Günümüzde bilgi ve teknoloji ve buna bağlı olarak olanaklar düne göre oldukça gelişti, yaygınlaştı. Artık bilgiye ulaşmak son derece kolay hale geldi. Halk kütüphaneleri, üniversite araştırma merkezlerine, ihtisas kütüphanelerine kadar her yer bilgiye aç insanların hizmetinde; ancak kütüphanenin salonlarını üniversiteye hazırlananlarla sınavlara çalışan öğrenciler dolduruyor. Öğrenci yorgun, bezgin, isteksiz; öğretici ve aileler okumanın sadece “ boş zamanlarda” yapılacağı gibi bir düşünceye sahip.
Oysa dönüp geriye baktığımızda savaştan harap çıkmış Anadolu insanı bulabildiği her imkanı değerlendirmeye çalışmış, aydınlanma yolunda önemli aşama kaydetmiştir. Böylece “ bilgisizliğin ve bilgisizlik sonucu olarak yoksulluğun kalın çemberini kıracak tılsım “ olarak bu okullar çocukların Socrates, Shakespeare, Goethe, Balzac, Gogol, Eflatun, Montaigne, Victor Hugo, Dostoyevski, Chow, Oscar Wilde gibi edebiyatçıları okuyup tartıştıkları “laf ezberleme yerleri” olmayan bilim yuvalarına dönüşmüştür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında dönemin Milli E ğitim Bakanı Mustafa Necati’nin Kırşehir Valisine telgraf çekerek” Şehrinize öğretmen gönderiyorum. Onu karşılayınız.” direktifi göz önüne alınacak olursa okul, eğitim ve öğretmene verilen değer daha iyi anlaşılır.
Bu konuda en çarpıcı örneklerden birisi Balıkesir yakınlarında yaşanır. 1941yılında ve İkinci Dünya Savaşının en şiddetli yaşandığı bir süreçte Ege Bölgesinde, Balıkesir yakınlarında denetlemeler de bulunan dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü dönüş yolunda karşılaştığı fakir bir köylü çocuğunu durdurur. Çocuğun kıyafeti ve ayağındaki çarık onun ekonomik durumunu zaten yeterince göstermektedir. İsmet İnönü çocuğa yaklaşır ve elinde taşıdığı azık torbasında ne olduğunu sorar. Çocuk torbasını açar ve gösterir. Torbadan çıkanlar bir parça köy peyniri, bayatlamaya yüz tutmuş ekmek, soğan ve zeytinin yanında Milli Eğitim Bakanlığı klasiklerinden olan Sophocles’in Antigone’dur. Çocuk babasının yol parası olarak verdiği harçlığı kitaba yatırmış ve 12 kilometrelik yolu yürümeyi tercih etmiştir. Bunun üzerine İnönü yanındaki Genelkurmay Başkanı Abdurrahman Nafiz Gürman’a dönerek “ Ekmeğin yanında kitap. Ne zaman yurttaşımız ekmekle kitabı bir tutabilecek düzeye ulaşırsa Türkiye o zaman gerçekten kurtulacaktır. ” der.
Aynı şekilde Türk yazın ve kültür dünyasının büyük ustalarından Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun 1940’lı yıllarda Hasanoğlan’da karşılaştığı bir olay da okuma aşkının her şart altında nasıl yaşandığını gözler önüne serer. Gecenin bir yarısı olmuştur ve Bedri Rahmi ahırdan bir ışık huzmesi geldiğini görür. Merak eder ve yaklaşır:
“ Okulun kocabaş hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde bir kitap vardı, dalmıştı. William Shakespeare okuyordu. Okuduklarını nasıl kavradıklarını da ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.” 13-15 yaşında fakir bir köylü çoçuğunun bu kadar olumsuz şartlarda dünya tragedyasının usta yazarı Shakespeare’i okuması inanılır gibi değil ama gerçek. ”
9 Eylül 1922 sonrasında başlatılan bu süreç kültür emperyalizmi, boş vermişlik ve hayatımızı zehirleyen televizyon denen alet yüzünden yazıktır ki sürekliliğini sağlayamamıştır. Güzel ülkemiz çuval çuval kitapların yakıldığı, buldozerlerle toprağa gömüldüğü darbe günlerini görmüştür...
Hasanoğlan Hatırası’ndan alıntı,
Mustafa Güneri
Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda yapı sanat kolu başkanlığını üstlenerek 1941-51 döneminde bu görevi sürdüren eğitimci Mustafa Güneri, fotoğraf makinesini elinden hiç düşürmedi. Bu eğitim kurumunun, öğrencilerinin ve öğretmenlerinin emeğiyle bozkırda yoktan var edilişinin ve gelişmesinin her aşamasını görüntüledi. Özlü biçimde yazdığı tanıklıkları ve 300’ü aşkın fotoğrafı, yetmiş yıl öncesinin bu eşsiz tecrübesini, bütün heyecanıyla günümüze yansıtıyor.