“Ey yabancı komutan, tankın ve savaş
uçakların gerçekten heybetli makinalar. Koca ormanı haritadan
siliyor, yüzlerce kişiyi ezip geçiyor, yapıları yerlebir ediyor.
Fakat temel bir zaafı var: İçinde kendiliğinden bir sürücüsü yok. Bu
gidişle, ya bir gün sürecek kişiyi de bulamazsan!”,
Bertolt Brecht.
-
‘‘Aydın’ Kime Demeli?’,
Prof. Dr. Türkkaya Ataöv
- Türkiye Bilimler
Akademisi, Akademi Konferansları, 29 Kasım 2004
-
Aydın kimdir?
-
Temel Gerçekleri Görmek
-
Aydın Olmanın Ölçüleri
-
Emperyalizmin Ağırlığı
-
Üçüncü Dünya'nın
Sınırlı Başarıları
-
Kaynak
Aydın kimdir?
Aydın kimdir? Eski Osmanlıca deyimiyle,
kime ‘münevver’ demeli? Arapça ‘nur’dan gelen bu kelimenin anlamı
‘nurlandırılmış, ışıklı, ziyadar, tenvir edilmiş, ruşen’dir. Şimdi
‘aydın’ diyoruz; bazen de bu Türkçe sözcüğün yerine yabancı dilden
aktarma ‘entelektüel.’ Bu kavramın önce, ünlü Socrates’in yöntem
yönünden bir öğretisine uyarak, şöyle bir tanımını yapalım: “Aydın,
daha akılcı, daha insancıl ve herkes için daha iyi bir toplum
düzenine ulaşılabilmesi için bu hedefin önündeki engellerin aşılması
yolunda yapılması gerekenleri saptayan, bunları inceleyen, onların
savaşımını veren ve yaşamını büyük ölçüde buna göre uyumlaştıran
kişidir.”
Yapılması gereken temel gerçekleri
açık biçimde yakalamak amacıyla asıl önemli soruları sorabilmek ve
bunca karmaşık kültürel, siyasal, ekonomik ve teknolojik oluşumlar
içinde kalıcı ve belirleyici tepkileri saptamaktır. Ortaya, kuşkusuz,
yeni gerçekler de çıkacak, ama aydın kişi bunlar içinde ‘sürekli
olan temel gerçeği’ bulup çıkaracaktır.
Halk deyimiyle, “ağzı laf yapan” ve
Babıali yakıştırmasıyla “eli kalem tutan” herkesin bir yorumu
olabilir. Yayınlanan makale, rapor ve kitaplar uzun listeler
oluşturmakta. Bunların içinde yüz binde bir yeni, kalıcı ve temel
bir düşünceye rastlanır. Gerçekten, pek azı “toplumumuz nasıl
çalışıyor ve nereye doğru gidiyor?” sorusuna eğiliyor.
Yüzlercesi ve binlercesi ‘ormanı’
gözardı ederek, bazı ‘ağaçları’ inceliyor, o kadar. Kuşkusuz,
ağaçların tek tek tanımı da gerek. Bu tek başına tanımların amacı da,
asıl ormanı görmek, yani genel gerçeği yakalamak değil mi? Tıpta “şu
on hastaya uygulanan ilacın sonuçları başkaları için de ne ölçüde
geçerli?” diye sormamız gibi.
Temel savımızı açıkça belirtelim:
aydına düşen görev ormanın genel gerçeğini görebilmek ve bu
gerçekteki ‘yanlış, çirkin, kötü ve zararlı’ olanları değiştirmektir.
Sık bir yakınma kişinin bir şey
öğrenmediği, düşünmeye yönelmediği ve doğrular yönünde bir eyleme
itilmediğidir. Yalnız günlük yaşamda mı? Genel gerçek tavrının eksik
olduğu yerlerde boşa kürek çeken kimi doktora tezlerinin başlıkları
bile ağırbaşlılıktan uzak, sıradan güldürü parçaları gibi. Örneğin,
en yüce yüksek öğretim kurumlarından biri olarak bilinen (New
York’ta) Columbia Üniversitesi’ne sunulup onaylanmış doktora
tezlerinden bazı başlıklar:
-
“Kamu Çocuk Yuvalarında Üçüncü
Sınıfa Değin Aşamalarda Okul Mobilyasının Ortak Seçilişi”,
-
“Amerikan Kolej ve Üniversitelerinde
Kürek Yarışları Tarihi”.
-
Michigan Devlet Üniversitesi’ndeki
doktora tezlerinden:
-
“Belirli ölçüler Temelinde On Üç
Çeşit Futbol Başlığının Değerlendirilmesi”.
-
Kuzey Dakota Üniversitesi’nde ödül
alan tezin konusu:
-
“Birinci Yıl Daktilo Öğretiminde
Seçilmiş Önemli Konular.”
-
Indiana Üniversitesi’nde de başka
bir doktora tezi:
-
“Hocaların ve Öğrencilerin Öğretime
Etkileri Açısından Gülmeleri ve Gülümsemeleri.”
Nasıl oluyor da bilim adamı, örneğin
profesör ve araştırıcı sayısı, her yerde artarken bu genel
doğrularda odaklanan, onları anlatan, yayan ve irdeleyen kaynaklar o
oranda büyümüyor?
Düşünceyi ve eylemi belirli çizgide
tutmanın örgütlendiği ülkelerde birçok araştırma, yazı ve kitap
belirli amaca yönelik olarak ısmarlanmıştır. Bazı ülkelerde yığınsal
iletişim bir ‘imparatorluk’ gibidir.
Tekelci merkezlerden yayılan iletişim
ağı kamuoyunu oluşturmak, kazanmak ve gerektiğinde saptırmakta etkin
bir araçtır. Ortaya çıkan ürünler, genel gerçekten kopuk ve ayrıca
kürenin tümüne yayılma aşamasında olduğu sürece, yalnız bir çevrenin
hizmetinde olabilir.
Dalbudak saran bilim, sayıları sürekli
artan bölümlere ve alt-disiplinlere ayrılarak genişliyor. Bu açılım
kaçınılmaz ve yararlı bir gelişmedir. Git gide uzmanlaşan bilimci de
eskisine oranla daha dar ama daha derin bir bilgin olma yolunda.
Kimileri kendi alanlarında adamakıllı ayrıntıya inerken, bazen yakın
dalları bile gereği gibi bilmiyor, genel bir görüngeden (perspektifden)
yoksun kalıyorlar.
Oysa geçmişin büyük düşünürleri, belki
bilginin kendinin de o yıllarda çok sınırlı olması nedeniyle belirli
ama dar konularda uzmanlıktan çok bütüncüydüler. Ancak, Georg
Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) şu sözünü anımsamakta yarar
var: “Gerçek bütündedir!” Küçük gerçekler de vardır, ama büyük
gerçekler kendi başlarına aranmalıdırlar. İşte, toplumbilimciler
bunu zaman zaman ya da uzun süre savsakladılar.
Temel Gerçekleri
Görmek
‘Temel gerçekler’ dediklerimizi ortaya
koyanlar da çıkmadı değil. Küçük parçaların yanında bütünü tanıyan,
bunun kuramını ve yöntemini koyanlar da oldu. Bu yolda söylenenlerin
ortak hedefi şuydu: Toplumumuz nasıl işliyor ve ne yana yöneliyor?
Hem yurtta, hem ‘küresel köy’de.
Görüldü ki, bu yolda değerli ürünler
ortaya sıkça çıkmadı. Onun yerine, daha çok, bilinen genellemeler
yinelendi durdu. Çarpıcı bir örnekle, ABD’deki siyasal sisteme
ilişkin ünlü bir tanım var. ABD başkanlarından 16.’sı Abraham
Lincoln, bunu Amerikan İç Savaşı’nın tam ortasında, 1863 yılında,
Gettysburg tren durağında “halkın, halk tarafından, halk için
yönetimi” (government of the people, by the people, for the people)
diye tanımlamıştır. Amerika’da tüm eğitim basamaklarında bu tanımı
işitmemiş öğrenci yok gibidir. Yurttaşlık sınavında göçmenin bilmesi
gerektiği şeylerin de başında yer alır.
Günümüzde ise, demokrasiyi “özgür (serbest)
pazara dayalı küreselleşme” diye sunmaktadır.
Başkan Lincoln de, öldürülmeden kısa
bir süre önce durumun nasıl değiştiğini, şirketlerin bir çeşit
“tahta oturduklarını”, bunu “yüksek yerlerde çürümüşlüğün
izleyeceğini” ve “paraya dayalı güç”ün yönetimini sürdüreceğini
söyleyecek ölçüde kavramıştır.
Bu bağlamda tarihsel gelişme
yasalarının kuramı diye önerilen toplumcu düşünce sistemine de kısa
bir gönderme yapmak gerekir. Kendine ‘bilimsel’ ön adını ekleyen
sosyalizm peş peşe gelen toplum biçimlerinin doğuşunu ve gelişmesini
yöneten yasaları içerdiği inancındadır. Bu düşüncenin genelde
‘Marksist’ diye bilinen bütüncül kuramlar getirdiği, giderek
geleceği de öngördüğü savı vardır. Bu görüşe göre, insanlar kendi
tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyifleri gereği ya da
seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları
ve geçmişten gelen koşullar içinde.
Başka bir deyişle, eski kuşakların
bıraktıkları yaşayanların beyinleri üstüne tüm ağırlığıyla karabasan
gibi çöker. Aynı düşünce sistemine göre, bundan kurtulma yolu da
vardır; daha da öte, kurtuluş kaçınılmaz bir yazgıdır da.
Öte yandan, bu bütüncül görüş kendi
yöntemi çerçevesinde yeterince sorgulanmamış ve yenilenmemiştir.
Karl Marx (1818-83) Das Kapital’i
yazdığı sıralarda (1867’den sonra), bu çalışmasının etkisinde kalan
birçok izdeşi (müridi) kendilerinin ‘Marksist’ olduklarını yazıp
söylemişlerdi. Ortaya yeni atılan bu deyim karşısında, Marx’ın
kendisinin “Ama ben Marksist değilim!” dediği söylenir.
Marx’ın ölümünden otuz beş yıl sonra,
uluslararası sosyalist akımın öncülerinden Rosa Luxemburg’un
(1871-1919) uyarılarının ne denli canlı ve yerinde olduğunu zaman
daha iyi kanıtlamıştır. Konumuz açısından önemli olan Luxemburg’un
toplumcu bir düzen için demokrasiyi ‘olmazsa olmaz’ bir koşul olarak
görmesidir.
Aydın Olmanın Ölçüleri
Dünyanın bir yöresinin gelişirken,
geri kalanının gelişmeden olduğu yerde duraklaması ya da geri gidişi
arasında temel bağlantı ne zaman anlaşıldı? Bu durumda, gelişmişleri
simgeleyen ABD’ye kaç ülke benzeyebilir? Onu izleyen Batı Avrupa,
Kanada ve Japonya kervanına eski sömürgelerden ve Üçüncü Dünya’dan
katılan olabilir mi? ABD’de, en gelişmiş sermayeci toplum olmasına
karşın, sosyalist akım neden gelişmedi?
Ekonomik bunalımı tekelleşmeye
bağlayan ilk yazar, sonra İngiltere’ye göçen Polonyalı Michal
Kalecki’ydi. Tekeli ve ulusal gelirin dengesiz dağılımını ekonomik
durgunluğun kaynağı olarak görüyordu.
Geri kalmış ülkeler sermayeci dünyanın
ilkel birikim döneminde istilaya uğramış olduklarından sermayeci
gelişme çizgisinde büyüyememişler ve yağma edilmekle kalmışlardı.
Ama Japonya sömürgeleşmemiş, eşit olmayan antlaşmalarla eli kolu
bağlanmamış ve kendi artı değerini kendi egemenliği altında
tutabilmişti. Bu aşama sayesinde Amerika ve batı Avrupa gibi
sermayeci yolda bir gelişme yaşadı.
Su yüz derecede kaynadığına göre,
‘ortada kalma’ endişesiyle elli derecede kaynadığı yanlışında
diretmenin yanlışlığı ve yanıltıcılığı bellidir. ‘eleştirileri’
temel sayılmayan alanlarla sınırlamak düzeni sürdürmenin, başka
deyişle gelişmeyi engellemenin bir yoludur. Gerçek yansızlığın da,
aydın olmanın da ölçüsü akıl-dışı yaklaşımın yenilgisi ve kişinin
ilerlemesinin sağlanmasıdır.
‘İlerleme’ sözcüğüyle anlatılmak
istenen, yalnız söylencelerin (efsanelerin) iflası ve yüksek
teknolojinin en başta küçük ve belirli bir azınlığın hizmetine
verilmesi değildir. İlerleme temel sorunları göz ardı etmek yerine
onları tanımayı gerektirir. Örneğin, gözde Suudi prenslerinin beş
yüzer son model otomobile sahip olmaları o topluma teknolojide
ilerilik önadını kazandırmaz.
Temel konuları aramanın ve bulmanın
yolu onları tek tek ve ayrı ayrı değil, birbiriyle bağlantılı
biçimde ele almaktır. Çağımızın temel konusu ‘küreselleşme’
sözcüğüyle perdelenen dünya çapındaki sermayeci düzendir. Aydının
görevi onu tüm sonuçlarıyla değerlendirmektir. Şu ya da bu yönüyle
değil, genel gidişi ve insanlığın büyük çoğunluğu için tüm
sonuçlarıyla birlikte gerçekçi ölçüler içinde ve rakamlarla
değerlendirme. Örneğin, laikliğe yöneltilen saldırı daha da
derinleştirilmek istenen tutucu düzenin bir parçasıdır. Ya da çarpık
kentleşme ve çevrenin bozulması gibi oluşumlar da gene aynı kapkaççı
düzenin durdurulamayan sonuçlarıdır. Ormanı görmeden bunların tek
başlarına eleştirilmeleri hastalığı iyileştirmeğe yetmez. Bilimsel
yaklaşım bunlar arasındaki bağlantıları kurmak ve bütünü ortaya
çıkarıp değişime o bütünden başlamaktır.
Aydın kişi bir düzenin köklerini ve
nedenlerini incelemekle kalmaz, inişe geçişine ve değişimine de
eğilir. Daha iyi bir dünya için ilk adım bu kapsamlı girişimdir.
Akılcılık kişinin kendi ürünüdür; doğayı ve toplumu kavramasına
yarar; herkes için yaşam koşullarını iyileştirme de söylenceyi
bırakıp akılcılığı benimsemesine bağlıdır.
Ancak, Pazar ekonomisine inananlar da
‘akılcılığın’ sözünü edeceklerdir. Onlara göre, Pazar ekonomisi
akılcıdır, ama yer yer ve zaman zaman karmaşa, giderek anarşi varsa,
nedenleri işçi sendikalarının ve kimi resmi yönetim biçimlerinin
düzene karışmalarıdır. Onlara bakılırsa, Pazar ekonomisi doğal bir
oluşum, giderek ‘tarihin sonu’dur
[1] ve insan zekasının en yüksek anlatımıdır.
‘Gelişmiş’ diye bilinen ve göreceli
olarak küçük parça dünya ekonomik sisteminin ancak bir bölüntüsüdür.
İşte, bu ufak ama güçlü parça nüfus, toprak ve ham maddeler yönünden
geri kalan büyük ve güçsüz parçanın gelişmesini önler. İngiliz
iktisatçısı David Ricardo’dan (1772-1823) bu yana, modern ekonomik
kuram pazarı dengede tutmak için mekanik çözümlerle uğraşmanın
ötesine geçememiştir. Gene İngiliz (sonra Baron) John Maynard
Keynes’in (1883-1946) getirdiği yenilikler de bu sınırları aşamadı.
Ünlü fizikçiler A. Einstein ve L.
Infeld “Fiziğin Evrimi” adlı kitaplarında yalnız fizik için değil,
tüm bilimler, bu arada toplumsal bilimler için de geçerli kuralın
altını şu yaklaşımla çizdiler: Bilimde önemli olan, ilk hareket
noktasının ortaya nasıl konduğu, düşünmeye neyin nasıl ileri
sürülmesiyle başlandığıdır. Konuyu daha başında eksik ya da yanlış
oturtunca, bu başlangıcı izleyen yöntem rakamsal ve matematiksel
olsa bile, sonuç gene temelde yanıltıcı olur.
Başka bir deyişle, sorunu daha başında
doğru yerleştirmeyen çok sayıda konuşma ve yayın var. Bunların
kimileri rakamlara dayalı olabilir; giderek yer yer güzel de ifade
edilebilir. Üstelik, birçoğu eleştirici gözle de yaklaşıyor, bu
arada, önemli bölümü çevre ülkelerindeki gelişmemişliği konu
ediniyorlar. Ama son çözümlemede, eleştirilere doğru yolu sağlayacak
bütüncül çerçeveyi çizmedikleri sürece, istenmeden yapılsa bile
zaman tüketici, oyalayıcı ve yararsız olmanın ötesine
geçemeyeceklerdir.
Nedeni temel hastalığın bir, iki
göstergesinde yoğunlaşmış olmalarıdır. Bunlar :
- Nüfusun çok hızlı artması,
- Sermayenin yetersiz
kalışı,
- Ancak çok az sayıda
girişimcinin bulunuşu,
- Yabancı sermaye girişinin
kısıtlı oluşu ya da
- Ülkenin şu ya da bu örgüte
giremeyişi gibi göstergelerdir.
Sonuçta, önerilen düzeltmeler de temel
nedenler yerine aynı göstergelerle ilgili olabilir.
Bazı düşünürlerin ileri sürdüklerinin
aksine, toplum bilimcilerin tümünün araştırmalarının kendilerini
alıp götürecekleri noktaya ulaşmakta özgür olduklarını savunmak
inandırıcı değildir. Unutmamalı ki, onların entelektüel ufku da
tutucu toplumsal sınıfla, yani ileri sermayeci ülkelerdeki tekelci
sermaye ile ona bağımlı orta sınıfta egemen yerleşmiş inançların
saptadığı dar çerçeveyle sınırlıdır.
İşte, bu sınırlamanın da, rasgele ve
yanlış kullanılan bir deyimle, kendine göre bir ‘akılcılığı’ vardır.
Ama bu yöntem ‘Pazar yeri akılcılığı’dır, yalnızca.
Geleneksel yöntemlerle işleyen pazarda
genel büyümenin altını çizerken, nüfusun önemli bölümünün aç ve
sağlık ya da eğitim hizmetlerinden yoksun kalışı, ayrıca bu durumun
temelden değiştirilmesi onların dikkatlerini yeterince çekmez.
Emperyalizmin Ağırlığı
Bu oluşumla bağlantılı olarak,
ekonomik ve toplumsal geriliğin bazı kök nedenleri de vardır. Genel
çerçeveyi anlamamıza yardımcı olan kimi yazarların yapıtlarında bu
nedenlerin ana tanımı şu sözcükle aydınlığa çıkar: Emperyalizm. Bu
son sözü edilenin oluşumu ve gelişmesi de bir hayli geç ele
alınmıştır.
Hobson, Hilferding, Lenin ve Magdoff
bu konuda herhalde kilometre taşlarıdır. Ama gene de, emperyalizmi
teorik olarak baştan sona ve bugünü de içerir biçimde anlatan
kapsamlı bir inceleme yoktur.
Marksçı olmayan İngiliz Hobson,
emperyalizmi ticaretten çok Batıdaki ‘korumacı’ (protectionist)
aşamaya ve böylece sömürgeciliğe bağlayarak eşit olmayan
antlaşmalarla ‘açık kapı’ siyasetinin bu oluşuma yardımcı olduğunu
belirtirken, emperyalizmin zenginliğin içte daha yaygın
bölüşülmesiyle ortadan kalkacağını savunmaktadır.
Sermayenin toplanma ve merkezileşme
eğilimi üstünde yoğunlaşan Hilferding sonunda tek bir kartelin
kalacağı inancındaydı.
Lenin ise sermayenin tekelci dönemiyle
emperyalizm arasındaki bağı gösterme amacını güdüyordu.
Tüm bu yayınlara karşın emperyalizmi
başından bugüne, son değişimlerini de içine alarak anlatan teorik
bir uzun inceleme henüz yoktur.
Emperyalist güç, çevre ülkelerinde
genelde feodallerle işbirliğine yönelik ticaret sermayesi
sahiplerini destekleyip yerli endüstri kapitalizmini boğmuş ve
bağımsız bir orta sınıfın gelişmesini önlemiştir. Osmanlı
İmparatorluğu böyle bir uygulamanın kurbanı olmuştu. Bundan doğan
sonuç, dışa bağımlı ve varlıklı küçük bir grupla devletin özel
ayrıcalıklar tanıdığı tekelci çevreler ve büyük toprak ağalarının
kendi aralarında kurdukları işbirliğinin denetiminde bir düzen oldu.
Böyle bir yapı yavaş, adil olmayan ve dengesiz bir büyüme getirir.
Yan etkileri kaynakların savrukça harcanması, yönetimde çürümüşlük,
nüfus artışı ve çeşitli orantısızlıklardır.
Çok açıktır ki, kendi el emeğiyle
geçinen birinin, yani sıradan bir işçinin en varlıklı kişinin yıllık
kazancını eşitlemek için 100.000 yıla yakın çalışması gerekliyse, bu
işleyiş biçiminde düzeltilmesi gereken büyük bir çarpıklık vardır.
Sözü edilen bu rakam gelişigüzel uydurulmuş değildir. Sermayeci
düzende, özellikle ilerlemiş kapitalist ülkelerde asgari ücret ya da
saat başına ödenen ücretten hareketle en fazla kazanan işverenin
yıllık geliri orantılara vurulduğunda, ortaya böyle bir hesap
çelişkisi çıkmaktadır.
Temel sorun ve ondan doğan yan
sorunları aşmanın yolu köklü ve ileriye uzantılı altyapı
değişikliğinden geçer. Önce, yabancı bir devletin ya da devletler
grubunun doğrudan denetiminden kurtulmak gerekir. Bu başarı siyasal
bağımsızlıkla olur. Ne var ki, siyasal bağımsızlık emperyalizmin
etkisini özdevimli (otomatik) olarak yok etmez. Ülkenin ekonomik
yapısında ve sermayeci merkezin yatırım dokusunda değişmeler olmazsa,
bağımlılık sürecektir. Emperyalist gücün, siyasal bağımsızlıktan
sonra da, dolaylı ya da kendi deyimiyle ‘demokratik’ denetimi pekala
söz konusu olabilir. Bu denetim günümüzde, bir olasılıktan da öte,
yaygınlaşmakta ve derinleşmektedir.
Emperyalizmin geçen yüzyıllarda ‘beyaz
adamın sorumluluğu’ (the white man’s burden) ya da ‘uygarlaştırma’
(la civilisation progressive) gibi aldatmacalarının yerini bugün
‘demokrasiyi kurma’ (The introduction of democracy) ve ‘kalkınma’
(development) sağlama benzeri sözcükler almıştır. Bu yolda yapılan
önerilerin, baskıların ve müdahalelerin ardındaki anlatım, hele
‘akılcılık’ savı çevre toplumlarının gelişmelerini yavaşlatma,
denetleme ve kendine bağımlı duruma getirme yönteminin adıdır.
Batı Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar
uygarlığın en yükseğini kendilerinin simgelediğini ileri sürerler.
Eski Yunanlılar gibi kimi İlk Çağ halkları da kendilerini o
dönemlerin uygar toplumları saymışlarsa da, bugünkü Batılılar,
onların doğrudan ya da dolaylı mirasçıları olma hakkını, gene kendi
savlarınca, herkesten fazla kazanmışlardır. Bu çevrenin anlayışına
bakılırsa, uygarlığın ölçüleri teknolojik ilerleme, üretimin artması
ve yüksek yaşam düzeyidir. Örneğin, bu çevrelerin sözcüsü durumunda
olan Samuel P. Huntington’a göre, Batı uygarlığı evrensel, ötekiler
yalnızca bölgeseldir.
Eski tip sömürgeciliğin yeryüzü
çapında gerilediği bir gerçektir. Ancak, Avrupa ile Kuzey Afrika’da
Alman Nazizmi ile İtalyan Faşizminin, Büyük okyanus ve kıyılarında
Japon militarizminin yenilgilerine karşın, emperyalizm ayakta kalmış,
giderek kendini yenilemiş, yeni yayılma yolları bulmuştur.
Bu nedenledir ki, (Batı kapitalizmi ve
Sovyet blokundan sonra) “Üçüncü Dünya” diye de adlanan yeni siyasal
bağımsız ülkeler ne yer yer şevkle giriştikleri değişim
programlarını, ne de tüm yeryüzünde umut bağladıkları “Yeni
Uluslararası Ekonomik Düzen”i gerçekleştirebildiler. İki
başarısızlık da temelden birbirine bağlıdır. Üçüncü Dünya’nın
sayıları yüzü aşan üye devletleri ortak programlarda birleştiler.
Büyük çoğunluğu ‘merkez’ ile ‘çevre’ arasında temel bir çıkar
çatışmasının farkına da vardı. Bu tanı emperyalizmin ne olduğunu ve
Üçüncü Dünya için ne gibi sonuçlar doğurduğunu anlama açısından son
derece önemli bir ileri adımdı. Bu adımın bilincinde olarak,
gelişmemiş dünya, yani Asya-Afrika-Latin Amerika halkları için yeni
bir ekonomik düzen umudunu da bir süre yaşattılar. Ancak, ne kendi
kalkınmaları ne de onların özlemlerine yer veren yeni dünya düzeni
emperyalizm var oldukça gerçekleşmeyecekti.
Üçüncü Dünya'nın
Sınırlı Başarıları
Gerçi, bu eski sömürgeler siyasal
bağımsızlığı elde etmekle emperyalizmin kalıntılarının kendiliğinden
ortadan kalkmayacağının bilincine varmada fazla gecikmemişlerdi.
Üçüncü Dünya’dan, başka bir deyişle,
“Bağlantısız” ülkelerden gelenler emperyalist uygulamayı eleştirip
onda değişiklikler istedilerse de, emperyalist merkezden anlamlı
ödünler gelmedi ve merkez çevrenin isteklerine kulaklarını tıkadı.
Bu arada, çevre ülkelerinin birtakım başarıları da oldu.
Örneğin, Birleşmiş Milletler’in genel
kurulunda, hele Doğu Bloku üyeleriyle birlikte hareket
edebildiklerinde, bu kuruldan (BM antlaşma metni gereği) ‘tavsiye’
niteliğinde, yani hukuken bağlayıcı gücü olmayan kararlar
çıkarabildi. Ya da, petrolü olan ülkelerin örgütü OPEC 1973’te
fiyatları ilk kez büyük ölçüde artırabildi. Bundan da bir yıl sonra,
1974’te BM Genel Kurulu “Yeni Ekonomik Düzen Kurulması İçin Bildiri
ve eylem Programı” kabul etti. Buna göre, eşitsizlikler düzeltilecek
ve “gelişmiş ülkelerle gelişmekte olanlar arasında gittikçe
genişleyen uçurum ortadan kaldırılacak”tı. Buna ek olarak,
“Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Şartı” da resmen kabul
edildi.
Üçüncü Dünya’nın başarı gündeminde
bunların dışında sözünü etmeye değer kazançlar yoktur.
Emperyalist merkez, çevreye karşı bir
sabotaj siyaseti uyguluyordu. Önce, UNCTAD ve BM kararlarına
karşıydı ve bunların yaşama geçirilmelerini engelledi. İkinci olarak,
kendi karşıt önerilerde bulundu; bunların ereği de çevre
ekonomilerini avuca daha iyi alma, yani kaynakları ele daha güvenli
biçimde geçirme amacını güdüyordu.
Üçüncü Dünya emperyalist merkezin
kendinden hangi ürünü ne ölçüde almak istediğine bağlı kalmanın ötesine
geçemedi. O denli ki, ekonomik yaşamını eskisi gibi sürdürebilmek
için bu satışın koşullarına razı olmak zorundaydı. Başarı şansı bu
dar çerçevede bir hayli azdı. Üçüncü Dünya’nın pazarlık gücü söz
konusu değildi. Emperyalist merkezin vermekte beis görmediği ödünü
yeterli saymak zorundaydı.
Daha önemlisi, Üçüncü Dünya ABD, Batı
Avrupa ve Japonya gibi gelişmiş sermayeci ülkelerin gelişme sürecini
izlemedi. Gerçekte, iki grup toplumun, yani merkez ve çevre
ülkelerinin gelişme çizgisi birbirine benzememekle kalmıyor, karşıt
iki biçim de oluşturuyordu. Kısaca, merkez ülkelerindeki endüstri
Devrimi’nden önce tarımda da bir devrim olmuş, dönemsel kıtlıklar
yok edilmiş, artan gıda ürünleri pazarı genişletmiş ve tüketim
malları çoğalmıştı. Endüstri Devrimi’ni hazırlayan bu oluşum yerli
teknolojik ilerlemeleri de birlikte getirmiş, o toplumlarda çok
sayıda türetmen (mucit), teknisyen ve zanaatkar yetişmişti. Böylece,
uluslararası düzeyde ortaya az sayıda bir sermayeci ülkeler grubu ve
bir de çok sayıda çevre toplumları çıkıyordu.
Bu ikinciler, Çin gibi birkaçı dışında,
bir tarım devriminden uzun süre geçmediler. Üçüncü Dünya’da bugün de
büyük toprak sahipleri, faizciler ve tüccarın egemen olduğu düzen
yaygın biçimde sürüp gitmektedir. Çevredeki yerle kaynakların
dışsatıma yönelmesi iç talebi bir ölçüde karşılasa ve dövizin
yabancılardan alımla dışa akmasını önlese de, iç tüketim daha çok
lükse dönük küçük bir azınlığı doyurmakta, çevrenin dış borçları da
azalmamakta ve ekonomiyi ayrıca bağımlı kılan biçimde büyümektedir.
Moratoryum denen dış borcu erteleme benzeri ‘çözümler’ geçici
niteliktedir.
Merkez ülkelerinin endüstrel
ürünleriyle rekabet etmek zorunda kalan çevre ürünleri maliyeti
düşük tutmak için işçi ücretlerini kısma yollarına sapmak
zorundadırlar. Böylesine bir daralma iç tüketimi ve iç pazarı da
ufaltmaktadır. Çevre ülkeleri olumsuz koşullarda yabancı yatırım ve
yeni borçlanmalar yoluyla geçici rahatlama arayışları içindedirler.
Gerçek çözüm emperyalist merkezin
buyurduğu değişikliklerden değil, emperyalist merkezle kurulmuş
doğrudan ya da dolaylı bağları koparmaktan geçer. Düzeni
değiştirecek olan, çevre ülkelerindeki dengesiz ve adalet-dışı
siyasal ve ekonomik gidişten zarar görenlerdir. Zarar görenlerin
belkemiği büyük halk yığınlarından başkası olamaz. Onların birkaç
yılda bir kez oy vermekle yetinmeyip, yönetim biçimine gerçekten
demokratik nitelik kazandırır biçimde, iktidara aday, seçici, karar
verici, uygulayıcı ve denetleyici olarak ağırlıklarını koymaları
uluslararası düzeydeki dengesizliğin de ağıkıranı, yani panzehiridir.
Bu konuyu Alman oyun yazarı ve ozanı Bertolt Brecht’in (1898-1956)
eski bazı sözlerini biraz değiştirerek kapayalım:
“Ey yabancı komutan, tankın ve savaş
uçakların gerçekten heybetli makinalar. Koca ormanı haritadan
siliyor, yüzlerce kişiyi ezip geçiyor, yapıları yerlebir ediyor.
Fakat temel bir zaafı var: İçinde kendiliğinden bir sürücüsü yok. Bu
gidişle, ya bir gün sürecek kişiyi de bulamazsan!”
Çözüm yolunun başında insanın
emperyalizmin buyruğundan çıkması yer alır.
Kaynak
- ‘Aydın’ Kime
Demeli?, Türkkaya ATAÖV, Türkiye Bilimler Akademisi
- Derleyen:
Halil Yıldırım,
www.oguzoktay.com
-
[1] Francis Fukuyama, “The End of History?” The National
Interest