayatı sevdim İnsanları sevdim Ama yenildimDeğişim dergisinde ilk öyküsü yayınlanır. İlk kitabı 1962 yılında basılır; Tutkulu Perçem. Kitabın kapağını Başar Sabuncu hazırlamıştır. Bu aynı zamanda Başar Sabuncu ile Sevgi Soysal’ın yakınlaşmalarına da neden olacaktır. Sevgi Soysal Ankara Meydan Sahnesi’nin genç oyuncularından Başar Sabuncu ile birlikte olmaya başlar ve Özdemir Nutku’dan ayrılır, Başar Sabuncu ile evlenir. O yılların eserlerindeki yansımasını Yürümek adlı romanını okuyanlar fark edeceklerdir.

Bu arada TRT’de çalışmaya başlamıştır. Mümtaz Soysal ile röportaj yapmak üzere Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne gider. Bu röportaj bir evliliğin bitişi yeni bir aşkın başlangıcı olacaktır. Bu kez Sabuncu soyadını bırakır Sevgi Soysal. Yenen soyadıyla birlikte çıktığı yeni yolculuğun yol arkadaşı Mümtaz Soysal’dır artık.1971’lerin Türkiye’sinde bu aşk sürerken 12 Mart darbesinin kara bulutları ülkenin üzerine çöreklenmiştir. Ölümler, işgaller, direnişler, çatışmalar arasında yaşanan aşkın kahramanlarından Mümtaz Soysal tutuklanmıştır. Görüş günlerinin birinde alınan karar ile cezaevinde evlenirler. Kısa süre sonra da Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na alınacaktır.

Sevgi Soysal Hayatı sevdim İnsanları sevdim Ama yenildimKoğuş arkadaşları arasında tanıdık isimler de vardır. Birlikte tutuklandıkları Ela Gültekin, Reşat Nuri Gültekin’in kızıdır. Oya Baydar, Behice Boran’da koğuş arkadaşıdır. Yıldırım Bölge Kadınlar koğuşundaki ilk misafirliğinden(!) sonra bu kez yeniden koğuşa geri döner. O koğuşa döndüğünde ise kocası tahliye olmuştur. Şimdi de Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun çevresinde eşini görme umuduyla Mümtaz Soysal dolaşır. 1972 yılında cezasını tamamlamak üzere Adana’ya sürgüne gönderilir. Sürgün bitişi yeniden Ankara…

Yazmaya devam eder. En yakın dostlarından biri, o yıllarda Bilgi Yayınevinde çalışmakta olan Attilâ İlhan’dır. 1975 yılında göğsünde fark ettiği kitle nedeniyle hastaneye gider. Tedavi süreci başlamıştır. Londra’da tedavisinin daha iyi olacağı düşüncesi ile İngiltere’ye gidilir. Başta umutları canlandırsa da hastalığı ilerler, ağrılar dayanılmaz olur. Türkiye’ye dönmeye karar verirler ve döndükten bir gün sonra yani 22 Kasım 1976 da Sevgi Soysal bu kez hayatı bırakır.
Sevgi Soysal Hayatı sevdim İnsanları sevdim Ama yenildim
Gölbaşı, Mayıs 1973

Oysa hastalığı nedeniyle yazılarına ara verdiği Politika gazetesine uğradığı 31 Mayıs’ta kızı Defne annesine sarılıp göğsüne sokulduğunda dostlarına şöyle demişti: ”Hayatı sevdim. İnsanları sevdim. Ama yenildim. Şimdi ölümü bekleyen biri olmak istemiyorum. Bu bana ters geliyor işte.”

Adalet Ağaoğlu’nun 1984 yılında Sanat Olayı Dergisi’nin 21. sayısında anlattığı Sevgi,” Ankara’nın en şen ve en renkli yazarı”dır. Şöyle devam eder yazısına: “Tam tamına hayattaki bir modele bakarak romanlarına kişi seçenler varmış. Buna aklım yatmıyor. Ama böyle bir şey yapmaya kalksam, hayattan seçeceğim modellerden biri, belki de başlıcası Sevgi olurdu. Çok renkli, karmaşık; neşeli ve hüzünlü; şeytan ve melek; çocuk ve büyük; olgun ve çocuk; düşçü ve gerçekçi; gırgır ve ciddi; dürüst ve yalancı; çekinik ve dobra dobra; utangaç ve cesur; işte bütün bu karşıtlıkları kendinde toplayan birini seçeceksem, bildiklerim arasında ilk aklıma gelen Sevgi olurdu” der ve yazısını şöyle bitirir: ”Güçtür Sevgi’yi anlatmak, çok güç. Bir romanı yazmak bile, Sevgi’yi tam olduğu gibi anlatmaktan daha kolaymış gibi gelir bana”

Evet, yaşamı boyunca Sevgi Soysal bırakmayı becerebilen cesur bir kadın olmuştur. Önce Yenen soyadını, sonra Nutku ve Sabuncu soyadlarını bırakır. Ancak, yazmayı bir de Ankara’yı bırakmaz. Bize bıraktıkları ise kitaplarıdır.

Gönderemediğim mektubun yerine sayılsın bu kez yazdıklarım. Kırk yaşında ölen bir yazara onun kentinden seslenmiş olayım.
romankahramanlari.com

Aldous Huxley "Dünyada düzeltebileceğiniz, daha iyi yapmayı başarabileceğiniz ilk ve son önemli kimse kendinizsiniz."

Bilginin azı tehlikeli ise tehlikeden uzak duracak kadar çok şey bilen kişi nerede?

Deneyim, bir insanın başından geçenler değil, başından geçenlerin bıraktığı izlerdir.

Doğuştan duyarlı kişiler, savaşın ortadan kalkmasına ilişkin duygularla doludur.

Başkalarının acılarına katılırım; ama mutluluklarına değil, çünkü başkalarının mutluluğunda garip bir sıkıcılık vardır.

Düşün onları seyredecek birileri olmasaydı, kaç kişi mercedes otomobil alırdı.

İyilikten zarar gelmeyeceğini öğretirler; fakat arkanızdan enayi denileceğini öğretmezler.

Eğer mutluluğunuz, bir başkasının yaptıklarına bağlıysa, çok ciddi bir sorununuz var demektir.

Hayatta ya tozu dumana katarsın, ya da tozu dumanı yutarsın.
İnsan, yürümeyi öğrenmiş maymundur.

Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir.

İnsanların büyük çoğunluğu akılla ilgilenmez ya da onun öğrettiklerinden tatmin olmaz.

Mutluluğun peşinde koşan bir insan mutluluğu bulamaz.

Bir arkadaşta sevmediğim şey, dikkat çekmek için yanındaki insanı sürekli küçük düşürmeye çalışmasıdır.

Matematikteki en büyük ilerlemelerin bazıları daha sonra açıklanması zorunlu hale gelen küçük sembollerin icadıyla olmuştur; eksi işaretinden bütün negatif niceliklerin teorisi çıkmıştır.

Bilgisizlik yok edilebilir, çünkü bilmek istemediğimizden bilmeyiz.

Dertlerini gözyaşlarında boğmak isteyenlere, dertlerin yüzme bildiğini söyle.

Kavgacı hayvan anlamında savaşan bir hayvandır insanoğlu.

Bu dünya, belki de bir başka gezegenin cehennemidir.

Dalın ucuna gitmekten korkma, meyve oradadır.

Büyük adam büyüklüğünü küçük adama davranışıyla gösterir.

Sevgi Duvarı - Can Yücel

Sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
Kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
Dilimizde akşamdan kalma bir küfür
Salonlar piyasalar sanat sevicileri
Derdim günüm insan arasına çıkarmaktı seni
Yakanda bir amonyak çiçeği
Yalnızlığım benim sidikli kontesim
Ne kadar rezil olursak o kadar iyi

Kumkapı meyhanelerine dadandık
Önümüzde Altınbaş, Altın Zincir, fasulye pilakisi
Ardımızda görevliler, ekipler, Hızır Paşalar
Sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
Öyle sıcaktı ki çöpcülerin elleri
Çöpcülerin elleriyle okşardım seni
Yalnızlığım benim süpürge saçlım
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

Baktım gökte bir kırmızı bir uçak
Bol çelik bol yıldız bol insan
Bir gece Sevgi Duvarını aştık
Düştüğüm yer öyle açık seçik ki
Başucumda bi sen varsın bi de evren
Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
Yalnızlığım benim çoğul türkülerim
Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi


Sanat Baskıdan Doğar - Andre Gide


Sanat, yavaş yavaş kuvvetten düşünce, kaplıcalara götürülen bir hasta gibi tabiata çıkarılır. Ne yazık ki tabiat artık ona bir şey yapamaz. Bir anlaşmazlık var. Sanatın köye çekilip dinlenmesi ve eğer bitkinlikten sararıp soluyorsa, kırlarda, hayatta, gidip yeni bir canlılık aramasını bazen iyi bulurum. Güzellik hiçbir zaman tabii bir ürün değildir; o ancak sun’i bir baskı ile elde edilir. Sanatla tabiat yeryüzünde rekabet halindedir. Evet sanat tabiatı kucaklar, bütün tabiatı kucaklar ve onu kolları arasında sıkar; ama meşhur mısraı kullanarak diyelim ki:

Sanat daima baskının sonucudur. Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak, uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu sanmaktır.

Kanadını rahatsız eden bu hava olmasa daha iyi uçacağını düşünen Kant’ın güvercini, uçmak için kanadını dayayabileceği bu hava mukavemetine muhtaç olduğunu takdir etmemektedir.

Sanat da böyledir, yükselmek için dirence dayanmak zorundadır. Şimdi söylediğim resim için, heykel için, musiki ve şiir için de doğrudur. Sanat ancak hasta devirlerde hürriyeti arar. Kolayca var olmak ister. Kendisi her kuvvetli buluşta, düşüş ve engel arar, kalıplarını paramparça etmekten hoşlanır, işte bunun için hayatın en taşkın olduğu devirlerde değil midir ki en heyecanlı dehalar, en sıkı kalıpların ihtiyacı ile kıvranmışlardır. Bereketli Rönesans zamanında, Shakespeare’in, Ronsard’ın, Petrarca’nın, Michalengelo’nun soneyi, Dante’nin üçlü kafiyeyi kullanmaları; Bach’ın fugue’ü aşırı duyduğu dayanılmaz ihtiyaç hep bundandır. Verilecek daha ne örnekler var! Lirik ilhamdaki genişleme kuvvetinin onun baskısı ile orantılı olduğuna, yahut da yenilmesi gereken yer çekiminin mimarlığına imkan verdiğine şaşmamak mı lazım?

Büyük sanatçı, güçlüğün coşturduğu, engeli kendisine sıçrama tahtası yapan adamdır. Derler ki Michalengelo’yu Musa’nın ellerine toplu bir hareket vermeye zorlayan, mermersizlik olmuştur. Sahnede, hep birden kullanılacak ses perdelerinin sayılı oluşudur ki, Eschyle’i, Kafkas dağlarında zincire vurulan Prometheus’un susuşunu icat etmek zorunda bırakmıştır. Eski Yunanlılarda saza bir tel ekleyen adam şiddetle cezalandırılırdı. Sanat baskıdan doğar, döğüşle yaşar, hürlükten ölür


21 Kasım 2018

Voltaıre: Hoşgörüsüzlüğn Doğal Kanunlara Uygun Olup Olmadığı Üzerine, 1764

Doğal kanun, doğanın tüm insanlara belirttiği şeydir. Çocuklarınızı yetiştirirsiniz: Onlar size bir baba  ve onlara hayırda bulunan kişiler olarak müteşekkir olurlar. Sizler kendi ellerinizle ekip-biçtiğiniz toprakta yetiştirdikleriniz üzerinde haklara sahipsiniz. Size bir söz vaad edilmiş, onu almışsınız ve ona sahip olmalısınız.

İnsan hakları, her koşulda doğal hukuka dayanmak zorundadır ve her yerde, her ikisinin de en büyük ve evrensel ilkesi “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma”dır. Bu günlerde, bu ilkeyi göz önüne aldığımızda, insanların diğerlerine “Benim inandığım gibi inan, inanmazsan seni öldürürüm” diyebilmesini anlamak çok zordur. Bu, insanların Portekiz, İspanya ve Goa’da söyledikleri şeydir. Diğer bazı ülkelerde, şu şekilde şeyler söylemekten hoşnut olanlar vardır: “Benim inandığım gibi inan yoksa senden nefret edeceğim; ya inan ya da elimden geldiği kadar sana zarar veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim dinimden değilsiniz; öyleyse dinsizsiniz. Sizler komşularınız için, kasabanız için ve şehriniz için nefret uyandıran kişilersiniz”.

Bu şekilde davranılarak insan haklarına sahip olunsaydı Japonlar Çinlilerden iğrenmezdi; Çinliler Siyamlılardan nefret etmezdi; onlar Hint yerlilerini def eden Gang halkını sürmezdi; bir Moğol karşı karşıya kaldığı ilk Malabar’lının kalbini söküp atmazdı; Malabar’lılar Türkleri katleden İranlıları katletmezdi ve bunların üçü birlikte kıtlıktan çıkmış gibi birbirlerini yiyip bitiren Hıristiyanların üzerine saldırmazdı.

Bu nedenle, hoşgörüsüzlük hukuku son derece saçma ve barbarcadır. Kaplanların hukukudur; ancak, daha fazla dehşet vericidir zira kaplanlar sadece yemek için öldürürler biz ise birbirimizi paragraflar için yok ediyoruz.

İdil Biret "Her gün yeniden dünyaya gelirim."

75’inci yaşını kutlayan piyanist İdil Biret, repertuvarındaki 130’a yakın konçerto, yayımlanmış 125 CD, olağanüstü hafızası ve çalışma azmiyle müzik dünyasının fenomenlerinden. Hep ileriye bakıyor, hayatında geçmişe dair pişmanlıklara yer vermiyor. Chopin, Beethoven, Brahms, Liszt, Rahmaninof, Schumann’ın ardından geçen ay külliyat serisinin sonuncusu yayımlandı: Bach/Mozart kayıtları 12 CD ve belgesel DVD’sinden oluşuyor. Biret “Bir parçayı defalarca baştan çalabilir, yani başa dönebilirsiniz; belki bu yüzden geçen seneleri asla düşünmem” diyor.
Zaman kavramıyla ilişkiniz yıllar içinde nasıl gelişti, dönüştü?
– Geçen zamanın hiç farkında değilim. Halbuki müzik zamana bağlıdır. Ancak bir parçayı defalarca baştan çalabilirsiniz; yani başa dönebilirsiniz. Belki de bu yüzden geçen seneleri asla düşünmem. Bir yerde yaşım yoktur. Her gün yeniden dünyaya gelirim. Çocukluğumda bir söyleşi sırasında yaşımı soran gazeteci beye 100 yaşında olduğumu söylediğimde adamcağız bu kelimelerdeki derin anlamı bulmaya çalışmıştı. Aslında 100, 25, 12 veya 3 benim kafamda hep aynıydı, bunu anlatmaya çalışmıştım. Yaş kompartmanına insanları zorla koymak kanımca çok kısıtlayıcı. Maalesef moda olan bir davranış.
75’inci Yaş konserleri organizasyonu ve katılımıyla, orkestralarımızdan müzikseverlerimize Türkiye’nin size saygı selamı gibiydi. Bu vesileyle sormak istiyorum: Türkiye’de sizi bugüne kadar en mutlu eden jest, en çok üzen tavır neydi?
-Çok keyifli ve güzel bir sene geçirdim. İlham verici ve duygulandırıcı da… Üstünlük nitelemelerinden hep kaçınmışımdır. Bu yüzden “en”le ilgili konudan bahsetmeyeceğim. Ancak ülkemizde kaliteli sanatçıların giderek çoğalması beni ne kadar mutlu ediyorsa, onların karşılaştığı giderek artan ilgisizlikten kaygı ve üzüntü duyuyorum.

Bestelerim hâlâ çekmecede

Kompozisyon ve orkestra şefliği öğrenimi de almıştınız, fakat bu alanlardaki çalışmalarınızı görmedik. Bestelerinizi ortaya çıkarmayı, orkestra yönetmeyi düşünüyor musunuz; doğaçlamalardan oluşan resitalleri sürdürecek misiniz?
– Bestelerimi yeterince ilginç bulmadığımdan çıkarmıyorum. Ama yine de çalışmaya devam ediyorum. Doğaçlama yapmayı hep sevmişimdir. 20. yy’ın ortalarına kadar, emprovizasyon hakiki müzik istidatı olan her müzisyenin vazgeçilmez uğraşıydı. Büyük bestecilerin hepsi olağanüstü doğaçlama yeteneğine sahipti. Örneğin genç Beethoven’in eserlerinin, yaptığı emprovizasyonların yanında sönük kaldığı söylenir. Hocam Wilhelm Kempff, 11 yaşında verdiği ilk resitalin son parçasının dinleyiciler tarafından kendisine verilen bir tema üzerine emprovize ettiği çeşitlemeler ve füg’den oluştuğunu anılarında anlatır. Ne yazık ki 20. yy’da doğaçlama yapmak eski önemini kaybetti. Bu asrın sonlarına doğru caz müzisyenlerinin etkisiyle doğaçlama daha serbest bir şekilde yapılarak tekrar canlandı. Şimdi daha fazla kısa parçalardan oluşan emprovizasyonlara rastlanıyor. Günümüzde bir piyanistin belirli klasik formları kullanarak güçlü bir yapıt emprovize etmesinin çok ilgi çekeceğini sanmıyorum. Belli de olmaz…
Birçok “ilk”e imza attınız, en çok hangisi size gurur veriyor?
– Gurur duymak aklımın köşesinden bile geçmez. Ben bir plak projesini bitirince, hiçbir zaman ona geri dönmem. Yeni kayıtlarımı düşünerek, planlar yaparım. Yine de birkaç önemli etaptan bahsetmem lazım gelirse, aklıma ilk başta Beethoven’in Liszt tarafından piyanoya uygulanan 9 senfonisi kayıtlarım, Chopin’in tüm eserlerini kapsayan 15 CD ve Boulez’in üç sonatının bulunduğu kayıttan bahsedebilirim.
“İdil Biret 100” serisindeki son külliyatın Bach/Mozart’a ayrılmasının, yıllar sonra tekrar Bach’a dönüşünüzün, serinin son CD’sinde ise sadece Schubert’e yer vermenizin özel nedeni var mı?
– Bach her zaman yaşamımda büyük rol oynadı. Bir aralık o devirde yapılan süslemeler barok müzik uzmanları arasında şiddetli münakaşalara sebep oldu. Bir yerde müziğin yorumundan fazla süslemelerin doğru veya yanlış yapılmasına odaklanıldı. Ben de bu yüzden programlarımda ancak piyano için bestelenmiş eserlere yer vermeye karar verdim. Seneler geçtikçe barok süslemelerle ilgili polemik hızından biraz kaybetti. Ben de bu çok sevdiğim eserleri kaydetmeye karar verdim.
Schubert’in bestelerine eşsiz liedleri ve oda müziğine hayranım. Dinleyici olarak ilham dolu oda müziği eserleri daima tercihimdir. Empromptüler, “müzikal anlar” ve bazı dört el için yazılmış nefis eserlerinin dışında Schubert’in piyano müziği nedense beni pek çekmez. Bu dahi kompozitör özellikle sonatlarında piyanonun bütün imkanlarını kullanmaz. Büyük blokları andıran akorlarla mücadele eden piyanist tınısının sertleşmemesi için epey uğraşır. Anlatılana göre besteci Wanderer Fantezisi’ni yazarken çok kez içinden duyduğunu gerçekleştirememenin çaresizliği içinde hiddetle çalışmayı bırakırmış. Böyle bir olayın piyanoyu tümüyle ehlileştiren, örneğin Liszt gibi bir bestecinin başına gelebileceğini düşünemiyorum. Kanımca Liszt’in Schubert’in lied’lerinden yaptığı derleme ilham ve klavye bilgisini birleştiren, piyano repertuvarının en güzel ve başarılı sentezlerinden biridir.
125 CD’ye rağmen bugüne kadar seslendiremediğiniz için üzüldüğünüz, haksızlık ettiğinizi düşündüğünüz besteci var mı?
– İlk aklıma gelen, fantezi dolu yazı tarzıyla arı müziğin birleştiği Haydn’ın birbirinden değişik, enfes sonatları.

Maraton konserler sansasyona dönüşmemeli


Biret, 2016’da New York’taki Carnegie Hall’da konser vermişti
Olağanüstü repertuvarınıza karşın çok nadiren maraton konserler veriyorsunuz; geçen yıl İstanbul Festivali’ni resitallerle açmıştınız; yakında yeni proje var mı?
– Bence hakiki maraton, örneğin bir seri resitalde piyano repertuvarının en önemli eserlerini çalmaktır. Çocukluğumda Paris’te Artur Rubinstein birkaç konserde 17 önemli piyano konçertosunu icra etmişti. İşte bunlar maratondur. Ben de 1976’da Montpelier Festivali’nde 3 konserde 9 Beethoven senfonisini, aradaki boş günde de Liszt’in az bilinen eserlerine ayrılmış biraz çılgın bir program çalmıştım. İki Brahms konçertosunu da aynı konserde birkaç kez çaldım. Tek konserde Boulez’in 2’nci Sonatı’yla, Structures’ların ikinci kitabını La Rochelle çağdaş müzik festivalinde icra etmiştim. Çok konsantrasyon ve güç ister maraton tipi konserler. Asıl mesele icracıların işin sansasyon tarafını dinleyicilere unutturup, hakiki müzik yapmalarıdır.
Defalarca seslendirdiğiniz eserleri bile her konser öncesinde baştan çalıştığınıza göre, anılar da canlanıyor olmalı; en çok hangi hocanızın sesi kulağınızda, hangi besteci omzunuzun başından ayrılmıyor?
– Rahmaninof’un icralarındaki mükemmeliyet ve çalışındaki asalet bana her dinlediğimde hayranlık vermiştir. Scriabin’in son eserlerinde kullandığı armonilere de yakınlığım vardır. Bach ise çocukluğumdan beri yanımdadır.
Günde ortalama kaç saat çalışırsınız?
– Piyano başına oturmadan, notaları okuyarak da eser öğrenilebilir. Ancak egzersiz için klavye şarttır. Lüzum olduğunda, özellikle plak kaydında, günde 10 saat durmadan çalıştığım olmuştur.
Tanıştığınız büyük virtüözlerin ses dünyasından, kaybettiğimiz değerlerden neleri özlüyorsunuz?
– Eski büyük piyanistlerin her birinin kendine özgü bir tınısı var. Kişilikleri belirgindi. Ayrıca legato (müzikal cümleleri birbirine bağlı çalma) sanatına vakıftılar. Nüans yapmayı bilirlerdi. Günümüzde çok kez olduğu gibi FFF’den (fortissimo, mümkün olan en yüksek sesle çalmak), duyulmayan PPP’lere (pianissimo, mümkün olan en yumuşak çalış) geçmezlerdi. Onlar için başta eserin anlamı önemliydi; çaldıkları besteden faydalanıp, kendilerini ortaya çıkarmak değil…
Son 25 yılda yaşadığımız elektronik devrim sizce klasik müziğe neler getirdi, neler götürdü?
– Götürdüklerini şöyle sıralayabilirim: Bu teknoloji esasen pop müziği için gerçekleştiğinden uzun zaman pianissimolar (pp ve ppp) analog teknoloji kadar iyi kaydedilemedi. Sonraları teknoloji ilerledikçe daha iyileşti. Burada çarpıcı bir örnek Magda Tagliaferro’nun 1955 kaydı Saint-Saens’in 5. Konçertosu. LP kaydındaki ses kalitesi olağanüstü. 1990’larda yayımlanan CD transferi ise adeta başka bir kayıt. Bütün incelikler, pianissimolar kaybolmuş. Ayrıca LP koleksiyonu yapmak büyük bir zevkti. 1950’lerde yayımlanan plaklar, özellikle kutular birer sanat eseriydi. Örneğin: Gieseking yorumuyla Mozart’ın tüm solo piyano eserleri kutusu. İçindeki kitabın kalitesini, zarafetini anlatacak kelime bulmak zor. O dönemdeki Angel (EMI) kayıtlarının Fransa’da hazırlanan kapaklarının her biri ayrı güzellikteydi. Bu kalite LP devrinde giderek azaldı. CD döneminde tekrar bir canlanma oldu, anlamlı kutular yapıldı. Fakat MP3, internet, YouTube döneminde bu koleksiyon yapma keyfi tamamen kayboldu. Müziğe erişim çok kolaylaştı Bu da bir bakıma değer kaybına yol açtı. Dijital teknolojinin kazançlarına gelince… Kayıt ve dağıtımı tekeline alıp oligopol oluşturan DG, EMI, RCA Columbia/Sony gibi büyük firmaların müzik dünyası üzerindeki hakimiyeti kırıldı. İstedikleri sanatçıyı yıldız yapan, diğerlerini önleyen düzen yıkıldı. Değerli sanatçılar bu firmalara ihtiyaç olmadan kayıt yapma, dinleyiciye ulaşma imkanı buldu. LP döneminde kolay bulunmayan 20. yy’ın ilk yarısına ait efsane kayıtların hemen tamamı tekrar gün ışığına çıktı. Internetten erişim kolaylaşınca, efsane kayıtları dinleyen genç müzisyenler müziğin sadece büyük plak firmalarının kendilerine empoze ettiği yeni yıldızların tekelinde olmadığını mukayese ederek görebildi. Böylece, örneğin, 1960’larda büyük reklam kampanyalarıyla lanse edilen piyanistlerin Chopin kayıtlarının 1930’lardaki Raoul von Koczalsky, Ignaz Friedman, Artur Rubinstein gibi piyanistlerin efsane kayıtları yanında ne kadar sönük kaldığı da görüldü. Gizlenen gerçekler ortaya çıktı. Bunu anlayabilmek için Ignaz Friedman’ın kaydettiği Chopin’in Op. 55, No. 2 Noktürn icrasını, 1960 sonrası kayıtlarla mukayese etmek yeterli.
Türkiye’de çağdaş müziğin yarınları adına size en çok umut veren gelişmeler, kişiler?
– Bu başlı başına bir söyleşi konusu olabilir ancak…
Kültür Bakanlığı’na ait tüm orkestraların kapatılması gündemde. Sizce klasik müziğimiz, kültürümüz bu darbeden sağ çıkabilir mi?
– İki yıl önce TÜRSAK gündeme geldiğinde Sabancı Üniversitesi’nde yaptığım konuşmada bu konuya değinmiştim. Aynı şeyleri söyleyeceğim: Tasarı gerçekleşirse Türkiye 90 yıl süren olağanüstü çaba ile geldiği bu ileri noktadan Tanzimat Devri, hatta 3. Selim dönemi öncesine dönebilecek, ülkemiz müzik festivallerimize davet edilen yabancı orkestra, şef ve solistlerle yetinmek zorunda kalacak, giderek, müzisyen ithal eden Basra Körfezi şeyhliklerine benzeyecektir.
100’üncü yaş için hayaliniz?
– İyi sıhhatte olup uğraşımı, yenilerini de katarak, devam ettirmek.

Kitaplar ve iyimserlik

Son okuduğunuz 3 kitap?
– Ce Que J’ai Voulu Taire (Sandor Marai), The Journal of a Tour To the Hebrides with Samuel Johnson (James Boswell), Yeni Hümanistler (John Brockhan derlemesi), Huzursuzluğun Kitabı (Fernando Pessoa).
Bir gence hayata atılmadan önce mutlaka okuması, dinlemesi gereken hangi 3 kitap ve 3 albümü önerirdiniz?
– İlyada ve Odysseia, Shakespeare’in oyunları, Goethe’nin Faust’u (Birinci bölüm)… Müzik olarak Rahmaninov’un tüm kayıtları, Furtwangler’in idare ettiği Wagner icraları (özellikle Tristian ve Isolde), Pablo Casals yorumuyla Bach’ın solo çello için süitleri…
İyimserliğin sihirli formülü?
– Mantıklı olmak, izafiyete inanmak, mizah duygusu, karşılık beklemeden verici olmak…
Son zamanlarda sizi en çok öğrenmeye çeken şey nedir?
– Eskiden beri merak ettiğim konuları derinleştirmeye çalışıyorum. Bu arada Almanca ve Rusça’yı da ilerletmeye çalışıyorum.


 


İtiraflarım - Tolstoy

Bir gün gençliğimin o on yıllık dönemini kapsayan dokunaklı ve öğretici hayat hikayemi anlatacağım. Sanırım pek çok kişi de benimle aynı deneyimden geçti. Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum. Ama iyi bir insan olmanın peşinde koşmak için çok genç*, tutkulu ve yalnız, yapayalnızdım. Bu samimi arzumu, yani ahlaki bakımdan iyi bir insan olma arzumu her dile getirişimde aşağılanma ve alayla karşılaştım. Ne zaman adi ihtiraslara teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler.
Hırs, iktidar düşkünlüğü, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam – bunların hepsi saygı gören şeylerdi.
Bu hırslara teslim olarak ben de büyüklerim gibi oldum ve bu şekilde onların beni onayladıklarını hissettim.
Yanında kaldığım müşfik teyzem, ki kendisi insanların en hasıdır, bana daima benim için hayatta evlenmemden daha çok istediği bir şeyin olmadığını söylerdi. ‘Rien ne [orme un juene homme, comme une liaison avec une [emme comme il [aut’: (Hiçbir şey bir erkeğin kişiliğini iyi aile terbiyesi almış bir kadınla kuracağı yakınlık kadar geliştiremez.) Teyzemin benim için dilediği bir başka mutluluk da benim emir subayı ve de mümkünse İmparatorun emir subayı olmamdı. Ama benim için dilediği mutlulukların en büyüğü benim zengin bir kadınla evlenip mümkün olduğu kadar çok sayıda serfe (tarım işçisi) sahip olmamdı.
O yılları dehşet, nefret ve de yüreğimde bir sızı olmaksızın hatırlayamıyorum. Savaşta insanlar öldürdüm ve gene öldürmek amacıyla insanları düelloya davet ettim. Kumarda kaybettim, köylülerin emeklerini çar çur ettim, onları cezalara çarptırdım, ahlakSız bir hayat sürdüm ve insanları kandırdım. Yalan, soygun, her türlü zina, sarhoşluk, şiddet, cinayet, işlemediğim tek bir suç bile kalmamıştı, ama benim çağdaşlarım beni nispeten ahlaklı bir insan olarak gördüler ve de görüyorlar. Bu şekilde on yıl yaşadım.
O dönemde kendini beğenmişliğe, açgözlülüğe ve kibre dair yazmaya başladım. Yazarken de hayatta yaptığımın aynısını yapıyordum; üne ve paraya kavuşmak için yazıyordum ve bunun için iyiyi saklamam ve kötüyü göstermem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Hayatıma anlamını veren iyi insan olma düşüncesine yönelik gayretlerimi aldırmazlık ve hatta şaka yollu alaya alma maskesi altında az mı giz1emeye çalıştım?! Bunda da başarılı oldum ve övgüler aldım.
Savaştan sonra yirmi altı yaşında’ Petersburg’a geri döndüm ve yazarlarla tanıştım. Beni kendilerinden biriymiş gibi karşıladılar ve pohpohladılar. Ben daha alternatiflerimi araştırmadan, aralarına girmiş olduğum bu yazarlar grubunun hayat görüşlerini benimsemiş oldum ve bu görüşler benim daha iyi bir insan olma yolundaki eski çabalarımın izlerini bütünüyle ortadan kaldırdı. çünkü bu görüşler benim sürdüğüm sefih hayatı haklı çıkaran bir kuram ortaya koyuyorlardı.
Bu insanların, yani yazar yoldaşlarımın hayat görüşleri şu şekildeydi: Genel olarak hayat tekamül etmeye devam etmektedir ve bu tekamülde en büyük rol, biz fikir üreten insanlara düşmektedir. Bu fikir üreten insanlar arasında en büyük nüfuza ise biz sanatçılar sahibiz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır. Akla hemen şu soru gelebilir: Ben ne biliyorum ve ne öğretebilirim? Bu kuralında açıklandığına göre bunun bilinmesine gerek yoktu. Sanatçı kendisi farkında olmadan öğretir, Hayranlık uyandıran bir sanatçı olarak kabul ediliyordum ve bu kuramı benimsememden doğal bir şey olamazdı. Bir sanatçı olarak ben yazıp çiziyor ve insanları eğitiyordum. Ama ne öğrettiğimi ben de bilmiyordum ve bu işin karşılığında belli bir ücret alıyor, nefis yemekler yiyor, harika bir yerde kalıyor, muhteşem kadınlarla birlikte oluyor ve mükemmel bir camianın içinde yer alıyordum. ünlü biriydim, bu da öğrettiklerimin doğru şeyler olduğunu gösteriyordu.
Sanatın anlamına ve hayatın tekamülüne olan bu inanç bir dindi ve ben bu dinin papazlarından biriydim. Bu dinin papazlarından biri olmak eğlenceli ve karlı bir şeydi. Epeyce bir süre bu inancın içerisinde doğruluğundan şüphe duymadan yaşadım. Ama bu hayatın ikinci, daha çok da üçüncü yılında bu dinin yanılmazlığından şüphe duymaya başladım ve araştırmaya giriştim. Şüphe duymama yol açan ilk sebep bu dinin papazlarının kendi aralarında anlaşamadıklarını fark etmeye başlamamdı. içlerinden bazıları şöyle diyordu: En iyi ve yararlı öğretmenler bizleriz, biz gerekli olan şeyleri öğretiyoruz, ama diğerleri yanlış şeyler öğretiyor. Diğerleri de şöyle söylüyordu: Hayır! Gerçek öğretmenler bizleriz, asıl siz yanlış şeyler öğretiyorsunuz. Ve bu şekilde birbirleriyle tartışıyor, kavga ediyor, birbirlerine küfrediyor, birbirlerini faka ve tongaya bastırıyorlardı. Aramızdaki pek çok kişi ise kimin haklı kimin haksız olduğunu umursamadan, mesleğimizi kullanarak açgözlü emellerine ulaşmayı hedefliyordu sadece. Bütün bunlar karşısında inandığımız şeylerin doğruluğunu sorgulamaya mecbur kaldım.

Dahası, bu inancın fikir babasının ilkelerinin doğruluğundan şüphe duymaya başladıktan sonra ona bağlı papazları da daha bir yakından gözlemlemeye başladım. Ve şuna ikna oldum ki, bu dine mensup olan neredeyse bütün papazlar, yani yazarlar ahlaksız kimselerdi ve çoğu eski sefil ve askerlik hayatımda tanıdıklarımdan çok daha aşağılık, kötü, değersiz kişilikte insanlardı. Ama sadece çok kutsal kişilerde ya da kutsallığın ne demek olduğunu bilmeyen insanlarda rastlanabilecek bir şekilde, kendilerine güvenleri ve kendilerinden memnun bir halleri vardı. Bu insanlardan tiksinmeye başladım, kendimden de tiksinmeye başladım ve bu inancın sahtekarlıktan başka birşey olmadığını anladım.
Ancak söylemesi tuhaftır, bu sahtekarlığı fark etmiş ve reddetmiş olmama rağmen bana bu insanların vermiş oldukları unvanı, sanatçılık ve öğretmenlik unvanını reddetmedim. Bir sanatçı olduğumu ve ne öğrettiğimi bilmesem de herkese öğretmenlik yapabileceğimi saf bir şekilde düşünüyor ve düşündüğüm gibi de hareket ediyordum.
Bu insanlarla kurduğum yakınlıktan yeni kötü huylar – anormal derecede büyük bir kibir ve ne öğrettiğimi bilmesem de, insanlara öğretmenlik yapmanın benim mesleğim olduğuna dair delice bir özgüven – edinmiştim.
O zamanları, kendirinin ve o insanların halet-i ruhiyelerini hatırlamak (gerçi o insanlardan bugün binlerce var) korkunç, üzücü ve gülünç bir şey ve bende insanın bir tırnarhanede hissedebileceği türden duygular uyandırıyor.
O zamanlar hepimiz mümkün olduğunca kısa sürede ve mümkün olduğunca çok miktarlarda konuşmamız, yazmamız ve eser yayınlamamız gerektiğine ve bütün bunların insanlığın iyiliği için olduğuna inanıyorduk, Ve binlercemiz birbirimizle ters düşerek, birbirimize küfürler ederek eserler yayınlamaya, yazmaya ve diğerlerine öğretmenlik yapmaya devam etti. Hiçbir şey bilmediğimizin farkına varmaksızın ve de hayattaki en basit soru olan, “iyi nedir ve
de kötü nedir?”e verecek yanıtımız olmaksızın, hep bir ağızdan konuştuk, birbirimizi dinlemedik. Bazen sonradan kendimiz desteklenmek ve övülmek için birbirimizi destekledik ve övdük, bazense birbirimize öfkelendik -tıpkı bir tırnarhanede olabileceği gibi-o
Binlerce işçi gece gündüz güçlerinin son damlasına kadar çalışıyor, harfleri diziyor ve posta servisinin bütün Rusya’ya dağıttığı milyonlarca sözcüğü basıyorlardı. Biz de öğretme işine devam ediyor, yeteri kadar öğretebilecek vakti asla bulamıyor ve bizlere yeterli ilginin gösterilmemesine öfkeleniyorduk.
Müthiş tuhaf bir durumdu, ama şimdi oldukça anlaşılır geliyor.
Gerçekte bizi en çok ilgilendiren konu, mümkün olan en çok parayı ve övgüyü almaktı. Bu uğurda kitap ve makale yazmak dışında bir şey yapamazdık. Biz de kitaplar ve makaleler yazdık. Ancak böylesi faydasız bir işi yapabilmek ve çok önemli insanlar olduğumuza emin olabilmek için faaliyetlerimizi haklı çıkaran bir kurama ihtiyacımız vardı. Kendi aramızda bu kuramı geliştirdik: “Var olan her şey akılla açıklanabilir. Var olan her şey tekamül eder. Ve her şey kültür yoluyla tekamül eder. Kültürün ölçütü ise kitap ve gazete tirajlandır, Bizlere bir ücret ödeniyor ve saygı gösteriliyor, çünkü bizler kitap ve gazetelere yazılar yazıyoruz. Bu yüzden de insanların en faydalısı ve en iyisi biziz.” Hepimiz aynı fikirleri paylaşıyor olsaydık bu kurama bir diyeceğimiz yoktu, ama içimizden herhangi birisinin söylediği bir fikir tamamen zıt bir fikirle karşılaşıyordu. Aslında bu durum karşısında enine boyuna düşünmemiz gerekirdi. Ancak biz bu durumu görmezden geldik; insanlar bize para ödemeye ve de bizim tarafımızda olanlar bize övgüler düzmeye devam ettiler. Bu yüzden de herkes kendisini haklı gördü zaten.
Şu an apaçık görebiliyorum ki bütün bu olanların bir tımarhanedekinden hiçbir farkı yokmuş, ama o zamanlar bunu ben sadece belli belirsiz sorguluyordum ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.

Tolstoy-İtiraflarım


20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü


 
Her şeyden öte çocukların çocuk olmaya hakkı var!


18 Kasım 2018

Eluard'da Aşk Ve İnsanlık


Kesiksiz Şiir: Gerçi, Eluard'ın son kitaplarından birinin adıdır bu, ama yalnızca bütün eserlerinin değil, bütün yaşamının da adı olabilir. Nitekim, şiir onun yaşamında Ölmemekten Ölmek, Barış Şiirleri, Halk Gülü, Eksiksiz Şarkı, Unutulmayan Vücut gibi eserlerin yazarına bir başka ad bulmak için bir "doğal akış" olmuştur. Evet, Eluard yok artık, fakat söylediği ile yaptığı arasındaki birlik, şimdi daha iyi görülüyor, Eluard'ın sesi, ilk şiirlerini yazışından susuncaya değin, hep kendine bağlı kalmıştır. Seslerin en temizidir o: Gerçeküstücülerin düşlerini çok güzel dile getirmiş, akışını derinleştirerek, hiç değilse sonradan kaybolmaksızın ve inkâr edilmeksizin genişlemenin yolunu bulmuştur.

Eluard'ın sesinden daha tekil, daha içten bir ses yoktur. Öyleyken, hiçbir ses bize onunki kadar derinden dokunmamıştır. "Ben" sözüne hemen hemen her şiirinde, her dizesinde rastlarız; gelgelelim - Pierre Emmanuel'in de haklı olarak belirttiği gibi - bu sözde hiçbir bencillik, hiçbir kısır soyutlama görmeyiz. Kendi adına konuşurken, kendi doğrularını bildirirken bile şair sanki hepimiz adına, herkes adına konuşmaktadır. Gençliğinde birliktecilik (unanimisme) akımının etkisinde kalmıştır; onda kendi gerçeğini bulmuştur. Ama bu, Jules Romains ile çömezleri için bir kafa gerçeği olmasına karşın, onun için bir yürek gerçeği olmuştur. Aşk, Şiir’i çok daha sonra yazması da bundan olsa gerektir.

O, delikanlılığından beri şunu anlamıştır: içinde oluşan her hareket, varlığını bütün varlıklara ve onları kucaklayan dünyaya doğru götürmektedir. Fakat yalnızlık ve umutsuzluk bu yönelişi önler, hatta bazen büsbütün ortadan kaldırırlar. Bunun için, türlü kılıklara girerler. Örneğin, yüreğe olduğu kadar bedene de kolayca kayıveren ölümün maskesini takarlar; yahut yoksulluğa, baskıya ve kıyıma uğramış bir halka uzanırlar.

Aşk, Şiir sevgidir, dünyanın türküsüdür. Ne var ki, sevgi de, dünya da ancak aşkın ve kadının türküsü arasından yükselebilir. Eluard, "şair, esin (ilham) alandan çok esin veren kişidir," der. Elbette, başkalarına esin vermesi için onun da sevgilisinden bir armağan alması gerekir. Bu yüzden, şairin yaratışı ve alınyazısı hep bu çatışmaya, aşk ile aşkın ölümü arasındaki bu çekişmeye bağlı kalmıştır. Gene de, en acı yaşantılara karşın, son söz hep aşkın olmuştur. Breton'a göre Çılgın Aşk, kendi dışında kalan her şeyin atılmasıdır; Eluard'a göre ise aşk yıldan yıla başkalarına daha çok yaklaşma halini alacaktır. Bir kadın ister ihanet etsin, isterse çekip gitsin, yalnızlığın gecesi yeni bir aşk doğuracak ve şair-insan kendini güpegündüz öbür insanların arasında bulacaktır.

Eluard'ın şiiri apaydınlıktır; gerçi içinde geceye özgü zenginlikler de vardır, ama ışığı ne dışarıdan gelmedir ne de soğuktur. Derinliklerden fışkıran bir alevdir sanki; öylesine ruhun hareketleriyle beslenmiştir, tıpkı bir yangının sık ağaçlarla beslenmesi ya da gizli özsuyunun ışınlarla beslenmesi gibi... İşte şair, bu iç ateşle güneşin dış ateşini özdeştirir.

Aslında, kendisi de efsanelik bir ateştir; insanoğlunun Promete'cil gücünü gösterir, nasıl ki âşığın da gücünü gösteriyorsa... Yaşamanın, istemenin, kardeşliğin sıcaklığı bu alevle tutuşur, ruhsal ve cinsel yönden erkekçe bir onur onunla birlikte boy atar. Bu eserde, gizli ateşle herkesin güneşi birbirine karışır; insanları daha iyi yaşamaya, kendi tarihlerinde olduğu kadar, asıl tarihte de yalnızlığı yenmeye çağırır, bunun için durmadan parıldar. Hastalık ve savaş (ki o da bir toplumsal hastalıktır) genç şairi çarpar, 1918'de aşağıdaki dizeleri yazar; bunlar, gür bir eserin kapısını açan anahtarlardır; bir savaşın ertesinden öbürüne değin uzamış, çeşitlenmiş, fakat özleri değişmemiştir:

Bir ateş yaktım bırakınca beni gökyüzü
Bir ateş yaktım olayım diye dostu
Bir ateş kış gecesine gireyim diye
Bir ateş daha iyi yaşamaya doğru

Gün bana ne verdiyse verdim ben de ona
Ormanları fundaları buğday tarlalarını asmaları
Ve yuvaları ve yuvalardaki kuşları
Ve evleri ve anahtarlarını evlerin
Ve böcekleri ve çiçekleri verdim ve kürkleri ile şenlikleri

Yaşadım yalnız alevlerin çıtırtısıyla
Sıcaklığının kokusu yetti bana
Bir gemiydim sanki kapalı suda batan
Sanki bir ölüydüm ortada kalmış yapayalnız


Bu ilk ateşe ilk aşk bütün gücünü verir. Aşka güvenini açıkladığında Eluard, yirmi yaşındadır: "Gök açık da olsa, kapalı da olsa, insan sevmedikçe onu göremez." 1951'de, ölüme yaklaştığı bir sırada, "Başından beri aşka tapmıyordum ben," diye itiraf eder ve şunları ekler:

"Onların ne odu vardı, ne de ocağı / Ateşi buldular sonradan / insanları buldular."

Rimbaud, "Aşkı bulmak insanı ve eylemini (yani ateşi) bulmak değil midir?" diye sorar. Aşkın değişimini hiçbir şair Eluard kadar güzel duyuramaz bize. Bu değişimin aşırı yalınlığı ve katkısızlığı gerçeküstü imgelerle çiçeklenir, olağanüstü bir nitelik verir onlara. Öyle bir nitelik ki kimse karşı koyamaz ona: "Bütün yaşamım seni dinler..." "Bütün dünya senin saf gözlerine bağlanmış / Kanım onların bakışıyla dolaşıyor damarlarımda..."

Eluard'da bakışla, okşamayla, gözle, elle yapılan bir çeşit aşk ayini vardır. Görmeyen şair kördür, ancak sevilen gözlerin aydınlığıyla ışığa kavuşabilir. Bu kadıncıl aydınlığı yaratmak şaire düşer:

"Bir tek okşamayla pırıl pırıl ettim seni." Öte yandan, yalnızlık ve ayrılık yaşamın yadsınması demektir: "Ve sen orada bulunmayınca / Uyuduğumu sanırım / Düş gördüğümü sanırım / yaşamadığımı." "Ne kadar sevmekteyim onu bilemiyorum / O mu yok olan, ben mi ayıramıyorum." Aşkın yokluğu bir uçurumsa, varlığı da sınırsız bir vaattir, sabırsız ve açık bir vaat:

"Gel, çık artık. Birazdan, gök dalgıcı, en hafif tüyler boynundan yakalayacak seni.

Yer ancak gerekeni taşır ve güzel kuşların gülümser. Aşkın gerisindeki gölge gibi, üzüntünün ülkesinde, görünüm örter her şeyi. Çabuk gel, koş. Vücudun düşüncelerinden daha hızla gitsin ve hiçbir şey - anlıyor musun? Hiçbir şey - geçemesin seni."

Çiftler sürekli bir değişim içinde bulunurlar: Âşık alev olur, sevgili su olur: "Bol ışıkla biçimini değiştiriyordum senin. Nasıl ki, bir pınarın suyu bardağa konunca değişiyorsa, insan da elini bir başka elin içine koyunca değişiverir. “Ya o sevdiğine döner ya da sevdiği ona. Bu karşılıklı dönüşümün birliği yaşamın bütün özelliklerini değiştirir.- Düş parıldar, güneş hayale dalar, sessizlik konuşur:

Dinelir gözkapaklarımın üstünde
Saçları saçlarımın içinde
Ellerimin biçiminde elleri
Gözlerimin renginde gözleri
Yitmiş gitmiş kuyusunda gölgemin
Göğe fırlatılan taş gibi

Gözleri açıktır hep açık
Uyutmaz beni bir türlü
Düşleri ışıl ışıl düşleri
Güneşleri bastırır güneşleri
Güldürür ağlatır güldürür beni
Konuşturur bilemezken ne diyeceğimi


Eluard'ın özellikle gerçeküstücü şiirlerinde aşk süreklidir, ama durgun değildir-, yaralanıştan coşkunluğa, şefkatten şiddete dönüşebilir. Değişmeyen tek şey, onun saflığıdır. Bu saflık dilin saflığıyla bir birlik oluşturur.

Acılarla dolu aşk, gerçeküstücülükte görülen tasayla ilişkilidir; ama, bu tasa, insana vergi coşkunluk durumuyla da alttan alta çelişmektedir.

Günbatımında bir yüz
Bir beşik ölen yapraklarda
Çıplak bir yağmur demeti
Gizlenen güneş
Suyun dibinde kaynakların kaynağı
Kırık aynaların aynası
Bir yüz terazisinde sessizliğin

Günün son ışıklarının sapanları için
Çakıltaşları arasında bir çakıltaşı
Unutulmuş bütün yüzlere benzeyen bir yüz


İsteğin gözyaşından ayrılmadığı, okşayışın tatlılıktan çok acılık doğurduğu sarsıcı bir aşkla gelen baş dönmesi. Acının Başkenti, Dolambaçsız Yaşama, İnsan Piramidi gibi eserlerdeki şiirlerle bizi sarar. Önce bir aşkın, sonra bir kadının ölümü şairin yaşamında iki kez tekrarlanır ve bu, onu, ancak Rimbaud'nun Cehennemde Bir Mevsim'indekiyle karşılaştırılabilecek bir yıkımdan geçirir. Gerçi Rimbaud cehennemden çıkar, ama şiiri de bırakır. Oysa, Orpheus Euıydike'sini yitirir, ama lirini bırakmaz, onunla gene aşkını yani yaşamını dile getirmeyi sürdürür. Onun gibi, Eluard da, yitirilmiş aşkın ötesinde anılarla kazanılacak mutluluğun süregelen varlığına bizi inandırır. Acı bir ayrılmadır bu, ama bir daha buluşmama değildir. Nitekim, sevişme anları gizemli bir biçimde yaşayadurur:

Bulutlar adına söyledim onu sana
Deniz ağaçları adına söyledim
Dalgalar adına dallardaki kuşlar adına
Gürültü taşları adına

Sevişen eller adına söyledim
Bakan göz bakılan göz adına
Göğü bezeyen uyku adına
Pusulu geceler adına
Yoldaki parmaklıklar adına söyledim

Ak alın açık pencere adına
Düşündüklerin konuştukların adına
Sonu gelmesin diye söyledim
Bu okşayışın bu güvenişin bu inanışın
Sonu gelmesin diye

Neyse ki yeni bir aşk doğar ve onunla birlikte Rönesans başlar. Sevgi, yaşam, şiir gene yürürlüğe girer; ama tutkuda, yaşamayı karşılayışta, dilde yeni ayrımcıklar (nuanres) belirir. Özellikle gerçeküstücü dil özgürlüğü ve imge demetleri dışarıdan çelişik görünen, ama karşılaşmaları kendisine çekici bir güç veren iki Öğeyi birleştirir: Bir yandan; şiire serpilmiş şaşırtıcı, hatta yapmacık buluşların doğal zenginliği; öte yandan derin doğrulamalar, deyişler ve tam bir anlatım yalınlığı. (...)

Dildeki bu çifte hareketi şiirlerin bağrındaki sıralanış karşılıyor gibidir: Görülmedik imgeler (şairin kendiliğinden bilinç üstüne çıkmalarına göz yumduğu bu alışılmadık harikalar) ile aşırı bir basitliği olan ve en beylik, en gündelik verilerden alınan imgeler art arda gelir. Olağandışı imgeler en olağan imgelerle gerçeklenir ve olağan imgeler olağandışı imgeleri canlandırır: Bilinenle bilinmeyen, görünenle görünmeyen birbiri içinde erir. Örneğin, Dolambaçsız Yaşama da- ki bir şiirde bu, böyledir:

"Bir gülüş sarı salkım saçlarda" dizesi "Güzün dumanları / Kış külleri" dizeleriyle kapı komşudur. Halk Gülü'ndeki şu dizelerde şair, aşkın büyülerini ve onların yüceltici sunularını günlerin güzelliğini belirten en alışılmış gözlemlerle pekiştirir:

Geceyi bekleyelim geceyi
Hava döşek gibi güzel
Tapılası kızların en tatlısı en ateşlisi
Sevgilisinin uyuyan heykeli önünde diz çökmüş
Uyumayı düşünmüyor bile
Geceyle gündüz güzelleşiyor gitgide

Aslında, Breton'un da belirttiği gibi, gerçek ile gerçeküstü Eluard'ın şiirinde bileşik kaplara benzer. İçlerinde bilinen ya da bilinmeyen, alışılmış ya da alışılmamış imgeler yanarlar, ama geride dışık (cüruf) değil, —Eluard'ın da değindiği üzre— şiirlerde görülen o "büyük beyaz boşluklar"ı bırakırlar; ateşli anılar "sessizliğin bu büyük boşluklarında geçmişi olmayan bir coşku yaratmak için erirler." Eluard'ın şiiri, bu yüzden, oldum olası yalınlığa yönelmiştir. Herkesin her günkü sözcükleri ve imgeleri şiirlerde gittikçe daha çok yer kaplar; öyleyken, gerçeküstücülerde rastlanan o dil ve hayal gücü azalmaz.

Çekilen acılar şaire oldukça durulmuş bir dünya getiren yeni bir aşkla el ele yürür. Nitekim, Dolambaçsız Yaşama gene doğru ve arınmış varlığı sarsan şiirleri kucaklar. Ancak, aşkın can çekişme- sidir ki evrenini daraltarak şairi yoksullaştırır. Gelgelelim, bir başka aşkın doğuşu bu temel seçmeyi doğrular, yaşamayı dolgunluğa kavuşturur. O zaman nesneler de, varlıklar da ayrışmaktan kurtulurlar, artık yalnızca kendilerini anlatmaya, geleceğin taşıyıcıları haline gelmeye şairin ve karısının baktığı gözler gibi verimli olmaya başlarlar; Verimli Gözler şarkı söylemeye koyulurlar.

"Gene de kuvvet yaşamanın dayanakları olarak kalır." Bunlar öyle dayanaklardır ki, Eluard, bundan sonra şiirden hep onları ortaya koymasını, sağlamlaştırmasını ve çoğaltmasını bekler. Eğer aşk sözlerinde hâlâ kendini kuşatan gizli bir tehdit seziyorsa, bunun nedeni, gölgenin son kez geri gelişi değil, ateşin bir daha sönmeyişidir.

Bir şey istemedim seni sevmekten başka
Fırtınalar doldurdu vadiyi
Balıklar kıyıları

Yalnızlığımdan bir kavuk ördüm sana
Bütün gece saklansın diye içine
Geceler gündüzlerle barışsın diye
Göreyim diye gözlerinde
Yalnız seni düşündüğümü
Senin hayalinle donanmış dünyayı

Yalnızlığımdan bir kavuk ördüm sana
Görmeyeyim diye geceyi gündüzü
Gözlerin onları düzene sokmamışsa

Geceler ve gündüzler "Doğal Akışı"na kavuşur, ikinci ve sevgili karısı Nuseh'un yardımıyla şair yeri, göğü, yıldızlan, kuşları, bitkileri, hayvanları ve insanı yeniden karşısında bulur.

- "Günümüzde şairlerin yalnızlığı siliniyor. İşte, onlar da insanlar arasında birer insan oldular, işte onların da birer kardeşleri var." Yalnızlık yenilince, eskiden kötü olan şeyler iyiye yönelir, eskiden umutsuzluk getiren şeyler umuda çevrilir. Böylece, eskiden kötü bunaltıyı gizlemeye yarayan, ama şimdi yaşamı değiştirme tutkusunu taşıyan irade, gecenin belirsiz girişimlerinden gündüzün kesinliğine ulaşır: Eskiden yalnızca iki kişinin yaşamını mutlulukla değiştiren aşk, şimdi bütün insanların mutluluğunu ister, gelecekte herkesin mutlu olmasına çalışır:

Gökyüzü genişleyecek
Yerimiz olacak oturmak için
Yıkıntılarında uykunun
Sığ gölgesinde dinlenişin
Bırakılmışlığın yorgunluğun

Toprak canlı gövdelerimizin biçimini alacak
Rüzgârlara kapılacağız hepimiz
Gözlerimizden geçecek gündüzler geceler
Gene de değişmeyecek gözlerimiz
Bizim temiz havamız belirli yerimiz
Giderecek alışkanlığın oyduğu gecikmeyi
Hepimizin yeni anıları olacak
Duygulu bir dili birlikte konuşacağız


Eluard, "Duygulu bir dili birlikte konuşacağız," der. Lautremont ise "Şiiri bir kişi değil, herkes birlikte kurmalı," der. Ortaklaşa sözün baştacı edilmesini bekleyen şair konuşur: "Bütün gözlerin görmesi için /Düşünen bütün gözlerin" "Konuşmak kucaklamak kadar bereketli olsun diye." Sonra şunu öne sürer: "İnsan isteseydi, güzellikten başka bir şey olmazdı dünyada." Ardından da şunu söyler: "Her insan Promete'nin kardeşidir."

1936'da Eluard "Şiirsel Açıklık" başlıklı yazısında şairlerin hak ve görevlerini şöyle açıklar: "Vakit geldi, artık bütün şairlerin hak ve görevi öbür insanların yaşamına, ortak yaşama katılmaktır." "Evet ekmek şiirden daha yararlıdır, ama, sözcüğün bütüncül ve insancıl anlamıyla aşk, sevmek tutkusu şiirden daha yararlı değildir." Eluard daha sonra yaşamın şiirsel birliğini çok iyi belirten şu görüşü savunur: "İnsan zekasının kavrayıp yaratabildiği her şey, aynı damardan gelir; eti, kanı ve kendisini çevreleyen dünya ile aynı maddeden çıkar."

İspanya Savaşı, dostlarının şiirinde olduğu gibi Eluard'ın şiirinde de umut uğruna yapılan kavgayı belirtmeye yönelir. Guernica Zaferi 1942'de yayınlanan Şiir ve Doğruluk adlı eserdeki kısa ve dokunaklı ürünleri haber verir:

Ödettiler size ekmeği
Yeri göğü suyu uykuyu
Ve yoksulluğunu
Yaşamınızın


Bu dönemde aşk korkudan daha güçlü görünür, neden derseniz, kadın var olan her şeyi erkeğe iletir, süreyi ve uzaklığı ortadan kaldırır, şairin görüşünü yeniler de ondan:

Her şey yenilendi her şey gelecek oldu

... Barışın son yıllarını gölgeleyen bütün tehlikeler, sevginin ve ondan doğan kardeşlik duygusunun Eluard'a sağladığı iç barışı bozamaz. Bir Eksiksiz Şarkı’dır bu, düşlerin ve bilincin şarkısıdır:

"Hiçbir uyuşmazlık yok, ışık ile bilinç geceler ve düşler kadar, sırlar ve yoksulluklar kadar eziyor beni."

Evet, bir şarkıdır bu-, çiftlerin şarkısıdır, dolayısıyla bütün insanların, bugünün ve onun bilinmeyen mutluluğunun şarkısı, mutlu geleceğin, yarının şarkısı:

Ne varsa bizimle yaşayacak
Hayvanlar altın sancaklarım benim
Ovalar tatlı geçmişim
Canım yeşillikler içli kentler
İnsanlar size gelecekler

Gözyaşları yaralar terler size gelecek

Düşlerin güllerini dermeye
İnsanlar işte şurada duygulu iyi
Atmışlar ölümden de hafif yüklerini
Ne güzel uyuyorlar güneş altında nar gibi


Eluard, eserlerini doğurduğu gibi iradesini de belirleyen bu içten gelme umut adına, şiirle karışan gerçek adına, gölgeler arasından çıkıveren ışık yani şiir adına konuşacaktır; kaçınılmaz bir işkenceye boyun eğmiş Fransa'da başkaldırışın ve sıkıştırılmış ama yenilmemiş aşkın çığlığını duyuracaktır.

1936'da şöyle diyordu: "Gerçeküstücülük düşüncenin herkese vergi olduğunu göstermeye çalışıyor-, insanlar arasındaki ayrımları azaltmaya uğraşıyor; bunun için, eşitsizliğe, alçaklığa ve hilekârlığa dayanan saçma bir anlayışa hizmet etmeye yanaşmıyor."... "Bir sözcük var ki coşturuyor beni, duyunca ürpermeler geçiriyorum; büyük bir umuttur o, umutların en büyüğüdür, yıkıcı güçleri ve insanları ezen ölümü yenmenin umududur: Bu sözcük, kardeşleşme'dir."

Gerçeküstücülüğün bu gönüldeşliği ile Eluard'm 1942'de yaptığı şu çağrı arasında bir uyuşmazlık yoktur:

Yıkık sığınaklarıma
Sönük fenerlerime
Duvarlarına sıkıntımın
Yazarım adını
İsteksiz yokluğa
Çıplak yalnızlığa
Ölümün basamaklarına
Yazarım adını
Düzelen sağlığa
Kalmayan tehlikeye
Anısız umuda
Yazarım adını
Ve bir tek sözün gücüyle
Başlarım yeniden yaşamaya
Seni tanımak için doğmuşum
Seni çığırmaya
—Özgürlük


Herkese açılan şiirin yolu üstünde, en büyük baskıya karşı koyan sesleri, Şairlerin Onuru'nda duyurmuş olmak şerefi Paul Eluard ile arkadaşı Jean Lescure'ün olacaktır. Dünya Savaşı'ndan sonra Eluard, kendine pek ağır gelen mutsuzluğu tanıyacaktır: Sevgilisinin ölümü... Yeniden o dayanılmaz yalnızlığa bir daha gömülecektir. Fakat, ölmezden önce, üzerinde bütün varlığının ve eserinin bir tek alev halinde çiçeklendiği o gerçeği yeniden bulacaktır: Aşk... Sevişen bir çiftin şiiri bugün olduğu gibi yarın da herkesin yaşamında işler. Sevilen yüz yararlıdır, yer ve zamanın sınırlarını aşarak herkese ışınlar gönderir:

Nicedir yüzüm yararsızdı
Ama şimdi
Sevilesi bir yüzüm var
Mutlanası bir yüzüm

İyilik dans ediyor dudaklarımda

Ölümsüzdür evim benim

En büyük kural:
Yıkana karşı çıkandır
Sevilmeye layık olan


Böylece, alabildiğine duyarlı ve mutsuzluğu aşmış olan Eluard'ın şiiri, katıksız bir mutluluk türküsü olarak kalır. Şairin soluması gibi duru, kendiliğinden, içten gelen bu şiir en kardeşçe, en evrensel dili konuşur. Öylesine yalındır, gündelik sözcüklerle kurulmuştur, en alışılmışların yanında en az görülenleri de kapsar. O, öyle bir alevdir ki, bağrında güzel, verimli, ateşli, insancıl ile öğeleri, nesneleri, düşleri, varlıkları birlikte taşır:

İnsan oldum taş oldum
İnsanda taş taşta insan oldum
Gökte kuş oldum kuşta gök
Ayazda çiçek oldum güneşte ırmak
Çiyde pırıltı
Kardeşçe yalnız kardeşçe özgür 

Çeviren: Asım Bezirci 
 G. EMMANUEL CLANCIER
 Asıl Adalet