Kendimiz olmayı başaramadığımız zamanlarda özgünlüğümüzü kaybedip taklit edilebilir oluruz; dolayısıyla, bu zamanlarda özgür eylemlerde bulunabilmemiz olanaksız hale gelir.
Bergson, dışsallığımızdan sıyrılıp, içsel varoluşumuza, yani, saf zamana geri döndüğümüzde gerçek kendimizi bulacağımızı söyler. Bu içe dönüş, aynı zamanda, özgürlüğe sonuna kadar açılan kapının da ta kendisidir. Yalnız, bu süreç sonunda kişi kendisini bekleyen tehlikeye hazırlıklı olmak zorundadır. Bu tehlike; hedeflenen içselliğe açık bir tezat oluşturarak ortaya çıkacak olan dışsal (toplumsal) dirençten başka bir şey değildir. Her kazanımın ağır bir bedeli olduğunu bize acımasızca hatırlatan bu direnç, kişinin, tam “kendimi buldum/kendime geldim” derken içinde bulunduğu toplumsallığın dışına itilmesine yol açar. Burada, kişinin açık bir çıkmaz ile karşı karşıya gelmesi de kaçınılmazdır. Bu çıkmaz iki şekilde formülleştirilebilir: İçsel varoluşum ve özgürlüğüm mü? Toplumsal varoluşum ve aidiyetim mi?
Aslında bu iki yoldan sadece bir tanesi seçilmek zorunda değildir. Her ne kadar başarması güç olsa da, bu iki yol birbirini tamamen dışlayıcı değil, aksine gerçekte uzlaştırılabilir iki yoldur. Kişi, kendi gerçek varoluşuna sadece içe dönerek, yani zamansallığına nüfuz edip kendini dışsallıktan kopararak değil, ancak ve ancak, bunun sonuncunda karşısına çıkacak olan dışsal dirence de karşı koyarak erişebilir. Başka bir deyişle, içselliğe ancak dışsallıktan geçerek ulaşılabilir. Atomcular için hareketin gerekliliği olarak boşluk ne ise; Platon’da “ide”lerin anlaşılması için “yoksunluk” nasıl gerekliyse; ve yine, Hegel’in diyalektiğinde “değilleme”, düşüncenin akışı için nasıl olmazsa olmaz ise; aynı şekilde dışlanma da, içe dönüş için bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar Evet, içsellik dışlanmayı doğurur görünmektedir; fakat bu dışlanma aşılmadığı sürece, bir içe dönüşten ve dolayısıyla özgürlükten bahsedilemez. Kelimenin gerçek anlamıyla kim olduğumuz, içselliğimize döndükten sonra karşımıza çıkan dışlanma aşıla- rak keşfedilebilir. Ellison’un (1995) ifade ettiği şekliyle: “Kim olduğumu keşfettiğimde, özgür olacağım”.
Açıktır ki, toplumun, üyeleri olan bireyler üzerindeki etkisi asla yadsınamaz. Hiçbir birey yoktur ki, kolektif bütünden etkilenmemiş olsun; yine hiçbir birey yoktur ki, bu bütünden tamamıyla farklı olsun (2004: 12). Bu etkileşimin, bireyin üzerinde yarattığı etki çok güçlüdür. Şöyle ki, “başkalarının bizim hakkımızdaki yargılarıyla karşılaştığımız zaman, iyi veya kötü, öz-farkındalığımız daha da artar” (Seigel 2005: 515). Bu demektir ki, başkalarının üzerlerindeki etkisi sonucu, insanlar kendilerini daha çok tanımaya başlar. Bir diğer yandan, insanlar ne yapıp ne yapmayacakla- rını, neye yönelip neye yönelmeyeceklerini, hatta nasıl hissedeceklerini, az veya çok, başkaları ile ilişkileri üzerinden belirlerler. Öyle görünmektedir ki, dışsal yaşantıda hüküm süren, dil, zihnin çalışma biçimi, sosyal ilişkiler ve etkileşimler gibi tüm mekanizmalar, kendi içsel ve manevi varoluşumuza dönebilmemiz için açık engeller teşkil eder.
Belirtmelidir ki, dünyanın aldığı biçimlere ana hatlarını verenler sahici kendiliklerdir. Derinlemesine incelendiğinde, bunların, Bergson’un sezinlediği saf zaman’a dönebilmeyi başararak bütünsel benliklerini yeniden ele geçirmiş oldukları görülebilir. Yalnızca bu durumdaki insanlar tam anlamıyla özgür eylemlerde bulunabilirler. Bu anlarda, tam anlamıyla yara- tıcı, yenilikçi olunur; dolayısıyla, daha önce hiç görülmemiş durumlar ortaya çıkar; hiç yapılmamış şeyler yapılır ve hiç yürünmemiş yollardan geçilir. Ancak bu anlarda, bir yenilik ve yaratıcılık durumu kendini açığa çıkarır.
Herkesin özgür iradesi ile eylemlerde bulunması mümkün olsa da, gerçek olan, bunu çok azımızın başarabildiğidir. Seigel (2005), özgürlüğün mümkün olduğunu, dini liderler, artistler ve düşünürler gibi yaratıcı kişilerin eylemleri ile görebileceğimizi ileri sürmektedir. Bunlara bilim insanlarını da eklemek mümkündür. Süremizin içsel yaşamının, nasıl olup da dışımıza taştığına ve böylece dış dünyayı değiştirip şekillendirdiğine örnek olarak, ahlaki bir yaşam için yeni bir model oluşturan din adamlarının eylemlerine bakmak yararlı olur (Seigel, 2005: 521). Sanat söz konusu olduğunda Kant, Yargı Yetisinin Eleştirisi’nde, içsel doğamızın nasıl olup da dış dünyaya taşıp onu dönüştürdüğünü anlatırken, artist olarak “deha”nın [genius] eylemlerine ve üretimlerine bakılmasını ister. Yine, özgür hareket etmenin imkânını görmek için, düşünsel alanda düşünürlerin, bilimsel alanda ise bilim insanlarının eylemlerine bakmak yerinde olur.
Kendi içsel “ben”ini yeniden ele geçirdikten sonra, kişinin yapacağı her eylem, gerçek anlamda özgür bir eylem olacağı için, ister istemez, içerisinde olduğu belirli gelenek ve normlarla yaşayan toplumu ciddi şekilde etkileyecektir. Bu kişilerin kitleleri arkalarından sürükleyecekleri de bir gerçektir (2004: 30; 242). Bu etkiden dolayı, kişi tekrar toplumsal yaşamın içerisine çekilecek ve bir etkileşim gerçekleşecektir. Sokrates’i aklımıza getirdiğimizde ne demek istenildiği daha iyi anlaşılabilir. Delphi tapınağındaki “kendini tanı” [know thyself] yazısı, Sokrates’te, Bergson’un anlatmak istediği “içedönüş” sonucu kişide ortaya çıkması beklenen etkiye benzer bir etki yapmış olabilir. Belki de, tam tersine, Bergson, Sokrates’ten ilham alarak “içe dönüş” iddiasını geliştirmiş olabilir. Önemli nokta şu ki, bu özsel farkındalık, Sokrates’i, içe kapanmak şöyle dursun, aksi- ne daha da sosyal bir insan haline getirmiş gibi görünüyor. Janet’e göre, “gerçek kişilik öyle bir şeydir ki, içselliği fethedildikten sonra, sosyal [dısal] yaşama katılır, ona uyum sağlar ve onun gelişmesine katkıda bulunur” (akt. Seigel 2005: 525). Sokrates’in, tek bir insan olmasına rağmen, toplum üzerinde yarattığı etki o denli güçlüydü ki, en sonunda bundan hiç de hoşlanmayanlar tarafından, tanrılara hakaret ve gençleri yozlaştırmak suçlamalarıyla trajik bir şekilde ölüme mahkûm edildi. Öyle görünüyor ki, Sokrates sürekli bir dışsal direnç ile karşılaştı ama yılmadı, ölümle yargılandı ama geri adım atmadı. Yine görünen o ki, dışsal dirence karşı koyup onu aşarak sahici kendiliğini tam olarak yakaladı; özgür eylemlerde bulunabildi; kitleleri etkiledi ve ancak böylelikle Sokrates oldu.
Birçok sanatçının eseri yakılıp yıkıldı; kimi bilim insanları yargılandı, kimi vatanını terk etmek zorunda bırakıldı; kimi din adamı ve düşünür sürüldü, kimisi infaz edildi. Öyle görünmektedir ki, hepsinin nedeni, bunların, içe dönüşün yarattığı öz farkındalık ve sahici kendiliklerine erişebilmeleri sonucu yenilikçi, yaratıcı ve inançlı kişilikler olmalarıydı. Bu yönleri, her zaman toplumla iç içe olmalarına ve ona yön vermelerine olanak sağladı. Bu sadece bir seçim değil, aynı zamanda bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. İşte bu sahici kendilikler, bu nedenlerden dolayı, tarihin her döneminde ciddi toplumsal dışlanmalar yaşadılar ve büyük olasılıkla bizim ismini dahi bilmediğimiz birçokları bunun bedelini hayatlarıyla ödediler. Çünkü içe, zamana dönüş, kendini bulma ve özgür olma; eskiye, geleneğe ve köhnemişliğe bir başkaldırı, bir meydan okuma ve nihayetinde bir aşmadır. Bu anlamda, o yenilikçi ve devingendir. Bu yolculuğun uzun ve çetrefilli bir yolculuk olduğu unutulmamalıdır. Buna rağmen, sonunda vaat edilen şey için durmadan yola devam etmek, kimileri için hayatları da dâhil her şeye bedel görülmüştür.
Volkan Çifteci