AHMET OKTAY
Ahmet Oktay uzun yaşamı boyunca gazetecilik yaptı, İsmail Cem yönetimindeki
parlak kalkınma döneminde Tv’ye emek verdi. "Sanat ve Siyaset", "Siyasal İslama
İtirazlar", "Zamanı Sorgulamak" gibi kitaplarıyla Türkiye’nin sorunlarına toplumcu
bir aydın olarak yaklaştı.
"Romanımıza ne oldu?", "Anlatıların Aynası", "Şairin Kanı" kitapları
onun edebiyatı toplumcu gerçekçi anlayışla değerlendirmesinin ürünleridir.
Yazık ki yarım kalan edebiyat tarihiyle "Toplumcu Gerçekçiliğin
Kaynakları" gibi çalışmaları, konunun tarihsel gelişimini aydınlatan
kaynaklardandır.
Ancak Ahmet Oktay gerçek kimliğini şair olarak kazandı. Ortaokul 2. Sınıfta, şiir
yazmaya başladığını anlatır. Ankara’da arkadaşı Yılmaz Gruda’yla birlikte gidip geldikleri
"Onbeşinci Yıl" kıraathanesinde Ahmet Arif, Enver Gökçe, Mehmet Kemal, Arif Damar
gibi dönemin toplumcu şairlerini tanımışlar.
Ahmet Oktay 19’undayken Türkiye
Sosyalist Partisi’nin organı sayılan "Gerçek" dergisinde şiir
yayınlamış, daha sonraları toplumcu gerçekçi sanatı savunan "Mavi"
hareketi içinde yer almıştı. Sanat anlayışını açıklarken,
"Ben
Marksist bir sanata bağlı kalmaya çalıştım ömrüm boyunca," der;
"Ama bu sanatı da açık bir propagandist sanat olarak düşünmedim. Daha
köklü yerlerden insani tavır
alışlardan ve insani durumlardan kaynaklanarak, onları anlatarak şiire
siyasi bir işlev kazandırılabileceğine inandım ve onu savundum."
Ahmet Oktay’ın şiir yolculuğunu Memet Fuat, "Toplumsalcı şiirin destan havasıyla yola çıkmış,
sonradan İkinci Yeni şiir anlayışıyla bir bireşim aranışına girmişti. Zamanla 1980 sonrası yazınımızın
genel eğilimine uyarak biçimi iyice öne aldı," diye özetlemişti.
60 yılı dolduran uzun şiir
yolculuğunun son aşamasına ise "Hayalete Övgü" kitabı damgasını
vurmuştur. Bu yapıtta yaşadığımız dünyanın siyasal, toplumsal
çalkantıları gösterilmiş, ozanın kişisel anılarında derin izleri olan
gerçek olaylar, gerçek kişiler canlandırılmıştır.
Bu önemli aşamayı kendisi şöyle özetliyor:
"Hem kendi yaşamımın
parçalarına, hem arkadaşlarıma göndermeler vardır hem siyasal düzeyde
göndermelere yaslanma eğilimi vardır. Kitabın adını doğrudan
doğruya Derrida’nın "Marx’ın hayaletleri" adlı kitabından esinlenerek,
borç kavramını yorumlayışından esinlenerek koydum örneğin. Böyle bir
şiirle uğraşırken, hiç aklımda yokken Urfa ile ilgili bir
şiir yazmaya başladım. Burada hem tematik hem biçim / biçem açısından
bir sıçrama var. Böyle bir
durumda ister istemez sözlüğünüz, göndermeleriniz değişiyor. Bir kimlik
dönüşümünden söz edilebilir bu
noktada."
Anlatım artık alabildiğine yalındır. Neredeyse bütün söz oyunlarının bir yana itildiği şiirle anı, öykü türleri
birleşmiştir.
Toplumsal sorunlar şiir serüveninde daha öncesinde de olduğu gibi ön sıradadır.
"Borç" kavramı ise kolay unutulamayacak "Borçlu Öleceğim Herkese" şiirinin konusudur.
Kitapta 1960’lardan başlayarak Ahmet Oktay’ın çevresinde, giderek Türkiye’mizde sanata,
siyasete damgasını vurmuş kişilikler canlandırılır, geniş kamuoyuna öncü düşünceler, güzellikler kazandırmış
insan yüzleri birbirini izler:
Kulüp 12’nin Amerikan-bar’ında
'caz müziği dinliyorum'. Keşke
yanımda olsaydı Kâmuran Yüce de
diye geçirirken gözlerimi kapatıyor
biri. Usulca dönüyorum: Çirkin Kral;
kravatsız, beyaz ceketli. Kaç yılındayız
ne zaman geldik Ar Sinemasının fuayesine?
Özlemle sarılırken, kolumda
hissediyorum kabzayı.
‘Sana’ diyorum ‘on lira borcum var,
Pasaj’da almıştım. Karlı
bir geceydi hiç unutmam’.
‘Boşver’ diyor, yağmurun dindiği
göğe benzeyen bir gülümsemeyle.
Şaşmışımdır hep, niye öyle az
güldüğünde filmlerinde
Seçtiği sürgünde öldü Yılmaz
hâlâ bir onluk borçluyum ona
Şiirler boyunca Mehmet Ali Aybar’dan Sevgi Soysal’a, Enver Gökçe’den Hayalet Oğuz’a, Metin
Eloğlu’dan Asaf Çiğiltepe’ye türlü kişiliklerin bir araya gelerek Türkiye’nin aydınlık insan dokusunu
oluşturdukları gösterilir. O aydınlanmaya katkısı olanların, aydınlıktan paylarını alanların da elbette
başkalarına borçları vardır:
Çok şükür borçlu öleceğim herkese.
Sürülecekse bu yüzden sürülecek
izim. Birkaç alacağım da
-bir fikir, bir dize, bir imge
kalacak elbet birilerinde
ve belki onların peşine düşecek
başka birileri de.
Kitabıyla ilgili açıklamalarında Ahmet Oktay özellikle şu noktalar üzerinde duruyordu:
"Hayalet Övgü" benim geçmişimle bir tür hesaplaşmam olarak özetlenebilir. Tabii burada
geçmiş derken sadece benim kişisel geçmişim söz konusu değil, Türkiye toplumunun yakın geçmişiyle
bağlantılı bir geçmiş buradaki. Türkiye son otuz yıldır bir bunalım döneminden geçiyor. Bunun birçok
örneği görüldü. Ekonomik alanda, siyasal alanda. İnsanlar da bu bunalım içinde çeşitli serüvenlerden
geçti. Başına birçok şey geldi.
Ben de bu kitabımda kendi
çevremdeki insanlardan, sanatçı arkadaşlarımdan, yazar arkadaşlarımdan
bazılarına olan borçlarımı ödemek istedim. Çünkü şuna inanıyorum ki, her
insanın öteki insanlara şu ya da bu oranda bir borcu var. Ve insan çok
unutkan bir mahluk. İnsanlarımızı, yaşadığımız dramları,
travmaları çok çabuk unutuyoruz."
"Ada Gezisi" şiirinde, darbe dönemlerinin -daha sonraları da bitip tükenmeyen- insan avına tanıklık
edilmektedir:
Atlıyorum Karaköy'de dolmuştan,
çoktan gelmiş Oğuz'la Metin;
iskelede yeni afişler, duyurular.
Bakışıyoruz arananların fotoğraflarıyla:
sanki ben de yeni çıkmışım güne
aylardır saklandığım izbeden;
içimde ölümcül bir kazanın vehmi.
‘Muhbir vatandaşlar’ deniyor
duyurularda. Sözcükler
alçaltıcı. Ve zaman
nasıl da kirletti herkesi.
Toplumcu ozanın gözleri, emekçilerin dünyası üzerinden hiç uzaklaşmaz. Onların çalışma koşullarını.
konu edinir. Bir şiirinde,
Madencinin lâmbası
ve kandili Ozan'ın
aydınlat yolu.
dediği için bir okuru ona bir
"Madenci Lambası" getirmiştir. Bu armağan belleğin kuyusunda kendi geçmişine de uzanmasına yol
açacaktır:
Ben de bir şaire ulaşmak için
yıllar önce bir kar gecesinde
binmedim mi İstanbul otobüsüne?
Çalmadım mı Şişli'de bir bodrum
katının kapısını? Göğsümde
inanılmaz bir panik."
Anlatılanların ardında,1950’lerde "Mavi" dergisi günlerinin olayları yatmaktadır:
Attila İlhan’ın ilk romanı "Sokaktaki Adam" yayınlandığında Ahmet Oktay "Mavi" dergisinde
romanın toplumcu gerçekçiliğe aykırı olduğunu öne süren bir eleştiri yayınlamıştı. Paris’ten yeni dönmüş
Attila İlhan o günlerde "Bobstiller" diye andığı "Garipçiler"le, "Aktif realistler" dediği Marksist yazarlara
sert eleştiriler yöneltiyordu. "Mavi" dergisine Ahmet Oktay’ı aktif realistlerin çizgisinde diye eleştiren bir
yanıt gönderdi. Bu yazının ardından genç Ahmet Oktay, Ankara’dan İstanbul’a "Madenci Lambası"
şiirinde konu edindiği yolculuğu yaparak "Sokaktaki Adam" yazarıyla tanıştı. Böylece "Mavi" dergisinde
Attila İlhan’ı yazmaya başlamadı. 1950’lerin edebiyat dünyasında çok etkili yeni bir dönem açıldı.
"Hayalete Övgü"de ozanın gözleri topluma, tanıdıklarına olduğu kadar kendi varlığına, kendisinin yapıp
ettiklerine de çevrilmiştir. Yayınevinde bir büyük levhaya yazar arkadaşlarıyla birlikte ondan da boyalı
elini izini basarak anısını bırakması istenmiştir. "Tuhaf Yaratık" şiirinde bu olayın düşündürdüklerini buluruz:
Kâğıda emdirilen acı, uykusuz
geceler, onca yas ve karabasan
yetmiyor demek müşteri-okura
…
Sadece bu parmak uçlarından
kim sürebilir izimi? Aşklarım nerde,
nerde hastalıklarım? ‘Ya alkol olmasaydı?’
diye soran kederli ses nerde? Kent ve ev
değiştirdim elbet, ama elli yıldır
aynı oyuğu oydum ısrarla.
Büyük bir krater
oldu çoktan. Görünmüyor ama.
"Sayfada Gördümdü Kendimi" şiiri yazıya adanmış, yazıyla içiçe sürüp gitmiş bir yaşamın kendi
kendisiyle hesaplaşmasıdır:
Harflerden, sözcüklerden medet
umudum bunca yıl Kerterizlerim
altın ve gümüş kakmalı pusulalarım.
Sandım ki seçersem doğru harfi
açılacak Süleyman'ın kuşlar dili,
sandım ki doğru sözcüğü bulursam
aydınlanacak içinde yittiğim
kristal labirentteki güzergâh.
Var mıydı tutacağım bir yön,
Bulacağım doğru ve düz bir yol?
Bilemedim. Geliyor ve gidiyor insan."
"Envanter" şiirinde ise sanki
ozan kaçınılmaz büyük yolculuğun
eşiğinde, hesap defterini kapatırken
içini dökmektedir:
Kitaplardaki kenar notlarında kalacak
benim ardımda bıraktığım iz,
anonim bir kimlik olacağım;
bir sahaf dükkânında yıllar sonra
satılmış kitaplarımı karıştıran okur
bilemeyecek
satırların altını benim çizdiğimi,
geçmişe ve geleceğe karışa karışa.
İthaf sayfalarını da yırtmalıyım
yavaş yavaş;
yığınla düş kırıklığı, yanılış;
yüzünü görmediklerim var,
yazdıklarını sevmediklerim.
Küskün ölenler oldu bana,
kimlere küskün öleceğim
ben acaba?
Ahmet Oktay’ın geride
bıraktıkları onun geniş kültürlü, gerçek bir aydın, çağının ve ülkesinin
sorunlarını kavramış, iletisini çok başarılı bir biçimde dile getirmiş
bir ozan olduğunu göstermektedir.
KONUR ERTOP
Bütün Dünya, Nisan 2017, S. 62-66