28 Kasım 2018

Stefan Zweig: Sınırları Olmayan Bir Dünyayı Hayal Eden Yazar

 “Avrupa kültürümüzün çiçeğini kurutan nihai bir salgın başladı.” Zamanın kendisi de parçalanmıştı: “Bugün, dün ve dünden önceki gün arasındaki bütün köprüler yıkıldı.”   Benjamin Ramm

Bundan yetmiş beş yıl önce, 1942’nin Şubat ayında Avrupa’nın en meşhur yazarı Brezilya’nın Petrópolis kasabasında, doğduğu yer olan Viyana’ya on bin kilometre uzakta, bir bungalovda intihar etti. Stefan Zweig ölümünden bir yıl önce birbirinin zıttı olan iki çalışmayı tamamlamıştı: Günümüzde savaş tarafından tüketilen medeniyete bir ağıt niteliğindeki The World of Yesterday: Memoirs of a European ve yeni dünyanın iyimser bir portresini çizen Brazil: Land of the Future. Bu kitapların ve onları yazan göçmenin hikâyesi, milliyetçilik tuzağını ve sürgün travmasını açıklayan bir rehber görevi görüyor.

Zweig, 1881 yılında Viyana’da yaşayan varlıklı ve kültürlü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Viyana, çok milletli Habsburg İmparatorluğu’nun başkentiydi ve burada Avusturyalılar, Macarlar, Slavlar, Yahudiler ve diğer birçok halk birlikte yaşardı. O zamanın hükümdarı birçok dili konuşabilen Franz-Joseph I, 1867 yılında tahta çıktığında “İmparatorluğun tüm ırkları eşit haklara sahiptir ve her ırkın kendi kimliğini ve dilini korumak ve kullanmak konusunda dokunulamaz bir özgürlüğü vardır” hükmünde bulunmuştu. Franz-Joseph kibirli bir diktatördü, bu sebeple hükümdarlığı pek de romantik bir şekilde anlatılamaz ama o dönemde Avrupa kendini milliyetçilik akımıyla yok ederken Zweig’ın kültürel çoğulcu bir ortamda büyümesini sağlamıştı. Zweig’ın biyografisini yazan George Prochnik, onun Avrupa’daki tüm önemli başkentlerde fakültesi olan ve genç insanları diğer halklarla ve dinlerle tanıştıran bir değişim programına sahip uluslararası bir üniversitenin kurulması gibi bir dileği olduğundan bahsediyor.

Zweig, The World of Yesterday kitabını, memleketinin Nazileşmesine duyduğu tepki sonucu 1934 yılında Avusturya’dan ayrıldıktan sonra yazmaya başlamıştır. İlk taslağını 1941 yılının yazında New York’ta tamamladı ve ikinci eşi Lotte Altman tarafından daktiloyla yazılan son halini ise eşiyle birlikte intihar etmeden bir gün önce yayıncısına gönderdi. Kitabında yazdığına göre o zamana kadar Habsburg İmparatorluğu “iz bırakmadan yok olmuş” ve Viyana da “Alman idaresinde bir kent statüsüne inmiştir.” Zweig ise yurtsuz kalmıştır: “Artık hiçbir yere ait değilim, her yerde bir yabancı ya da en fazla bir misafirim.” Zweig’ın bu anıları, sürgünün kafa karıştıran doğasının bir portresini çiziyordu. Önceleri onun çok sevildiği ve övüldüğü şehirlerde artık kitapları yakılmaya başlamıştı. “Güvenlik, refah ve huzur”un altın çağı yerini devrime, ekonomik istikrarsızlığa ve milliyetçiliğe bırakmıştı, “Avrupa kültürümüzün çiçeğini kurutan nihai bir salgın başladı.” Zamanın kendisi de parçalanmıştı: “Bugün, dün ve dünden önceki gün arasındaki bütün köprüler yıkıldı.”

İz Bırakmadan         

Zweig’ın en büyük endişelerinden biri dilsel evini kaybetmekti. Nazi ideolojisinin “Alman dilinde yaratılması ve planlanması” Zweig’a göre “gizli ve acı veren bir utanç”tı. Paris’te intihar eden şair Paul Celan gibi, Zweig da Schiller, Rilke ve Goethe’nin dilinin Nazizm tarafından işgal edildiğini ve telafi edilemez bir şekilde tahrip edildiğini hissediyordu. İngiltere’ye taşındıktan sonra, “Kullanamadığım bir dilde tutsak kalmışım gibi hissediyorum” diyordu. Zweig, In the World of Yesterday kitabında 1914’ten önce Hindistan’a ve ABD’ye pasaport ya da vizeye ihtiyaç duymadan gidebildiğini hatırlayarak sınırlar olmadan yapılan seyahatlerin rahatlığını, savaş göre kuşak tarafından anlaşılamaz bir durum olarak niteliyordu. Fakat artık tüm göçmenler gibi o da aşağılanmaya maruz kalıyor ve beceriksiz bürokrasiyle uğraşıyordu. İçinde bulunduğu yoğun duygu durumunu “Bürofobi” yani bürokrasi korkusu olarak niteliyordu, çünkü göçmen bürosu memurları göçmelerin kimlikleriyle ilgili gittikçe daha fazla kanıt istemeye başlamış, Zweig ise göçmen bir arkadaşına iş tanımının “eski yazar, şimdiki vize uzmanı” olarak tanımlayarak dalga geçmişti.

Hitler’in gücü Avrupa’ya yayıldıkça Zweig da İngiltere’deki Bath şehrinden ayrılıp New York’un Ossining kasabasına yerleşti. Orada göçmen arkadaşları hariç kimse tarafından tanınmıyordu. Bu arkadaşları da Zweig’ın bağlantılarından ve maddi rahatından yoksun bir haldeydiler ve onun efsanevi cömertliğinden medet umuyorlardı. Zweig Amerika’dayken kendini hiçbir zaman evindeymiş gibi hissetmedi. Amerikanlaşmayı, Avrupa kültürünün I. Dünya Savaşı’ndan sonraki ikinci yıkımı olarak görüyordu ve 1936 yılında konferans vermek için gidip büyülendiği Brezilya’ya yerleşmeyi umuyordu. Brazil: Land of the Future kitabı güzelliği ve cömertliğiyle Zweig’ı derinden etkileyen bir milletin lirik bir övgüsüydü. Zweig, ülke tarafından şaşırtılmış ve alçakgönüllü olmaya teşvik edilmişti. Bu şehir onu kendi cahilliğinden ve “Avrupa kibrinden” dolayı uyarmıştı âdeta. Bu kitabıyla Brezilya’nın tarihini, ekonomisini, kültürünü ve coğrafyasını anlatıyor olsa da kitabın asıl anlatmak istediği mesele, Zweig’ın kendi kıtası hakkında artık farklı bir fikir sahibi olmasından geliyordu.

Zweig’ın anlatımına göre Brezilya, Avrupa’nın olmak isteyeceği her şeydi: Duygusaldı, entelektüeldi, sakindi ve militarizme ve materyalizme karşıydı. (Hatta Brezilyalıların Avrupa’daki spor tutkusuna bile sahip olmadığını söylüyordu. Bu, 1941 yılında bile enteresan bir iddiaydı.) Brezilya, Avrupa’nın “ırk fanatizminden”, “kahramanlara çılgınca ve coşkuyla tapanlardan”, “aptal milliyetçiliğinden ve emperyalizminden”, “intihara meyilli öfkesinden” uzaktı. Ahenkli ve renkli yapısıyla Brezilya, Zweig’ın gözündeki bastırılmış Habsburg Viyana’sından oldukça farklıydı. Zaten çok kültürlü yapısının güzelliği de Zweig’ın düşüncelerini doğrular nitelikteydi. Brezilya’da Afrika, Portekiz, Almanya, İtalya, Suriye ve Japonya kökenli göçmenler bir arada yaşıyordu, “farklı tüm ırklar birbirleriyle sonsuz bir uyum içindeydi.” Brezilya, ‘medeni’ Avrupa’ya aslında nasıl medeni olunacağını öğretiyordu: “Bizim eski yurdumuz şimdiye kadarki en mantıksız girişim olan insanları sanki yarış atları veya köpeklermiş gibi saf ırklar haline getirme düşüncesiyle yönetilirken, Brezilya halkı yüzyıllardır özgür ve bastırılmamış bir melezleşme prensibini temelde tutuyor… Çikolata, sütlü ya da kahve, her ne olursa olsun tüm renklerin çocuklarını barındırıyor ve bu çocuklar el ele okula gidiyor. Renk ayrımı, dışlama, kibirli sınıflandırmalar yok. Buradaki hangi insan tamamen saf bir ırkla övünür ki?”

“Cennet”

Zweig’ın bu övgüleri halk arasında oldukça popüler oldu ve binlerce Brezilyalı onun derslerine, konferanslarına katılmaya başladı. Bu sırada Zweig’ın günlük çalışma ve seyahat programı da tüm büyük gazetelerde yayımlanıyordu. Ancak kitap, eleştirmenler tarafından sert bir şekilde yeriliyordu. Prochnik’in yazdığına göre Brezilya’nın önemli gazeteleri üç gün ardı ardına Zweig’ın ülkenin endüstriyel ve modernleşme gelişmelerini yok saymakla suçlayan ağır eleştiriler yayınlamıştı. Daha da şaşırtıcı olan Zweig’ın Brezilya diktatörü Getúlio Vargas için yaptığı övgülerdi. Vargas 1937 yılında Portekiz ve İtalya’daki otoriter yönetimi örnek alarak Estado Novo yani Yeni Devlet’i ilan etti. Brezilya meclisini kapattı ve sol görüşlü bütün entelektüelleri tutuklattırdı. Bu entelektüellerin bazıları Zweig’ı yaptığı övgüler için para almakla ya da vize çıkartmakla suçladı. Vargas hükümeti Yahudi göçüne ırksal kısıtlamalar getirdi ama Zweig sahip olduğu ün sayesinde bu kısıtlamalardan etkilenmedi. Bu sorunlu dönem Zweig’ın siyaset konusunda ne kadar saf olduğunu ortaya çıkardı. Doğası gereği barış yanlısı ve uzlaşmacı olan Zweig çok kritik bir zamanda kışkırtıcı bir düşmanlıkla karşı karşıya gelmişti. (Vargas da 1942 yılında Müttefikler’in yanında savaşa katılmıştı.) İnziva arayışındaki Stefan ve eşi Lotte de Rio’nun 64 km dışında, önceden Almanlara ait bir yerleşim yeri olan Petrópolis’e yerleştiler. Zweig, dağ eteklerinde bulunan bu yemyeşil yer için, “Burası cennet,” diye söz ediyordu, “Sanki Avusturya dilinden tropik bir dile çevrilmiş gibi”. Burada eski kitaplarını ve arkadaşlarını unutmayı amaçlayan Zweig, “iç özgürlüğünü” bulmaya çalışıyordu.

Fakat Rio karnavalında Nazi’nin Orta Doğu ve Asya’da ilerlediğini öğrenmiş ve bu kötü haberin ardından korkmuştu. Asla özgür olamayacağını ya da bu korkudan kurtulamayacağını düşünmeye başlamıştı. “Nazilerin bir gün buraya gelmeyeceğine gerçekten inanıyor musun?” diye yazmıştı, “Onları artık kimse durduramaz.” Zweig sınırların olmadığı bir dünyaya inanmıştı ama bu sınırların içine sıkıştırılmıştı: “İçimde bir kriz var sanki. Artık kendimi pasaportumla veya sürgün kişiliğimle tanımlayamayacağım.” Kapana kısılmış olan Zweig, “Bizler sadece hayaletleriz ya da anılar” demişti ve intihar notuna, “Yersiz yurtsuz olarak yıllarca dolaşmaktan bıktım” yazmıştı. Stefan ve Lotte teslim olmuştu: “Şimdimiz yok, geleceğimiz yok. Aşkla bağlı olan biz birbirimizden ayrılmamaya karar verdik.” Petrópolis’te Zweig’ın bungalovunu ziyaret ettim. Bu bungalov, Avusturya Soykırımı Anma Elçisi olarak Brezilya’da devlet hizmetinde çalışan Tristan Strobl’a göre, şimdilerde “faal bir müze” olarak hizmet veriyor. Strobl bana 1933-1945 yılları arasında Brezilya’ya gelen mültecilerin ve ülkeye yaptıkları katkıları gösteren bir görüntüyü izletti ve, “Bu dönem Avrupa’nın entelektüel hayatı için çok büyük bir kayıp ama Brezilya ve mültecileri kabul eden diğer ülkeler için önemli bir kazanç” dedi. Eski dünyanın en kara dönemi, yeni dünyaya ışık tutmuştu.

BBC
Çeviren: Deniz Saldıran