25 Kasım 2021

Görmek bir dünyayı bir kum taneceğinde VE bir cenneti yabanıl bir çiçekte Sığdırıver o hâlde avucunun içine sınırsızlığı VE dahi bir tek ânın içine sonsuzluğu

To see a World in a Grain of Sandz
And a Heaven in a Wild Flowerz
Hold Infinity in the palm of your hand
And Eternity in an Hour 

 
Görmek bir dünyayı bir kum taneceğinde
VE bir cenneti yabanıl bir çiçekte
ğdırıver o hâlde avucunun içine sınırsızlığı
VE dahi bir tek ânın içine sonsuzluğu 

 

24 Kasım 2021

Tüm Öğretmenlerimizin "Öğretmenler Günü" Kutlu Olsun!

Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.

Okul sayesinde, okulun vereceği ilim ve fen sayesindedir ki, Türk milleti, Türk sanatı, Türk iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyeti bütün güzellikleriyle gelişir.

Gerçek kurtuluş ancak cehaletin ortadan kaldırılmasıyla olur. Cehalet kaldırılmadıkça toplum yerinde kalıyor demektir, yerinde duran bir şey ise geriye gidiyor demektir.

Bir millet savaş meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin o zaferlerin kalıca sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuyla mümkündür.

Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden yoksun bir millet, henüz millet namını almak istidanı keşfetmemiştir.

 

22 Kasım 2021

Tekliğin Türküsü Sevgi Soysal, İpek Şahbenderoğlu (Derleyen), Funda Soysal (Derleyen)

 Tekliğin Türküsü, Sevgi Soysal’ın kitaplarına girmemiş hikâye, çeviri, eleştiri yazısı gibi edebi metinleriyle kendisiyle yapılmış söyleşi ve soruşturmalardan oluşuyor. Bu farklı türdeki metinler arasında bütünlük ve devamlılık kurmak başta zor gibi görünse de, dikkatli bir okumayla, bu yazıları Sevgi Soysal’ın bir tür edebi biyografisi gibi değerlendirmek mümkün. Okur, kitap boyunca yazarın ilham kaynaklarına, etkilendiği sanatçı ve düşünürlere, imge dünyasının oluşumuna şahit oluyor, böylece onun eşsiz birikiminin ve etkisi bugüne dek uzanan eserlerinin ortaya çıkış sürecini izleyebiliyor.

Genç yaşından itibaren Ankara’nın 1960’lardaki canlı edebiyat dünyasının içinde çevirileri ve öyküleriyle yer alan Sevgi Soysal, ilk kitabı Tutkulu Perçem’i 1962 yılında yayımladı. 12 Mart’ın ardından uzaklaştırılmasına değin TRT Ankara Radyosu’nda program uzmanı olarak çalıştı. Radyo için yazdığı öyküleri kitaplaştırdığı Tante Rosa (1968) farklı üslubuyla edebiyat çevrelerini şaşırttı. Çocukluktan itibaren biçimlenen yönleriyle kadın-erkek ilişkilerini işlediği ilk romanı Yürümek’le (1970) TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı. 1973’te yayımlanan Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, 12 Mart ile bastırılmaya çalışılan gençlik hareketi ile Ankara’nın gündelik yaşamını devrilen bir kavağın etrafında kesiştirmesiyle büyük ilgi gördü ve 1974 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı. Adana’da sürgünde bulunan bir kadının gözünden 12 Mart’ı eleştirdiği romanı Şafak, 1975’te yayımlandı. Önce Politika gazetesinde tefrika olarak yayımlanan cezaevi anıları, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu adıyla kitaplaştırıldı (1976). 1968 ile 1976 yılları arasında yazdığı öykülerini Barış Adlı Çocuk (1976) kitabında bir araya getirdi. Bu kitaptaki “Bir Ağaç Gibi” adlı öyküsüne de yansıttığı hastalığı nedeniyle, son romanı Hoş Geldin Ölüm’ü tamamlayamadan, 22 Kasım 1976’da hayatını kaybetti. Politika, Yeni Ortam ve Yenigün gazetelerinde yazdığı yazılar, Bakmak (1977) ve Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri (2014) adlı kitaplarda toplandı. Londra’dayken BBC Türkçe Servisi için yazdığı konuşmalar Radyo Sohbetleri (2005) ve TRT’de çalışırken kaleme aldığı radyo oyunları Venüslü Kadınların Serüvenleri (2017) adıyla  kitaplaştırıldı.


Üç Nokta Bir de Noktalı Virgül

Birinci Koşut

En sevdiği böcekleri doldurmuştu şişenin içine. En seçtiği böcekler. Onları bir araya getirmek ne denli zor olmuştu. İşte doldurmuştu ama onları bir şişenin içine. Artık toplaması, bir araya getirmesi bitmişti. En sevilen böceklerin toplanıp bir seyir şişesinin içine doldurulması belki güzel bir bitimdir ya da güzel bir başlangıç – öyle sanmıştı. Oysa onlar, o bir araya getirdiği en sevdikleri, bu seçimden hoşnut değildiler. Yenişip duruyorlardı şişenin içinde. Her biri, herhangi birinin yok oluşu için buradaydı sanki. Yenişip duruyorlardı bir ölüme. Onları birlikte istemişti oysa. Onları tek tek birlikte olsunlar diye seçmişti. Birini, herhangi birini nasıl olsa bulurdu, ama hepsini, hepsini bir arada? Olmuştu işte. Şişenin içindeydiler tümü. Bir yok ediş, bir kanlı savaş için yapmamıştı bunu ama. Yapmadığını sanmıştı. Sonuç değişmezdi yine de. Sonuç tekti: En sevdiği böcekler bir savaş için şişedeydiler, tümünün ölümü olan bir savaş için vardılar. Birinin ya da herhangi birinin geriye kalması olmayan bir savaş için. Hep aynı güçteydiler – her biri hem öldürüp hem de ölebilecek güçteydiler – nedense en sevdiği böcekler hep aynı güçteydiler – bir birlik ölümün birlik gücünde. Ama uzun süreler geçecekti bu savaşla. Bu çok üzünçlü seyirler olacaktı ona. O yitirmişti beklemelerini. O yitirmişti başlamalarını. En sevdiği böcekleri toplarken yitirmişti bir şeylerini. Bir seyre hazırlamıştı kendini – nasıl olacağını belki bilemediği,ama yine de bildiği, bu şişenin savaşına benzemediğini bildiği bir seyre. Bir yere varmıştı. Bu şişeye varmıştı. Böceklerin savaşı saçmalığını mı söylüyordu varmanın? Varmaların başlamalarla uyumsuzluğunu mu? Artık varmaların dışında kaldığını mı? Artık bir şeyleri bir araya getirmenin, yeni seçmeler yapmanın anlamsızlığını mı?

Bir önceye almak, bir karışmak duygusuydu en son. Bu en sevilenlerin, en beklenmedik davranışına karışmaktı. Bu nasıl olsa gelecek bitimi kendi yapmaktı. Son çabasıydı. O çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde topladığı, o çok sürelerde bir araya getirdiği en sevdiği böceklerin seçilmiş şişesini böyle kırıverdi işte, böcekleri ayakları altında böyle eziverdi işte.

İkinci Koşut

Dokuz oda. Bir adam ve dokuz oda. Adam biliyordu dokuz odası olduğunu. Birdenbire değil tabii. Sırayla bitmişti odaları. Odaları, odaların verebileceği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri tek tek yaşamıştı. Odalar vardı; o vardı; o odaları biliyordu; odaları bitirmişti; oysa odaları, odaların verebildiği, odaların kapsadığı ve kapsamadığı şeyleri yeniden ve yeniden yaşamaya en azından zorunluydu. Odalar var dedik, bir de adam var dedik, şimdi odaların yaşamı olsun da adamın olmasın mı? Bir de kendi vardı: Odaların yaşamı dışında kendi yaşamı. Bir uyumsuzluk olduğu bu iki yaşam arasında açık; bence açık, sizce? Sizce de açık. On odası olsa iyiydi bakın. On odası olsaydı tamamdı. Bir odalık yaşamı artıyordu işte – bildik mi? Bildik. Birisi, kim olduğunu ne onun, ne de bizim bildiğimiz birisi, salakça bir hata yapmıştı. Ufak bir sayı hatası. Kim olduğunu ne onun ne de bizim bildiğimizden olacak, suçlanamayan birisi bir sayı hatası yapmıştı. İşte adam, “On oda olsaydı, on oda olsaydı,” diye diye ve belki de bizim böyle dememizi duya duya, on odası olduğuna, tabii önce olması gerektiğine, sonra da olduğuna inanıverdi. Bir gün onuncu odayı varsaydı. Başka bir gün onuncu odayı vargördü. Bu sevincin çılgınlığıyla o ah! Nasıl da usandığı dokuz odaya işedi önce. Sonra açtı onuncu odanın olmayan kapısını. Güzel olabilirdi! El çırptık, güzel olabilirdi.


Ama olmayan bir oda olsun mu şimdi? Elbette adam boşluğa – onuncu odanın yokluğuna düştü.

Üçüncü Koşut

Biri baktı ki hayvanlar gülmüyor, hemen düşündü ve dedi ki: Gülmek doğal bir davranış değildir. Ah nasıl da inanıyordu doğaya! Ey nasıl da tapıyordu doğaya! İnsanların doğaya aykırı gülmelerini yok etmek onun işiydi artık. Onları bu gülmelerden arıtmak elbette onun işiydi. Bütün gülmeleri insanlarından toplamak çok yorucu oldu doğrusu. Bu hiç de kolay olmadı bakın. O yaptı bunu. Bir tanrı saydığı için kendini, bir şeye tapan ilk Tanrı saydığı için kendini, yapabildi bu işi galiba. Sonra bitti gülmeler. Doğa burada karıştı işe. Bu tapmayı tanrılığa vardıran adama kızan doğa, hayvansal yani doğasal bir gülüş veriverdi insanlara. Aykırı gülmelerinden arınan insanlara özünden kopardığı hayvansal gülmeleri verdi. Biri döndü, biri baktı. Baktı her şeyler tam doğal, her şeyler tam hayvansal, bir keyiflendi bir keyiflendi;bir gülme geldi içinden, bir gülme geldi içinden – o an işte,o an kendi gülmesi olmadığını anladı. “Ey taptığı, ey inandığı Tanrı! Ey doğa! Bana oyun oynadın sen! Bir ben kaldım doğaya aykırı! Hani benim tapmalarım? Hani benim tapma tanrılığım? Aşkolsun sana!” diye ağlayarak biri sırtını döndü doğaya küskün.


Dördüncü Koşut

Üç deli noktayı bastırdılar hemen. Ben akıllıyım. Noktalı virgülü bilirim ben. Bilirim ama söylemem. Onlara da söylemedim işte. Hah hah hay! Onlara söylemedim işte!


Aldous Huxley "“Ben ağaçların hepsini severim, ama zeytin ağacı bir başka. Her şeyden önce onun simgeledikleri: yapraklarıyla barış, altın sarısıyla mutluluk”


 
 
Aldous Huxley; The Olive Tree
 

Ataol Behramoğlu - Bir ülke nedir?

 

Bir ülke nedir diye sordum
Düş kuranın birine
Ülke düşlerdir dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Kırda açan çiçeğe
Ülke kokumdur dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Gökte uçan şahine
Ülke avımdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Yerde sürünen yılana
Ülke yuvamdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Cebi dolu birine
Ülke paramdır dedi
Gerisinden bana ne

Bir ülke nedir diye sordum
Cebi delik birine
Şöyle bir süzdü beni
Dedi ki git işine

1983

 

19 Kasım 2021

Enver Gökçe "Sanat ve Sanatçı Üzerine"

 

Bugün şairi ve şiiri eski anlayış ve tariflerin çerçevesinden kurtarmak zamanı gelmiştir. Bir sanatçıyı -insanlığını inkâr demek olan- sosyal realiteden tecrit edip, onu "buud-u mücerrette (soyut boyutta)" bir yaratık saymak ve sanatçının yarattığı eserleri "ilahi bir marifet, bir ihsan, bir dad-ı hak (yaratılış özelliği)" telakki etmek, belirli bir sosyal topluluğun görüşlerini yaymaktan başka bir şey değildir.

Tabiatı ve cemiyeti bir realite olarak almayan, tabiat ve cemiyet hadiselerini, insan ve akıl üstü izahlarla, mantık dışı endişelerle kavramaya çalışan bir felsefe anlayışı sanat ve entellektüel hayatımıza adamakıllı işlemiştir. Kafaları bu pisliklerden kurtarmak ve her şeyden evvel bir insan olan, tabiata ve cemiyete sımsıkı bağlı bulunan sanatçının sosyal varlığını ortaya koymak lazımdır.

Sanatçıyı sosyal problemlerin, halk hayatının, sosyal davaların dışında görenler menfaatleri icabı, rahata alışık olanlardır; sosyal terakkinin (ilerlemenin/gelişmenin) hızlandırılmasından korkanlardır; taşlaşmış, yosun tutmuş değerleri muhafaza etmek isteyenlerdir; mariz (hasta) melankoliklerdir. Oysaki hayat bütün hareketi, aktivitesi, ileri atılışlarıyla diri, canlı ve değişiktir. Hayat dinamizmine can katan, yaşamayı öven, kötülükleri protesto eden, insanlığımızı yükselten sanatçılardan huylananlar, onları fildişi kulede tutmak istiyorlarsa, korktukları içindir.

Ressam olsun, müzisyen, aktör, romancı, şair olsun, genel olarak ortaklaşa bir işçilikleri vardır. Renkle, sesle, kelimelerle, artistik-sosyal bir dünya kuruyorlar. Hayatımızı yazmış-çizmiş oluyorlar. Bir heykele dokunmak istemişizdir, bir bakış bizi kılıç gibi bölmüştür. Bir çift sözle yumrukları sıkmış veya ağlamaktan yığılıp kalmışızdır. Çırılçıplak bir bozkır manzarasında belki ölüm, belki yaşam arzusu duymuşuzdur. Bir tablonun, bir resmin, bir şiirin, bir bestenin bize ettikleri böyle şeylerdir. Sanatçı yaşadıklarımızı bize yaşatıyor, düşündüklerimizi bize düşündürüyor. Sanatkâr kişi, bizi, en güzel, en çirkin, en unutulmaz şekilde, en dokunaklı, en reel şekilde hikâye ediyor; insanoğlunun hayatı, macerası, esprisi yaşatılıyor; santçı yaşadığımızı doğruluyor.

İnsan nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sanatçı bizi düşündürmüşse, öyle yaşamıştır. Ve bizleri de o türlü bir yaşayışa ve düşünceye çağırıyor.

İnsan yaşayışının mahiyeti ve sanat eserlerinin ortak özelliği budur.

İnsanoğlu ise, sosyal terakkinin çeşitli konaklarında bir başaka türlü yaşamış, bir başka türlü düşünmüştür. İstihsal (üretim) araçlarının, teknolojinin her değişmesinde yeni bir cemiyet nizamı (toplum düzeni) ortaya çıkmış ve bu cemiyet tipine uygun düşen bir düşünce tarzı meydana gelmiştir. Her sant eseri devrin sosyal-ekonomik şartlarına uygun bir muhteva (içerik) ve estetik anlayışı yaratmıştır.

Asrımızın cemiyet tipi, bölümlü bir cemiyet tipidir; mütecanis (homojen) olmayan, sosyal grup ve zümrelerin (katmanların/tabakaların) çatışmalar içinde geliştiği ve bu sosyal grup ve zümre çatışmalarının gittikçe keskinleştiği bir cemiyet tipidir. Bu cemiyetin fikir ve aksiyon realitesi, zıddiyetler taşımaktadır. Bundan dolayı, bu tip cemiyetin temayüllerinin (eğilimlerinin) çeşitli yönlerde dal budak salması mevcut sosyal-ekonomik şartların bir neticesidir.

Bugünkü genç Türk şiiri, asırlardan beri sürüp gelen eski şiirimizin son kalıntılarıyla yan yana. Fakat eski şiiri saf harici ede ede (dışlayarak) inkişaf ediyor (gelişiyor). Bizim, artık insana tövbe dedirttiren ve altı asır süren bir klasik şiirimiz vardır. Kendi şartları içinde büyük söz üstatları da yetiştiren bu cansız, insansız ve mücerret (soyut) olan şiirimizden kurtulmak için bir asırlık bir fikir ve sanat yolu da zorla katedilmiştir (geçilmiştir). İdealizm ve idealizmin klasik şark edebiyatında önemli bir unsur olan "tecritçilik (soyutlama)" bizim halk edebiyatımıza ve yeni edebiyatımıza dahi adamakıllı damgasını vurmuştur.

Tanzimat'tan bugüne kadar olan fikir ve sanat hayatımızdaki gelişmeler ve yenilikler inkâr edilmez. Bunula beraber yeni bir Türk şiiri ve romanı vs. ancak demokratik cumhuriyet inkılabından sonra tabii mecrasına yönelebilmiştir. Bugün Türk şiirinde ve şairleri arasında eski sanat kıymetleri ile yetişenler, hâlâ eskiyi terennüm edenler (sessizce tekrarlayanlar), hâlâ "asil ve mümtaz (seçkin)" sayılan, enfüsi (öznel), ferdiyetçi (bireyci) mırıltılarla kalem çalanlar vardır.

Bugün şiirimizde halk davalarına karışan, sosyal hayata saçının her teliyle bağlı santçılarımız vardır.

Bugün şiirimizde eski söyleyişi, eski dünya görüşünü atan, hayata bilfiil iştirak eden sanatçılarımız, hümanist kültürü, insanlığın daha iyi bir geleceğe olan imanını haykıran şairlerimiz vardır.

Bugün hâlâ fikir ve sanat hayatımızda önemli mevkileri ve imkanları olan sosyal mürteciler (gericiler) ve sahte sanatçılar vardır.

Fakat, her şeye rağmen genç Türk şairleri inkılapçı bir sanat anlayışına varmışlardır. Şiir gökten yere inmiş, sokağa, "agora"ya çıkmıştır. Günlük hayat, müşahhas (somut) olan hayat, sosyal hayat, ızdırap hayatı, ümit bağlanan şeylerin hayatı genç şairlerimizin yeni ilham kaynaklarıdır. Genç şairlerimizin çoğu, halkçı, demokratik bir muhteva (içerik) ile beraber yeni bir estetik de kurmuşlardır. Eski edebiyatımzın laf cambazlığı, eski dilimizin mollalığı, eski estetiğin şarklılığı yıkılmıştır.

Kadim (eski) şiirin son kalıntıları tasviye ediliyor, eski şuaranın (şairlerin) meydan-ı suhanda (söz alanında/edebiyatta) söyleyecek tek beyitleri kalmıyor. Bugünün şairleri hayat örsünde döğüle döğüle, pişe pişe günlük ferdi temayüllerden (kişisel eğilimlerden) de kurtulacaklar ve sanatımız daha yüksek milli ve hümanist bir karakter alacaktır.

Bu fikir ve aksiyon asrında, sosyal terakkinin, insanlığın saadeti yollarında; insanın fert olarak ödevi ne ise, sosyal toplulukların, teşkilâtların, politikacıların ödevleri ne ise, sanatçının da ödevi odur. Sosyal terakkiyi hızlandırmak, köhnemiş realiteleri değiştirmek, insanın insanca yaşamasını sağlayacak şartları hazırlamak ve bu sosyal görevde bilfiil vazife almak, hayata bilfiil iştirak etmek.

Hayatımızın ve aşkımızın şarkısını söyleyen şair, hakkımızı koruyan şair, milletimizden yana olan şair, hümanist şair, barışçı şair, bizleri birbirimize sevdiren şair, kötülüklerin yok edilmesi için savaşan şair, meydan senindir. Sanatın ve düşüncen gerçek olsun.

Yeryüzü, sayı: 3, 15 Kasım 1951.


Aytunç Altındal

 Resim   Soros diyor ki "Amerika canını kurtarmak istiyorsa Avrupa Birliğinden ve Orta Doğu dan bir an önce geri çekilip doları dünya parası yapmaktan vazgeçip kendi içine dönmek zorunda eğer dönmezse Amerika'nın kendisi parçalanır. 

Aytunç Altındal on Twitter: "Soros diyor ki


Paul Eluard - Yarının Yalın İmgeleri

Bir insan bir insan daha bir halk bir halk daha
Ve işte bu insanlık
Bir erkek ve bir kadın ve çocukları aralarında
Sürer gider aşk
Tam öğle saati küçülür gölgemiz
Heykelin kaidesi
Tam öğle saati güneş düğümler toprağı
Ve gece unutulur
Otun en derinliklerinden aydınlık gökyüzünün uçurumuna
Her bir insan kendi yolunu izler
Ve yeni eller arasında mucizeler yaratır gün
Sonsuz gelecekte
Erkek işini sever işini ve kendi olanlarını
Ötesinde sınırların
Geçmişin ötesinde kadın davranır
Çocuğunu emzirmeye
Ve çocuk arzulamayı düşünür yeniden
İlk günlerden başlayarak

Bugünkü sensin kendimden öte sevdiğim
Umuttan yaratılmış hayat gibi
Çoğaltırsın yüreğimi bedenimi de duygularımı da
Ve yüce nedeni de
İnanmalı zamanın hayatı simgelediğine
Ama zamanın hayatın ta kendi olduğuna da.

Bütün Şiirlerinden Seçmeler 

 

Marcel Proust - Sainte-Beuve'e Karşı

 

Mucizevi geçmiş zamanın, edebî ziyafetlerin ve kibar âlemlerin en parlak anlatıcısı olan Marcel Proust, edebiyat çevrelerinde mest edici bir zirve noktası sayılır. Yazı ve dile ait akla hayale sığmayan bütün oyunlar, sonu gelmeyen tasvirler, baş döndürücü hassasiyetler ve keskin zekâlar, Proust’un üslubunda toplanmıştır. Proust, uzun ve zor cümleleriyle zamanın ve eşyanın büyüleyici ilişkisini kelimelere aksettirirken, her halükârda duyular dünyasında adeta Platonik güzellikle kabaran bir heykeltıraş olduğunu anımsatıyor.

Proust, Sainte- Beuve’e Karşı’da gündelik yaşamından kesitler sunmanın ötesinde, bir insanın çevresiyle kurabileceği olağanüstü ilişkiyi de gözler önüne seriyor. Proust, Sainte-Beuve etrafında Balzac, Baudelaire, Gérard de Nerval okumaları yapıyor. Bu kitaptaki denemeler aynı zamanda onun sanata ve romana bakışını yansıtan önemli taslaklardır.

Kayıp Zamanın İzinde’yi Proust’a yaraşacak bir mükemmeliyet algısı içerisinde Türkçe’ye kazandıran Roza Hakmen, çevirinin sanatlar içerisinde nasıl bir sanata dönüşebileceğini de gösteriyor.
 
 

Sait Faik Abasıyanık - Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam

 Toplu Öyküler 1 – Semaver, Sarnıç, Şahmerdan, Lüzumsuz Adam

Her yapıtıyla hayatın bir başka yönünü görmemizi sağlayan, “Yazmasam çıldıracaktım,” diyen Sait Faik’le buluşmanın yeni adresi artık Yapı Kredi Yayınları. Yepyeni bir sesle, apayrı bir solukla öykünün yurduna yolculuk yapmanın vakti geldi…

Sait Faik’in yayın haklarını alan Yapı Kredi Yayınları, büyük ustanın sağlığında yayımlanmış öykü kitaplarından; ‘Semaver’, ‘Sarnıç’, ‘Şahmerdan’ ve ‘Lüzumsuz Adam’ı kapsayan Toplu Öyküler – 1 başlığı altında yayımlıyor. Kitabın yayıma hazırlanmasında, Sait Faik’in Varlık Yayınları’ndan çıkmış kitapları esas alındı.

Yapı Kredi Yayınları, ayrıca oluşturduğu bir ekiple, Darüşşafaka Cemiyeti’nin, Burgazada’daki Sait Faik Müzesi’nde koruduğu ve bugüne kadar tam olarak elden geçirilmeyen çok sayıda el yazmasını, mektubu, notu, defteri incelemeye başladı. Tümünün okunmadığı bilinen çoğu eski yazı olan bu metinlerden birden çok kitap çıkabileceği belirtiyor.

Tüm bu zahmetli çalışmanın sonunda karşımıza hiç bilmediğimiz yönleriyle ve hiç okumadığımız yazılarıyla bir Sait Faik çıkması muhtemel…

 

Ömrümde ilk defa bir insanı uyurken seyrettim. Bu iyi, sıhhatli, temiz ve küçük insanların uykusu bambaşka bir şey, şimdi hatırlıyorum da... Uyuyanın iyi, güzel, dinlendirici dünyasına, seyreden agâh oluyor gibidir. Onun âlemine uyanık olarak girmek, insana bir ürperme veriyor. Yemin ederim ki onun uykusunu ben de uyuyordum: Uyanık olarak... İçimde kahramanlıklar, dostluklar ve arkadaşlıklar... Kocaman otların, denizin, balıkların, sandalın, bahçıvan kulübesindeki memeleri büyük kadının; posbıyıklı, nefesi şarap ve tütün kokan bağcının, Odisyaların kulübesinin içindeki kırık dökük temiz eşyanın; esmer, sırım gibi ince uzun bacaklı, etekleri rüzgârlı kız kardeşinin; koca yemiş meyvelerinin, camların mahremiyetine giriyorum. İçimde arzu, bir çeşme gibi akıyor. Eğiliyorum. Bu açık dudakları ve kapalı gözleriyle uyumuş arkadaşımı yanağından öpüyorum. Belki ömrümde ilk ve son defa bir insanı bilinmedik bir yerinde yıkanmış arzularımla bir daha bir daha öpüyorum.

Toplu Öyküler 1  

 

Bir Yalnız - Doğum Yılında İlhan Berk

 Bir Yalnız – 100. Doğum Yılında İlhan Berk 100.Doğum Yılında İlhan Berk🎂

2018 yılındaki İlhan Berk’in 100. doğum yıldönümü etkinliklerinden biri Yapı Kredi Kültür Sanat binasındaki “İlhan Berk Gezegeni: Etkileşim, İleri-Geri Adımlar, Sonsuz Arayış”, öbürü de İstanbul Arel Üniversitesi’ndeki “Bir yalnız/ Gökyüzünün sözlüğünde” başlıklı sempozyumlardı. Her iki etkinlikteki oturumlarda sunulan metinlerden seçilen “Bir Yalnız”, on yedi yazarın katılımıyla ortaya çıktı: Abdullah Uçman, Ahmet Berk, Ahmet Cüneyt Issı, Asuman Susam, Aykut Köksal, Bahanur Garan Gökşen, Bâki Asiltürk, Burcu Yılmaz Çebin, Gonca Özmen, Gülce Başer, Mehmet Can Doğan, Muharrem Dayanç, Mustafa Kurt, Ömer Erdem, Sabri Gürses, Şaban Çobanoğlu, Yalçın Armağan.

Kitap, İlhan Berk şiiri üstüne yapılacak çalışmalara yeni bir kaynak olması amacıyla yayımlanıyor.

 

Berkhane
Ahmet Berk

 I
Ben bugün sizlere Berkhane’ye nasıl geldiğimizi kısaca aktarmaya
çalışacağım. 

Boya kalemleriyle ilişkim –suluboya, mum boya, pastel boyalarla– ilkokul yıllarında başladı. Evde çok yazıldığı için herhalde, benim çocukluğum çizerek geçti. 

Çok küçük yaşta daktilo kullanmayı öğrendim çünkü evdeki en büyük oyuncak daktiloydu. Üstünde alfabe de var, herhalde konuşmayı ve yazmayı, belki de çok konuşmayı o oyuncaktan ötürü sevdim. 

 O zaman Doğan Kardeş diye bir dergi vardı. Bir gün babam, o dergiye çizdiğim şeylerden birini yollamış, bir baktım adım dergide çıkmış. Nasıl utandım. Evde yaptığım desenlerden biri daha yine orada çıkmıştı. 

 İlkokul bitti, koleji yatılı okudum. Hafta sonları evci çıkıyordum. Dolayısıyla hafta içi boyalarımı da kaçırırdım. Çünkü, boyalarımı babamla birlikte kullanırdık. O daha hoyrat kullanıyordu. Kırıyordu, karıştırıyordu, renkleri yerlerine koymuyordu, suluboyalarım karışmıştı. Hafta sonları benim boya takımlarımı o kullanıyordu. 

 Sonradan baktım. Aynı boyalardan, belki daha güzelleri, daha büyükleri evde de bulunmaya başladı. O zaman, ben, boyalarımı saklamaktan ve taşımaktan kurtuldum.  

Herhalde, babamın yazması, benim çizmem sonunda beni ODTÜ Mimarlık Bölümü’yle buluşturdu. O evrede de ben, önce farklı kalemlerle tanıştım. Grafos diye bıçaklı bir kalem vardı. Onunla yazamazsınız ama çizebilirsiniz. Babamın yeni evresine, o kalemleri kullanabilmesi pek uygun değildi.

Çok kısa bir süre sonra, belki ben ikinci sınıftayken, rapido denilen, çeşitli incelikte, kalınlıkta uçları olan ve çeşitli renkli mürekkeplerle kullanılabilen bir kalem çıktı ve asıl fecaat o zaman başladı. Çünkü babam bütün o kalemlerle ve de çini mürekkepleriyle siyah fon kâğıtlarım üzerine, maket kartonlarımın üzerine beyaz çinilerle resimler yapıyordu. Sonrasında ortamımıza başka başka malzemeler ve mürekkepler de girdi.  

Tabii bu arada ressam arkadaşları, mesela Orhan Peker, “Tamam, yazmana karşı değilim ama yazmadığın zamanlarda da iyi şeyler yapıyorsun,” “devam et sen çizmeye”, Turan Erol ise “Ya sen bırak çizmeyi, kalem kâğıdı, otur şiirini yaz” derdi.  

Annem herkese bizden bahsederken, “Benim iki oğlum var. Büyük oğlum çizer, küçük oğlum yazar” derdi. Babam da, “Annenin en büyük tarafı, bana seni dokundurtmaması. Seni benden kurtardı. Dolayısıyla adam olabildin” derdi.


Hiç unutmadığım bir şey daha vardı. Evde, babamın çalıştığı
odadan üç beş gündür birtakım kokular geliyordu. Farklı bir koku, yemeklerden falan bildiğim bir kokuydu. Babam o sıra hamsi balığını yazıp çiziyordu. İçeride, masasının üzerinde bir iki hamsi duruyordu. Tabii kurumuş, kıvrılmışlardı. Olabilecek gibi değildi. O dönem o kapı hep kapalı olurdu. Annem koku dışarı çıkmasın diye kapatıyordu. Neyse babam yazdı. Çizdi. O hamsinin yok oluşu da şöyledir, balkonun kapısı bir ara açık kalmış, bir kedi de nihayet evi o nesneden kurtarmıştı.  

Mimarlığı bitirip Bodrum’a yerleştiğimde babamlar orada yaşıyorlardı. Oradaki evi tamir ederlerken babamın tanıştığı ustalar, işçiler vardı. Oturduğu yeri, onlarla birlikte toparladı. Ben de diplomamı alınca, Babam, “Bu iş, iğne çuvaldız işi. Önce bir şey çiz. Oraya taşınalım,” dedi. Şimdiki evin, Berkhane’nin serüveni böyle başladı.


1975’te ben Bodrum’a yerleşince iş hayatım hep Bodrum’da oldu.
Bir daha başka bir yere gitmedim. Bodrum’daki birlikteliğimiz, çok zor ve o kadar da keyifli bir dönemdi. Yaptığım inşaatlara babam genellikle benden önce gidiyordu. Hatta öyle ki bazen gittiğimde oradan bir kasa veya varil bulmuş, üstüne oturmuş ustaları izliyor olurdu. Arada bir, “Yaşar Usta o taş orada olmadı. Bak altında da bir çizgi var. Onu biraz ya sağa ya sola kaydır.” derdi. Bazen ustayı iskeleden indirir. Onu kendi oturduğu yere oturtur, “Şimdi bak bakalım yaptığın işe” diye sorgulardı, “Bunun iyi tarafları da var. Kötü tarafları da var. Bak bu daha iyi. Ama bu tarafta biraz kaydırmışsın” diye uyarırdı. Böyle birlikte çalışmalarımız vardı. Bazen öyle olurdu ki, ustalar “İlhan Amca, bugün gelecek mi?” diye sorarlardı, “Valla bilmiyorum” derdim. Öyle günler olurdu ki babam geleceğini söyler ya da ne bileyim, “Yarın görüşmek üzere” diyerek ayrıldıysa, o gün inşaata gittiğimde ustalar olmazdı. Ya zeytin toplamaya kaçarlardı, ya mandalin çapalamaya giderlerdi. Ustalarla birlikte böyle çok güzel günlerimiz oluyordu.  

Evde ben babamı hep çalışma odasında görürdüm. Görmediğim zamanlardaysa yürüyüşe gitmiş olurdu. Günde en az bir iki saat yürürdü. O yürüyüşler, onun dünyasını değiştirirdi.  

Çocukluğumdan beri evde bir oda hep kitaptır, hep kitaplıktır. Hep okunur, hep çalışılır. Bunların yok oluşu, çeşitli arkadaşlarının evlerine gittiğimde ama yazar, ama ressam, ama çizer onların ölümüyle birçok şeyin yok oluşu, yani benim gözümün önünde, çocukluğumda yaşadığım o ilişkiler içinde, bana çok dokunmuştu.


Onun için evde hiçbir şeyi yok etmemeye özen gösterdim. Sakı
nıp yok olmalarını engellediğimiz şeyler varlıklarını sürdürebilsin diye Berkhane oluştu. Adı da çok güzel oturdu. Elimizdekileri eşimle birlikte bir bir derledik. Toparladık ve özenle bakmaya çalıştık. Hatta dün aşağıdaki galeriyi gezdikten sonra korktum ve inanamadım. Çünkü ev şimdi bomboş. Evde bir şey kalmadı. Çalışma odası, şusu busu... O eşyaların burada iki üç kata yayılması, sanki sonrasında yeniden bizim eve sığmayacakmış gibi hissettirdi bana. 

Bu yaşam bizi öyle güzel bir yere getirdi ki, “Biz ölünce bütün organlarımızı bağışlayalım” dedik. Arta kalan organlarımızı da kadavraya bağışladık. “Bizlerin mezarı olmasın” diye karar verdik.  

Berkhane her nesnesiyle birlikte herkesin olsun. Fakat talan edilmesin. Bu vesileyle Bodrum’da BOSEV adı altında Bodrum Sanat Eğitim Kültür Vakfı gibi bir vakfın kuruluşuna önayak olmak istiyoruz. Ben Berkhane’nin tüm bu gördüğünüz ve görmediğiniz varlıklarını bu vakfa bırakmış oluyorum. Bodrum’da Süha Özkan da Bodrum Mimarlık Kitaplığı’nı on bin kitap ve binasıyla birliktebu vakfa bırakıyor. Sanatçıların yapıtları, geride bıraktıkları miras başka kuşaklarca da bilinebilsin diye birlikte böyle bir çalışmaya başladık. Bundan sonra sizlerin de böyle katkılarının olacağını umuyorum.


II

Bıkmadan usanmadan, koca bir ömür yazan-çizen bir sanatçının yaşantısına, deneyimlerine, ürettiklerine bir oğul olarak tanıklık etmek ne demek iyi bilirim. İlhan Berk’in, babamın tutkusu kuşkusuz bulaşıcıydı. Sanki bütün bir ev, her oda, her merdiven, her nesne katılıyordu bu yaratma arzusuna. Bu arzu, aynı evde dolanıp duruyor hâlâ.


Her geçen gün bir yeni çeviri, bir yeni desen/resim, hakkında
yazılan bir yeni yazı, yapılan bir yeni dosya haberi ya da bir sergi önerisi geliyor. Onu ziyaret etmek isteyen sanatçı dostları, onu hiç tanımayan ama derinden seven okurları, genç araştırmacılar, genç şairler yazarlar telefon edip bu eve geliyorlar. Bundan göneniyorum. İlhan Berk’in hâlâ yaşıyor olması ya da bir sanatçının kendi zamanını aşması, tam da böyle bir şey diye bakıyorum. 

Sadece üreterek geçinebilseydi daha ne yapıtlar bırakacağını da düşünmeden edemiyorum. Şimdi daha iyi anlıyorum neden yeni tanıştığı genç şairlere hemen “Karnını nasıl doyuruyorsun?” diye sorduğunu... Bir şair, bir yazar, bir sanatçı için karnını doyurmanın gittikçe artan zorluğunu...


Benim İlhan Berk’e olan sorumluluğum, bıraktığı evrak-ı met
rukesini toparlamak, kayıt altına almak, korumak ve külliyatını meraklılarıyla paylaşmak, ilgili kişilere ulaştırmak. Çoğu sanatçının kütüphanesinin, mektuplarının, eserlerinin, günlüklerinin yok olup gittiğini biliyoruz yazık ki. Çoklarının hikâyesi o nedenle böyle eksik. Bu ülkedeki arşivcilik, müzecilik o nedenle böyle güdük. Berk’in mirasını satıp savmak, boşlamak, kütüphanesini dağıtmak, mirasını yok etmek benim için kabul edilemez. O nedenle var gücümle uğraşıp didinip en iyisini bulmaya ve yapmaya çalışıyorum. 
 

Soğuk, ölü bir mekân olamazdı Berk’lerin evi. Nasıl ki İlhan Berk’in şiiri de onun üstüne başına benzer, nasıl ki okura kendiliğinden, olduğu gibi seslenir – bu ev de tutkuyla geleceklere bir hane olacak, olmalı: Berkhane. 

 İlhan Berk’in şiirlerinin, resimlerinin, defterlerinin, kitaplarının, kütüphanesinin ve kişisel eşyalarının bulunduğu; ellerinin değdiği, gözlerinin baktığı, ayaklarının dolaştığı, sesinin gezindiği Bodrum’daki bu ev, dünyanın dört bir yanından gelecek sanatçılara, yazar ve şairlere açılacak. Berk’in uzun yıllar boyunca yaşadığı bu ev, sanatsal yaratımın devam ettiği bir kültür evi olacak. İlhan Berk’e ev ziyaretine gelinebilecek. Berk’in eli yine bu evde üretilecek her yeni yaratıya değecek, her yeni yaratıda Berk de yeniden heyecanlanacak. Bize bıraktığı bu kıymetli miras böyle böyle katlanıp kanatlanacak, genişleyecek, yenilenecek, değerlenecek; sadece anılarda ve albümlerde kalmayacak. 

 İlhan Berk, yarattıklarıyla dünyaya açıldı, başka dillere çevrildi, başka ülkelerde var oldu – şimdiyse dünyanın İlhan Berk’e açılma zamanı geldi. 

Hazırlayanlar:Bahanur Garan Gökşen - Murat Yalçın

 

16 Kasım 2021

Dünya Hoşgörü Günü "ATATÜRK ve HOŞGÖRÜ" Dr. İsmet GÖRGÜLÜ

GİRİŞ
 
1995 yılı, dünyada "Hoşgörü Yılı" ilan edildi. Evrensel değerleri anlama ve yerleştirme açısından önemli adımdır. Ancak hoşgörü kavramını algılamadaki, özellikle uygulamadaki farklılıklar, iyi niyetle atılmış bu adımı sadece sözde bırakmaktadır. Görülen odur ki, hoşgörünün evrensel bir değer olarak yerleşmesi için daha çok zaman geçecektir. 

Evrensel değer denilenler, ulusal değerler arasında yer almadıkça evrenselleşemez. Bu nedenle "hoşgörü" öncelikle ulusal değer olarak algılanmalıdır. Evrensel değer yönü iseşimdilik konumuz dışıdır. 
 
Hoşgörü, Türk'ün tarihi bir niteliği olarak kabul edilir. İmparatorluklar kurabilmesi ve uzun süre yaşatabilmesi de buna bağlanır. Doğrudur. Ancak bu nitelik, süreklilik göstermemiş, zaman zaman kesintiye uğramıştır. Kesintiye uğradığı dönemlerde ise dini taassubun, cehaletin ve bazen de ırki taassubun ağırlık kazandığı görülmektedir. Sonucunda da siyasi değişiklikler meydana gelmiş, genelde devlet parçalanmıştır. 
 
Bugün de dini taassubun ağırlık kazanmaya başladığı, cehaletten kaynaklanan taassubun arttığı ve ırki taassubun körüklendiği görülmektedir. Tarihi tekerrür ettirmemek için bu kavram üzerinde önemli durulmalıdır. 
 
Hoşgörü kelimesi kişi seviyesinde sık kullanılır. Zora düşüldüğünde, bir hata yapıldığında, ilgiliden veya büyükten bu kelimeyi hatrlaması beklenilir. Affettiğinde hoşgörülü, kuralları uyguladığında ise hoşgörüsüz denilir ve genelde hoşgörü, kişi seviyesinde bu dar çerçevede algılanır. 
 
Acaba hoşgörü, gerçekten bu kadar mıdır, başka boyutlan yok mudur? Kişi seviyesinde nasıldır; toplum, devlet seviyesinde nasıldır? Atatürkçülük'te bu nasıl anlaşılmalı, uygulanmalıdır? Bu soruların yanıtlan için önce hoşgörünün anlamı üzerinde duralım. İşe de sözlük ve ansiklopedilerden başlıyalım. 
 
HOŞGÖRÜ'NÜN ANLAMI 
 
Hoşgörü, Türk Dil Kurumu sözlüğünde müsamaha, tolerans kelime- leriyle eşanlamlı gösterilmekte; görmezlikten gelme, göz yumma anlam- lan ile açıklanmaktadır. Türkçe sözlüğümüz hdşgörüyü sadece bir kelime olarak ele alıyor ve kavram ynüne yer vermiyor. 

Meydan Larousse ansiklopedisi de hoşgörüyü müsamaha ve tolerens kelimeleriyle eş anlamlı olarak ele alır ve bir kavram olarak şöyle açıklar: 
 
"Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama, hoş görme." 
 
Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde müsamaha için şu açıklama yapılır: 
 
Görmezliğe gelme, göz yumma; dikkat, aldırış etmeme ". 
 
 Enoyolopedia Britannica Ansiklopedisi toleransı şöyle açıklar: 
 
"Müsamaha etmek, tahammül etmek" 
 
 "Başka insanların hareket ve hükümlerinde serbest olm"alarına müsaade edilmesi; cemiyetin gidiş ve görüşlerine aykırı olan fikirlere karşı sabırla ve peşin hükümsüz tahammül ve müsamaha gösterilmesi".
 
Hoşgörü kelimesi eski dilde, mümahanın yanı sıra tesamuh ve hamuliyet kelimeleri ile de ifade ediliyor. 
 
Tesamuh hoşgörü, dikkatsiz, kayıtsız davranma anlamında; hamuliyet ise dayanma, sabırlılık, hoşgörü, tolerans anlamında kullanılıyor. 

Hoşgörünün eski dildeki zıt anlamlısı taassuptur. Taassup ise sözlükte şöyle açıklanır: 
 
"Birine taraflı olma; din işlerinde aşırı taraflılık edip başka dinde, inançta olanlara düşman oluş ". 
 
Taassubun yaşayan Türkçe'deki karşılığı bağnazlıktır. Bağnaz; "Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka düşünce ve inanışa karşı olan, onu kabul etmeyen, mutaassıp " anlamında kullanılır.
 
Bağnazın eş anlamlısı ise fanatikdir."Bir kimseye veya bir şeye aşarı düşkünlük ve tutkuyla bağlı olma" anlamını ifade eder. 
 
Hoşgörü ile ilgili kelimelerin birbirleriyle ilişkileri şöyle özetlenebilir: Hoşgörü taassupsuzluk, müsamaha, tolerans, tahammül. Hoşgörü hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlık, fanatiklik. Hoşgörülü hoşgörüsüz, mutassıp, bağnaz, fanatik. 
 
Görüldüğü gibi hoşgörü; duygu, düşünce, inanç, vicdan, tavır ve hareketlerle ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Ancak kaynaklar, hoşgörüye eş anlamlı olarak kullandıkları kelimenin durumuna göre birbirinden farklı anlam veriyorlar. Örneğin hoşgörünün zıt anlamlısı taassubu, sadece dine, inanca yönelik olarak açıklıyorlar. Başka bir kaynak ise hoşgörüyü sadece görüş ve duygu yönünden ele alıyor. 
 
Bunlar tek tek doğrudur ama noksandır. Hoşgörü bir kavramdır. Atatürkçülüğün ana kavramlarından biridir. Sosyal hayatın en faydalı ve şartı olan bir erdemdir, insanlığın devamı için zorunlu olan, gerek kişi gerekse toplum olarak huzur içinde yaşamanın, vatan ve millet bütünlüğünün devamını sağlamanın bir anahtarıdır. Demokrasinin şartıdır. Laikliğin şartıdır. Milliyetçiliğin şartıdır. Çağdaşlaşmanın şartıdır. Bu nedenle bu önemli kavram dar çerçevede ele alınmamalıdır. Bütün yönleri ile ele alınmalıdır ki anlaşılsın, uygulansın. 
 
Atatürkçülük'te hoşgörü sözlük ve ansiklopedilerde ifade edilen duygu, düşünce, inanç kavramlarının tamamını kapsar ve bunlara davranışı da ilave eder. 
 
Atatürkçülük'te hoşgörü şöyle anlaşılır ve anlaşılmalıdır. 
 
Hoşgörü; herkesin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında serbest olmasına izin vermek; kişilerin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarındaki aykırılıklara, zıtlıklara ön yargısız katlanmak ve görmezlikten gelmektir. 
 
Atatürkçülükte hoşgörünün iki boyutu vardır. Biri tanımdaki serbest olmaya izin vermek açısından devlete yöneliktir. Diğeri ön yargısız katlanma ve göz yumma açısından kişilere, topluma yöneliktir. 
 
Devletimiz, anayasa ile hoşgörüyü bir ilke olarak benimsendiğini ortaya koymuş ve bunun sağlanmasını da devlet olarak üstlenmiştir. Anayasa, kişinin hakları ve ödevleri başlığı altında hoşgörüyü kapsamına alır ve bazı maddelerde şu ifadelere yer verir. 
 
"Madde 17: Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir." Bu maddeyle devlet, kişinin varlığını geliş- tirmesi için düşünce ve davranışına izin veriyor ve bunu bir hak olarak teslim ediyor. 
 
"Madde 24: Herkes, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir... Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz." Bu maddeyle de kişi vicdanının serbestliğini kabul ediyor ve bu serbestliği koruma altına alıyor. 
 
"MADDE 25: Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse... Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz" 
 
Bu maddeyle ise düşünce serbestliğine izin veriyor. 
 
"Madde 26: Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir." 
 
"Madde 27: Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir." Bu maddelerle de kişinin beyni, dili, kalemi ve eliyle ürettiklerini yayma serbestisine izin veriyor. 
 
Anayasa, belli başlılarını aldığımızı bu maddelerle hoşgörüyü, hoşgörünün esası olan duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda sebrbestiyi, devlet ve toplum düzeninin vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya koyuyor ve bunların korunmasını da temel hak ve hürriyetlerin korunması başlığı altında güvenceye alıyor. Yani bu müsaadeleri hem veriyor, hem de bunların gerçekleşmesini, bu maddelerin işlemesini devlet güvencesi altına alıyor. 
 
Atatürkçülükte hoşgörünün devlete yönelik bölümünü böyle açıkladıktan sonra şimdi kişiye, topluma yönelik bölümüne bakalım. 
 
Hoşgörünün tanımında, kişi ve topluma yönelik bölümü "Kişilerin, duygu, düşünce, inanç ve davranışlardaki aykırılıklara, zıtlıklara önyargısız katlanmak ve görmezlikten gelmek" diye ifade etmiştik. 
 
Dikkat edilirse buradaki, duygu, düşünce, inanç ve davranışlar, anayasamızda serbestliğine izin verilen ve devlet tarafından konman hususlardır. O halde Atatürkçülük'te hoşgörünün kişiye, topluma yönelik bölümü için şunu diyebiliriz. Devletin izin verdiği bir hususu, bir kişinin veya bazı kişilerin kısıtlaması veya yasaklaması olamaz; devletin güvence altına aldığı bir hususu yine bir kişinin veya bazı kişilerin ihlali veya saldırması da olamaz. Devletin serbestliğine müsaade ettiği hususlara herkes eşit şartlarda uymaya zorunludur. Aksi davranış suç olduğu gibi insanlık dışıdır. Benim gibi düşünmüyor, benim inandığıma inanmıyor, benim dinimi benimsemiyor diye dövmek, öldürmek, yakmak ise vahşiliktir, çağ-dışılıktır. 
 
Atatürkçülük ve Atatürkçü bunları asla hoşgörüyle karşılamaz; Atatürkçülük bu çağdışı zihniyeti yok etmek için vardır, topluma hoşgörüyü yerleştirmek için vardır. 
 
Şimdi Atatürk'ün Hoşgörü-Taassupsuzluk üzerine yazdıklarını görelim. 
 
ATATÜRK'ÜN TAASSUPSUZLUK (TOLERANS) ÜZERİNE YAZDIKLARI 
 
Atatürk, bugünkü yurttaşlık bilgisi dersinin karşılığı olan "Vatandaş için Medeni Bilgiler" isimli ders kitabına düzeltme ve ilavelerinin dışında el yazısı ile 200 sayfalık katkıda bulunmuş, yani büyük bölümünü bizzat yazmıştır, işte bu ders kitabının vicdan hürriyeti konusunda taassupsuzluk başlığı altında, hoşgörüyü işlemiştir. Vicdan hürriyetine şöyle giriş yapılmıştır: 
 
"Vicdan hürriyeti, her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz." 
 
"Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır." 
 
Bu girişin arkasından Atatürk'ün taassupsuzluk konusundaki açıklamaları yer alır. Öneminden ve 1930'da yazılmasına rağmen bugünü yansıtmasından dolayı açıklamanın tamamını almayı faydalı buluyorum. 
 
TAASSUPSUZLUK (TOLERANS) 
 
"Hürriyet ihtimal ki zorla tesis olunur; Fakat herkese karşı, taassupsuzluk göstermekle ve aldırmamazlıkla muhafaza edilir."... 
 
"Türkiye Cumhuriyeti'nde, herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimse dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi dindarlar, derin iman sahipleri hürriyetin gereklerini öğrenmiş görünüyorlar. Bütün bunlarla beraber, din hürriyetine, genellikle vicdan hürriyetine karşı taassup kökünden kurumuş mudur? 
 *Bu bölüm. Medeni Bilgiler'in M.Kemal ATATÜRK'ün El Yazılan kısmından alınmıştır S.507-515 
 
Bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun ne olduğnu inceleyelim. Çünkü, bu kelimenin ifade ettiği manayı zihniyeti, herkes kendine göre anlamaya çok yatkındır. Dini hürriyeti bir hak olarak görmeyen, acaba kalmadı mı?
 
Vicdan hürriyetini, insan ruhunun, Allahın yüce hüküm ve nüfuzu al- tında, dini hayatı idare için, sahip olduğu haktan ibaret olduğunu belle- miş olanlar acaba bugün nasıl düşünmektedirler? Bu gibiler, kendileri gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı? 
 
Bu saydığımız zihniyete sahip olduğu düşünülen kimselere, hür düşünürlerimiz, acaba bir acı hisle, bir üzüntü ile bakmıyorlar mı?
 
 Bu saydığımız gibi, çeşitli inanışlı kimseler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur, bunlar mutaassıptırlar (Bağnazdırlar). Vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanı inanışlarına karşı, hiçbir kin duymayan, aksine saygı gösteren kimsede taassupsuzluk vardır. Hiç olmazsa, başkalarının, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Taassupsuzluk budur. 
 
Fakat, gerçeği söylemek gerekirse diyebiliriz ki, hürriyeti, hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kilimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün dünyada çok azdır. Her yerde, genel olarak geçerli olan, taassuptur. Her yerde görülebilen barış manzarasının temeli, taassup ile hür fikrin birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve nefret tabanındaki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir. 
 
Bu söylediklerimizden şu sonuç çkar ki, aramızda, hürriyet engellerinin yok olduğuna, bizim gibi düşünün ve hissedenlerle birlikte yaşadığımız yargıstıa varmak zordur. O halde, görülen, taassupsuzluk değil, zayıflığın güçsüz bıraktığı taassuptur. 
 
Şüphesiz fikirlerin, inanışların başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve inanşılar, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal, elbette arzu edilmez- Bunun içindir ki, gerçek hürriyetçiler, taassupsuzluğun genel bir nitelik olmasını arzu ederler. Fakat, hatta, iyiniyetle bile olsa, taassup hatalarına karşı, dikkatli olmaktan vazgeçemiyorlar. Çünkü iyi niyetler, hiçbir zaman, hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların, ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan engisizyon papazları, iyi niyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi; belki de, cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat, bir ahmaklağın, yahut bir hainliği iyi bir kılıfa uydurmak güç değildir; en nihayet bu, bir isim değiştirmek meselesidir. İşte, bu nedenledir ki, hoşgurüyü aldırmamazlık, kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek önemlidir. Gerçi, hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için gerçek hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davramlmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir zaman elleri ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun durumuna razı olacakları asla kabul edilmemelidir. 
 
Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği, geçmişin arasından görmekte ısrarlıdırlar. Bunlar, ilgimizi kestiğimiz geleneklere karşı mutlaka, bağlılığın iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi inandıkları gibi inan- mayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede (sıkış- mış gibi) hissederler.
 
Herhalde taassupsuzluğun arzu edildiği gibi genelleşmesi, huy hali- ne gelmesi, fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır." 
 
 Atatürk burada hoşgörüyü, hoşgörüsüzlüğü ve bunun tehlikelerini ve hoşgörünün sının konusunu da veciz olarak belirtmektedir, 
 
Şimdi biz bu sının biraz açalım 
 
 HOŞGÖRÜNÜN SINIRI 
 
Hoşgörünün anlamı ve içeriğinden herkesin her istediğini, her zaman, her yerde yapabilmesine müsaade etmek gibi bir anlam çıkabilir. Tabi ki bu mümkün değildir. Çünkü hoşgörü hürriyet kavramı ile iç içedir. Kişilere hakları olan hürriyetini kullanma imkanı veren bir kavramdır. Hürriyet ise hiç bir kişi için sınırsız değildir. Sınırsız hürriyet başkalannın hürriyetsizliği demektir. Toplum yaşantısında ise bu mümkün değildir. Kişi hürriyetine sınır, başkalannın hürriyet sinindir. Bu sınır aşılırsa hürriyetsizlik başlar. Bu nedenle insan hakları evrensel beyannamesine, hürriyeti yok edici hürriyetin tanınamayacağı maddesi konmuştur. Aynca toplumun, milletin ortak çıkarları ile devletin korunması hususlan da, kişi hürriyetine sınır getirir. 
 
Atatürk bu hususu 1931 yılında şöyle açıklamıştır. 
 
"Kişilerin hürriyeti, devletin hakimiyet ve idaresinin korunmasına bağlıdır. Devlet idaresi felç olursa kişilerin hürriyetini koruyacak hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz. Bu sebeple hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraflı düşünmek gerekir. 
 
Kişi hürriyeti kutsaldır. Bunların korunması için devamlı çalışılır. Fakat bu çalışmada devletin kuvveti, otoritesi hiçe sayılırsa, belki hiçe indirilebileceği dahi sanılır-ancak bu takdirde bu gibi insanların snunda kesinlikle başka bir devletin otoritesi altına girmek aşağılığına düşeceklerini, yabancı bir devletin hakimiyetinin esaret zincirlerini, kendi elleriyle, boyunlarına takmağa mecbur olacaklarını hatırdan çıkarmamak gerekir:" 
 
Atatürk'ün ifade ettiği bu tehlikelerden dolayı, Anayasamız da, temel hak ve hürriyetlerini bazı durumlarda sınırlamış ve kötüye kullanılmasını önleyici hükümler koymuştur. Yani hoşgörüye sınır getirmiştir.
 
Anayasanın 14 ncü maddesi şöyle der: 
 
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetlerini yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesine veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak umacıyla kullanılamaz. " 
 
Bu açaklamalardan hareketle hoşgörünün sının konusunda şöyle bir senteze varabaliriz. 
 
Hürriyet ve hoşgörü kavranılan içiçe olduğuna göre; hürriyetin olmadığı yerde hoşgörüden, hoşgörünün olmadığı yerde hüniyetten bahsedilemeyeceği için; hoşgörünün sınırı hürriyetin sinindir. Yani hürriyetin bittiği yerde hoşgörü de biter. Bu sının en açık şekilde Anayasanın 14 ncü maddesi ifade etmektedir. Bu maddenin kapsamına giren hususlarda bazı kimselerin kişisel hak ve hürriyetlerimi kullanıyorum düşüncesiyle faaliyette bulunmalan Anayasa'ya göre suçtur; Bunlara göz yummak da hoşgörü değil yine anayasal suçtur. Bu maddenin içeriğini özetlersek, hiç- bir kişinin bütünlüğümüzü bölmeye, devleti ve cumhuriyeti tehlikeye düşürmeye, hak ve hürriyetleri yok etmeye, eğemenliğin kaynağını değiştirmeye, bölücülük ve ayrıcihk yapmaya, farklı bir devlet düzeni, yani dine dayanan, ırka dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı dışında bir anlayışa dayanan devlet düzeni kurmaya yönelik hakkı ve hürriyeti yoktur. Dolayısıyla hoşgörü devlet, millet ve kişi seviyesinde de burada biter; Burada hoşgörü yerine kişinin, toplumun tepkisi, devletin kanunlan çalışmaya başlar. 
 
Atatürk'ün dediği gibi "Hoş görme kliği aldırmamazlık derecesine götürmemek önemlidir." Bu nedenle hoşgörü sınırlarım aşanlara karşı aldırmamazlık; yurdunu ve milletini seven, kendisinin ve toplumun ortak çıkarlarını görebilen, vatandaşlık görevlerinin bilincinde olan kişilerin davranışı değildir.  
 
Çünkü hoşgörü, kayıtsızlık ve adam sendecilik değildir. 
 
HOŞGÖRÜSÜZLÜK- TAASSUP 
 
Hoşgörünün karşıtı hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlıktır. Hoşgörüsü olmayan kişi de mutaassıptır, bağnazdır, hoşgörüsüzdür. 
 
Atatürk, Medeni Bilgiler'de mutaassıbı şöyle açıklar:
 
"Muhtelif inançlı kimseler, birbirlerine, kin nefret besliyorsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk (hoşgörü) yoktur, bunlar mutaassıptırlar."
 
Taassubun sebepleri ise:
 
a. Cehalettir, 
b. Menfaattir, 
c. Alışkanlıktır, 
d. Korkudur.
 
  Toplumumuzda hoşgörüsüz kişiler incelendiğinde görülür ki onlar ya cahildir, ya başka fikir sahiplerine hoşgörü ile davranmak çıkarlarına aykırıdır veya alıştıkları şeyden vazgeçmek onlara güç gelmektedir yahut şuuraltı, şuur üstü bir korkunun tesiri altındadırlar.
 
Hatta hoşgörüsüzlüklerin şiddeti de bu korkunun derecesine bağlıdır. 
 
Dünyanın dönmediğini iddia eden papazlara, döndüğünü söylemekten çekinmeyen Galile, hem cehaletin, hem de korkunn sebep olduğu bir taassup yüzünden zindana atılmş ve öldürülmüştür. Bu olayda papaz zümresinin menfaatlerinden doğan bir taassup da görülmektedir. Çünkü Avrupa'daki reform hareketlerinden sonra menfaatçci papaz zümresi ortadan kalkmak zorunda kalmıştır. 
 
Taasubun en ağırlıklı sebebi cehalettir. Atatürk, 1923 yılında İstanbul gazetecileri ile izmit'te görüşürken taassup hastalığın cehalete bağlar, ilaç olarak da ilmi tavsiye eder ve şöyle der: 
 
 "Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir. İlim mutlaka cahilliği yener. O halde halkı aydınlatmak lazımdır. "
 
Buradaki cahilin kim olduğunu, ilmin ne olduğunu anlamak için Ata- türk'ün 1923'te Tarsus'ta çiftçilerle yaptığı konuşmanın bir cümlesine bakalım: 
 
 "Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, ilim hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi hiç okumak bilmeyenlerden de bilhassa sizlerin içinizde görüldüğü gibi, hakikati gören hakiki alimler çıkar. "
 
Demek ki taasssubu önlemenin çaresi ilimdir, yani gerçeği, doğruyu öğrenmek ve öğretmektir.
 
Burada kişilere düşen görev aydın olmaktır. Yani düşüncesini inan- cından; ilimi, bilimi dinden ayrı tutmaktır.
 
Her türlü fikre açık olmak, önyargısız dinleyebilmek, tartışabilmek; her duruma ve fikre, çağdaş insamn düşünme temelini oluşturan acaba, neden, niçin, nasıl sorulan ile yaklaşabilmek ve şüpheci olmaktır. 
 
Aynca kendi gerçeklerinin tek ve en doğru olmayabilceğini; kendi dünyasının dışında başka dünyalann olabileceğini; bu nedenle de herkes için geçerli olan bir tek dünya, bir tek doğru, bir tek gerçek olmadığını kabul etmelidir.
 
Aksi takdirde toplumun huzuru ve düzeni, iç banş, birlikte yaşama istek ve arzusu ortadan kalkar. Ayrılıklar gruplaşmalar başlar, milli birlik ve beraberlik duygulan zedelenir. Son aşamasında ise devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü tehdit altına girer.
 
Herkesin tek sesli bir toplum olamayacağını, tek sesliliğin faydadan ziyade zarar getireceğini çok sesliliğin bir doğa kanunu olduğunu kabullenmesi gerekir. Tek esli toplumlar gelişemezler, ilerleyemezler, Atatürk bunu şöyle açıklar:
 
"Fikirlerin, itikatlerin başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve itikatler, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alametidir. Öyle bir hal elbette arzu edilmez."
 
 Çünkü hareketsizlik durma, durma ise gerilemedir. Gerilemek iste- meyen toplumlar çok sesli olmak zorundadır. Çok seslilik ise taassubun ortadan kaldınlmasıyla mümkündür.
 
Taassup toplumu geriletmekle beraber, gerçeklerin, doğrulann ortaya çıkmasını da önler. Taassup; fikrin doğmasını," fikir alışverişini, kişilerin düşüncelerini istedikleri gibi söyleyebilmelerine engel olur. Atatürk'ün dediği gibi: 
 
"En büyük hakikatler ve terakkiler fikirlerin serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir. " 
 
O halde ilerliyebilmek için taassubu mutlaka ortadan kaldırmak gerekir. Mutaassıp bireylerden oluşan toplumlar gerilemeye mahkumdurlar.   Medeni Bilgiler, s.57 Medeni Bilgiler, s.58 
 
Taassup insanın doğasına aykırıdır. însan, düşünebilme, düşünce üretme, maddi birşeyler yapabilme yetenekleri ile donatılarak yaratılmıştır. Toplumların ilerlemesi de insanın bu yeteneğinden kaynaklanır. Taassup bu yeteneğin kullanılmasını frenler, zamanla söndürür. İnsanın doğasına saygı duyanın taassubu olamaz. Tassup, insamn yaraülış özelliklerine terstir, yaratanın insanı yaratma felsefesini inkardır. 
 
Taassup fikir ve hiürriyetini söndürür. Her nekadar yasalarda yer alsa dahi; taassup statikliği, dogmaları ön plana çıkardığından, ilkleri, yenileri hoşgörmediğinden; Fikir hürriyeti kağıt üzerinde kalır. Taassup ortamında fikirler korkusuzca ve serbestçe ifade edilemez.
 
Fikirlerin korkusuzca ve serbestçe ifade edilmesi, aslında fikir hürriyetinin son merhalesidir. Asıl fikir hürriyeti, fikirlerin doğru doğması yani doğru düşünebilme yeteneğidr. Yani beyin içinin hürriyetidir. Beyin içinin serbest olması, dogmalarla, kalıplarla doldurulmamış ve dondurulmamış olmasıdır. Bu da hoşgörü ile sağlanır. Hoşgörüsüzlük, davranışlardan önce beyin içinde çekingenlik ve zamanla tembellik yaratır. Çalışmayan bir beyinden ve sahibinden de hiçbir şey olmaz, hiç bir verim alınamaz. O nedenle fikri hoşgörüyü sadece dilin veya kalemin değil, beyin içinin serbest olması diye kabul etmek gerekir. 

 Beyin içi; hurafelerle, batıl itikatlarla, muhakemesiz, tartışmasız kabulü şarttır şeklindeki bilgilerle; tersini veya zararını, doğruluğunu, yanlışlığını düşündüğünde, manevi baskı altında kalınmasını sağlayacak hususlarla doldurulduğunda, fikri hoşgörü ortadan kalkar. Beyin içi serbestisini kaybeder. 
 
Atatürkçülüğün öngördüğü fikri hoşgörü, herşeyin doğrusuna, eğrisine, iyisine, kötüsüne, faydasına, zararına kişinin kendisinin karar vermesidir. Hertürlü baskıdan uzak olarak serbestçe düşünebilmesidir. Yani fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmasıdır.
 
HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN (TAASSUBUN) DOĞURACAĞI SONUÇLAR 
 
Taassup gelişmenin ilerlemenin düşmanıdır. Diyebiliriz ki Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına sebep batıya, ayak uyduramamasından, ayak uyduramaması da din düşmanlığından, dini bağnazlıktan kaynaklanan taassuptur. Ayrıca kişilere hoşgörünün gereği olan serbestilerinin verilmemesidir.
 
Çarpıcı birkaç örnekle bu düşüncemizi kuvvetlendirelim. 
 
- Dini Taassup yüzünden matbaa 277 yıl sonra kullanılmaya başlandı. Bu bile başlı başına bir olaydır. Yaygın cehalet 300 yıl daha devam etti demektir.
 
 - 1575'de kurulan İstanbul Rasathanesi, 1580'de "rasat yapmanın, evrenin sırlarını öğrenmeye yönelik bir küstahlık olduğu ve rasathane kuran deletlerin mahkum olacağı" düşüncesiyle yıktırıldı.
 
- Hür düşünceye, akla ve bilime dayalı gerçekçi düşünmeye yer verilmemesi, bunun yerine sanki dinin gereğiymiş gibi bazı safsatalarla karar verilmesi sonucu çok şey kaybedilmiş, başta harpler kaybedilmiştir. 1839'da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'mn ordusuna Nizip Muharebesi'nde yenilmenin sebebi bundandır. Din adamları cuma günü savaşılmaz, bu dini aykarıdır deyince, askeri yönden durum Osmanlı Ordusu lehine iken taarruz edilmedi. Daha sonra, bir gece baskını için daha müsait bir durum doğdu. Din uleması buna da karşı çıkarak, haydutlar gibi baskın yapmamn padişah askerine yakışmayacağını söylediler.
 
Yakın tarihten bu anlayışa bir örnek daha verelim. Balkan Harbi'nde Makedonya'da yenilen ordumuz Arnavutluk'a doğru çekilir. Bu arada bir büyük grup istikametini kaybeder, hangi yöne çekilmeye devam edeceğini şaşırır. Komutanlar toplanır, karar vermek için Kuran'ı Kerim açarlar.
 
 - Tanzimat'tan sonra yeni açılan orta okullarda harita ile coğrafya dersi okutulmaya başlanır ancak bu "coğrafya derslerinde harita göster- menin kafir adeti olduğu ve şeriatın buna cevaz vermediği" fetvası ile kaldırılır. Oysa Piri Reis, dünyaca ünlü haritasını 1513'te, yani 3,5 asır önce çizmişti. 
 
 - 19 ncu yüzyılda camilere paratoner taktırılamamıştır.
 
 - 19 ncu yüzyılın ikinci yarısında batının kullandığı çiçek aşısı yerine merkep sütü içirilmesine cevaz verilmiştir.
 
 - Tıbbiyedeki anatomi derslerinde müslüman cesetlerinden yararlanmaya izin verilmemiştir.
 
 Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerden şunu çıkarıyo- ruz, dini taassup endişe edilecek bir durumdur. Türk tarihinde dini taassup çağdaşlaşmak için girişilen yeniliklerin karşısında güçlü bir engel oluşturabilmiştir. Türkiye'nin çağdaşlaşmada geri kalma sebebi taassuptur.
 
Bugüne baktığımızda 1993'te Sivas'ta 37 kişinin yanarak ölümüne sebep, taassuptur. 1980 öncesi K.Maraş ve Sivas olaylarının sebebi yine taassuptur. Bugün kendisini dini bütün görenlerin, dini yönden kendisi gibi olmayanlara karşı tavrının sebebi yine taassuptur. Bunların başka dinden, mezhepten olanlara duydukları kinin, düşmanlığın sebebi tassuptur. 
 
Taassup, hoşgörüsüzlük, düşmanlık doğurur, milleti gruplara, zümrelere ayırır, kavgaya, iç çatışmaya sebep olur, sonu bölünmelere kadar gider. Önemli bir tehlikedir.
 
SONUÇ 
 
Bu tehlikenin daha da büyümemesi, dini taassubun arkasından ırki taassubun gelmemesi için her Türk vatandaşı taassubun sonucu üzerine bilinçli olmalıdır. Sonucu görebilmelidir.
 
Bilincin doğmasımn anahtarı yasalara uymak, gıdası da şüpheci olmaktır.
 
Hoşgörünün dershanesi kütüphanelerdir, kitaplardır, hocası da tarihtir.
 
Eğer Cumhuriyeti korumak istiyorsak, eğer laik düzende yaşamaya devam etmek istiyorsak, eğer demokrasinin nimetlerinden yararlanarak insan gibi yaşamak istiyorsak, eğer herkesin yasalar önünde eşitliğini ve herkesin eşit haklara sahipliğini öngören çağdaş hukuk düzeni içerisinde yaşamak istiyorsak, eğer bize miras bıkarılan ata yadigarı güzel vatanımızı böldürmek istemiyorsak, eğer yurtta, ve dünyada barış içinde yaşamak istiyorsak, eğer refah düzeyimizi daha da artırmak istiyorsak hoşgörülü olmalıyız ve hoşgörüsüzleri de hoşgörülü yapmanın yollarını bulmalıyız. Hoşgörüsüzleri hoşgörü ile karşılamamalıyız. 
 
 Dr. İsmet GÖRGÜLÜ