Eski Yunan'dan bugüne, kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta bulunduğunu anlamak kolaydır; kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının 'kişiliği' dediğimiz şeyi oluşturan da işte bu durumdur: kadın 'dünya kurulalı beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin kurbanıdır,' kadının özünde yadsımacık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur. Kadın ahlak nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendisini düşünür... Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır. Yalnız bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğuştan da kazınmış değildir: bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır. İşte bu açıdan, bireşimci bir gözle kadının durumunu gözden geçireceğiz şimdi; bu bizi birtakım tekrarlara zorlayacak, ama aynı zamanda, iktisadi, toplumsal ve tarihsel koşullar içinde, 'kadının ölümsüz yanını' yakalamamıza izin verecek.
Kimi zaman, "kadın dünyası" erkek
dünyasıyla karşılaştırılır, oysa bir kez daha belirtmek gerekir ki,
kadınlar hiçbir vakit özerk ve kapalı bir toplum kuramamışlardır;
erkeklerin yönettiği bir topluluğa karışmışlardır ve burada, ikinci
derecede bir yerleri vardır; ancak birbirlerine benzedikleri için,
mekanik bir dayanışmayla birbirlerine bağlıdırlar: bir bütün halinde
olan topluluklardaki organik dayanışma yoktur kadınlar arasında: gerek
Eleusis kentinde dinsel konulu oyunlar oynanırken, gerek bugünkü
kulüplerde, sanat ve edebiyat toplantılarında, yardım demeklerinde, bir
"karşı-evren" olarak ortaya çıkabilmek üzere birleşmişlerse
de, bu karşı-evreni de yine erkek dünyasında kurmaktadırlar.Ve
durumlarındaki çelişme de zaten buradan gelmektedir: kadınlar hem erkek
dünyasında yaşamakta, hem de bu dünyayı yadsıyan bir küre içine
kapanmaktadırlar; ve tabii bu küreye kapanıp erkek dünyası tarafından da
kuşatıldıktan sonra, hiçbir yere rahatça yerleşememektedirler.
Boyuneğişlerinin altında hep bir yadsıyış, yadsıyışlannın altında da hep
bir kabullenme gizlidir; bu bakımdan, tutumları, genç kızınkine
yakındır; ama bu tutumu sürdürmek çok daha zordur, çünkü yetişkin kadın
yaşamını birtakım simgeler aracılığıyla düşlemekle yetinmeyip, yaşamak
zorundadır. Kadın, dünyanın bütünüyle erkek dünyası olduğunu kabul eder;
erkekler kurmuştur bu dünyayı, onlar yönetmektedir ve bugün dünyanın
efendisi onlardır: kendisine gelince, o bu dünyadan sorumlu değildir;
onun bağımlı, ikinci derecede bir varlık olduğu kabul edilmiştir zaten;
şiddet dersleri almamış, topluluğun öbür öğelerinin karşısına hiçbir
zaman bir özne olarak çıkmamıştır; etine, evine kapanmıştır; kendini,
bütün erek ve değerlerin yaratıcısı olan şu insan yüzlü tanrılara
oranla, edilgin bir varlık gibi hissetmektedir. Bu anlamda, onu "ömrünün
sonuna dek çocuk" kalmaya mahkûm eden önyargıda doğru bir yan var
demektir; kendilerinden korkulmadığı sürece, işçilere, kara derili
kölelere, sömürgelerdeki yerlilere de "koca çocuk" denmiştir: bunun
anlamı, sözü geçen insanların, başka insanların önerdiği doğrularla
yasaları tartışmasız kabul ettikleriydi. Kadının kısmetinde söz dinlemek
saygı göstermek vardır. Kendisini kuşatan, dünya dediğimiz şu gerçeklik
üzerinde, salt, düşünce açısından da olsa, etkili olamaz. Dünya, onun
gözünde, içi görünmeyen, donuk bir varlıktır. Nitekim, o maddeye boyun
eğdirmesine izin verecek teknik bilgiler edinmemiştir; ayrıca maddeyle
değildir onun savaşı, yaşamladır: yaşamsa birtakım araçlarla
zaptedilmez: onun gizli yasalarına boyuneğmekten başka çare yoktur.
Dünya, Heidegger'in tanımıyla, insanın istemiyle güttüğü erekler
arasındaki "araçlar toplamı" olarak gözükmez kadına: tam tersine,
dikbaşlı, yenilmez bir direniştir o; kadın için dünya, alınyazısının
egemenliği altındadır, anlaşılmaz isteklerle doludur. Ananın karnında
insanî biçimine dönüşen o kan çileğindeki gizi hiçbir matematik eşitliğe
dökemezsiniz.