31 Mart 2018
Harese nedir bilir misin oğlum?
Octavio Paz - Yalnızlığın Diyalektiği
Kişinin içinde yaşadığı dünyayı ve kendisine yabancılaşmış olduğunu
bilmesi demek olan yalnızlık Meksikalılara özgü bir duygu değildir.
Bütün insanlar yaşamlarının en az bir döneminde kendilerini yapayalnız
bir kişi gibi duyumsarlar. Ve de gerçekten yalnızdırlar. Yaşamak,
gizemli bir gelecekte varacağımız yere gitmek için geçmişte bulunduğumuz
yerden yola koyulmak demektir. Yalnızlık, insan duygusunun en derindeki
gerçeğidir. Yalnız olduğunu bilen ve bir başkasını arayan tek varlık
insandır. Doğası gereği insan, kendi varlığını bir başkasında
gerçekleştirme özlemi içinde ve doğaya “Hayır” diyerek yaşar – kendi
kendini yaratan insanın bir “doğası”ndan söz etmemiz doğruysa eğer.
İnsan özlemdir, kavuşmak için bir aranıştır. Bu yüzden, kendi varlığını
tanır tanımaz kişi, bir eş ya da arkadaştan yoksun olduğunu anlar,
yalnızlığının bilincine varır.
Ana karnındaki bebek, kendisini sarıp sarmalayan canlının bir
parçasıdır, ilkel bir yaşamdır; kendi bilincinde bile değildir. Dünyaya
gelmekle, bizi ana karnındaki o bilinçsiz yaşama bağlayan zincirden
kopmuş oluruz. Bilinçsiz yaşam diyorum, çünkü orada, istek ile doyum bir
ve aynı şeydir. Doğumla gelen değişikliği, bir ayrılık, kopma ve yalnız
bırakılma, yabancı ve düşmanca bir çevreye düşüş olarak algılarız.
Sonraları, bu ilkel duyum yalnızlık duygusuna dönüşür; daha sonra bir
bilinç oluşur: Gerçekte yazgımız yalnızlıktır ama, bu yalnızlığı aşmak
ve bizi geçmişe, cennetteki o mutlu yaşama bağlayan ilişkileri yeniden
kurmak zorunda olduğumuz bilinci. Var gücümüzle, yalnızlığımızı aşıp
yenmeğe çalışırız. Öyleyse, yalnızlık duygusunun iki ayrı anlamı var:
Bir anlamda yalnızlık “kendini bil”mektir; öteki anlamdaysa, kendimizden
[yalnızlığımızdan] kaçıp kurtulma özlemidir. Yaşamın temel koşulu olan
yalnızlık, kaygıdan ve kararsızlıktan kurtulacağımız bir sınav ve
arınmadır. Bu yüzden, yalnızlık dolambacının çıkış kapısında, mutluluğa,
tüm dünya ile yeniden denge durumuna erişeceğimizi umarız.
Yalnızlıkla acıyı özdeşleyen halk dili işte bu ikilemi yansıtır.
Aşk acısı yalnızlığın sancısıdır. Birlikte yalnızlık hem karşıt hem
bütünleyici duygulardır. Yalnızlığın kurtarıcı gücü, içimizdeki o gizli
suçluluk duygusunu açıklığa kavuşturur; yalnız insan “Tanrı elinin
itelediği” kişidir. Yalnızlık duygusu hem bir ceza hem bir arınmadır,
bir sürgün cezası olduğu kadar sanki o sürgünden artık kurtulacağımızı
duyuran bir durumdur. İnsan yaşamının tümü bu diyalektiğin etkisi
altındadır.
Ölüm ve doğum, insanın yalnız başına yaşadığı deneyimlerdir. Yalnız
başımıza doğar yalnız başımıza ölürüz. Anamızdan kopup dünyaya
geldikten sonra ölümle bitecek olan o sancılı yolculuğa çıkarız. Ölüm
kendinden önceki yaşama bir dönüş mü? Ölüm denen şey, günle gecenin,
zamanla sonrasızlığın karşıt olmadıkları, doğum öncesi bir yaşamın
yeniden yaşanması mı acaba? Ölmek demek, canlı bir varlığın sonu mu?
Sakın ölüm, gerçek yaşam olmasın? Doğum eğer ölüm yolculuğunun
başlangıcıysa; neden ölüm de bir doğum olmasın? Bilmiyoruz! Bilmiyoruz
ama, bütün varlığımızla, bizi ezen bu karşıtlıktan kurtulmağa
çabalıyoruz. Kendi varlığının bilincinde olmak, zaman, akıl, töre ve
alışkanlıklar gibi hemen her şey bizi bir yandan yaşamdan uzaklaştırmağa
özendirirken; öte yanda, her şey bizi doğduğumuz yere, yaratıcı kucağa
dönmeğe zorlamıyor mu? Aşktan beklediğimiz de birazcık gerçek yaşam,
birazcık gerçek ölüm değil mi? Aşkı mutluluk için değil, olsa olsa,
karşıtlıkların duyumsanmayacağı, yaşamın ölümle, zamanın sonrasızlıkla
bir ve birlik olabileceği o gizemli an için isteriz. Derinden derine
sezeriz ki yaşamla ölüm aslında tek bir gerçekliğin -karşıt ama
bütünleyici- iki yüzüdür. Aşk eyleminde, yaratma ile yıkma birleşir; çok
kısa bir an için de olsa insan, yetkin bir durumu sanki yakalayıp
yaşamış gibi olur. Çağdaş dünyamızda aşk, ulaşılması hemen hemen olanak
dışı gözüken yaşantılardan biridir. Yaygın ahlak değerleri, toplumsal
sınıflar, yasalar, ırklar hatta âşıkların kendileri bile sanki ona karşı
çıkarlar. Kadın, karşıtı ve bütünleyici olan “öteki” varlık için, yani
erkek için yaratılmıştır. Varlığımızın bir parçası onunla birleşmek
istese de ötekisi kadını iter, ondan kaçar. Kadın, bazen değerli bazen
korkulan, ama bize her zaman başka gözüken bir nesnedir. Kadını, kendi
çıkarlarının, güçsüzlüğünün, kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan
erkek, giderek kadını bir araç durumuna getirir: Anlayışlı, sevecen,
doyurucu ve yaşatıcı, ama ne de olsa bir araç. Simone de Beauvoir’ın
dediği gibi, “Kadın, bir sevgili, tanrıça, ana, cadı ya da derin bir
düşünce olabilir ama hiç bir zaman kendisi olamaz.” Aşk ilişkilerimiz
de, bu yüzden, daha en baştan çarpıtılmış, kökten yukarı doğru
yozlaştırılmış olur. Kadınla aramızda yanıltıcı bir hayal vardır.
Toplumca yaratıp kadına zorla benimsettiğimiz bu hayal, kadın imgesidir.
Kadın da o imgeyi benimser, ona sarınıp bürünür, onunla var olur.
Dokunmak için her uzandığımızda, o, yumuşak ama köle varlıkla
karşılaşırız. Kadın da sanki aynı duygu içindedir. Kendini -bir varlık
olarak değil de- başka bir varlığın uzantısı (nesnesi) yani “öteki” gibi
algılar: Kendi kendisinin efendisi olamaz. Onun varlığı, gerçekte
olduğu ile olmayı düşlediği varlık arasında ikiye bölünmüştür. Ailesi,
toplumsal sınıfı, okulu, dostları, dini ve sevgilisi el ele verip kadına
o imgesel kişiliğini benimsetmeye çalışırlar. O da gerçek dişiliğini
hiçbir zaman ortaya koyamaz. Çünkü erkeklerin onun için uygun gördüğü
davranış kalıplarının dışına çıkamaz. Aşk, “doğal” değil, insan yapısı
bir şey ve onların en yücesidir. Doğa’da olmadığı halde bizim
bulduğumuz, hemen her gün yeniden yaratıp sonra da yok ettiğimiz bir
şey!
Aşkla aramızdaki engeller yalnızca bunlar ya da bu kadar değil, Aşk
bir seçimdir… belki de yazgımızın [yaşamdaki yörüngemizin] özgürce
seçilmesi, varlığımızın en gizli, ama en bize bağlı parçasının birden
bulunuvermesi gibi. Ama toplumumuzda aşkı seçmek [özgürlüğü] olanak
dışıdır. Kara Sevda (*) adlı kitabında Breton, aşkın iki önemli yasakla
kısıtlandığını söyler: Toplum direnci ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan
bir günah anlayışı! Bu yüzden aşk -var olmak istiyorsa- dünyamızdaki
yasakları çiğnemek zorundadır. Evrenin düzenine açıkça başkaldırıp,
yazgısal yörüngelerinden kaçan ve herkesin bakışları altında yeni bir
uzay yolculuğuna çıkan iki yıldızın yarattığı onarılmaz skandal gibi.
Bir başkaldırma ve yıkım anlamına gelen romantik aşk, bildiğimiz tek aşk
türüdür; çünkü toplum güçleri, aşkın özgürce bir seçimine
gerçekleşmesine -yani başka bir türlüsüne- izin vermez.
Kadın, erkek toplumunun kadınlar için yarattığı imge kafesinde
tutukludur. Bu nedenle kadının özgür olabilmesi için o tutukevinden
kaçıp kurtulması gerekir. Çoğu âşıklar: “Aşk, sevdiğim kadını
değiştirdi, onu değişik bir varlık yaptı” derler ki, doğrudur. Aşk,
kadını değiştirir, hem de nasıl! Eğer sevebilecek kadar yürekliyse
kadın, dünyanın kadınları tutuklamak için yaptığı kafesi kırar, geçer.
Erkek de seçim özgürlüğünden yoksundur. Onun seçenekleri son derece
sınırlıdır. Erkek, dişiliğin ne anlama geldiğini önce anasında ve kız
kardeşlerinde görür; sonra aşkı, toplumsal yasaklarla özdeşlemeye
başlar. Aşk duygumuz, ensest (fücur) çekimiyle ensest korkusu arasında
bocalar durur. Ayrıca çağdaş yaşam koşulları isteklerimizi bir yandan
kamçılarken öte yandan toplumsal, ahlaki, tıbbî yasaklarla aynı
istekleri susturup sindirmeğe çalışır. Suçluluk duygusu, isteğin hem
kırbacı hem de frenidir. Her şey aşkta özgürce seçimler yapmamıza karşı
koyar. En derin [aşk] duygularımızı, toplum çevremizin uygun bulduğu
kadın imgesine uydurmaya çalışırız. Başka ırktan, kültürden ve toplumsal
sınıflardan kişileri sevmek zordur, suçtur. Gerçi, açık derili bir
erkeğin koyu tenli bir kadını, esmer kadının bir sarı Çinliyi, bir
“beyefendinin” hizmetçisini sevmesi olanaklıdır. Ama yalnızca bu
olanaklardan söz edilmesi bile yüzümüzü kızartmağa yeter. Özgürce
seçemediğimiz için, çevremizce bize “uygun” görülen kadınlardan birini
seçeriz. Sevmediğimiz bir kadınla evlendiğimizi de asla açığa vuramayız;
o öyle bir kadındır ki, belki bizi sevebilir ama kendisi olamaz. Bu
konuda Swann şöyle diyor: “Ne acı bir gerçek ki yaşamımın en güzel
yıllarını tipim olmayan bir kadınla birlikte geçirdim.” Erkeklerin büyük
çoğunluğu bu cümleyi son soluklarında açıklayabilirlerdi. Çağımızın
kadınları da aynı şeyi rahatça söyleyebilir – tek bir sözcük
değişikliğiyle!
Toplum dediğimiz varlık, aşkın amacını yalnız doğurmak ve çocuk
yetiştirmek olan sürekli bir birlik olarak kavramlaştırmakla, aşkın
doğasına karşı çıkmış oluyor. Yani aşk ile evliliği özdeşliyoruz. Bu
kurala uymayan her davranışı cezaya çarptırıyoruz. Cezanın şiddeti,
topluma ve zamana göre değişiyor. Meksika’nın [uygunsuz] kadına verdiği
ceza ölümdür. Çünkü bütün İspanyalılar gibi, “Senyo” için ayrı,
kadınlarla çocuklar ve yoksullar için ayrı ahlak kurallarımız var. Eğer
aşkı gerçekten özgür bırakmış olsaydık, evlilik kurumunu korumak için
aldığımız bu tür sert önlemler belki haklı görülebilirdi. Ama kişiye
özgürlük tanımadığımıza göre, hiç olmazsa, evliliğin aşkı
gerçekleştirmediğini de kabul etmeliyiz. Evliliğin amacı, aşktan çok
ayrı olarak, yasal, toplumsal ve ekonomiktir. Ailenin dengesi ve
güvenliği evliliğe dayanır. O evlilik ki, amacı toplum varlığını
sürdürmekten başka bir şey değildir. Böylece, doğası gereği evlilik son
derece tutucu bir kurumdur. Evliliğe karşı çıkmak topluma başkaldırmak
sayılır. Ve aynı nedenle de aşk yaygın toplumsal değerlere karşı bir
eylemdir. Kendini gerçekleştiren aşk, evliliği yıkar ve onu toplumun
istemediği bir şeye dönüştürür: İki yalnız kişinin yarattığı öyle bir
dünya ki, orada toplumun yalanlarına yer yoktur, zaman ve çalışma
koşulları kaldırılmış ve bu dünyanın kendine yeterli olduğunu herkese
duyurmuştur. Öyleyse, toplumun, aşkı ve onun en yakın tanığı olan şiiri
aynı karşı tutumla cezalandırmasının, onları yasak, anlamsız ve olağan
dışı şeylerden saymasının anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Öyleyse aşk
ile şiirin, toplumun önyargılarına karşı kendilerini bir skandal
çıkarma, suç işleme ve şiir söyleme biçimlerinden biriyle savunmalarını,
zamanı gelince topluma başkaldırmalarını da anlayışla karşılamamız
gerekiyor.
Evliliği sakınmak için toplumca gerilen koruyucu kanatların bir
sonucu olarak, bir yandan aşk yasa dışı bir suç olarak hüküm giyerken,
fahişelik ya açıkça kutsanır ya da görmezlikten gelinerek
yaşatılmaktadır. Fahişeliğe karşı takındığımız bu ikiyüzlü tutum çok
anlamlıdır. Kimilerimiz onu kutsal sayarız. Ama onu tutanlar yanında,
yerenler de var. Fahişe, aşkın bir kurbanı, karikatürü, dünyamızı
aşağılayan güçlerin bir simgesidir. Ama aşkın başına gelenler
yetmiyormuş gibi bazı toplumsal çevrelerde evlilik bağları o denli
gevşektir ki, orada önüne gelenle yatıp kalkmak, olağan görülür. Bir
yataktan öbürüne koşan kişi artık ahlaksız bile sayılmaz. Kişisel
kaygılarının bir aracı gibi gördüğü için kadınları baştan çıkarmaktan
kendini alamayan çapkın erkek, Ortaçağ şövalyesi kadar çağdışı bir
kişidir. Oysa, artık kurtarılacak kızlar olmadığı gibi baştan
çıkarılacak kadın da kalmamıştır, örnek olarak, bugünkü müstehcenlik,
[Marquis de] Sade’ın yazdıklarından, çok başka bir anlam taşıyor.
Kendini aşk ve şehvetin çekimine kaptıran Sade son derece dramatik bir
kişiydi. Bu yüzden onun yazıları, insan bunalımlarının bir patlamasıydı.
Onun kahramanları kadar umutsuz kişilere bugün artık zor rastlanır.
Oysa çağdaş anlamda aşk yazıları okuyana doyum veren denemelerdir.
İnsanın sağlıklı bir açıklaması değil, tersine, aşkı kötüleyip suça
özendiren bir toplumu tanımlayan belgelerdir. Boşanmak, artık bir yengi
olmaktan çıktı. Boşanmak, kurulmuş bir ilişkinin namusluca sona
erdirilmesinden çok, erkeğe ve kadına daha özgürce seçim hakkı tanıyan
bir kolaylık gibi görülüyor. İdeal bir toplumda, boşanmanın tek tüzel
nedeni, aşkın sona ermesi, ya da yeni bir aşkın ortaya çıkması olabilir.
Herkesin eşini özgürce seçebildiği bir toplumda bugünkü boşanma -tıpkı
fahişelik, hafifmeşreplik ve zina gibi- çağdışı bir olay sayılacaktır.
Toplum, kendisi için ve kendi başına varolan canlı bir bütün olduğu
savındadır. Ama kendisini bölünmez bir birim (bütün) olarak da
algılasa, içten içe varlığında bir ikilik duyar; bunun kendisini
böldüğünü duyumsar. Bu ikilik, insanın hayvan olmaktan kurtulduğu, kendi
kişiliğini, bilincini ve ahlakını kurduğu zamanlarda başlamıştır.
“Toplum” dediğimiz, amaç ve gereksinmelerini haklı göstermek çabasının
ağır yükü altında ezilen bir varlık alanıdır. Kimi zaman, -ahlaki
ilkeler gibi de görünen- toplumsal amaçlar, toplumu oluşturan kişilerin
istek ve gereksinmeleriyle çakışır. Kimi zamanlardaysa tersine bu
amaçlar önemli azınlık ve toplum sınıflarının dileklerini hiç göz önüne
almaz görünür; hatta, çoğunlukla, insanın en temel içgüdülerini yadsıyor
olabilir. İşte bu duruma gelince toplum bunalıma düşmüştür. Ya bir
patlama olur ya da bir yozlaşma başlar toplumda. Toplumun üyeleri birer
yurttaş olmaktan çıkarlar, ruhsuz ve kişiliksiz araçlara dönüşürler.
Hemen her yerde doğuştan varolan bu ikilik -ki toplum bir topluluğa
dönüşerek onu çözümlemeğe çalışır- olgusu varlığını türlü ikilemler
biçiminde gösterir: iyi ve kötü, yasalar ve yasaklar, idealler ve
gerçekler, akıllı ve akıldışı olanlar, güzel ve çirkin, uyumak ve uyanık
durmak, yoksulluk ve varlık, burjuva ve proletarya, safdillik ve
bilgelik, düşlemek ve düşünmek, gibi. Kendi varlığının kaçınılmaz bir
istemi olarak toplum bu ikilemi yenmeğe, yalıtlanmış ve çatışan
öğelerini birbiriyle uyumlu bir bütüne dönüştürmeğe çabalar. Ne var ki
çağdaş toplum, aşkı yaratabilen tek şeyi -yani yalnızlığı- bastırarak bu
birliği sağlamak ister. İdeolojileri, politikaları ve ekonomileri
endüstrileşmiş olan toplumlar, nitel -yani insanca olan- ayrılıkları
nicel bir tekdüzeliğe çevirmeğe çalışırlar. Yoğun üretim yöntemlerini
ahlaka, sanata ve ulusal duygu alanına uygularlar. Karşıtlıklar ve
toplumsal standarda uymayan örnekler ortadan kaldırılır. Ve de bu bizi,
toplumsal yaşamın insana verebileceği en derin yaşantıdan -gerçeği,
karşıtlıkların birliği olarak görme, yaratma olanağından- yoksun
bırakır. Yeni güçler [devletler], yalnız yaşamayı bir yetki ya da, tüzel
yaptırımlarla yasaklıyorlar; yalnızlığı yasaklamakla birlik ve
beraberliğin gizemli, ama yürekli bir türü olan aşkı da yasaklamış
oluyorlar. [Özgür] aşkı savunmak her zaman sakıncalı ve topluma meydan
okuyan bir davranış olarak görülmüştür. Çağımızda devrimci bir eylem de
sayılıyor. Dünyamızdaki aşk konusu, en anlamlı belirtileriyle
yalnızlığın diyalektiği sorununun toplumca nasıl yozlaştırıldığını
gösteriyor. Toplumsal yaşamımız gerçek bir aşk birliğine hemen hiç
olanak tanımıyor, onu desteklemiyor.
Aşk, kendi kişiliğimizi tanıma ve bunu yaparken de ondan kurtulup
varlığımızı bir başka kişide gerçekleştirme yönünde bizi zorlayan ikili
içgüdülerimizin en açık seçik örneğidir. Bu ikili içgüdülerimiz, ölüm ve
yeniden yaratma, yalnızlık ve birlikteliktir. Ama aşktan başka şeyler
de var. Her insanın yaşamında hem ayrılma hem de birleşme, hem çatışma
hem de uzlaşma sayılabilecek dönemler vardır. Bu dönemlerden her biri
bir yalnızlıktan kurtulma çabasıdır ki onun hemen ardından kişi kendini
çok yabancı bir ortamda bulur.
Çocuk, çözümleyemediği her gerçeği göğüslemek, onunla başa çıkmak
zorundadır. Önce, göz yaşlarıyla ya da susarak tepkisini gösterir. Onu
yaşama bağlayan bağ aslında kopmuştur, çocuk bu kopukluğu duygu ve
oyunla kapatmaya çalışır. Bu, kişinin ölüm sözleriyle sona erecek olan
diyaloğun başlangıcıdır. Ama dış dünya ile olan ilişkileri, artık -doğum
öncesi döneminde olduğu gibi- edilgen değildir. Çünkü dünya ondan bir
tepki beklemektedir. Gerçek, onun eylemleriyle insanlaşacaktır. Oyunlar,
düşler, büyüklerin olağan sayılan duygusuz dünyası -bir sandalye, bir
kitap gibi her şey- birdenbire bir canlılık ve kişilik kazanır. Çocuk,
dil ve jestlerinin, simge ve davranışlarının gizemli gücünü kullanarak
nesneleri konuşturur, cansız şeylerden kendi çocuksu sorularına yanıt
verebilen, canlı bir dünya yaratır. Soyut anlamlardan arındırılmış dil
de bu yolla bir imgeler birikimi olmaktan çıkar, tatlı ve çekici bir
canlı varlık olur. Tıpkı ilkel insanın yaptığı bir heykelciğin, nesnenin
kendisi değil de bir kopyası olması gibi! Konuşma da, yeniden,
gerçeklere -yani ozanca işlere- değin yaratıcı bir eylem olur. Gizem ve
büyü ile çocuk, dünyayı kendine benzer bir biçimde yeniden yaratır ve
böylece yalnızlık sorunu çözümler. Düşte yarattığımız nesnelerin
etkinliğinden (gerçekliğinden) kuşku duymağa başladığımızda, bilinçlenme
(kendini tanıma) aşamasına varmışız demektir.
Ergenlik
adını da verdiğimiz delikanlılık dönemi, çocukluk dünyasından
kopanların büyükler dünyasının eşiğinde mola verip soluk aldığı
aşamadır. Spranger, ergenlik dönemine ait başlıca özelliğin yalnızlık
olduğuna değinir. Yalnızlık simgesi olan Nerkis (Narcissus), ergenin de
simgesidir. İlk kez bu dönemde tekliğimizin bilincine varırız. Ama
duyguların diyalektiği bir daha bu soruna el koyar.
Olgunluk döneminin belirgin bir niteliği değildir yalnızlık.
Başkalarıyla, başka şeylerle savaşan kişi kendini işinde, yaratıcı
çabalarında unutur. Onun kişisel bilinci böylece başkalarınınkiyle
birleşir. Zaman dediğimiz boyut, anlam ve amaç kazanır; böylece tarih
olur, geleceğin ve geçmişin anlamlı bir değerlendirmesi olur. Yaşamdaki
tekliğimiz -ki kendi benliklerimizden oluşan, bizi beslerken tüketen,
belli bir zamanda yaşamımızdan doğar- gerçekten giderilemez, ortadan
kaldırılamaz, olsa olsa şiddeti azaltılabilir. Bazen de ancak çok yüksek
bir bedel ödeyen kişi, yalnızlığın elinden kurtulabilir. Kişisel
varlığımız, ozan Eliot’un dilinde “zamansız anlar” olan bir tarih
parçasında yer alır. Bu yüzden olgun bir insan, üretici ve yaratıcı
çağları boyunca da yalnızlıktan kurtulamıyorsa hasta bir kişi sayılır.
Çağımızda bu türden yalnızların sayısının çoğalması, sorunlarımızın
ağırlığını da yansıtır. Çalışma topluluklarının, eğlence, sanat ve müzik
topluluklarının çoğaldığı bir dönemde, insan her zamankinden daha
yalnızdır. Çağdaş insan, yaptığı işe [yarattığı şeye] bütünüyle veremez
kendini. Onun -belki de en derindeki- bir parçası her zaman bağımsız,
uyanık ve nöbette kalır, efendisine karşı casusluk yapar. Çağımızın tek
tanrısı olan iş güç (kazanç tutkusu) artık yaratıcılığını yitirmiştir.
İş güç, başı sonu olmayan bir uğraşıyı ve çağdaş toplumun amacı belirsiz
yaşamını simgeler. Ve de iş hayatının yol açtığı yalnızlık -otellerin,
büroların, koca mağazaların ve sinemaların o kalabalıktan taşan
yalnızlığı- ruhu güçlendiren, arındıran yerler ya da yaşantılar
değildir. Çağdaş dünyanın yalnızlığı, dünyanın çıkmazını yansıtan bir
aynadır.
Yalnızlığın bir ucundan dünyadan koparken, öteki ucunda
-kahramanlar, azizler ve günah çıkaranlarla ilgili tutum ve
kavramlarımızda görüldüğü gibi- yaşama bağlanırız. Söylence ve
masallara, anılara, tarih ve şiir gibi sanat ürünlerine konu olan ünlü
kişilerin yaşam öyküleri, onların yaşam ve eyleme katılmadan önce -daha
ilk gençlik yıllarında- bir içine kapanma ve yalnızlık dönemi
geçirdiklerini belgeliyor. Bunlar kahraman kişiyi yaşama hazırlayan
oluşum yıllarıdır, ama sözün doğrusu, özveri, arınma, acı çekme ve
kendini tanıma yıllarıdır. Tarihçi Arnold Toynbee bu gözlemi destekleyen
pek çok örnekler bulmuştur: Eflatun’un mağarası, Tarsuslu Paul’un,
Buddha’nın, Hazret-i Peygamberin, Machiavelli’nin ve Dante’nin yaşamları
gibi. Ve bizler de, kendimizi arındırdıktan sonra dünyaya yeniden
dönmek üzere, hiç olmazsa belli bir süre için, köşeye çekilmeyi ve
yalnız başımıza yaşamayı denemişizdir.
Yalnızlığın diyalektiği -Toynbee’nin deyimiyle: “Kişinin önce içine
kapanmasından, sonra da hayata yeniden katılmasından oluşan ikili
hareket”- hemen her toplumun tarihinde açıkça görülür. Çağdaş
toplumumuzdan daha az karmaşık olan kimi geleneksel toplumlar, belki de,
bu ikili hareketi daha iyi yansıtan örneklerdir.
Yanlış olarak “ilkel” adı verilen geleneksel, küçük, yoksul ve
“abece”siz toplumlarda yaşayan insanlar için, yalnızlığın korku ve
dehşet verici bir durum olduğunu görmek hiç de güç değildir. Çağlar
boyunca, kurallardan ve törelerden oluşan karmaşık ve katı bir yasaklar
düzeni, toplumun bireylerini yalnızlığa karşı başarıyla korumuştu.
Topluluğun üyesi olan birey, dirlik ve sağlığın tek güvencesine de
kavuşmuş demekti. Yalnız insan ise, bir sakat ya da kötürüm, gövdeden
kesilip ayrılması, yakılması gereken kuru bir dal olarak görülmüştür.
Çünkü öğelerinden biri hasta olunca toplumun bütünü bunalıma düşerdi.
Toplumdaki (dindışı) kural ve inançların zaman zaman yinelenmesi ve dile
getirilmesi, yalnızca topluluğun geleceğini değil, onun birliğini ve iç
tutarlığını da güvence altına alıyordu. Buna karşılık, dinsel
törenlerle ölüm olgusunun sürekli olarak duyumsanan varlığı, bağımsız
(bireysel) eylemi sınırlayan bir ilişkiler düzeni yaratıyor, bu yolla da
hem bireyi yalnızlıktan koruyor hem de topluluğun çözülüp dağılmasını
engelliyordu.
“İlkel” toplumun insanları için, sağlık ve toplum genellikle
eşanlamlı sözcüklerdir, tıpkı ölüm ve çözülme kavramları gibi,
Lévy-Bruhl diyor ki: “Ülkesinden ayrılan herkes topluluktan da ayrılmış
olur. Ölür ve kendi toplumunun geleneksel ölüm törenine hak kazanır.”
(1) Öyleyse bağışlanmayan bir sürgün cezası gerçekte ölüm cezası
gibidir. Toplum kesiminin, kendini atalarının ruhlarıyla ve o ruhları da
anayurt toprağı ile özdeşlemesi, şu Afrika töreninde ne güzel
simgelenmiştir. “Yerli adam Kimberley’den bir gelinle dönerken erkeğin
yurdundan alınmış bir avuç toprağı da birlikte getirir. Kadın’ın her gün
o topraktan birazcık yemesi gerekir, yesin ki yeni ve değişik çevresine
daha kolay uyup alışabilsin.” Bu tür dayanışmanın “canlı bir görüntüsü
var: Orada birey, sanki yaşayan bir bedenin parçasıdır.” Bu yüzden, din
değiştirenler çok azdır. “Kimse kendi başına, salt kendi davranışlarına
göre kargışlanmaz ya da güvenliğe kavuşmaz” ve de herkesin her türlü
eylemi tüm topluluğu etkiler. Güvenceler vardır, ama topluluk kargaşaya
karşı henüz yeterince bağışıklık kazanmış değildir. Din çatışmaları,
üretim yöntemlerindeki değişmeler, savaşlar ve fetihler gibi beklenmedik
şeyler de olur. Topluluk bölünür bölünmez, parçalardan her biri yepyeni
bir durumda karşılanır. Sağlığın kaynağı olan eski, kapalı toplum
düzeni yıkılınca, artık yalnızlık bir kaza ya da hastalık olmaktan
çıkar, değişmez bir toplum koşulu olur. Böylece yalnızlık, bir günah
duygusuna yol açar: Kuralların çiğnenmesinden doğan bir suç değil de,
kuralların doğası olur! Daha doğru bir deyişle, öteki kuralların doğası
durumuna gelen bir nitelik. Yalnızlık ve “ilk günah” böylece birleşir ve
özdeşleşir; ayrıca, sağlık ve birlik de yeniden aynı anlama gelen, ama
çok uzak geçmişte kalmış bir şeyler olurlar. Çünkü sağlık ile birlik
tarihten (uygarlıktan, daha doğrusu yazıdan) önceki bir “Altın Çağ”ın
öğeleriydi. Zamanın akış yönünü geri çevirebilseydik o altın çağa belki
dönebilirdik. Bu yüzden, kendimizi bir günah duygusuna kaptırınca, ondan
kurtulmak, onun bedelini ödemek gereksinmesini de duyarız.
Yeni mitoloji ile yeni din işte böyle yaratılıyor. Yeni toplum,
yalnızca sürgüne gönderilmiş kişilerden oluştuğu için, eskisinden daha
açık ve daha esnektir. Belli bir toplumda dünyaya gelmiş olma gerçeği,
bireyi kendiliğinden o toplumun üyesi yapmaz, bireyin hemşeriliğe uygun
görülmesi de gerekir. Kutsala sığınma, geleneksel büyünün yerini almağa
başlar. Aşama ve eriştirme törenlerinde bireyin arınmışlığına, giderek
daha fazla ağırlık ve önem verilir. Günah duygusundan kurtulma
düşüncesi, dinsel kuramlara, ilahiyata, zevk ve doyumdan kaçınmaya ve
bir tür gizemciliğe yol açar. Özveri ve birliktelik, eğer gerçekten öyle
idiyseler bile, birer totem simgesi olmaktan çıkarlar, yeni topluma
girmenin yolu olurlar. Bir tanrı -hemen hep bir oğul olan ve eski
yaratıcı tanrılar soyundan gelen bir tanrı- ölür ama belli zaman
aralıklarıyla dirilip geri gelir. Bir verimlilik tanrısıdır o ama aynı
zamanda bir koruyucu ve kurtarıcıdır da. Onun kendisini insanlara
adaması, ölümün öte başında bizi bekleyen kusursuz toplumun bu dünyadaki
bir kanıtı, habercisidir. [Ölümden] sonraki yaşamla ilgili bu umutlar,
eski topluma duyduğumuz derin özlemin bir belirtisidir. “Kurtuluş”
sözcüğünde “Altın Çağ”a dönüş umudu saklıdır.
Kuşkusuz, bütün bu sayılanları her toplumda, her zaman görmek söz
konusu değildir. Bununla birlikte, öyle toplumlar vardır ki hemen en
küçük ayrıntısıyla yukarda anlatılan sürece uygun hareket ederler.
Sözgelişi, Orfizm’in doğuşunu inceleyelim. Orphe inancı, eski Yunan
Dünyası’nda büyük sarsıntılara ve kültürlerin yeniden düzenlenmesine yol
açan önemli bir tarih olayından -Achaean Uygarlığı’nın yıkılışından-
sonra ortaya çıkmıştır. Bu dönemde, toplumsal ya da kutsal olsun eski ve
geleneksel bağların yeniden kurulması gereksinmesinin sonucu olarak,
çok sayıda gizli dernek (tarikat) görülmüştür. Bu derneklerin kurucu
üyeleri çoğunlukla kendi köklerinden kopmuş, ama böyle bir yıkıntıya bir
kez daha olanak vermeyecek bir örgüt yaratma amacında birleşmiş
göçmenlerdi. “Orphans” (2) (yani yetim-öksüz) olmak, hepsinin ortak
özelliği ve bu tür kişilere verilen genel bir addı. Burada hemen
açıklamalıyım ki, Orphe inancı Yunancada “yetim-öksüz” ya da “boş-hiç”
anlamına gelen Orphanos’ sözcüğünden türetiliyordu. Yalnızlık ile
yetim-öksüzlük aynı türden boşluklardı – [Yunan düşüncesinde].
Orfik ve Diyonizik dinler -eski dünyanın yıkılışıyla ortaya çıkan
öteki proletarya dinleri gibi- kapalı bir toplumun nasıl olup da açık
bir topluma dönüştüğünü açıkça gösterir. Suçluluk, yalnızlık ve dua -ya
da tapınmayla- temizlenme duyguları bireyin yaşamında nasıl çifte bir
rol oynuyorsa, toplum üzerinde de aynı etkileri yapar.
Yalnızlık duygusu -dışarda bırakıldığımız ya da ayrılmak zorunda
kaldığımız yere geri dönmek için duyduğumuz derin özlem- bir yer yurt
özlemidir. Hemen her toplumda gözlemlenen eski bir inanca göne, orası
-özlemini çektiğimiz o kutsal yer (3)- dünyanın merkezi, evrenin
göbeğidir. Bazen “cennet” diye de adlandırılır. Ama adı ne olursa olsun,
o yer, toplumun gerçek ya da mitolojik yurdudur. Azteklerin inancına
göre ölüler, göçmen olarak ayrıldıkları yere, bir kuzey ülkesi olan
Miktlan’a dönerler. Kentlerini kurarken, evlerini yaparken
düzenledikleri tüm törenler, yaşamın ta başlangıcında kovuldukları o
kutsal ocağı bulmaya yöneliktir. Roma, Kudüs ve Mekke gibi dinsel
başkentler ya da kâbeler, dünyayı, dünyanın merkezini simgelerler, ama
dünyadan da önce gelirler. Bugün bu merkezlere giden hacılar her kavmin
kendisine verileceği söylenen topraklara yerleşmeden önce mitolojik
geçmişte yaptıklarını yaparlar. Bir eve ya da kente girmeden önce onun
çevresinde dolaşma (tavaf) töresi, buradan gelir. Labirent (dolanca)
söylencesi de bu tür inançlardan kaynaklanır. Konuya ilişkin çeşitli
yorumlara göre, labirent, mitolojik simgeler arasında en anlamlı ve en
zengin olanlardan biridir: Kutsal bir bölgenin merkezindeki insanlara
sağlık, toplumlara özgürlük veren bir muska; cezasını çekip günahını
çıkardıktan sonra mutluluk sarayına giren kahraman ya da kutsal kişi,
kentini kurtarmak ya da yeniden kurmak için geri gelen kahraman, bütün
bunlar labirent söylencesi ile yakından ilgilidir.
Zeus’un oğullarından Perseus’la ilgili söylencenin gizemli hiçbir
yanı yoktur. Oysa Kutsal Çanak’ı [İsa’nın son yemekte kullandığı bardak]
arayanların zevkten kaçınma çabaları, gizemci inançlarla çok yakından
ilişkilidir: Fisher kralının topraklarında ve insanlarında kısırlığa yol
açan günah, kendini arındırma törenleri, ahlak savaşı ve sonunda
Tanrı’nın bağışladığı birleşme ya da birlik (vuslat), gibi.
Dünyanın merkezinden kovulduk. Ormanlarla çöllerde, dolancanın
yeraltı dehlizlerinde işte o merkezî aramaya koyulduk. Ancak, zamanın
yalnızca bir ardışıklık ve değişme olmadığı “zamanlar” da vardı. Öyle
bir zaman ki, geçmiş ve gelecek tüm zamanlar onun içindeydi. İnsan,
bütün zamanların tek bir zaman olduğu o sonrasızlıktan kovulup dünyaya
sürgün edildiği zaman, takvimin (başı sonu, ölçüsü hesabı belli olan
zamanın) ve saatın kölesi oldu. Zaman denilen şey dün, bugün ve yarına,
saate, dakika ve saniyelere bölününce, insanoğlunun zamanla kurduğu
evrensel birlik sona erdi; insan gerçeğin akıp gidişinden koptu, onun
dışında kaldı. “Bu an” dediğimizde o an geçip gitmiş, bitmiştir. Zamanın
bu türden mekânsal ölçümleri, insanı -sürekli şimdi olan- gerçekten
uzaklaştırır; gerçeğin kendini dışarı vurduğu bütün “şimdi”leri,
Bergson’un deyimiyle, “gerçek dışı düşlere dönüştürür”.
Bu karşıt düşüncelerin oluşumunu yeterince incelersek, takvim ve
tarih zamanlarının bir özgüllüğü olmayan tekdüze bir ardışıklık olduğunu
görürüz (4). Takvim hep aynıdır, acıya da zevke de aldırmaz. Mitolojik
zamanlar ise, yaşamımızın bütün özgüllükleriyle öylesine iç içe ve diz
dizedir ki, sonrasızlık kadar uzun bir soluk kadar kısa, verimli ve
kısır, korkunç ya da hayırlı olabilir. Bu gözlem, “sosyal zamanlar”
kavramına yol açar. Oysa, yaşam ve zaman tek, büyük ve bölünmez bir
birimdir. Azteklerde zaman, mekânla çağrışım yapan bir süreklilikti. Her
yeni gün, belli bir mekânsal noktaya bağlı sayılırdı. Zaman-mekân
çağrışımı dinsel takvimlerin çoğu için de doğrudur. Fiesta, tarih ya da
salt yıldönümünden daha değerli, anlamlı bir şeydir. Fiesta bir olayı
kutlamaz, onu yeniden yaratır ve yaşar. Bu yolla, takvim yıkılır ve onun
yerine -kısa bir süre için de olsa- sonrasızlık (yaşanan durum) konur.
“Altın Çağ” geri gelir. Katolik papazı, kutsal cemaat (Mass) törenini
yönettiği zaman, İsa, buraya ve bugüne ulaşır, kendini insana verir ve
dünyayı yeniden kurtarır. “Gerçekten inananları” Kierkegaard’ın olmasını
dilediği gibi, “İsa’nın çağdaşlarıdır”.
Zamanın akışını durduran olaylar yalnızca söylenceler ve dinsel
bayramlar değildir. Aşk ve şiir de bu konuda, yani “ilk zaman”
konusunda, bize bazı ipuçları veriyor. Juan Ramon Jiménez, şiirsel anın
sonrasızlığı konusunda bakınız ne yazıyor: “Daha çok zaman, daha çok
sonrasızlık değildir.” Kuşkusuz, zamanın değişmez bir durum, salt
güncellik olarak yaşanması, gerçeğin, kavranılmasından çok, bu akışın
usa vurulması demek olan saatle ölçülen zamandan daha eskilere gider.
Zaman kavramımızdaki bu ikilik, tarihle mitos, tarihle şiir
arasındaki kimi karşıtlıklarda da görülür. Mitos da -dinsel fiesta’larda
ya da çocuk masallarında da gördüğümüz gibi- zamanın tarihi belli
değildir. “Evvel zaman içinde…”, “kalbur saman içindeyken…”, “Ben
babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken…” diye başlayan öykülerde
takvimle bağımlı bir tarihleme yoktur. Başlangıç, bütün başlamaları
içine alan ve bizi her şeyin her an yeniden başlayabileceği canlı bir
zamana götürür. Mitolojik bir olayı yineleyen ritüeller aracılığıyla,
insanoğlu, karşıtların uzlaştırılıp birleştiği bir dünyaya kavuşur. Van
der Leeuw’un dediği gibi, “bütün ritüellerde, törenleşmiş,
töreleştirilmiş davranış ve olaylarda olayın sanki şimdi ve şu anda
yaşanıyormuş imgesi saklıdır.” (5) Okuduğumuz her şiir, bir yeniden
yaratış (ya da yaradılış)’tır, yani törensel bir töredir, fiesta’dır.
Tiyatro ve epik de bir tür fiesta’dır. Tiyatro oyununda ya da şiir
okumada, günlük zamanın tiktakı durur, ilk (özgün) zaman işlemeğe
başlar. Katılma yoluyla bu mitolojik zaman -gerçeği gizleyen tüm
zamanların ağa babası- bizim iç ve öznel zamanımızla çakışır.
Ardışlıklığın kölesi olan insan, görünmez kafesinden kurtulup yaşayan
zamana katılır: Kişisel yaşam dış zamanla özdeşleşir. Çünkü o dış zaman
böylece yorulup tükenmeden kendini yaratan salt bir “şimdi”ye
dönüşmüştür. Mitoslar ve fiestalar -ister laik, ister dinsel olsunlar-
insanı yalnızlığından kurtarıp yaradılış süreciyle yeniden
birleştirirler. Bu yüzden -kılık değiştirmiş, gizli ve saklı- mitos, tüm
davranışlarımızda etkisini gösterir, yazgımıza etkin biçimde katışır,
çünkü bize yaşamla yeniden birleşmenin kapısını aralar.
Çağdaş insan mitoslarının aklın denektaşına vurur -kaç kırat
olduklarını görmek için. Yoksul kişi ise onları yok edememiştir.
Bilimsel gerçeklerimizin çoğu, ahlaki, siyasal ve felsefi kavramlarımız
gibi, mitolojik öğelerle dile getirdiğimiz eğilimlerin yeni biçimde
anlatımından başka bir şey değildir. Günümüzde “aklın dili”, adını
verdiğimiz bilim, kendi koruyucu kanatları altında barınan mitosları
ancak zar zor gizleyebilmektedir.
Ütopyalar -bilimsel görünüşlü açmazlarına karşın özellikle de
çağdaş politik ütopyalar- her toplumu, kendisi için bir “Altın Çağ”
arama yönünden zorlayan eğilimlerin [sorunların] dışa vurulmasından,
dile getirilmesinden başka bir şey değildir. O “Altın Çağ” ki,
serüvenimizin başında kovulduğumuz o yere, “Günlerin Günü”nde yeniden
dönülecektir. Modern fiesta’lar -siyasal toplantılar, gösteri ve geçit
yürüyüşleri ve öteki törensel eylemler- gerçekte, kurtuluş gününün
[Hıristiyanlara göre İsa’nın yere inişinin] yakın olduğunu duyuruyor.
Herkes, toplumun ilk özgürlük günlerine ve o ilkel temizliğine yeniden
dönebileceğini umuyor. O yere vardığımızda, yaşam bizi türlü kuşkularla
iyi ile kötü haklı ile haksız, gerçek ile düş arasında bir seçim
yapmamız için zorlamayacak. Değişmez şimdiler yani bir “Zaman Krallığı”
kurulmuş olacak. Orada gerçek, maskesini çıkarıp atacak, bizler de hem
gerçeği hem de hemşerimizi tanımak olanağını bulmuş olacağız.
Kısırlayan ve yozlaşan her toplum kendini kurtarmak için en az iki
söylence ve inanç yaratmak zorundadır: 1- verimi artırmak için, 2-
yaratıcılığı desteklemek için. Yalnızlık ve günah [sorunu] birlik ve
bolluk içinde çözümlenebilir. İçinde yaşadığımız çağdaş toplum da kendi
mitoslarını yaratmıştır. Burjuva toplumlarının kısırlığı ya kendi canına
kıyma ile ya da daha yaratıcı olan bir katılıma süreciye sonuçlanacak
gibi görünüyor. Ortega y Gasset’in deyimiyle “çağımızın sorunu” kısaca
budur. Düşlerimizin özüyle eylemlerimizin anlamı işte bu sorunda
düğümleniyor.
Çağdaş insan, uyanık olduğuna ve de doğru düşündüğüne inanmak
istiyor. Ama bu tür inanç ve düşünceler bizi karabasanlara soktu -akıl
aynalarımızda, art arda işkence odalarını gördüğümüz karabasanlardı
onlar. Bu karabasandan çıktığımızda, uyanık durumda düş gördüğümüzü ve
usçu düşlerimizin dayanılmaz düşler olduğunu belki de fark edeceğiz. Ve
ondan sonra, belki de gözlerimizi kapayıp yeniden düş görmeğe
başlayacağız.
Çeviri: Bozkurt Güvenç
Fazıl Say - Akılla Bir Konuşmam Oldu
İnsan iyi hissederse iyi yaşar.
“İyi” ile sarmalandığında iyi şeyler üretir.
İyi hissetmeyi, iyiye inanırsa bulur.
“İyi”yi kimi insan Tanrı'da bulur, kimisi meleklerde.
Kimisi çiçeklerde, kimisi ağaçlarda.
Kimisi aşkta, kimisi sevgilide, kimisi çocuklarda,
kimisi müzikte, kimisi fizikte.
İyiden aldığımız güçle yaşarız.
İyinin dokunduğu yerden filizleniriz.
İyiden aldığımız güçle yaptıklarımız “umut” olur.
Tabular ve önyargılarla insanlar birbirini düşman ilan ediyor.
Çok da iyi bir dünya değil aslında burası.
Yine de umutlarınızı yok etmeyin. Bu evrende iyi de var.
Sabırlı ol. Güçlü ol. İçine çek nefesi.
Hayatı, iyiyi içine çek.
“Evrendeki iyiden asla vazgeçme.”
Deniz kızı Eftalya Atanasia Yeorgiadu - Kadıköylü
Darülelhan, bugünkü adıyla konservatuar adına plak dolduran ilk Rum sanatçıdır.
"Geceleri beni dinlerlerdi, fakat hiç kimse kim olduğumu bilmiyordu."
Şarkı
Ben beş altı yaşımdan beri bu ismi taşırım... Hatta daha garibi "Eftalya" ismini yadırgarım... Asıl ismim "Deniz Kızı" imiş gibi gelir... Deniz Kızı ismi bana nasıl verildi.? Çok küçüktüm... Babam saza pek meraklı idi... Babamın misafirleri geldiği zaman o saz çalar, ben de şarkı söylerdim... Büyükdere'de otururduk... Mehtaplı gecelerde daima sandal gezileri yapardık... O zaman babam sandalda bütün gece bana şarkı söyletirdi... Sesim az zamanda bütün Boğaziçi'nde meşhur olmuştu... Geceleri mehtapta bizim sandalın arkasına 20-30 sandal takılır, beni dinlerlerdi... Fakat hiç kimse benim kim olduğumu bilmiyordu.. Halbuki incecik sesiyle şarkı söyleyen bu gece şarkıcısına bir isim koymak lazımdı... "Deniz Kızı", "Deniz Kızı" demeye başladılar... İşte Deniz Kızı bu beş yaşındaki Eftalya idi... O zamandan beri Deniz Kızı'yım..." (Denizkızı Eftalya - Atanasia Yeorgiadu)
30 Mart 2018
Korku Ütopyalarında Din Algısı
Giriş
İnsan akıllı
bir varlıktır.
İnsan aklı
ile çevresini ve varlıkları
anlamlandırma çabası
içine girmiştir. Aristoteles insanda bulunan akıl ve bilme yetisini “bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler” sözü ile dile getirmiştir.
İnsan akıllı
olmasının yanında diğer bir yönü ile de sosyal bir varlıktır.
İnsanın sosyal varlık oluşumu, aile-cemaat-toplum olarak küçükten büyüğe sosyal gruplar
şeklinde oluşmuştur. Sosyal varlık olan insan kendisini ait olduğu
yerde siyasal olarak da konumlandırma uğraşısı
içerisindedir. Siyasal uğraşı
içindeki insan; çeşitli siyasal sistemleri kurgulamış
, farklı
devlet yapıları
ortaya çıkartmıştır. Ütopya düşüncesi, insanlığın kurguladığı
siyasal düşüncelerden bir tanesidir.
İnsanın düşüncesine yön veren diğer bir önemli kurum da
dindir. Dinlerde ilahi veya gayri ilahi bütün topluluklarda var olmuş
ve onların hayatlarını
bireysel, sosyal ve siyasal bazda etkilemiştir. O halde din nedir? Ütopya nedir? sorularına kısa da olsa değinmek yararlı
gözükmektedir.
Din kelimesi d-y-n kökünden türeyen Arapça bir kelimedir. Din kelimesinin anlamını Cevheri (öl.1307), “adet, durum; ceza, mükâfat, itaat şeklinde verir ve terim olarak dinin itaat anlamından geldiğini belirtir. İbn Manzur (1233-1311) bu kavramlara ilaveten “hesap” ve “ İslam”ı da eklemiştir. Bu kavram Arapçada “din” şeklindeki bir telaffuzla kullanılmış olsa bile her toplum bu kelimeyi farklı telaffuzlarla ifade etmiştir. Bu kavramın farklı telaffuzlarla ifade edilmesi dışında din kavramının kendisi, problemin giriftliği, tanımı yapan kişinin sahip olduğu dünya görüşü, din kavramının dillerde kazandığı özel ve genel manalarda farklı din tanımlarının yapılmış olmasının nedenleridir diyebiliriz.
Her ne kadar farklı din tanımları yapılmış olsa bile din denildiği zaman dinin bazı genel özelliklerinin bu kavramın içerisinde bulunması gerekmektedir. Bu konuda Mevdudi ( 1903–1979)’nin hak dinde bulunması gereken hususiyetleri belirlerken ortaya koyduğu özellikler dikkat çekicidir.
Bunlar:
1- Hâkimiyet; en üstün otorite,
2- Bu yüksek otorite ve hâkimiyete boyun eğme,
3- Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen ameli ve fikri nizam
4- Bu nizama uyma ve uymamadan dolayı yüksek otorite takdir edilen ceza ve mükâfat şeklinde bir dinde bütüncül olarak bulunması gereken nitelikleri sıralamıştır. Ateist bir düşünür olan Bertrand Russell (1872-1970)’da büyük tarihsel dinlerin her birinin üç yanı vardır. Bunları , bir mabet, bir insan, kişisel bir ahlak yasası olarak sıralamıştır. O, bu üç öğeyi her dinde farklı oranlarda olsa bile bulunması gerekli öğeler olarak görür. Hatta bilimin kesinlikle mutlak egemen olduğu bir çağda bile, dinin yaşama olanağı bula- bileceğini belirtir.
Sonuç olarak olumlu veya olumsuz birçok din tanımının yapılabilmesi mümkün olmuş , bakış açısına göre, yapılan din tanımı değişmiştir. Ancak bir dinde, inançla, ibadetle (muamelat) ve ahlakla ilgili hususların bulunması gerekir. Bu bağlamda din, ferdi ve içtimai yanı bulunan, fikir ve tatbikat açısından sistemleşmiş olan, inananlara bir yaşam tarzı sunan ve onları belli bir dünya görüşü etrafında toplayan kurumdur. Din, bir değer koyma, değer biçme ve yaşam tarzıdır. Din bir takım şeyleri duyma, onlara inanma ve onlara göre birtakım iradi faaliyetlerde bulunma meselesidir.
Ütopya düşüncesi İlkçağdan itibaren insan düşüncesine yön veren öğelerden birisi olmuştur. Bu nedenle de ütopya kavramı kullanıldığında bu kavramın insanların düşüncesinde bir karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Ütopya günlük dilde “düş ülke” ya da “düş ülkü”, “hayallerimizde yaşattığımız ideal yer” anlamında kullanılmıştır.
Karşımızdaki kişinin fikri, o anki algımızın ve hayat anlayışımızın uzağında ise karşımızdakini ütopik olmakla, halk diliyle, hayalcilikle suçlarız. Günlük dildeki kullanımında ütopya kavramında reel hayatın ötesinde bir tasarım söz konusudur. Bu bağlamda ütopyanın güncel yaşamda gerçekleştirilmesi imkânsız şeyler için kullanıldığı söylenebilir.
Ütopya kavramını ilk kez siyasal anlamda eserine ad olarak kullanan Thomas More (1478-1535) olmuş ve ütopyayı içinde yaşadığı çağa ve devlete eleştiri olarak kullanmıştır. O, ütopyayı Latince bir kelime olan ütopya (ütopia) terimini bir tür sözcük oyunuyla Eski Yunanca’da “yer” anlamına gelen “topos” sözcüğünün önüne yokluk bildiren “ou” ile iyilik bildiren “eu” ekini ayrı ayrı getirerek, “iyi ama olmayan yer” anlamında kullanmıştır.
Ayrıca More, dostu Peter Giles’e (1486–1533) yazdığı mektupta, ütopyayı “gerçeğin adeta bala bandırılmış halinde olduğu gibi, insanların zihinlerine daha bir sevimlice girebileceği bir kurgudur” ifadesiyle tanımlamıştır. Ancak ütopya düşüncesi insan varlığı ile bir birliktelik içinde olmuş , tarihi süreç içinde çeşitli ütopya türleri ortaya çıkmıştır. Bu nedenle ilk siyasal ütopya örnekleri olarak Platon’un siyasal düşüncelerini dile getirdiği “Devlet ve Yasalar” adlı eserlerini söyleyebiliriz. Hatta Antony Flew (1923-2010)’inde söylediği üzere, ütopya düşüncesi dolaylı ya da dolaysız Platon’un düşüncesinden etkilenmiştir.
Siyasal olarak ütopyalar istenilen ve istenilmeyen olarak diyalektik bir karşıtlık içinde varlığını sürdürmüştür. Siyasal ütopyaların dışında ütopya kavramından hareket edilerek; Edward Bellamy(1850- 1898)’nin “Looking Backvard” ve William Morris(1834-1896)’in “Hiçbiryerden Haberleri” gibi ekonomik ütopyaları , “Ademin bahçesi” ve “cennet” kavramından yola çıkılarak ortaya konulan dini ütopyaları , teknoloji ve bilimin gelişmesi ile beraber ortaya çıkan bilim-kurgu ütopyalarını , siyasal ütopyalarda kadının yer aldığı ikincil ve olumsuz rolden hareketle ortaya konulan feminist ütopyaları sayabiliriz. Siyasal olarak ütopyanın birçok tanımı yapılmış , genel anlamda eleştirel bir siyaset tasarımı olduğunu söylemek zor olmasa gerektir. Siyasal olarak ütopyanın nasıl kullanıldığını ve tanımlandığını görebilmek için bazı ütopya tanımlarını vermek faydalı olacaktır. Ütopya literatürde; ayrı ntılı olarak, zaman ve uzam içine yerleştirilerek betimlenmiş , gerçekte ise var olmayan bir toplumdur.
Bir başka tanımda, salt düşüncede olsa da içinde yaşayanlara eşitlikçi, doğru, haktanır, yetkin bir düzen içerisinde kötülüklerden arındırılmış mutlu bir yaşam sürmeyi vaat eden kurgusal ve ülküsel kusursuz bir toplum,
Charles Fourier (1772–1837), ütopyayı uygulama imkânı olmaksızın, etkili bir yöntem bulunmaksızın iyinin düşlenmesi, şeklinde tanımlamışlardır. E. M Cıoran (1911–1995)’a göre ütopya, kutsal kitaptaki vaad edilen yeni bir yeryüzünün muhafaza edilmesidir.
Bir diğer tanımda ise; ütopya insanların özgürce ve gönüllü olarak bir araya gelip ideal bir topluluk içinde kendilerince iyi olan bir yaşam tarzını sürdürmeye çalışacakları , fakat hiç kimsenin kendi ütopya vizyonunu başkalarına empoze edemeyeceği bir yerdir.
Görüldüğü üzere birçok ütopya tanımı yapabilmek mümkündür. Ancak bu tanımlamalarda görülen temel özellik ütopyaların gelecekteki toplumu kurmayı arzulamaları ve bunu yaparken mevcut kurulu devlet düzeninden hareket etmeleridir. Bunun içinde ütopyalar genel anlamda devletin devamını ve toplumun mutluluğunu hedeflemişlerdir. Ütopya devlet düzeninde birey, devlet sistemi içinde anlamlı olup bireyin mutluluğu, devletin izin verdiği ölçüdedir. Bu bağlamda ütopyalarda bireyin özgürlüğünden, hislerinden, iradesinden ve farklılığından söz etmek mümkün değildir. Çünkü ütopyalarda birey hissederse toplum sendeleyecektir.
Ütopyalar, değişime kapalı , statik bir devlet tasarladığı için aynı zamanda dogmatik, açık topluma imkân tanımayan, toplum ve devlet içinde mutlak eşitliği hedefleyen, gelecekteki ideal toplumu arayan, bireyi ve duygularını hiçe sayan kendi içinde kusursuz olarak tasarlanmış devlet sistemleridir.
Rönesans düşüncesi ile beraber düşüncenin her alanında yenileşme hareketi başlamış , Rönesans ütopyaları da bu düşüncenin bir devamı olarak yeniden ortaya konulmuştur. Thomas More’un “Ütopyası ”, Tommaso Campanella (1568-1639)’nın “Güneş Ülkesi” Francis Bacon (1561-1626)’un “Yeni Atlantis”i bu dönmede ortaya konulan eserlerden bazılarıdır. Bu eserlerde ortaya konulan eşitlikçi, özel mülkiyetin yok sayıldığı ve ailenin olmamasına dayalı fikirler ile bilimin yön verdiği tümevarım ve deneye dayalı yeni bilgi anlayışı toplumu değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Rönesans ütopyalarının dayandığı yukarıdaki fikirler sosyalist ütopyalarında oluşumuna dayanak olmuştur. Sosyalizm ve sosyalist ütopyalar, Rönesans ütopyalarından faydalanmıştır.
Sosyalist ütopyalar mutlak eşitliği hedefleyen devlet tasarımları olup 19. yüzyı ldan itibaren kurulan sosyalist devlet sistemlerini yoğun bir şekilde etkilemiştir. Mutlak eşitlik ve değişmeme üzerine kurulu devletlerde bireyi, devlete ve topluma karşı yabancılaştırmıştır. Bu yabancılaşma ve devletin katı yapısına bir tepki olarak da süreç içinde siyasal akımın çeşitli kesimlerinden bu devletlere bir tepki olarak korku ütopyaları denen istenilmeyen ütopyalar yazılmaya başlamıştır. Zamyatin (1884-1937) gibi bir devrimci, Berdyaev (1874-1948) gibi bir dindar, Orwell (1903-1950) gibi radikal demokrat, Huxley (1894-1963) gibi liberal düşünceye ait kimseler; kendilerini totaliter yapıların karşısında konumlandırmış ve ütopya düşüncesinin korkunç yapısını eserlerinde betimlemişlerdir. Bu durumu Berdyaev “ütopya her zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacıdır” sözü ile dile getirmiştir. Ütopyaya olan tepkisini Popper “Bize dünya üzerinde cenneti vadedenler, cehennem dışında hiçbir şey üretmemiş olanlardır” sözü ile ütopya ve ütopyacılığı eleştirmiştir. Orwell’da ütopyasındaki devlet sistemini tahlil ederken “Alman Nazileri ve Rus komünistleri kullandıkları yöntemlerle bize çok yaklaşmışlardı ” sözleri ile bu gerçeği ve nasıl bir devlet yapısını eleştirmek istediğini göstermek istemiştir.
Ütopik devlet düzeninden etkilenen siyasal sistemlere (sosyalist, komünist, totaliter) tepki olarak da bazı istenilmeyen korku ütopyaları oluşturulmuştur. Korku ütopyalarının en önemlileri olarak Eugune Zamyatin, Biz, (1924); Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya, (1932), George Orwell, Arthur Koestler (1905–1939), Gün Ortasında Karanl ı k, (1940), George Orwell, 1984, (1948), Ray Bradbury, (1920-?) Fahrenhe it 451, (1953), B. F. Skinner, (1904– 1990) Walden İki, (1948), vb. örnekleri verebiliriz. Ancak biz çalışmamızda bu süreçte oluşan korku ütopyalarından sadece Orwell, Huxley ve Zamyatin ütopyalarını örneklem alarak genel olarak bu eserlerde din olgusunu ve onun nasıl ele alındığını irdelemeye çalışacağız.
Yakup AKYÜZ
Yrd. Doç. Dr.
Din Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
kaynak
Vincent'in sonsuz insan sevgisi
Vincent yaralı kalbinde kelimelere dökemeyip taşırdığı mükemmel bir
insan sevgisi taşıyordu. O da kendini boyalarla ifade etmeyi seçti. Bunu
yapmak zorundaydı. Çünkü insana ve resime duyduğu aşk kalbinin kabuk
bağlamış yaralarını parçalayıp üstünde tepiniyordu.
Artık sürekli resim yapıyor, içindeki salt sevgiyi böylece insanların üzerine bir hükümlülük gibi bırakıyordu.
Resim artık öylesine hayatının bir parçası olmuştu ki, fırçayı bir
kenara attı ve artık sadece boya tüpünü tuvalin üzerine öylece sıkıp
parmaklarıyla o boyayı zevkle eziyordu. Hatta bazen boyaya duyduğu aşkla
deliriyor ve tadına varmak için yiyordu. Yemeklerinin rengini veren
artık boyalardı.
İçindeki yoğun insanlık sevgisini taşırıp boyalarla tuvallere aktaran adam, Vincent van Gogh. Yaşadığı sefil ve yardım dolu bir hayattan sonra elinde kalan ünlenmiş, mükemmel tablolarıydı. Ama o tabloların ününü de ancak öldükten sonra gökyüzüne yükselen özgür ruhu görebildi.
Dünya gözüyle görüp öğrendikleri Vincent'in ancak canını yakmış, onu her
yarasının üstüne bir pansuman yapmak zorunda bırakmıştı.
Vincent içinde taşıdığı tüm duyguların karşılığını bir renkte buldu ve
onlara can verdi. Suya düşse yağmur damlası, yere düşse toprak parçası
zannedip geçeceklerdi. Oysa o, resim yapmayı seçti. Renklerin insanlara
getirdiği özgürlüğü balonlara asılı bırakıp insanların görmesini
sağladı. Sadece insanlar bunu fark ettiğinde Vincent de balonların
yanındaydı, hepsi bu.
Van Gogh'un çocukluğu
Vincent 30 Mart 1853'te dünyaya geldiğinde ailesi Hollanda'nın
güneyindeki Brabant bölgesindeki Groot - Zundert köyünde yaşıyordu.
Babası da bu köyün papazıydı.
12 yaşına geldiğine komşu kasabanın okuluna eğitim için gönderilmişti
ki, okulu yarıda bıraktı. Çünkü her şeyi çok yavaş anlıyordu ve
zekasındaki bu durum onu okuldan soğutmuştu. Böylece eğitim - öğrenim
hayatını zirvede bıraktı.
Resim Satış Memuru, Vincent Van Gogh
Okulu bıraktıktan sonra Vincent avare ve yalnız bir çocukluk
geçiriyordu. İçine kapanmıştı. Babasının desteğiyle 16 yaşında La
Haye'deki resim galerisinde memuriyet görevi ile iş hayatına başlamış
oldu. Bundan sonraki durağı da Brüksel'deki Goupil galerisiydi ve
1873'te Londra şubesine ataması yapıldı.
Resim bir virüs gibi kanında dolaşmaya inceden başlıyordu. Sadece Vincent bunun farkında değildi.
Vincent'in ilk hayal kırıklığı
Vincent, Londra Goupil Galerisi'nde çalışırken, burada kirada yaşıyordu. Ev sahibinin kızı Ursula Loyer'e aşık olmuştu.
Vincent 22 yaşındaydı. Hissettiği aşk, ruhunu bir mengeneye sıkıştırmış
ve boğuyor gibiydi. Ursula olmadan yaşayamayacağı düşüncesi içinde bir
çığ gibi büyümeye başladığında onunla evlenmek istediğini söyledi.
Ancak genç Vincent'in aşkı ne yazık ki tek taraflıydı. Evlilik teklifine
aldığı olumsuz cevabın karşısında dünyada onun için olumlu olabilecek
hiçbir şey kalmamıştı.
Bu yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığıydı. Bu psikolojiyle orada daha fazla kalamazdı. Olay mahallinden kaçarak uzaklaştı.
Vincent kendini toparlayamıyordu
Londra'dan kaçışı Goupil Galerisi'nin Paris şubesine oldu. Ancak içinde bulunduğu kıskaç onu sıkıştırmaya devam ediyordu.
Haliyle burada da barınamadı. Üzüntüsü, öfkesi bardaktan boşalırcasına
etrafına dökülüyordu. Müşteriler, yöneticiler hepsi bu sağanak yağıştan
nasibini aldığında yaşadığı anlaşmazlıklar ona evin yolunu gösterdi.
Vincent aşkın zehrini bünyesinden atmaya çalışıyordu
Hayat artık anlamsız ve her zamankinden daha zordu. Tüm acılar üstüne
gelmiş, birkmiş, bir şovalye gibi savaşmak isterken o sessizdi.
Kendini resim yapmaya verdi. Kimi zaman ne yapacağını bilmez halde
sokaklarda dolanırken, arada aklını başına devşirebildiği nadir
zamanlarda da resim galerileri ve müzeleri dolaşıyordu. Yine de
çoğunlukla resim yapmanın büyüsüne kapılmak daha cazip geliyordu.
Papazlıktan inancını kaybetmeye kadar uzanan yolculuk
Artık sokakları dolaşmak Vincent'e yetmediğinde başka şehirlere,
ülkelere açılmıştı. Gittiği her yerde başka bir iş yapıyordu. Dil
öğretti, rahiplerin yardımcısı oldu, kitap satıcılığı yaptı.
Brüksel'e gidip ilahiyat dersleri aldıktan sonra Belçika'daki Borinage
madenlerinde papazlık yaptı. Sefalet bütün gerçekliğiyle Vincent'in
hayatında kol geziyordu. Bundan başka madenciler için de savaşıyordu.
İşte o andan sonra kesinlikle deli olarak anılmaya başlamıştı.
Madencilere yardım için çırpınıyor, bin bir güçlük karşısında adeta
direniyordu. Bu aslında kendi iç dünyasında direnemediklerine karşı da
açtığı bir savaştı belki. Yine de köylüler ve madencilerin gözünde
Vincent artık çağdaş bir İsa'ydı.
Vincent günden güne daha da kötüleşiyordu. Bu savaş onu çok fazla yormuş
ve hasta etmişti. Öylesine fakirleşmişti ki, köylülerin sadakasıyla
günü bitirmeye çalışıyordu. Kardeşi Theo neredeyse ölmek üzere olan
Vincent'i alıp Brüksel'e götürdü.
Hayatı kurtulmuştu, fiziksel olarak her şey normal seyrine dönüyordu.
Ama Vincent'in ruhundaki yaralar hala derindi. Aşk acısı, madenciler
için savaşırken tanık oldukları kafasında her şeyi sorgular hale
getirmişti Vincent'i. Tanrı'ya olan inancını kaybetmişti.
Brüksel'de başlayan yeni hayat
Vincent'ın sağlığı artık daha iyiydi. Ressam Ridden van Rappart ile
tanıştığında ondan dersler aldı. Çünkü artık resim içinde büyütmek
istediği tek tutkuydu. Anatomi ve perspektifi öğrenmişti bile.
Theo da kardeşinin resme olan yeteneğini fark etmiş, ona maddi destek veriyordu.
Vincent ikinci hayal kırıklığı ile sarsıldı
Ailesi Etten şehrine yerleşmişti. Vincent ailesinin yanına döndü. Dul
kuzeni Kate'i uzun zaman sonra ilk kez görüyordu ve Kate kalbinin
ritmini tekrar değişmişti. Ursula'dan sonra tekrar atmaz sandığı kalbi,
belli ki sadece kan pompalamaktan sıkılmıştı.
Ancak Kate de Vincent'in evlenme teklifini reddetti. Bir kez daha hayalleri kırılmıştı. Ama en azından bu sefer tecrübeliydi.
Hemen kafasının içinden bir yara bandı çıkardı, özenle yapışkanlı kısmın
üzerindeki koruyucu kağıdı sıyırdı ve yaralı kısmın üzerindeki kana
aldırmadan yapıştırdı. Üstelik bu sefer yara bandı renkliydi. Çünkü
Vincent'in fırçası ve boyası vardı.
Vincent Van Gogh ilk yağlı boya tablolarını yaptı
Vincent, 1883'e kadar La Haye'de kalarak, akrabası olan, ünlü ressam
Mauve'den resim dersleri aldı. Önündeki iki yıl içinde ilk yağlı boya
tablolarını yapacaktı. Bu Vincent için bütün güzel şeyler adına attığı
en güzel adımlardandı. Artık fırça darbeleri ile her şeyi renklendirebilirdi.
Vincent'in bir türlü aşka kavuşamayışı
Kalbini bantladıktan sonra kendine vereceği ikinci bir emire kadar o bandı oradan çıkarmamaya karar verdi.
Bir süre Clasina Maria Hoornik (Sien) adlı bir fahişe ile yaşadı. Aşk
adını vermiyordu. Araya çizdiği çizgi fazlasıyla inceydi. Ancak bu
ilişki de Theo'nun hoşuna gitmemişti, kardeşine yakıştıramıyordu. Daha
sonra Vincent'in birçok tablosunda Sien olacaktı.
Bir daha kalbim kırılmayacak diye antlar verdiği zamanlardı. Neredeyse
mutluydu. Ailesinin yanına döndü. Burada komşusu Margot Begemann ile
aralarında aşk desen olmaz, demesen daha da büyük yalan sayılacak bir
sevişme başlamıştı. Kalbindeki yara bandı artık kabuk bağlamış yaranın
üzerinde daha fazla kalmak istemiyordu. Bunu fark eden Vincent, o yara
bandına daha fazla ihtiyacı kalmadığını düşündü ve onu çekti. Hisettiği
sızıya da hiç aldırmadı.
Bu sefer Vincent'in engeli kendi ailesiydi. Margot ile evlenmesine razı
olmadılar. Margot da bu durum karşısında fazlasıyla güçsüzdü ve intihara
kalkıştı. Bu olay karşısında Vincent çok fazla sarsıldı. Kendini bir
kez daha çıkmazdan kurtarmak için dişlerini çok fazla sıkmak ve bedenini
sessiz çığlıklardan korumak zorundaydı.
incent Van Gogh Paris'te
Vincent'in babası 1885'te öldü. Margot ile yaşadıklarından sonra da onu
buralara bağlayan pek bir şey kalmamıştı. Kardeşi Theo'nun isteğiyle bir
yıl sonra Paris'e taşındı. Theo, kelimenin tam anlamıyla kardeşine
bakmayı görev edinmişti. Özellikle resim ile ilgili desteği sonsuzdu.
Hazırlanmış bunca zeminden sonra Vincent üzerine düşeni yaptı ve ressam
Cormon'un atölyesine kayıt oldu. Burası onun için yeni bir başlangıçtı.
Özellikle empresyonist ressamlarla tanışma fırsatı buldu. Toulouse –
Lautrec, Pissarro, Signac, Seurat ve Gauguin ile de tanışmıştı.
Hepsinden ayrı etkileniyordu.
Bir dönem de Pointillist tekniğini benimsedi. Resimlerinde bir dönem bu
tekniğin etkileri görüldü. Paris'te yaşadığı bir yıl içinde 200'den
fazla resim yapmıştı.
1888'de Lautrec'in fikriyle Güney Fransa'da Arles kasabasına gitti.
Daima güneşli ve sıcak olan bu kasabada Akdeniz'in rengi Vincent'i
büyülemişti. Gaugin de gelip ona misafir oldu.
Hayat belki de Vincent için Paris'ten sonra başlamıştı.
Vincent'in sonsuz insan sevgisi
Vincent yaralı kalbinde kelimelere dökemeyip taşırdığı mükemmel bir
insan sevgisi taşıyordu. O da kendini boyalarla ifade etmeyi seçti. Bunu
yapmak zorundaydı. Çünkü insana ve resime duyduğu aşk kalbinin kabuk
bağlamış yaralarını parçalayıp üstünde tepiniyordu.
Artık sürekli resim yapıyor, içindeki salt sevgiyi böylece insanların üzerine bir hükümlülük gibi bırakıyordu.
Resim artık öylesine hayatının bir parçası olmuştu ki, fırçayı bir
kenara attı ve artık sadece boya tüpünü tuvalin üzerine öylece sıkıp
parmaklarıyla o boyayı zevkle eziyordu. Hatta bazen boyaya duyduğu aşkla
deliriyor ve tadına varmak için yiyordu. Yemeklerinin rengini veren
artık boyalardı.
Kulağı kesik ressam, Vincent van Gogh
İlk geldiğinde büyülendiği kasabanın güneşi, yaz aylarına Vincent'i
bunaltmaya başladı. Tarlada güneş altında çalışmak zorunda olmak
Vincent'in sinirlerini yıpratmıştı. Gaugin ile yaşamak da pek kolay
sayılmazdı.
23 Aralık 1890 gecesi Gaugin'in küstah tavırları Vincent'i deli etmişti.
O an oralarda usturasını gördü ve bir sinirle Gaugin'in gırtlağına
doğru götürdü. Her şey çok hızlı gelişiyordu. Gaugin kendini korumayı
başardı. Ancak bu sefer de hırsını alamayan Vincent, usturayla kendi
kulağını kesti.
Her şey sıradan bir andan ibaret gibiydi. O anda dünyanın başka bir
yerinde de biri örneğin burnunu kesiyor ya da gözünün birini oyuyor
olabilirdi. Öylesine bir soğukkanlılıkla kestiği kulağını şehrin
genelevinden tanıdığı bir kıza götürdü.
Vincent akıl hastanesinde
Gaugin o geceden sonra kaçmıştı. Yine Vincent'i kurtarmak için Paris'ten
gelen Theo onu hastaneye yatırdı ve kulağını tedavi ettirdi. Burada
tedavisi sırasında halüsinasyonlar görmeye başladı. Bu yeni şeylerin
habercisiydi. Belli ki, yara bantları onu ancak şimdiye kadar
getirebilmişti.
Vincent van Gogh hayatının en muhteşem 200 tablasunu Arles'te yapmıştı.
Oraya her şeye rağmen duyduğu bir bağlılık vardı. Bu yüzden kendi
isteğiyle burada Saint - Remy akıl hastanesine yattı. Buradan sonra
başka bir akıl hastanesine daha gönderilecekti.
Satışını gördüğü ilk ve son tablosu
Kırmızı Üzüm Bağı adını
verdiği tablosu Vincent hala yaşıyorken satılan ilk ve son tablosuydu.
Bu onun resim adına aldığı bir ödül ve mutlu olduğu anlardan birinin
karşılığıydı. Mercure de Francce dergisinde de hakkında ilk kez bir yazı yayınlandı.
Vincent van Gogh'un ölümü
Vincent hastaneden taburcu edildiğinde Theo onu tekrar Paris'e
getirdi. Ancak Vincent, 27 Temmuz 1890 günü tarlalara resim yapmaya
gitmişti ki, daha önceden bulduğu bir silahı göğsü ile karnı arasında
ateşledi. Onu bir yandan büyüleyen bir yandan delirten güneş, ölümüne
şahitlik etmek için o gün daha da acıklı parladı.
Ona yetişen yine Theo oldu ama onu sadece 2 gün daha da yaşatabildiler. 29 Temmuz'da öldü.
Bir yıl sonra da Theo öldü. Auvers'e Vincent'in yanına gömüldü.
Ölümünden sonra Vincent van Gogh
Vincent yaşarken zaten kendinden öceki dönemlerin çok sağlam olarak
kabul görmüş tekniklerini kumdan bir kale gibi tek hamlede yıkmıştı.
Şimdi de ölümünün üzerinden 10 yıl geçmişken ortaya çıkan Fauve akımının
ressamlarına örnek oluyordu. Ayrıca ondan etkilenen ekspresyonistler de
vardı.
Vincent öldükten sonra Paris'te Bağımsız Sanatçılar Sergisi'nde teşhir
edilen eserleriyle bir anda ünlü oldu. 37 yıllık hayatı buna vefa
vermedi ama, son 3-4 yılda yaptığı tablolar ile resim dünyasının
ölümsüzlerinden olmayı başardı. Belli ki yaşarken yara bantlarını fazla
sıkı sarmıştıArif Dino "Boşluğun kucaklayışı; Umutsuzluk. Hıçkırıkların hiçbir sesle dile gelmez Sen’in susuşu Ben’in susuşu Susuş."
Boşluğun kucaklayışı;
Umutsuzluk.
Hıçkırıkların hiçbir sesle dile gelmez
Sen’in susuşu
Ben’in susuşu
Susuş.
Umutsuzluk.
Hıçkırıkların hiçbir sesle dile gelmez
Sen’in susuşu
Ben’in susuşu
Susuş.
(Güli’ye adandı, Gecenin 11’i, Yeniköy)
26 Mart 2018
Behçet Kemal Çağlar - NÖBETÇİ MİLLET
Kavaklar, düşen yapraklarıyla ağlıyorlar
Güller, çiçekleriyle bağırlarını kanatıyorlar
Sensin ışık diye önümüzdeki
Sensin ateş diye kanımızdaki
Ey yanımızdaki
Beş on mermere, bir avuç toprağa sığan
Hudutsuz mavi umman hey!
Yeni kıyılar bulur, yeni yarlar kazardın
Sen her köpürüp taşmanda
Her konuşmanda
Milletinin alın yazısını yeniden yazardın.
Bakışları vardı yurt tarlasında
Fikrin ve hissin hasadı.
Cümlelerin ya örsten kalkardı
Ya çıkardı kından.
Başak saçların sarkardı harman alnından:
Halk, biçilmiş ekin gibi, düşerdi dizlerine.
Milyonlar katılırdı sözlerine
Mıknatısı gören zerreler gibi.
Köhne kanaatler, köhne kürreler gibi
Sözünde çarpışıp düşerdi.
Tam sustuğun an kıyamet oldu
Tam konuştuğun ansa mahşerdi:
Rab, gökte "dinleyin" derdi meleklerine;
Yıldızlar girerdi yeni mahreklerine;
Nehirler kavuşurdu yeni denizlerine:
Halk biçilmiş ekin gibi düşerdi dizlerine.
Şimdi tamamlayabilmek için tavafını
Nöbetçi olmak için Anıtkabrine
Sarmış yalın kılıçlar gibi etrafını
Tutuyor nöbet.
Bu millet:
Bu, vaktiyle ayaklarını ummanlar yalayan,
Bu, üç kıtayı atının nalıyla damgalayan,
Bu, heryere evi gibi giren,
Bu, Atilla'yı, Timur'u, Oğuz'u
Bu, Yıldırım'ı, Fatih'i, Yavuz'u
Yetiştiren ulu millet.
Vakar ve haysiyetle dimdik
Uyanık, tetik
Anıtkabirinde tutuyor nöbet.
Dünya dönüp dolaşıp
Boğazlaşıp dalaşıp
Ergeç ve ancak
Milli misaklarda karar kılacak.
Ey en büyük usta!
Düşünen oldu mu bu hususta
Senden evvel ve senden ileri.
İlk müjdeyi, ilk haberi
Senden almıştı cihan
O zamandan anlayamadığına yansın.
Sen, dünyanın dönüp dolaşıp geleceği
Uğrunda milyonların seve seve öleceği
Eğer isterse hayat zehrolsun,
İsterse refah kahrolsun,
İsterse kurşun düşsün yanımıza, belimize,
İsterse geçinmek için, bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Yer sarsılsa yerinden,
Dünya düşse peşimize
Ne Senden geçeriz, ne Senin eserinden!!!
Güller, çiçekleriyle bağırlarını kanatıyorlar
Sensin ışık diye önümüzdeki
Sensin ateş diye kanımızdaki
Ey yanımızdaki
Beş on mermere, bir avuç toprağa sığan
Hudutsuz mavi umman hey!
Yeni kıyılar bulur, yeni yarlar kazardın
Sen her köpürüp taşmanda
Her konuşmanda
Milletinin alın yazısını yeniden yazardın.
Bakışları vardı yurt tarlasında
Fikrin ve hissin hasadı.
Cümlelerin ya örsten kalkardı
Ya çıkardı kından.
Başak saçların sarkardı harman alnından:
Halk, biçilmiş ekin gibi, düşerdi dizlerine.
Milyonlar katılırdı sözlerine
Mıknatısı gören zerreler gibi.
Köhne kanaatler, köhne kürreler gibi
Sözünde çarpışıp düşerdi.
Tam sustuğun an kıyamet oldu
Tam konuştuğun ansa mahşerdi:
Rab, gökte "dinleyin" derdi meleklerine;
Yıldızlar girerdi yeni mahreklerine;
Nehirler kavuşurdu yeni denizlerine:
Halk biçilmiş ekin gibi düşerdi dizlerine.
Şimdi tamamlayabilmek için tavafını
Nöbetçi olmak için Anıtkabrine
Sarmış yalın kılıçlar gibi etrafını
Tutuyor nöbet.
Bu millet:
Bu, vaktiyle ayaklarını ummanlar yalayan,
Bu, üç kıtayı atının nalıyla damgalayan,
Bu, heryere evi gibi giren,
Bu, Atilla'yı, Timur'u, Oğuz'u
Bu, Yıldırım'ı, Fatih'i, Yavuz'u
Yetiştiren ulu millet.
Vakar ve haysiyetle dimdik
Uyanık, tetik
Anıtkabirinde tutuyor nöbet.
Dünya dönüp dolaşıp
Boğazlaşıp dalaşıp
Ergeç ve ancak
Milli misaklarda karar kılacak.
Ey en büyük usta!
Düşünen oldu mu bu hususta
Senden evvel ve senden ileri.
İlk müjdeyi, ilk haberi
Senden almıştı cihan
O zamandan anlayamadığına yansın.
Sen, dünyanın dönüp dolaşıp geleceği
Uğrunda milyonların seve seve öleceği
Eğer isterse hayat zehrolsun,
İsterse refah kahrolsun,
İsterse kurşun düşsün yanımıza, belimize,
İsterse geçinmek için, bir dilim
Kuru ekmek geçmesin elimize.
Yer sarsılsa yerinden,
Dünya düşse peşimize
Ne Senden geçeriz, ne Senin eserinden!!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)