29 Nisan 2018
Muhsin Ertuğrul - İnsan Ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim
Dünya Dans Günü Kutlu Olsun!
Her yıl, olağanüstü bir koreograf veya dansçı dünyada dolaşan bir mesaj vermeleri için davet edilir. Bu kişiler World Dance Alliance ve ITI Uluslararası Dans Komitesi iş birliği ile Uluslararası Dans Günü kurucu kurumu tarafından seçilir.
"Uluslararası Dans Günü Mesajı" nın hedefi tüm siyasi, kültürel ve etnik engelleri aşarak ortak dil olan Dans aracılığıyla insanları bir araya getirmek, bu sanatın evrenselliği içinde eğlenmek ve kutlamaktır.
27 Nisan 2018
Theodoros Angelopoulos Ağlayan Çayır
“Ağlayan Çayır”ın setinde söylediği gibi:
"Biz hikayelerimizi bu gördüğün suya yazıyoruz. Su akıp gidiyor. Belki suyu izleyen insanlar seviyor akışını, belki sıkılıyorlar kendi dertleriyle bağlantı kuramadıklarından. Ama bir gün, belki bir çocuk mırıldandığında Eleni’nin bir ezgisini, belki bir kadın Makedonya’dan geçerken gördüğü bir su baskınını ilişkilendirdiğinde bu hikayeyle, o zaman hepimizin ruhu huzur bulabilecek bu kaotik toprakta yaşadıklarımızdan sonra."26 Nisan 2018
Marcus Aurelius "Kendisiyle uyum içinde yaşayan, evrenle uyum içinde yaşar"
25 Nisan 2018
"Soykırım iddialarının arkasındaki saklanan gerçekler " İlber Ortaylı
Ermeniler neden göç etmeye zorlandı? Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Popüler Tarih dergisine yayınlanan yazısı, konuyu derinlemesine inceliyor.
|
|
|||||||||||||||||||||||||||||
Ayrıca bakınız |
|
|||||||||||||||||||||||||||||
Soykırım iddialarının arkasındaki saklanan gerçekler - İlber ... |
Sabahattin Kudret Aksal
Bir sabah ellerin cebinde çık evinden!
Ceketin iskemleye asılı kalsın.
Bekleyedursun dostun
Kahvede
İşe gitmekten de
Bugünlük vazgeç.
Öylece dolaş çiçek kokan sokaklarında
Güzel şehrinin.Yeniden tat gökyüzünü,
Ağaçlara selâm ver!
Apartımanların halini sor!
Senden başkaları için değil
Bu güzel gün
Mavi gök.
"Bence, edebiyɑtın gücü, bir metnin, hiçbir zɑmɑn tümüyle tüketilmeksizin durmɑdɑn fɑrklı okumɑlɑr üretebilmesindedir." Umberto Eco
-Bence, edebiyɑtın gücü, bir metnin, hiçbir zɑmɑn tümüyle tüketilmeksizin durmɑdɑn fɑrklı okumɑlɑr üretebilmesindedir.
-Aydınlanmış entelektüel ahlakın vazgeçilemez koşulu, tüm inançlaɾı, hatta bilimin mutlak geɾçek dedikleɾini de eleştiɾiye tabi tutmaktan geçeɾ.
-Gençleɾ aɾtık hiçbiɾ şey öğɾenmek istemiyoɾlaɾ, bilim geɾiliyoɾ, tüm dünya tepetaklak olmuş, köɾleɾ köɾleɾi yönetiyoɾ ve onlaɾı uçuɾuma süɾüklüyoɾlaɾ, kuşlaɾ, daha uçmayı öğɾenmeden yuvadan ayɾılıyoɾ, eşekleɾ çalıyoɾ, öküzleɾ oynuyoɾ.
-Gerçek bölünmez bir bütündür; kendi sɑydɑmlığıylɑ pırıl pırıl pɑrlɑr ve kendisinin bizim çıkɑrlɑrımız yɑ dɑ utɑncımız tɑrɑfındɑn eksiltilmesine izin vermez.
-Milyonlaɾca geɾçek kişinin aɾalaɾında pek çok çocuk olmak üzeɾe açlıktan ölmesi kaɾşısında insanlaɾın fazla ɾahatsız olmaması, ama Anna Kaɾenina'nın ölümü kaɾşısında ıstıɾap çekmesi ne anlama geliɾ? Asla vaɾ olmadığını bildiğimiz biɾ kişinin kedeɾini deɾinden paylaşmamızın anlamı nediɾ?
-İnsɑn kendine özgü şekilde olɑğɑndışı bir yɑrɑtıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşɑ etti, muhteşem şiirler yɑzdı, dünyɑyɑ çeşitli yorumlɑr getirdi, mitolojik imgeler yɑrɑttı. Amɑ ɑynı zɑmɑndɑ hemcinslerine sɑvɑş ɑçmɑktɑn, çevresini yok etmek gibi yɑnılgılɑrɑ düşmekten bir türlü vɑzgeçmedi. Terɑzinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine ɑptɑllığı koyduğunuzdɑ neredeyse dengede kɑlır.
William Shakespeare "Sözlerin uçuyor havaya; ama düşüncen yerde. Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere"
Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile iftiradan kurtulamazsın.
Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.
Yağmur’u sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun, rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun. İşte bundan korkuyorum çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.
Korkaklar, ölmeden önce defalarca kez ölür; cesur insan ölümü bir kere tadar.
Seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün; çok hızlı giden de çok yavaş giden gibi geç varır hedefe.
Konuşmadan önce düşün ki konuştuktan sonra düşünmeyesin.
Hiç kimse duymak istemeyen kadar sağır olamaz.
Miguel de Cervantes - Don Kişot
570 yılında don juan de Austria’nın ordusuna yazıldı. İnebahtı deniz savaşında yaralanınca sol elini kullanamaz hale geldi. Birçok savaşa daha katıldıktan sonra İtalya’ya döndü, ispanyaya giderken yolda korsanların eline düşüp, kardeşiyle birlikte köle olarak Cezayir’e götürüldü.
Rahiplerin kurtulmalık ödemeleri üstüne serbest kalarak ispanyaya döndü ve evlendi. Ertesi yıl La Galatea adlı pastoralinin ilk bölümünü yayımladı ama yoksulluktan kurtulamadı. Yenilmez Armada’nın araç gereç aldığı sırada Endülüs’te erzak görevlisi oldu. Bu arada Novelas Ejemplares’in (Örnek Öyküler) bir kaçını yazdı.
1605 Ocağında Don Kişot’un ilk bölümünün yayımlanmasının ardından, Örnek Öyküler ve Ocho Comedias adlı güldürü dizisini, Parnossos’a Yolculuk’u yayımladı. Don Kişot’un ikinci bölümünü yayımladıktan birkaç ay sonra hastalanarak öldü.
Dünya çapında ününü Don Kişot adlı yapıtı sayesinde kazanmıştır. Şövalye romanlarının sonunu vurgulayan parodinin ötesinde, bütün insanlığın ince, derin ve zekice bir tablosunun çizildiği bu romanda planın birliğinin serüvenlerinin şaşırtıcı çeşitliliğinin vurguladığı yaratıcı güçlü Don Kişot, Walter Scott’un deyimiyle İnsan Ruhunun Başyapıtlarından Biridir.
Don Kişot ile Sanço Panza’nın ölümsüz tipleri karşıtlıklarıyla insanın iki yönünü simgeler. Ayrıca, romandaki bütün tipler, ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, bu iki temel figür karşısında silik kalmazlar. Söz konusu gerçeklik ve doğallık yeteneği, Cervantes’in bir yalınlık, canlılık ve nükte örneği gibi cömertçe yaydığı konuşmalarda da görülür.
Bu eleştirili yapıt hiçbir zaman karamsar ya da iç karartıcı değildir. Tersine çok içten bir neşe havası vardır. Yayımlandığında büyük bir başarı kazanan ve İspanya’da on iki bir örnek satılan Don Kişot, birçok dile çevrilmesine karşın, bir kenarda unutulmuş ve ancak 18. yüzyılda yeniden keşfedilerek yeni çevirileri yapılmıştır.
Batı toplumunda çürümek üzere olan şövalyeliği, alaylı bir dille eleştiren bir romandır. Hayal ile gerçeğin genellikle iç içe anlatıldığı romanda komik pek çok öğe bulunur. Hikayeden romana geçişin ilk adımı kabul edilmektedir.
Don Kişot, İtalya’da Mancha eyaletinde, küçük bir köyde yaşamaktadır. Sürekli olarak şövalye hikâyeleri okuyan Don Kişot, zamanla dünyayı şövalye hikâyelerinde olduğu gibi görmeye başlar. Eski çağlardaki şövalyeliğin canlandırılması gerektiğine inanır. Bir gün, aklını iyice yitirir, kendisini son seyyar şövalye zanneder. Evindeki eski, paslı zırhları, kılıçları kuşanır. Ezilen halkı kurtarmak için çok mükemmel zannettiği sıska atına binerek yollara düşer. Kendisine bir de aristokrat bir sevgili bulmalıdır. Yolda rastladığı çirkin bir köylü kızını çok güzel ve soylu olarak görür ve kendisine sevgili olarak seçer.
Artık tek istediği şey, ona resmi şövalyelik unvanı verilmesidir. Bunun İçin de başarılar kazanmak zorundadır. Yolda bir hana rastlar. Hanı şato sanmaktadır. Hanın (şatonun) sahibini lord olarak görür, kendisini şövalye yapmasını ister. Hanın sahibi, onun zararsız bir deli olduğunu anlar, lordmuş gibi rol yapar. Don Kişot, resmi olarak şövalye unvanını aldığına inanarak gururla köyüne döner. Yolda, Sancho ile karşılaşır. Ona büyük bir servet vaat ederek uşağı olmasını teklif eder. Sonra tacirlerle karşılaşır. Onlara sevgilisi Dulcinea’nin çok güzel bir kız olduğuna inandırmaya çalışır. Onlar da Don Kişot’u döverler. Don Kişot, bu sefer yolda yel değirmenlerini insanlara kötülük yapan devler sanır. Onlara saldırınca, yaralanır. Yine aklı başına gelmez.
Sancho, durumu anlatsa da gerçeği görmez. Kafasındaki hayale inanır. Bundan sonra koyun sürülerini birbirine saldıran iki ordu olarak görür. Zayıf olanlara yardım etmeye karar verir. Koyunlarına saldırıldığını gören çoban, Don Kişot’u döver. Bir başka seferde de Don Kişot kaldıkları bir handaki şarapları kan zannederek şişelere saldırır. Ona gerçekler gösterildiği zaman kabullenmez. Büyücülerin onlara öyle gösterdiğini, onları kandırdığını söyler. Gerçeğin acılığına katlanamaz. Başlarından buna benzer pek çok olay geçtikten sonra, köy papazı ve berberi Don Kişot’u korumak isterler. Onu bir kafese koyarak evlerine götürürler. İyileştirmeye çalışırlar.
Don Kişot bir süre sonra yine Sancho ile yola koyulur. Sevgilisi Dulcinea’yi bulmak istemektedir. Sancho onu kandırarak ilk gördükleri köylü kızının Dulcinea olduğunu söyler. Yolda pek çok maceradan sonra Dük ve Düşes’in evine varırlar. Dük ve Düşes, Don Kişot’a oyun oynarlar. Don Kişot’a şövalye gibi davranırlar, yardıma ihtiyacı olan kişiler için ondan yardım etmesini isterler. Oyun tam bir komediye dönüşür. Dük, Sancho’ya bir ada verir. Ada, civar köylerden biridir. Köy halkına Sancho’nun vali olduğunu söylerler.
On iki günden sonra, Sancho işi bırakır. Daha sonra Don Kişot, Sanson Carrasco ile düello yapar. Kazanan, diğerinin isteğini yerine getirecektir. Sanson kazanır. Don Kişot’a evine dönmesini ve silah taşımamasını emreder. Don Kişot da her şeyden elini çeker ve köyünde tabii bir hayata döner. Ancak hastalanır. Aklı başına gelir. Tekrar eski Alonso olmuştur. Sancho’nun onu yine kandırmasına müsade etmez, artık tüm hayallerinden vazgeçmiştir. Bütün malını fakirlere miras olarak bırakarak ölür.
Don Kişot: Don Kişot’u takma ad olarak kullanmaktadır. Asıl adı Alonso’dur. Eserin ana kahramanıdır. Zayıf, yaşlı bir adamdır. Hayalci ve saf bir mizacı vardır. Kendisini son şövalye olarak görmektedir. Dük ve Düşes: Don Kişot’un ev sahipleridir. Alaycı, fırsatçı kişilerdir. Sancho Panza: Sıradan bir köylüdür. Don Kişot onu uşak olarak kullanır. Saf, aynı zamanda realist, kurnaz, basit bir adamdır.
Pcro Perez: Köyün papazıdır. Master Nicholas: Köyün berberidir. Sanson Carrasco: Salamanca Üniversitesi’nde okuyan bekâr, kaba espriler yapan bir gençtir. Dulcinea del Toboso: Kendisini şövalye sanan Don Kişot, şövalyelerin bir sevgilisinin olması gerektiğini düşünür. Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo’ya Dulcinea del Toboso takma adını verir. Onu aristokrat bir ailenin güzel kızı olarak düşünür.
- Bal, eşeğin ağzı için değildir.
- Fakirlik, aşkın büyük düşmanıdır.
- Aşağılık insanlara iyilik etmek, denize su taşımaya benzer.
- Zamanın unutturamayacağı anı, ölümün dindiremeyeceği acı yoktur.
- Arkadaş uğrunda ölmek kolay,fakat uğrunda ölünecek arkadaş bulmak zordur.
23 Nisan 2018
22 Nisan 2018
İmmanuel Kant - Aydınlanma Nedir?
Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenlerledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.
Demek oluyor ki her birey için nerdeyse ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hatta insan bu duruma seve seve katlanmış ve onu sevmiştir bile; işte bu yüzden o, kendi aklını kullanma bakımından gerçekten de yetersizdir; çünkü onun böyle bir deneyi gerçekleştirmesine asla izin verilmemiştir, o aklını kullanmayı denemeye hiç bir zaman bırakılmamıştır. Dogmalar ve kurallar, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının ya da daha doğru bir deyişle kötüye kullanılmasının bu mekanik araçları, erginleşme ve olgunlaşma için sürekli bir ayakbağı olurlar. Biri çıkıp yürümeyi köstekleyen bu zincirleri atsa da, en dar hendekten bile hemen öyle pek kolayca atlayamaz; çünkü o henüz kendisine güven duyarak bacaklarını özgürce hareket ettirmeye daha alışamamıştır. İşte bundan dolayı da ruhlarını, zihinsel yanlarını kendi başlarına işleyip kullanarak ergin olmayıştan kurtulan ve güvenle yürüyebilen pek az kişi vardır.
Oysa buna karşılık, kitlenin kendi kendisini aydınlatması daha çok olanak taşır; hatta ona özgürlük, yani özgür olma hakkı tanınırsa bu durumun önüne geçilemez de. Çünkü yığının içinde, kamuda -vasiler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacaklar, sonra da insanın kendindekini akıllıca değerlendirmesi yanında bağımsız düşünmenin kişi için bir ödev olduğu anlayışını çevrelerine yayacaklardır. Ama eskiden kitleyi boyunduruk altına sokan ve kendileri de aydınlanmaya öyle pek layık olmayan ve hak kazanmayan gözeticilerden birkaçı şimdi çıkıp da kitleyi boyunduruktan kurtulmaları için kışkırtırlarsa, öteki gözeticiler bunları boyunduruk altında kalmaya zorlarlar; önyargıları yerleştirmenin işte böyle zararları vardır ve bu önyargılar kendilerini yayanlardan sonunda öçlerini alırlar. Bundan dolayı: kamu ancak yavaş yavaş aydınlanmaya varabilir. Gerçi devrimler ile bir baskı rejimi, kişisel bir despotizm, bir zorbalık yönetimi yıkılabilir; ancak yalnız bunlarla, düşüncelerde gerçek bir düzelme, düşünüş biçimlerinde ciddi bir iyileşme elde edilemez; tersine, bu kez yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına, kitleye yeni birer gem, yeni birer yular olurlar:
Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır:
Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.
Ne var ki her yandan «düşünmeyin! aklınızı kullanmayın!» diye bağırıldığını işitiyorum. Subay, «Düşünme, eğitimini yap! », maliyeci «düşünme, vergini öde!», din adamı «düşünme, inan! » diyorlar. (Şu dünyada yalnız bir kişi var ki o da, «istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün, ama itaat edin! » diyor). Her yerde özgürlüğün sınırlanışı var. Peki, hangi türde bir sınırlama aydınlanmaya karşıdır, hangisi değildir ve hangi biçimde bir sınırlama tersine özgürlüğe yararlıdır? Yanıt vereyim: kendi aklının kitle önünde, kamuoyu önünde ve hizmetinde serbestçe ve açık bir biçimde kullanılması her zaman özgürce olmalıdır ve yalnızca bu tutum insanlara ışık ve aydınlanma getirebilir; buna karşılık aklın özel olarak kullanılışı [der Privatgebrauch], genellikle çok dikkatlice ve dar bir alanda kalacak bir biçimde sınırlandırılabilmiştir ve bu da Aydınlanma için bir engel sayılmaz. Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmaktan [der öffentliche Gebrauch], bir kimsenin, örneğin bir bilginin bilgisini ya da düşüncesini yani aklını, onu izleyenlere, okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasını anlıyorum. Aklın özel olarak kullanılmasından da kişinin, kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde, kendisine emanet edilen topluma ilişkin bir hizmeti ya da belirli bir görevi yerine getirmesi diye anlıyorum. İmdi kamunun çıkarlarını etkileyen bazı işlerde, yapay bir ortak anlaşma gereğince ve hükümet tarafından kamu amaçlarına uygun biçimde ve hiç değilse onu ortadan kaldırmayacak şekilde, kanunun bazı üyelerince kullanılabilecek bazı belirli işlemlere, belirli mekanizmalara gereksinme duyulur. Bu gibi durumlarda aklı kullanma tartışmasına kuşkusuz izin verilmez, itaat etme kesin emirdir. Fakat kendisini makinenin bir parçası sayan herhangi bir insan, yine kendisini bir topluluğun üyesi, hatta, evrensel uygar bir toplumun üyesi olarak tanıtması durumunda, örneğin bir bilgin sıfatıyla, kendi düşünme yetisine dayanarak yazılarıyla kamuya yönelir; her hal ve durumda aklını kullanır, ama, zamanında edilgin olarak da olsa görev yaptığı durumları ve işleri de zarara uğratmadan yapar bunu. Üstlerinden aldığı bir emir üzerinde, onun yararlılığı ya da yararsızlığına ilişkin olarak akıl yürüten bir subayın tutumu tehlikeli ve zararlıdır, onun ödevi yalnızca itaat etmektir. Fakat eğer bu konuda doğru olmak gerekiyorsa, bir bilgin olarak onun askerlik hizmetinin yanlışları üzerindeki eleştiri ve düşünceleri ve bunları kamu önüne yargılanması için götürmek istemesi yasaklanamaz. Yine bunun gibi yurttaş, kendisine düşen vergiyi ödeyemezlik edemez; hatta bu gibi vergilere ilişkin yapılan acımasız eleştiri ve ödememeye yönelik davranışlar, bu uymamaların genelleşebileceği gerekçesiyle cezalandırılabilir. Bununla birlikte bir bilgin olarak aynı vatandaş, kamu önünde vergilerin uygunsuzluğu ve adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirttiği zaman asla yurttaşlık yükümlülüklerine karşı gelmiş sayılmaz. Yine aynı şekilde bir papaz da hizmetinde bulunduğu kilisenin öğretileri ile uygunluk ve uyum içinde işi gereği kilisenin inançlarını cemaatine ve halkına öğretmekle yükümlüdür. Fakat bir din bilgini olarak o, bu inançları pekala eleştirebilme özgürlüğüne ve daha fazlasına sahiptir: büyük bir itina ve dikkatle ölçülüp-biçilmiş ve tartılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir; bunlar, sözü geçen dinsel öğretilerin yanlış yönleri üzerinde alabileceği gibi, dinin ve kilise işlerinin düzeltilmesine ilişkin de olabilir ve bunu yaparken de vicdanını rahatsız edecek hiç bir şey söz konusu olamaz. Kilisenin sadık bir hizmetkârı olarak görev ve yükümlülüklerine uygun bir biçimde vaaz verirken o, kendi kişisel kanılarına göre bunu yapmak özgürlüğüne sahip değildir ama kendisinin yükümlü olduğu şekilde ve başka bir otorite adına dinsel telkinde bulunmak zorundadır. O şöyle söyleyecektir: Kilisemiz bunları ya da şunları öğretir; işte kullandığı kanıtlar da bunlardır. Cemaati yani dinsel topluluğu için kendisinin bile tam bir inançla bağlı olmadığı dinsel kuralların pratik yaranlarını ve avantajlarını gösterirken o, bunlar içinde saklı bir hakikatin bulunmasının olanaksız olmadığını ve içsel dine karşı çıkan hiç bir şeyin bulunmadığını söylemek durumunda kalır. (Bu gibi dinsel öğretilerde, her durum ve olayda dinin özüne hiç bir şey karşı gelmemiştir, gelemez). Papaz eğer, bunlardan hiç birini öğretilerde bulamadığını düşünecek olursa, işte o zaman resmi görevlerini vicdanı rahat olarak yürütemeyecek ve görevinden ayrılması gerekecektir. Sonuç olarak din adamının cemaatinin önünde bir eğitimci imiş gibi aklı kullanması yalnızca aklın özel kullanımı olmaktadır, çünkü burada cemaat ne kadar büyük ve kalabalık olursa olsun bir aile toplantısı söz konusudur ve papaz olarak o kişi özgür değildir ve olmamalıdır; çünkü o kendisine dışardan yüklenen bir görev ile bağımlıdır. Buna karşın, alanının bir bilgini olarak din adamı yazılarıyla halka hitap ederken, dünyaya seslenirken, yani rahip olarak aklını kamu hizmetinde kullanırken, aklın herkes için kullanımının ve kendi adına konuşmanın sınırsız özgürlüğünden yararlanır. Zira halkın ruhani yani tinsel işleriyle ilgileneceklerin kendilerinin de ergin olmamaları gerektiğini sanmak yakışık almayan ve saçmalıkları sürekli kılan bir saçmalıktır.
Fakat bir kilise meclisinde ya da Presbiteryen kiliselerindeki kutsal yönetim kurulunda (Hollandalıların böyle söylediği gibi) görüldüğü üzere, ruhbanlar sınıfı değişmez kesin bir dinsel öğretiler manzumesini, hem kendi üyelerinin her biri üzerinde, hem de onların aracılığıyla halk üzerinde, her zaman için değişmeyen bir koruyuculuğu güvenle sürdürmek amacıyla, bir yemine dayanarak ortaya koymak hakkını kendilerinde bulmamalı mıdırlar? Hemen yanıt vereyim bu kesinlikle olanaksızdır. Şöyle ki, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanmasına engel olacak böyle bir anlaşma kesin olarak bir hiçtir, mutlak olarak boş ve gelecekten yoksundur; kaldı ki böyle bir sözleşme, en üstün bir yetke ya da parlamentolar veya en gösterişli ve görkemli barış antlaşmaları tarafından onanmış olsa bile. Çünkü hiç bir çağ bir, yemine dayanarak kendisinden sonra gelen dönemlerin, hem de pek önemli konularda, bilgilerini genişletmemesi ve yanılgılarını düzeltmemesi ya da aydınlanmada ileri gitmemesi için herhangi bir anlaşmaya yönelemez. Böyle bir şey insan doğasına karşı işlenmiş bir kıyım olur; çünkü sözü geçen bu durum, insan doğasının köktenci amacı ve belirlenim ilkelerinden biri olan ilerlemeye aykırıdır, ve bundan dolayı daha sonraki kuşaklar da bu gibi anlaşmaları yetkisiz ve suçlu bularak bir kenara bırakmakta tamamıyla haklıdırlar. Şimdi acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz? Sorusu sorulunca, yanıt şöyle olacaktır: Hayır, aydınlanmış bir çağda değil, fakat aydınlanmaya giden bir dönemde, ‘bir aydınlanma döneminde yaşıyoruz. Şimdiki zamanlarda olduğu gibi, insanlığın bir bütün olarak, başkasının rehberliği olmaksızın, dinsel konularda kendi aklını iyi bir biçimde ve güvenilir bir şekilde kullanması durumunda olması ya da bu duruma getirilebilmesi için katedilecek daha çok yolumuz var. Fakat bu yönde özgürce çalışmak için şimdi onların yolunun temizlenip aydınlatıldığına ilişkin farklı göstergelere sahibiz; böylece evrensel aydınlanmaya giden yoldaki engeller, insanın kendi suçu ile düşmüş bulunduğu bu ergin olmayış durumundan kurtuluşu ile ilgili güçlükler yavaş yavaş da olsa giderek azalmaktadır. İşte bu bakımdan çağımız bir aydınlanma çağıdır ya da Friedrich’in yüzyılıdır. Bir prens din konularında, halkına herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi kendi görevi bakımından bir küçüklük ya da bir gerilik olarak görmez ve halkını tüm bir özgürlüğe doğru yöneltirse, hatta bu prens hoşgörülü gibi kibirli bir sıfatı kabul ederek bir zayıflık da gösterse, o aydınlanmış bir kimsedir. İşte böyle bir kimse çağdaşlarınca ve kendisine borçlu olacak daha sonra gelenlerce insanlığı ergin olmayıştan ilk kez kurtaran, hükümeti ilgilendirdiği oranda ve bütün insanları vicdanları ile ilgili tüm konularda akıllarını kullanmada özgür bırakan bir insan olarak onurlandırılmayı hak eder. Onun yönetimi altında kilise ileri gelenleri kendi resmi görevlerinin yapılmasını gerekli gördüğü konularda önyargılı davranmaksızın ve fazla ayak diretip karşı koymaksızın bir bilim adamı gibi kendi güçleri ve olanakları elverdiği ölçüde özgür bir biçimde ve halka açık olarak kendi kanılarını, düşüncelerini ve kararlarını dünyanın yargısına, oyuna ve onayına sunabilirler, hatta bu tutum yer yer, şurada burada ortodoks öğretiden sapmaları da beraberinde getirse bile; işte bu durum herhangi resmi bir görevle sınırlandırılmamış diğer kimselere de uygulanır. Bu özgürlük ruhu dışarıya doğru da bir açılma ve yayılma gösterir, öyle ki kendi işlevini yanlış anlayan, görevini kötüye kullanan ve rolünü başarıyla oynayamayan hükümetlerce empoze edilen dış engellemelerle bile savaşmak zorunda kalır. Bu gibi hükümetler, en azından ulusun birliğini ve halkın uyumunu tehlikeye düşürmeksizin özgürlüğün böyle bir ortamda nasıl var olabildiğini gösteren parlak birer örnektirler. Artık insanlar kendi rızalarıyla yollarının üstünden barbarizmin, bir tür büyüklük kompleksinin yavaş yavaş kaldırılması için çalışacaklar ve bu da benimsenmiş, yapma ve uydurma birtakım ölçülerin insanları bunların içinde tutmasının ortadan kaldırılmasıyla birlikte gerçekleşecektir.
Burada aydınlanmanın yani insanın kendi kabahati sonucunda karşı karşıya bulunduğu olgun olmayış ya da kendi sorumluluğu sonucu düştüğü ergin olmayış durumundan kurtuluşunun odak noktası olarak din konularını belirlemeye çalıştım. Çünkü bilimler ve sanatlarla ilgili olarak yöneticilerimizin bu konular üzerinde söz sahibi olma ve koruyuculuk yapma rolü oynamaları çıkarlarına uygun düşmez; ikinci olarak din bakımından ergin olmayış her şeyden daha çok tehlikeli, zararlı ve onur kırıcıdır. Fakat bilimlerde ve sanatlarda özgürlüğe öncelik tanıyan bir devlet başkanının düşünme biçimi daha ileri bir yayılım gösterir ve kendi yasası açısından bile vatandaşlarının kendi akıllarını serbestçe ve herkese açık olarak kullanmasına izin vermesinde hiç bir tehlikenin bulunmadığını bilir, herkesin önünde daha iyi bir yasanın yapılması için onların düşüncelerini alır; bu durum yürürlükteki yasanın doğru, içten ve açık bir eleştirisini getirse bile; önümüzde bu türe uygun çok parlak bir örnek vardır, hiç bir yönetici bizim kendisini onurlandırdığımız bu kimseyi şimdiye değin aşamamıştır. [Büyük Friedrich, ç.]
Ama kendisi aydınlanmış, hayaletlerden korkmayan bir yönetici elinde iyi örgütlenmiş ve kalabalık bir orduyu toplumun güvenliğini sağlayabilme için bulundursa da, devletin cesaret edemediği şu sözü söylemek yürekliliğini kendinde bulabilir: “İstediğiniz kadar ve istediğiniz konular üzerinde düşünün, ama itaat edin! Bu durum ise insansal konularla ilgili olması nedeniyle karşımıza tuhaf ve umulmadık bir durum olarak çıkar, tıpkı her şeyin hemen hemen paradoksal olduğunu geniş anlamda aldığımızda buna benzer bir sonuca varmamız gibi bir şeydir bu. Yüksek düzeye ulaşmış bir toplum özgürlüğüdür kuşkusuz halkın zihinsel özgürlüğü yanında bir önceliği vardır ve onun önüne aşamayacağı sınırlar koyar. Buna karşın toplum özgürlüğünün daha aşağı bir düzeyde olması demek, onun zihin özgürlüğüne kendi gücünü gösterebilmesi için yeteri kadar yer sağlaması demektir. Doğa bir defalığına sert kabuğu altındaki tohumu özgürlüğüne kavuşturmuş, bütün yumuşaklığı ile onu kollamış, yani özgür düşünmeye yönelik bir eğilim ve hizmet sonunda giderek halkın zihniyetine, onda yerleşmiş bulunan inançlara tepki göstermiş ve yavaş yavaş özgür eyleyebilme aşamasına gelmiştir. Bu durum yani özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makinadan fazla bir şey olan insanın insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.
21 Nisan 2018
Mark Twain "Eğitim kafayı geliştirmek demektir. Belleği doldurmak değil."
Eğitimin yapamayacağı hiçbirşey yoktur. Hiçbir şey onun etki alanının dışında kalamaz. Kötü ahlakları iyiye çevirebilir; kötü ilkeleri yıkar ve yerine yenilerini koyar; insanları melekler seviyesine çıkarabilir.
Hayatta gereksinim duyulanlar;bilmemezlik ve özgüvendir,işte o zaman başarı muhakkaktır.
Hiçkimse izlemiyormuş gibi dans et, hiç incinmemiş gibi sev, hiçkimse dinlemiyormuş gibi şarkı şöyle, dünya cennetmiş gibi yasa.
Hayat öyle kısa ki; tartışmalara, özür dilemelere kıskançlıklara, hesap sormalara zaman yok. Sadece sevmek için 'bir an' var.
İyi dostlar, iyi kitaplar, bir de huzurlu bir vicdan: işte ideal hayat.
Ahmet Arif - Sevgili Dost
Gerçekten saygı duyduğum
tek kimsesin.
Sana, sonsuz kadar güven
ve sevgiyle bağlı kalıcam.
Hiçbir şey, hiçbir şey yıkmasın bunu
İnsan olmanın müthiş gücündeyiz.
Güzel olan bu asıl.
Kemal Tahir - Kurt Kanunu
Kurtlukta düşeni yemek kanundur” korkusunu her an enselerinde hissederek yaşayan köşeye kıstırılmış, kendileriyle ve geçmişleriyle, içinde bulundukları zamanla hesaplaşan insanları anlatıyor Kemal Tahir, “Kurt Kanunu”nda. Cumhuriyetin en bunalımlı dönemlerinden biri olarak değerlendirilen “İzmir Suikasti” olayına karışan ve karıştırılanların dramı olarak da okunabilecek roman, İttihatçılar arasındaki iktidar kavgasını ve tasfiye sürecini de acımasız bir yalınlıkla ve özeleştiriyle ortaya koyuyor. Esir Şehir Üçlemesi’nde taşıdığı umudu “Yol Ayrımı”nda yitirmeye başlayan Kemal Tahir, “Kurt Kanunu”nda mücadelenin kime ve neye karşı yapıldığının pek de öneminin kalmadığı günleri -hayal kırıklığını satır aralarına gizleyerek- ustalıkla betimliyor.
20 Nisan 2018
Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler
19 Nisan 2018
Octavio Paz - Roman
En nesnel ve en zorlu bilimlerin, herhangi bir engelle karşılaşmaksızın, böylesi bir düşünce çevresinde gelişmiş olmasından hayranlık duyulabilir. Ancak bunun nedeni,modern çağlar biliminin, antik Yunan kavrayışından farklı olarak, doğanın safiyane bir yorumu -yani, doğal dünyanın nasıl görmekteysek öylecene yorumlanışı- olmaktan çok, bir takım olguların doğrulanmasına imkân veren nesnel koşulların yaratılması oluşudur. Yunanlılar için Doğa, en başta görülebilir bir gerçeklikti: o, gözlerimizin gördüğü şeydi; bizim içinse bir tepkiler ve güçlendiriciler düğümü, bir görünmez ilişkiler ağıdır. Modern bilim, gerçeklik parsellerini seçer ve her şeyden ayırır, ancak gözlem için bir takım uygun koşullar yarattığı zaman deneylerine kalkışır. Bilim, bir bakıma, üzerinde işlem yaptığı gerçeği keşfetmektedir. Marks’ın, tarihi evrimin tamamlanmasında insan türüne verdiği nihai misyon -bilincin özerkliği ve varoluşu yaratmada ve değiştirmede sahip olduğu, neredeyse yaradansal imkân- gerçeğin belirli kesimlerinde, daha şimdiden modern insan tarafından gerçekleştirilmiştir. Modern bilimsel düşünceye göre, nesnel gerçek, aynı zamanda da bilincin bir görüntüsü ve ürünlerinin en mükemmelidir.
İster bilinci evrenin temeli yapsın, isterse dış dünyanın, daha önce bir bilinç verisine indirgenmeden etkilenmeyeceğini öne sürsün, ya da tarihi, bilinci belirleyen ve onu sakatlayan şeyden aşama aşama kurtuluş olarak görsün, modern insan, evrenin ve kendi kendisinin karşısında, geçmiştekinden tümüyle farklı bir konuma sahiptir. Kopernikus devrimi, onun, evrenin merkezi de, yaradılışın hakimi de olmadığını gösterdi. Onu, hal edilmiş ve yetim, ama kendine dünyevi bir ikamet sağlayabilecek güçte bıraktı. Bu tavrın ilk sonucu, bilindiği gibi, hayatın doğrulanması ve tarihin temeli olan kavramların yitirilmesiydi. Sadeleştirdiğimizde, kutsal, tanrısal ya da aşkın sözcükleriyle ifade ettiğimiz, o karmaşık inanç sistemlerini söylemek istiyorum. Bu değişiklik yalnızca düşünceler -her ne kadar cisimsiz veya saf düşüncelerden söz edilemezse de- alanında ortaya çıkmadı, ama, daha az belirli ve çok daha fazla etkili beyinsel inançlar bölgesinde de oldu. Tarihi, hatta devrimci bir değişiklikti bu, zira bir değerler dünyasının bir başkası yerine ikamesi anlamına geliyordu. Her devrim, kaybolmuş kutsallıkları ikameye yönelik, güvenilir ve sarsılmaz ilkeler üzerinde yeni bir düzen kurmayı özler. Devrim, aynı anda imansızlık ve kutsamadır. Devrimci hareket bir imansızlıktır, çünkü eski sembolleri yıkar; ama bu yozluğa, hep, o güne değin kutsal dışı gibi kabul edilmiş olanın kutsanması eşlik eder: devrim küfür’ü kutsar. Büyük reformcular, birer küfür ehli olarak görülürler, çünkü kutsal gizleri, birer boşluk veya tamamlanmamış hakikatler olmakla suçlayıp, kirletmektedirler. Ve, aynı anda da, o güne kadar bilinmeyen ya da imana aykırı diye kabul edilen hakikatleri kutsallaştırırlar. Buda, kastları reddeder ve Upanişad’ların metafiziğinin aldatıcı olduğunu duyurur: ben yoktur ve atman da, aynaların hayal kırıcı bir oyunudur; İsa, Judaizmle iplerini koparır ve bütün insanlara kurtuluşu önerir; Lao-tse, Konfüçyüsçü erdemlerle eğlenip onları mahkûm ederken, düşmanlarının günah diye gösterdikleri şeyi ulular. Her devrim, kendisi de yeniden kutsal ilkeye dönüşen bir küfür’ün kutsanmasıdır.
Çağdaş devrim tarihte benzeri görülmemiş bir özellik taşıyor: üzerinde temellendiği ilkeleri kutsamadaki güçsüzlüğü. Gerçekten de, Rönesans’tan ve özellikle de çağdaşlığın utkusunu anlatıp duran Fransız İhtilali’nden beri, tarihin can veren nefesi dokunduğu anda unufak oluveren harici mitoslar ve dinler birbirini izliyor. İnsanlığın ya da bilimin dininin uğradığı yenilgileri anımsatmak mı gerekir? Ve küfür’ü, yeni ilkelerin kutsanışı izleyemediği için, bir boşluk oluştu bilinçte. Bu boşluğun adı, laik düşüncedir. Laik düşünce ya da tarafsızlık. Zira, “tanrıların öldüğü yerde, ucubeler doğar”. Bizim ucubelerimiz soyut ve acımasız. Vatan bir topluluk, bir toprak, somut ve elle tutulur bir bütün olmaktan çıktı, tüm beşeri değerlerin kurban edildiği bir fikir haline geldi: ulus. Eski -zalim veya adil, ama her zaman için öldürülmesi serbest- efendinin yerine, bir fikir gibi ölümsüz, bir makine gibi şaşmaz, her ikisi gibi kimliksiz ve de hiçbir şey onu eğip bükemediği, yok edemediği için de, ne yalvarmaların, ne şiddetin erişebildiği Devlet geçti. Koşutunda, tekniğe tapınma ruhları sarmakta ve eski, büyülü inançların yerini almakta. Ne ki büyü, iki yönlü bir ilkeye dayanır: evren, ritmin komuta ettiği hareket halindeki bir bütündür; ve insan, bu bütünle, yaşayan bir ilişki içindedir. Her şey değişir, çünkü her şey birbiriyle iletişim halindedir. Değişim, insanın da terimlerinden bir tanesi olduğu, o engin yaşamsal topluluğun ifadesidir. Eğer benzerliklerin kapılarını açan doğru sözcüğü biliyorsak, kendi kendimizi dönüştürebiliriz, taş ya da yıldız olabiliriz. Büyülü insan evrenle düzenli bir iletişim halindedir, onda kendisini tanıdığı ve onun üzerinde etkili olabildiği bir bütünün parçasıdır. Modern insan, tıpkı atasının büyülü formüllerden yararlandığı gibi, teknikten yararlanıyor, ama buna karşın teknik, hiçbir kapıyı açmıyor ona. Tersine, doğayla ve türdeşleriyle her türden temas imkânını da kapatıyor: doğa, niteliklerin ortadan çekilerek saf niceliklere dönüştüğü, karmaşık bir nedensellik ilişkileri sistemi haline geliyor; ve insanın türdeşleri de kişi olmaktan çıkıyor, aletlere, araçlara dönüşüyorlar. İnsanın doğayla ve başkasıyla olan bağı, özünde onu otomobiline, telefonuna ya da yazı makinesine bağlayandan farklı değil. Nihayet, en kabasından saflık da -bunu siyasal mitoslarda görmekteyiz- pozitif aklın öteki yüzüdür. Hiç kimsenin inancı yok, ama hayalleri var. Günün birinde hayaller uçup gidiyor ve ortada yalnızca boşluk kalıyor: nihilizm ve bayağılık. Laik ya da burjuva düşüncenin tarihine, Balzac’ın romanının adı verilebilir: Yitirilmiş Hayaller.
Burjuva devrimi önce insan haklarını ilan etti, sonra da onları, özel mülkiyet ve özel girişim adına, ayaklar altına aldı; özgürlüğü kutsal ve aziz ilan etti ve onu paranın oyunlarına teslim etti; halkların egemenliğini ve insanların eşitliğini öne sürdü, sonra gezegeni fethetti, eski imparatorlukları esaret içinde eritti, Asya’da, Afrika’da ve Amerika’da sömürge rejiminin dehşetlerini yerleştirdi. Burjuva ideallerinin nihai kaderi istisnai değildir. İmparatorluklar ve kiliseler, memurlarını ve adamlarını, eski devrimcilerle onların çocukları arasından devşiriyorlar. Böylece gerçek sorun, ilkelerin mukadder yozlaşmasında değil, bunların bir sınıf veya bir grup yararına zoralımında da değil, ama asıl bu ilkelerin doğasında yatıyor. Eğer insan özü itibarıyla değişimse, asla ulaşamadan hep kendine geliş olan varlıksa ve ancak ölmek için dönüşümüne son veriyorsa, nasıl dünyanın temeli olabilirdi? Her devrimci hareketin kendi içinde taşıdığı çelişkiden nasıl kurtulmalı? Belki de bunun üstesinden, yalnızca bir tek devrim, bütün devrimlerin kaynağındaki ilkeye dayanacak bir devrim gelebilir: değişiklik. Yalnızca “devrimin devrimini” gerçekleştirmek üzere kendi kendine dönebilecek bir hareket, Sezarvari şiddetin veya burjuva aldatmacalarının içine doğru, o kaçınılmaz düşüşü önleyebilir. Böyle bir devrim, işte, eleştirel aklın ruhban ortodoksluğuna, devrim anının kutsal tarihe, yöneticinin despota ve ölmüş kahramanın da ilahlaştırılmış mumyaya dönüştürülmesini imkansızlaştırdı. Çağdaş devrimi ondan öncekilerden farklı kılan şey, başlangıçtaki ideallerin yozlaşmasından ya da kurtarıcı ilkelerin yeni baskı araçlarına dönüşerek soysuzlaşmasından çok, insanı toplumun temeli olmaya hasretmedeki güçsüzlüktür. Ve bu güçsüzlük de eski güçleri devirmek için kullanılan araçların karakterinden kaynaklanmaktadır: eleştirel akıl, akılcı kuşku.
Akılcı eleştiri, her zaman kişisel ve toplumsal planda, bir özgürleşme aracı oldu. Buda, kendisini geleneğin eleştirisi olarak sunar ve dinleyicilerinden, söylediklerini daha önce deneyin mihengine vurmadan kabullenmemelerini ister. Budacılığın -en azından ilk şekliyle- dünyanın temellerini açıklamaya kalkışmadığı, ama bize bir çıkış yolu önerdiği doğrudur. Guathama’nın birtakım sorular karşısındaki suskunluğu bundandır: “Dinsel hayat, evrenin edebiliği dogmasına da, onun yokolabilir karakterine de bağlı değildir… Bu alandaki düşüncemiz ne olursa olsun, gerçek şudur ki doğuyoruz, ölüyoruz, yaşlanıyoruz ve sefalet, acı ve umutsuzluk çekiyoruz”. Doktrin, bu belaların ortadan kaldırılmasını hedefler ve eleştirinin de açık seçik bir işlevi vardır: insanı aydınlatmak, onu ben’in aldatıcılığından ve buradan kalkarak da, arzudan kurtarmak. Çağdaş düşünce, bunun tam tersine, eleştirel akılda kendi dayanağını görüyor. Dinin yarattıklarına karşılık olarak, aklın yapılarını çıkarıyor; onun cennetleri zamanın dışında, öteki hayatta veya zamansal akışı yadsıyan o nurlanma anında değil, ama zamanın ta içinde, tarihsel sıralanışın içinde: bunlar toplumsal ütopyalar. Mitos tarihin dışında yer alırken, ütopya hemen buracıkta, aramızdan ve önceden belli bir zamanda, yani gelecekte, gerçekleşecek bir vaattir. Ama ütopyalar, akılcı aklın ürünleri olarak, akılcı eleştiriye de açıktırlar. Kendi kendini akılcı olarak tanımlayan -ya da öyle olmaya yönelen- bir toplum, olsa olsa eleştireldir, yerinde duramazdır, zira akıl, her şeyden önce eleştiri ve sınamadır. Bu yüzden ilkelerle -her toplumda bulunan- gerçek arasındaki uzaklık, bizde gerçek bir çelişkiye dönüşüyor. Ve bu, üstesinden gelinemeyecek bir çelişki. Liberal Devlet, sınama özgürlüğü ve eleştirel aklın kullanılmasına dayanır; bu ilkeleri yadsımak, onun tarihsel meşruluğunu ve de bizzat varlığını yadsımak olurdu. Bunlardan başkaca onu doğrulayan hiçbir şey yoktur. Ve buna rağmen, Devlet ve yönetici sınıf, o sınayıcı akıl ne zaman toplumsal düzeni sarsacak olsa, kuvvet kullanmakta duraksamazlar. O zaman sözcükler de anlamlarını değiştiriyor, iki türlü anlaşılır hale geliyorlar: baskı, sorgulama özgürlüğü adına yürütülmektedir. Eski toplumlarda iktidarın kullanılması hiçbir ikiyüzlülüğü gerektirmiyordu; zira bu iktidarın temelleri tartışılmıyordu; oysa modern iktidarın temelleri, özellikle tartışılır olma imkânında yatıyor. Burjuva vicdanını kurcalayan ikiyüzlülüğün ve gayrı meşruluk duygusunun kökeni budur işte… Burjuvanın toplumu yönetmek üzere taktığı rütbeler de pek açık değildir; bir elçabukluğunun, bir göz boyamacılığının ürünüdür bunlar. Monarşiyi ve soyluluğu tahtından alaşağı ederken kullandığı eleştiri, bugün ona, onların yerini işgal etme imkânını vermekte. O bir fırsatçıdır. Asla kabuk bağlayamayan gizli bir yara gibi, modern toplum da kendi içinde, onu yadsıyan ve kendi kendini yok saymaksızın ve imha etmeksizin yok sayması mümkün olmayan bir ilke taşıyor. Eleştiri, onun aynı zamanda hem gıdası, hem ağısıdır.
Bu denemenin başlarında, şiirin en birincil işlevinin, ki buna tarihsel işlevi adı verilebilir, kutsallaştırma ya da kişisel veya ortak bir anının arketipe dönüştürülmesi olduğunu göstermeye çalışmıştım. Bu anlamda, halkları ortaya çıkaran, sahiden de şiirsel kelamdır. Destansız bir toplum olabilemez, çünkü onda kendisini göreceği, tanıyacağı, bulacağı kahramansız toplum olmaz. Jacob Burckhardt, modern toplumun destanının roman olduğunu fark eden ilk kişilerden biriydi. Ne ki bu önermeyle kaldı, itiraf ve otobiyografiden felsefi denemeye kadar uzanan, en çeşitli ifade biçimlerine açık, çatallı bir türün, destan olarak tanımlanmasındaki çelişkiyi açıklamadı.
Romanın özelliği, en başta dilinden kaynaklanır. Nesir midir bu dil? Destanlar düşünülecek olursa, elbette öyledir. Ama roman, düzyazının klasik türleriyle -deneme, söylev, bilimsel makale, mektup ya da tarihsel anlatı- kıyaslandığı anda, aynı yasalara boyun eğmediği fark edilir. Nazım ve nesire ayrılmış bölümde, nesir yazarının, ritmin baştan çıkarıcılığına karşı savaştığını saptamıştım. Nesir yazarının yapıtı, dilin ritmik doğasına karşı sürekli bir tepkime içindedir. Felsefeci düşünceleri akılcı bir düzene göre sıralar; tarihçi olayları aynı düz katılıkla anlatır. Romancı ne kanıtlar, ne de anlatır: bir dünyayı yeniden yaratır. Bir olayı aktardığı doğruysa da -ve o burada tarihçiye benzer-, nesnesi anlatmak değil, ama bir anı, ya da bir dizi anları yeni baştan yaşamak, bir dünyayı yeni baştan yaratmaktır. Dilin ritmik güçlerine ve imgenin dönüştürücü erdemlerine bunun için başvurur. Yapıtı, bütünüyle bir imgedir. Böylece, bir yandan düşler ve şiirsel iş görür; diğer yandan, mekânları, olguları ve ruhları betimler. Onun alanı, şiirinkine ve tarihinkine, imgenin ve coğrafyanınkine, mitosun ve psikolojininkine komşu bir alandır. Hem ritim hem bilinç sorgulaması, hem eleştiri hem imge, roman sahiden de çetrefillidir. Özündeki şaibe, düzyazı ve şiir, kavram ve mitos arasındaki sürekli git-gelinden ötürüdür. Çetrefillilik ve şaibe, romanın, çözümleme ve akıl, yani nesir üzerine kurulmuş bir toplumun destansı türü olmasından kaynaklanır.
Destan kahramanı bir arketip, bir modeldir. Arketipler olarak, Akhilleus ve Siegfried yaralanabilinemezdirler; insan olarak, her ölümlünün kaderi gibidir onlarınki de: ölümün ya da bozgunun, kahramanın bedenine veya ruhuna sızdığı gizli çatlak… Akhilleus’un topuğu ölümlülüğünün mührü, beşeri doğasının işaretidir. Ve kaderin okuyla, vurulup düştüğünde, tanrısal doğasını yeniden bulur: kahramanlık, tanrısallığın yeniden fethidir. Kahramanın içinde iki âlem, doğaüstü olanla beşeri olan çatışmaktadır, ama bu kavga herhangi bir çetrefillilik gerektirmez. Söz konusu olan, bir ruhu paylaşmaya çalışan ve sonunda birinden birinin kazanacağı, iki ilkedir. Romanda böyle bir şey olamaz. Don Kişot’taki akıl ve delilik, Rastignac’taki kibir ve aşk, Benigna’daki nekeslik ve cömertlik, tek bir tuvali oluşturur. Swann için kıskançlığın nerede son bulup aşkın nerede başladığı asla bilinemeyecektir. Öyleyse, bütün bu kişilikler, Akhilleus’un, EI Cid’in ya da Roland’ın oldukları anlamda, birer arketip olamazlar. Aklı yürüten ve kuşkulanan kahramanların destanı, budala mı yoksa bilge mi, aziz mi yoksa şeytan mı olduklarını bilemediğimiz, kuşkulu kahramanların destanı… Pek çoğu kuşkucudur, daha başkaları düpedüz isyankâr ve toplum düşmanı ve hepsi de içinde yaşadıkları dünya ile açık ya da gizli savaş halinde. Kendi kendisiyle kavgalı bir toplumun destanı.
Ne Akhilleus, ne El Cid, zamanlarının düşüncelerinden, inançlarından ve kurumlarından kuşku duyarlar. Destanın kahramanları kendi evrenlerinde rahattır ve onunla ilişkileri, bitkinin kendisini besleyen toprakla olan ilişkisidir. Arjuna, evrensel düzeni sorgulamaya kalkışmaz, toplumsal sıralanışı da; Roland, efendisine karşı baştan aşağı sadakattir. Destan kahramanı asla başkaldırmaz ve kahramanlık eylemi de, genelde, efsanevi bir hata yüzünden bozulmuş olan atavi düzeni yeniden kurmaya yöneliktir. Uliseus’un dönüşünün anlamı böyledir, ya da trajedide, Orestes’in intikamının anlamı… Adalet, doğal düzenin anlamdaşıdır. Bunun karşısında, roman kahramanının kendinden kuşkulanışı, onu çevreleyen gerçekliğe yayılmaktadır. Don Kişot ve Şanso’nun gördükleri yeldeğirmenleri midir, yoksa devler mi? Cervantes, bize burada, sanki seçenek yok der gibidir: bunlar, devler ve yeldeğirmenleridir. Romanın gerçekçiliği, bu gerçekliğin Don Kişot’un düşleri ve fantazyaları ölçüsünde gerçekdışı olmasının kuşkusunu içeren, gerçeğin bir eleştirisi oluşudur. Odette sevici midir? Gilberte doğruyu mu söylemektedir? Mathilde, Julien Sorel’i sevmekte midir? Smerdiakov, yaşlı Karamazov’u öldürmüş müdür? Nerede bütün bunlarda gerçek ve ne tuhaf bir gerçekçilik bu romancılarınki? Bu kahramanları sarmalayan âlem, en az onlar kadar çetrefildir.
Destansal idealden romanın idealine geçiş, Ariostes ve Cervantes’te açık seçik görünmekte. Roland, yalnızca epik şiirin bir parodisi değil, şövalyece tavır idealinin de tiye alınışıdır. Dörtlüklerin yetkinliği, imgelerdeki parlaklık ve buluşun hayret verici zenginliği, alaycı tonun vurgulanmasına katkıda bulunur. Ariostes’in idealizmi bir gerçekdışıcılıktır. Gerçek destan, gerçekçi olur; Akhilleus, her ne kadar Tanrılarla konuşuyor ve Ulisseus cehenneme iniyorsa da, onların gerçekliğinden kimse kuşkulanmaz. Buradaki gerçek, mitosa dair olanla insanüstünün bir karışımıdır, öyle ki, güncelden olağanüstüye geçiş, fark edilmez bile: Diomede’nin, savaşta Afrodit’i yaralamasından daha doğal bir şey olamaz. Ariostes’de, her şey gerçekdışıdır. Ve de duygularla yüce olgular söz konusu olduğu için, onları, en başta o gerçekdışılıkları groteskleştirir. Yüce grotesk mizaha yakındır ama, henüz mizah değildir. Ne Homeros, ne de Virgillius mizahı tanıyabildiler; Ariostes, sanki onu duyumsamış gibidir, ama mizah, ancak Cervantes’le ete kemiğe bürünür. Cervantes, mizah aracılığıyla, modern toplumun Homeros’u olmuştur. Mizah, Hegel’e göre, öznelliği nesnel düzen içine sıkıştırmaktan ibarettir; eleştirel bir özelliğin söz konusu olduğu eklenebilir buna. Bu yüzden, Cervantes’in en acayip kişileri bile, içinde bulundukları durumun belli bir bilincine sahiptir; ve bu, eleştirel bir bilinçtir. Bu eleştirel bilinç karşısında, gerçek, tümüyle ona boyun eğmeden titrer: bir an için yeldeğirmenleri birer dev olurlar, daha büyük bir açık seçiklikle, yeniden yeldeğirmeni olmak üzere… Mizah, dokunduğu şeyi belirsizleştirir: gerçeklik ve değerleri üzerinde zımni bir yargıdır bu, onları varlık ve değil-varlık arasında sallandırıp duran, bir tür geçici korkudur. Ariostes’in dünyası, tıpkı kahramanları gibi, küstahçasına gerçekdışıdır. Cervantes’in yapıtında, gerçeklik ve fantazya, delilik ve sağduyu arasında, sürekli bir gel-git vardır. Salt kendi varlığıyla, Kastilyalı gerçekliği Don Kişot’u bir manken, gerçekdışı bir kişilik yapar çıkarır; ama birdenbire, Şanso kuşkulanır ve artık, Aldonza Dulsine midir yoksa tanıdığı köylü kızı mı, Calvileno bir savaş atı mıdır yoksa bir odun parçası mı, bilemez hale gelir. Şimdi titreyip duran ve varolmamış gibi görünen, Kastilyalı gerçekliğidir. Don Kişot ile dünyası arasındaki erişimsizlik, geleneksel destanda olduğu gibi, ilkelerden birinin utkusuyla değil, ama onların birbiri içinde kaynaşmalarıyla çözülür. Bu kaynaşma mizahtır. Mizah, modern düşüncenin büyük keşfidir. Trajik çatışmaya tekabül eden şeydir ve bizim büyük romanlarımız, bu bakımdan, sıkıntıya düşülmeksizin Yunan tiyatrosuyla yakınlaştırılabilir. Ne ki mizahın bu eriyişi, bizi felce uğratır, çözücü bir etki yaratır. Bu, geçici, elle tutulur bir sonucu olmayan bir sentezdir.
Kendi kendini eleştiri üzerine bina eden bir toplumun destanı olarak roman, bizatihi bu toplum üzerine zımni bir yargıdır. O, demin de gördük, her şeyden önce gerçeğin gerçekliğine dair bir sorudur. Bu soru -yalnızca sorulmuş olması nedeniyle muhtemel bütün yanıtları dışlayan, yanıtsız bir sorudur- her türlü toplumsal düzeni kemiren bir asittir. Cervantes’in romanında, feodal dünyanın biçimsiz bir konuma yerleştirildiği doğruysa bile, yazarın yaşadığı çağ da, bundan daha çok bir hoşgörüyle ele alınmış değildir. Kırmızı ve Kara, kahramanlık taşıyan bir dünyaya duyulan açık ve seçik özlemi yansıtır ve Julien Sorel, bu özlem adına kendisini çevreleyen gerçekliği mahkûm eder; ancak, aynı şekilde, Mathilde’in yüzü de geçmişin mahkûm edilişi değil midir? Romanın dünyası ile eski şiirin dünyası arasındaki karşıtlık, Balzac’da daha da belirginleşir. Yapıtı, İlahi Komedya’ya bir karşılıktır. Tıpkı onun gibi, İnsanlık Komedyası’nın da kendi cehennemi, cenneti, arafı vardır. Ne ki Dante’nin şiiri bir şarkıdır ve yaratılışın övgüsüyle son bulur. Balzac’ın yapıtı için bunlar söylenemez. Yükselmekte olan bir sınıfın betimlenişi, çözümlenişi, öyküsü, suçlarının, tutkularının, gizli vazgeçişlerinin anlatısı olarak İnsanlık Komedyası, ansiklopediden ve destandan, efsanevi yaratılıştan ve marazi olanın incelenmesinden, kronikten ve tarihi denemeden bir şeyler taşır. Esin ve bilimsel araştırmanın, ütopya ve eleştirinin metisidir. Efsanevi bir öykü, tarihin içinde canlanmış ve yargı halinde sona eren bir efsanedir.
Toplumun, kendi kendisini, ilkeleriyle birlikte mahkûm ettiği bir Son hüküm. Yüzyıl sonra, bir başka romanda, olayı anlatan kişi Guermantes prensinin konutundaki bir toplantıda bulunurken, Proust da aynı tavırdadır ve yaşatmak istemiş olduğu toplumu mahkûm eder. Roman, kendi kendisine cephe alan ve kendi kendisini üç türde yadsıyan bir destandır: düzyazı tarafından parçalanan şiirsel dil olarak; mizah ve çözümlemenin çetrefilleştirdiği kahramanların ve dünyaların yaratılışı olarak; nihayet şarkı olarak, zira neyi hasretmeye ve yüceltmeye yönelse, bunların her biri çözümleme nesnesine ve sonuçta ses getirmeyen mahkûmiyete dönüşmektedir.
Fransa’nın, romanın seçkin ülkesi olmasından daha olağan bir şey olamaz. Fransızca, halen yaşayan dillerin en çözümsel olanıdır ve modern düşünce, bu ülkede, başkalarında olduğundan daha fazla belirginlik ve açıklıkla biçimlenmiştir. Avrupa’nın geri kalan kısmında, tarih, sıçramalar, kopuşlar ve ölü anlarla ilerlemiş gibidir; Fransa’da, en azından 17. yüzyıldan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan dönem içinde, her şey tam zamanında gelmişe benzer: Akademi Ansiklopedi’yi hazırlar, o İhtilali, İhtilal İmparatorluğu ve bu böylece gider. İspanya, İtalya, Almanya ve hatta İngiltere, böylesine akışkan ve tutarlı bir tarihe sahip değillerdir. Belki bu izlenim aldatıcıdır ve çağımıza özgü, tarihsel perspektife dayanıyor. Ama, Fransa tarihini modern Batı toplumunun evriminin modeli olarak kabul etmek şayet aşırı kaçarsa, Fransız romanının gerçek bir arketip olarak kavranması öyle sayılamaz. Elbette, ne Cervantes, ne Perez Caldos, ne Dickens ne Melville, ne Tolstoy ne Dostoyevski unutulabilir. Ama hiçbir ülke, hiçbir dil, Laclos’tan Proust’a, dev romancıların böylesine arası kesilmeksizin art arda sıralanışına sahiptir. Bu yaratılarda, Fransız toplumu, kendi kendisini seyrediyor ve peş peşe kendini ilahlaştırıp, kendi kendisini sorguluyor. Kendi kendisini terennüm ediyor, ama aynı zamanda da kendi kendisini yargılayıp, mahkûm ediyor.
Modern toplumun bunalımı -ki bu bunalım dünyamızın ilkelerinin ve her şeyden önce de, akılcı düşüncenin bunalımı- romanda, tıpkı şiire dönüş gibi yansıdı. Cervantes’in başlattığı hareket, ters yönde olmakla birlikte, günümüzde de Joyce’da yineleniyor. Proust’ta, Kafka’da yineleniyor. Cervantes, romanı, bürlesk epik şiirden koparır; onun dünyası, tıpkı şafağınki gibi, kararsızdır, bize önerdiği gerçekliğin yanıltıcı niteliği de bundandır. Onun düzyazısı kimi zaman mısraya yaklaşır, yalnızca belli bir sıklıkla on bir ve sekiz heceliliğe düştüğü için değil, ama yanı sıra, şiirsel bir dilin fütursuzca kullanılışıyla. Şiire olan düşkünlüğü, özellikle, yapıtlarının en eksiksiz olanı diye düşündüğü ve gerçek birer şiir sayılacak bölümlerle dolu Persileus ve Sigismonde’un Ödevleri’ndeki dilin duruluğunda ortaya çıkmaktadır. Çözümlemeci aklın fetihleri genişledikçe, roman da şiirin dilini terk eder ve düzyazının diline yaklaşır. Ne ki eleştiri, kendi kendisine yadsımaya koşuludur. Düzyazı, kendini düzyazı olarak inkâr ediyor. Madame Bovary’nin yazarı, aynı zamanda Salambo ve Konuksever Aziz Julien’in Menkıbesi’nin de yazarı. Aklın utkuları, Tolstoy’da, Dostoyevski’de, Swift veya Henry James’de görüldüğü gibi, aynı zamanda da yenilgileri. Yüzyılın başından beri, roman, yeniden şiir olmaya yöneliyor. Proust’un yapıtının, ağır ritmi ve işleyişi şiirsel esinle benzeşmeler göstermekten geri durmayan bir belleğin yarattığı imgeleriyle, şiirsel karakterine işaret etmek gereksiz. Ya da söze, söylemsel düşüncenin süregidişini koparan bir özerklik tanımak için Joyce’un giriştiği deneyi anımsatmak… Kafka’nın dünyası, Takdiri İlahi’nin, Calderon’un tiyatrosunda Selamet’inkiyle aynı rolü oynadığı bir Cehennemi komedidir. D. H. Lawrence ve Faulkner büyük romancılar mıdır bilemem, ama ikisinin de ozanların soyundan geldiğine eminim. Şiire bu dönüş, Ernst Jünger gibi bazı Alman yazarlarında, daha bir görünür halde. Ötelerde, egemen olan şey ritmik dalgaların istilasından çok, kahramanlık evreninin yeni baştan fethi. Malraux’nun kahramanları, eylemlerinin ta göbeğinde kuşkuya kapılırlar -ama kuşkulanmamayı isterlerdi. İnsanlık Durumu’nda, Troçki’yi hop oturtup hop kaldıran bir tümce vardır: “Marksizm bir felsefe değil, ama bir kaderdir”. Ben bu tümcede, gelecekteki bir tiyatronun nüvesini görüyorum, zira modern düşüncenin ve yaşadığımız tarihin çelişkilerini bir araya getiriyor.
Aynı eğilimleri, çağdaş tiyatroda da gözlemlemek mümkün. Romantizmin sona erişinden beri, tiyatro, düzyazının yörüngesinde dönmekteydi; İbsen, bu hareketin en tepe noktasını işaretler. Ama Strindberg ile birlikte şiir, sertçe ve alayişle geri geliyor. Shaw, eleştirici atalardan gelen sonuncu büyük dramaturg idi ve ardıllarının, Synge, Yeats ve Eliot adlarını taşımaları manidardır. Onlarda, tıpkı Garcia Lorca’da olduğu gibi, şiirsel ritim düzyazıya üstün gelmekte ve tiyatro yeniden şiir olmakta. Nihayet, bu dönemin iki merkezi dramaturgu, Paul Claudel ve Bertolt Brecht, her şeyden önce, birer şairdir. Modern tiyatroyu düşününce, adlarını neredeyse istemeden yan yana getirmenin öğreteceği şeyler yok değil. Yaşarlarken, her şey onları birbirinin zıttı kılıyordu: estetik, felsefe, inançlar ve kişisel kader. Ve bununla birlikte, her biri, kendince, modern dünyayı yadsımaktadır. Her ikisi de, Uzakdoğu’nun geleneğinde, bizim tiyatromuzun tarafsız sahnesini anlamlı bir mekâna dönüştürmelerine imkân verecek bir işaretler sistemi ararlar ve de bulurlar. Her ikisi de, en mükemmel yapıtlarında, düşüncenin ve eylemin, kişinin ve sözün, başat tiyatroya örnek alınası karakterini veren o kaynaşmasını, başarmışlardır. Zira tiyatro, eylemin sözle ve sözün de eylemle kanıtlanışıdır. Demem o ki, tiyatro, dilin eylemler halinde nesnelleştirilmesi ve aynı zamanda da bunun tersidir: söz eyleme ışık tutar, onu aydınlatır, olaya yansıtır onu. Sonuç olarak, düzyazı ile şiir, kutsama ve çözümleme, şarkı ve eleştiri arasındaki kavga, modern toplumun şafağından bu yana gizli kalmış bu kavga, şiirin utkusuyla tamamlanıyor. Bu gerçek, hatta Brecht’te de doğru: ünlü “Verfremdungs” (Brecht tiyatrosunda, oyuncunun canlandırdığı kişilikle, seyirciyle ve sahnedeki dramatik eylemle “arasına mesafe koyması” Çev. notu.) sahnede cereyan eden şeyin gerçekliği üzerine yargımızı eritmeye yönelik değildir; tersine, bizi eylemle birleşmeye veya ona karşı durmaya çağırır. Ama şiirin utkusu, modern çağın sonunun da işareti. Çağdaş roman ve tiyatro, bir doğumu kutlamıyor, ama düpedüz bir cenaze törenine katılıyorlar: kendi öz dünyalarının ve onun doğurduğu biçimlerin cenaze törenine.
Şiir, insanlık durumunun açımlanışı ve bir somut tarihi deneyin kutsanışıdır. Modern roman ve tiyatro, onu reddettikleri zaman bile, kendi dönemlerine tutunmaktadırlar. Onu reddederken, onu kutsallaştırırlar. Lirik şiirin kaderi daha başkadır. Eski tanrılar ve bilinç tarafından yadsınmış nesnel gerçeklik bir kez öldüklerinde, şiirin terennüm edeceği hiçbir şey kalmamıştır, kendi oluşu sayılmazsa. Ozan şarkıyı terennüm eder. Ama şarkı iletişimdir. Monoloğun peşinden ancak sessizlik gelebilir, ya da hepsinin arasından umutsuz ve aşırı bir serüven: şiir artık, sözün değil, ama hayatın içinde ete kemiğe bürünecek bundan böyle. Şiirsel kelam, artık tarihi kutsallaştırmayacak, ama kendi başına tarih ve hayat olacak.