Tezer Özlü (1943-1986); yaşarken yayımladığı üç “farklı” kitabıyla edebiyatımızın çok erken yaşta yitirdiği en özgün kalemlerden biri oldu. Avusturya Kız Lisesi’nde okudu. İlk kitabı olan Eski Bahçe’yi, (1978) 1963’ten beri dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşturdu. İlk romanı Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980); kişinin, çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da “yaşamasına izin verilmek istenmeyen” farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, “teninde duyarak” işledi.
Özlü, yaşamın anlamını arayan ve bu arayışı hayranlık duyduğu üç yazarın (Svevo, Kafka ve Pavese) izlerini ve izleklerini de sürerek sürdüren ikinci roman/anlatısını ise 1983’te Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde) adıyla yazmış; yapıt 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazanmıştı. Bu kitap, daha sonra dilimizde, yazarı tarafından Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) adıyla bir anlamda yeniden yaratıldı.
Özlü’nün ölümünün ardından; ilk öykü kitabı, daha sonra yazdığı öykülerle bir arada Eski Bahçe – Eski Sevgi (1987) adıyla basılmış; Gergedan dergisi 13. sayısında yazarın adına özel bir “fotobiyografi” yayımlamış; kimi günce ve anlatı parçaları ise Kalanlar (1990) adlı küçük bir kitapçıkta toplanmıştı.
BENİM GÖZÜMLE TEZER ÖZLÜ (1942-1986)
“Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim.
Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor… “
(Kalanlar, Tezer Özlü)
Son Aşk
Çengelköy’de deniz kıyısında, caminin avlusunda o bildik
yüzyıllık çınarın dibindeyiz. Ana gövde ikinci bir çınar doğurmuş, o da
bütün ağaçlar gibi göğe doğru uzanacağına kendini özgürleştirmeye
kalkmış, almış başını denize gitmiş. O çınarın dibindeyiz. Deniz sisten
pustan sıyrılamamış göl göl pırıldıyor; bizim evlerimizin de olduğu
(Tezer’le aynı semtte Arnavutköy’de oturuyoruz o sıra) karşı kıyılar
seçilmiyor. Islak tahta masada çaylarımız tütüyor, çok da üşüyoruz.
Sabah saat on. Tezer beni ilerde evleneceği sevgilisi, fotoğraf
sanatçısı Hans Peter’le tanıştırıyor. Birbirimize çabucak ısınmamızı,
birbirimizi çabucak sevmemizi istiyor. Böyledir Tezer; sevdiklerini
birbirine dost kılar; cömert bir yüreği vardır, ayırıcı, kaçırıcı değil,
birleştiricidir, öyle ki onun tanıştırdığı herkes birbirinin kırk
yıllık dostu gibi olmuştur bugün.
Burayı seçişimizin nedeni aynı zamanda Hans Peter’e İstanbul’u sevdirmek. Sevdi de sonunda; bugün o da bir İstanbullu!
“Bu adam benim ölümüm Leylâ” diye tanıştırıyor sevgilisini. “Bak bak bu benim ta kendim! Kafatasım bu; kendi ölümüm!”
Hans Peter’e bakıyorum, ince, uzun bir yabancı. Bahçe yılanının sırtı gibi aynalanan ipek montunun içinden hafifçe sırıtıyor. Solgun derisi, çökük mavi gözleri, açık renk dökük saçlarının açılmasıyla yükselen beyaz alnıyla onu eskiden elektrik direklerinin üzerindeki kurukafa işaretine benzetmeye çalışıyorum? “Yalnız bunun gözleri mavi, haklısın ölüm mavi gözlüdür” diyorum, bir şeyler demiş olmak için. Tezer’de benim görmeye alışık olduğum öfori’yi, Hans Peter’in nasıl karşılayacağından kaygılanıyorum azıcık, ama onun, genç kuşak bir Avrupalı’nın dünyayı sıkı bir biçimde tanımışlığının getirdiği bir olgunlukla, şefkatle ve hayranlıkla Tezer’i dinlediğini görünce rahatlıyorum.
Adamın elini alıp kendininkiyle yan yana koyuyor Tezer, “Bak bak”, diyor, “cildimizin rengi, damarlarımızın kabarıklığına, yeşiline bak, nasıl birbirinin eşi, şu dolaşımın haritasına bak, ölümüm bu benim!”
Hans Peter’in kolunu montuyla birlikte dirseğe doğru sıvıyor, gösterdiği dokuların arasındaki damarların akışına bakıyorum, gerçekten de Tezer’inkiyle eş. Dayanamayıp kendiminkine de bakıyorum, benimki onlarınkinden değil!
Hans Peter, o tuhaf renkli montunun kollarını indiriyor. Bu montun öyküsü de ünlü. İlk kez Berlin’de bir barda, uzaktan bu tuhaf yeşil renkle adetâ büyüleniyor Tezer, kalkıp bara gidiyor ve tanışıyorlar. Hans Peter, Kanada’dan o sıra tatile gelmiş. Tanıştıklarının yirminci gününde Kanada’ya dönüp her şeyini satıp savıp Berlin’e yerleşmiş oluyor genç adam. Aşkları böyle başlıyor onların; yirminci yüzyılın hızına uygun olarak. “Bu rengi giyebilen bir adam sıradan olamazdı, zaten oradan anlamıştım!” diyor sık sık, sürekli anlatıyor: “Berlin bursunu sanki bunun için kazanmışım, bu adam için gitmişim, iki kocamda da bulamadığım o şefkati bulmak için, aldım getirdim onu işte! Ölümümü bulmaya gitmişim sanki… “
Damarları anlıyorum da, neden “ölümüm”, anlayamıyorum bir türlü. Soramıyorum da…
Bunlar 1982 Ekimi’nde geçiyor. 18 Şubat 1986’da Hans Peter’in yurdunda, onun karısı olarak, onun kollarında, Kanton Spital Hasta nesi’nde yaşamı sona erdikten sonra sık sık aklıma düşüyor bu sahne.
Yazarın Ülkesinde Bir Gezinti ya da
“Burası Bizi Öldürmek İsteyenlerin Yurdu… ”
Tezer Özlü’yü anlamak için, stadyumlardan ve ekranlardan fışkıran “En büyük türkiyah! başka büyük yok!” inlemelerinin dışında bir yerlerden de ülkeyi seyretmek gerekiyor.
Türkiye, aslında âşığı olduğu bu topraklar acılarına acı katmıştır Tezer’in.
Din kökenli ilkellik, resmî ideolojinin sarmalında özgür aklı boğmuştur bu ülkede.
Buyurgan, yasakçı, ataerkil toplumun yatışmak bilmez gizli şiddeti, sadece on yılda bir sıkıyönetim dönemlerinde değil, sivil yönetimlerde de insan ilişkilerinin tüm alanlarını kaplamış, yurttaşların tümünü hasta etmiş, cehenneme çevirmiştir yaşamı. Hele Tezer gibi kozmopolit kültür sahibi insanlarınkini.
1 Mayıs 1977.
Kendimi bildim bileli örgütlerimin katıldığı bütün özgürlükçü eylemlere katılırım. O gün de “Türkiye Yazarlar Sendikası” sa-flarındayım. Görkemli bir işçi bayramı kutlaması sona ermek üzere. Sıra Kemal Türkler’in konuşmasına gelmiş. Güler Yücel’le saflarımızı bırakıp Café Bulvar’a giriyoruz. Orada başka arkadaşlar da var. Anımsadığım kadarıyla, Mustafa Kemal ve Tektaş Ağaoğlu, Kıvanç Ertop, Ela Güntekin, Ergin Ertem, Önay ve Gülbün Sözer, Tezer Özlü de.
Bir anda silahlar patlıyor, bir karışıklık ve şaşkınlık, ardından peş peşe yükselen makineli tüfekler, panzerler, sirenler… Toz duman içinde bir savaş alanının ortasında buluyoruz kendimizi; her zaman olduğu gibi, güvenlik güçleri (!), “çember sakallılar” ve “kurtlar”ın ortak cihadının arasından çil yavrusu gibi dağılıp kurtarıyoruz canımızı. Yanımda Tezer’i görüyorum, koşarak Elmadağ yönüne kaçıyoruz. Ardımızda çığlıklar; arkadaşlarımızın haykırışı: “Kızıma rastladın mı? Babamı gördün mü? Annemi görürsen telefon et…”
İşçi sınıfının, solun yükselişinin kırk ölü, yüzlerce yaralıyla durdurulduğu gün. Bizim bulunduğumuz bu alanlardan yükselen seslerle, futbol sahalarından, camilerden ve ekranlardan yükselen sesler hiçbir vakit örtüşemiyor.
O gece sabaha kadar uyanık Tezer. Sabaha kadar kapıları, camları, halıları siliyor, çatal bıçakları ovup parlatıyor. Devletin üzerine sıçrattığı kanı yuğup arıtmak istiyor.
Sabah görüştüğümüzde bir kez daha bu ülkeyi terk edeceğine yemin ediyor. Mücadeleyi sürdürme lafları ediyorum ben, o ise, “burası bizim yurdumuz değil ki, burası bizi öldürmek isteyenlerin yurdu!” diyerek sürekli yineliyor… Hâlâ da öyle değil mi?
Ben, Tezer Özlü’nün sıkıntılarının, büyük ölçüde, kışkırtılan bu toplumsal şiddetten, korkudan kaynaklandığına inananlardanım. Burada Baudelaire için söyleneni anımsıyorum, “Baudelaire’i çıldırtan Fransız emperyalizmiydi…” Hepimizi de öyle!
Bu toplumun bilinç düzeyini açıklayacak bir başka tabloyu da eklemeden duramayacağım.
1980’de başımıza çöreklenen askerlerin, dayattığı 982 anayasa oylamasından İstanbul’dan sadece 275.000 mavi (ret) oyu çıkmıştı. Bu sayı o görkemli işçi bayramı kutlamasına gelen Taksim Alanı’ndaki insanlarımızın sayısını bile bulmuyor?
Böyle bir Türkiye’de genç bir Türk kadın yazarın (artık “kadın yazar” sözcüğünü kullanmam gerekiyor, çünkü erkek yazar olsaydı doksanında bile olsa on yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenmesine ses edilmezdi?) kendinden yaşça ufak bir yabancı erkekle evlenmesine yetkililer bir türlü izin vermiyor! Engeller çıkarılıyor; sorgular sualler, nedenler, nasıllar, ertelemeler… Tam iki yıl! İki yıl sonra pes ediyor Tezer, Zürih’e yerleşiyor. 2 Nisan 1984’te birkaç yılcık bile olsa, sevecenliği ve aşkı bir arada bulduğunu söylediği Hans Peter’le evleniyorlar. İsviçre, neden kendinden yaşça büyük bir Türk kadınla evlendiğinin hesabını sormuyor Hans Peter’e. Böylece lacivert Türk pasaportunu atıp İsviçre pasaportunu almış, “onlara göstermiş”ti Tezer!
Sınırları bu yolla da olsa kaldırdığına sevinmişti.
Bir tatil sırası geldiklerinde, “gericilerin kağıtları kendilerinin olsun!..” diyerek, çantasından çıkardığı ve üzerinde incecik beyaz bir haç bulunan, kırmızı İsviçre pasaportunu pat! pat! masanın üstüne çalıyor, ünlü kahkahalarını koyuveriyordu. Ancak gövde, anadan ayrılsa da, ruh buralardaydı. Özlem içindeydi. Eşi dostuyla, sevdikleri sevmedikleriyle, komşularıyla kendinde olanı paylaştırarak var olabilen, öyle beslenen bir yazar için değil İsviçre, cennet bile olsa bir başbelasıydı.
Mektuplarda doğruyu kavradığı anda, gerek ülkeler, gerekse insanlar hakkındaki yargılarını değiştirirken, Tezer’in ne denli cesur ve sa-plantısız davranabildiğine de tanık oluyoruz.
Sevgi ya da Sanat Dünyasında
Bu yazıda Tezer Özlü’nün sanatıyla ilgili düşüncelerime pek yer
vermeyeceğim. Onun sanatı hakkında ben de, başka arkadaşlarım da yazdık.
Sanırım onlar da bir kitap halinde yayınlamak üzere. Ancak, gene de
kısaca birkaç noktayı yinelemek istiyorum.
Tezer Özlü’nün yaşamı acıyla, ölümle, intihar duygusuyla, canlılık ve yaşam tutkusuyla iç içeydi.
Almanca kaleme aldığı ve ilk adını Bir İntiharın İzinde koyduğu Yaşamın Ucuna Yolculuk, beni hep Hans Peter’le tanıştırdığı güne; “Ölümüm bu benim, kafatasım!” dediği güne döndürmüştür.
Bu kitabı yazarken, kendi hayatının da ucuna, son yolculuğa çıkmakta olduğunun bilincinde miydi, bilemiyorum. Tezer’in intihar etmediğini, yaşama, kızına, dostlarına, eşine ne denli bağlı olduğunu bilmeme karşın, ölmeye hazırlandığını seziyordum! Kim bilir? Bir biliciydi de o! Çevremizdekilerin geleceklerini söylemiştir çok zaman. Şu intihar edecek, şu çok hasta, şuna yardım bile edilemez!..
Kendine de, kendi gövdesinden ayrılıp, uçup ta yukarıdan baktığı olmamış mıdır? Acılardan söz ederken şunu da eklemeliyim. Sevgili üç yazarının, İ. Svevo, F. Kafka, C. Pavese’nin yaşadıkları, acı çektikleri, öldükleri yerlere onu çeken de sanki yakın sonunu onlarda seyretmek, kendi acılarını onların acılarında soğutmak, onların acılarını kendininkilerle avutmaktı. İnsanlara olan sevgi ve saygısını onların yaşamdaki bahtsızlıklarına isyan ederek de göstermiş ve bu son kitabını hemen hemen ayakta, on beş gün içinde, durmak uyumak bilmeksizin, adetâ canına kıyarak, ama tertemiz yalın bir dille, bir biçemle gerçekleştirebilmişti.
Burada yazınsal düzlemde ilginç olan şey, yazarın metinler arası ilişkilerdeki özgünlüğü olmaktadır. Bu ilişki şimdiye değin izlediklerimizden farklıdır. Metinler arası ilişkiler denildiğinde, bizim açıkgöz diyebileceğim bazı yazarlarımız, ustaların ürünlerini o ustalar kendilerine yakın olmasalar bile, özümsemeden, yamyamlıkla kendilerinin kılmaya kalkmışlar, taklit ya da uyarlama yapmaktan çekinmemişlerdir. Oysa Tezer Özlü, kendi olmayı hiç reddetmeden, kendi ruhundaki acılardan taşarak akraba acıların dünyasına ulaşmaktadır. Bu ise küçümsenecek bir nitelik değildir, kalıcıdır.
Tezer Özlü’nün sanatı, acılar kadar sevgiyle de besleniyordu, ve sanatını yaşamından ayırmak pek mümkün de değildi. Sık sık, “dünyayı başıma yıktı” diye söz ettiği ilk eşinden boşandıktan sonra evlendiği Erden Kıral’dan ayrılsa da, gönlünden onu söküp atmış değildi. Zaten böyle bir şey, en son isteyeceği bir şeydi. O, ruhunu koşullar elverdiği ölçüde tıka basa sevgiyle doldurmak isterdi.
Hans Peter’de bulduğu yumuşaklık, sevecenlikti. Bir başka kültürün getirdiği, karşısındakine gösterilen saygıyı da unutmamalı. “Sekiz yılda eşimin yapamadığını sekiz saatte yaptı, kapıyı yağladı, gıcırtıyı kesiverdi!” Böyle bir ayrıntıyla bile dünyalar onun oluveriyordu. Erden’e olan sevgisiyle yeni eşinin aşkını birlikte götürdüğünü sanıyorum.
Özlü’nün sevgi dünyası birçoklarımızın anlayabileceğinden çok ötede, çok geniş kucaklayıcılığa sahipti. Bu yüzden bazı insanların onu anlaması gerçekten de zordu. Ölümünden sonra, vaktiyle bağrına basıp yardım elini uzattığı bir yazarın, kendisini aşağılayıcı bir roman kaleme alması, edebiyatımızın gerçekten de ne denli sığ kafalara sahip şöhretlerle bezendiğinin bir göstergesidir. Onun sevgi dünyasında kurumların, kuralların, uygarlık sınırlamalarının kaldırılmış olduğunu görürüz. O, neredeyse hatır için bizden biri gibi yaşadı. Mümkün olsa dünyanın bütün erkekleriyle evlenip onları mutlu etmeye çalışacak, bütün insanları yaşlı, genç, çocuk, sakat, hastaları bağrına basıp emzirecekti. Ufak tefek anlaşmazlıklarla onu küstürmek olanaksızdı.
“Le Syndrome d’Honore”ye yakalanmış bir arkadaşımızın, Tezer’i kitabında anlamsızca teşhir etmesinin ardından, “Zavallı; ne kadar da gülünç!.. ” deyip geçiyordu.
İnsanlardan hiçbir şeyini saklamak, esirgemek istemezdi. Şu doğruyu içten benimsemişti; bir yazarın başına gelen, tüm insanların da başına gelmiş sayılır, doğrular ne denli aykırı olsalar da, onlara yan çizdiğin an yok olma başlar. Bir dolmuşta, başkalarının yalnızken kendilerine itiraf etmekten irkileceği şeyleri, yüksek sesle anlatıyordu! Kurulu düzene meydan okumanın, insan onurunu korumanın bir başka yolu belki de?
Özyaşam anlatıdan da hiç kaçmadı, onu sanat katında yoğurmayı çok iyi bilmek kaydiyle.
Mektuplarda, haklı haksız Tezer’in alaya aldığı, parladığı kimseler de var. Derdi kişiler değil, zihniyetlerdi, bu yüzden biz onları anlaşılmaz kılmaya çalıştık? Tezer Özlü’nün yüreğinde kin ve intikam gibi duygular hiç barınmadı; çabucak incinen bir insanın tepkileriydi onlar. Tez-er’in bilinçli okurlarının bu tepkileri de doğru bir kanala aktaracaklarına inanıyorum ben; beni yüceltmelerindeki abartma payını sezeceklerine de. Söylemeye gerek yok, onunla birçok konuda düşüncelerimiz ayrılıyordu, ama bunlar hiçbir biçimde dostluğumuzu engellemedi.
Dostluğumuza, Hastalığa ve Ölüm Meleğine Dair
Tezer’i tanıdığımda, o henüz kırmızı ekose etekli on üç, on dört
yaşlarında bir çocuk. Ablası Sezer (Duru) ile birlikte, ağabeyleri kırk
yıllık dostum Demir Özlü’nün yanı sıra Asmalımescit’teki Nil
Lokantası’na, Beyoğlu Balık Pazarı meyhanelerine, Baylan Pastahanesi’ne,
arada bir de Teşvikiye’deki bizim eve uğradıkları oluyor. O yaşlarda
Kafka’yı, Dostoyevski’yi, Alman yazınını bilmenin coşkusuyla boğuşup
duruyorlar bizlerle.
Ama, Tezer’le asıl dostluğumuz o, Erden Kıral’la evlendikten sonra, genç bir kadın olduğunda derinleşti. Kızı Deniz’in doğumundan (1973) sonra, bizim de Arnavutköy’e taşınmamızla her an birbirimizi görme fırsatı doğdu.
Daha önceleri Teşvikiye’deki evin odalarını o geldikçe dolduran çocuksu kahkahaları artık birlikte atılan protestolara dönüşmüştü. Sanırım bu yolla ailenin, Türkiye’nin, sanatın sorunlarını, yüklerini hafifletmeye çalışıyorduk.
Tezer, 1973’ten 1985’e hasta olduğunu öğrenene kadarki süreyi şok-suz, hastanesiz, hastalıksız yaşadı. En çok birlikte olduğumuz o sürede, kitaplarında da anlattığı biçimde korku ve kaygılarını durdurabilmiş, “çılgınlığı” yenebilmişti. Ancak sürekli baş, diş ağrıları, bel ağrıları çekerdi. 1985’te kanser olduğunu öğrendiğinde yakasına yapışmış olan eski depresyona, gayya kuyusuna indi yeniden. Söylediğim gibi, benim hâlâ sevgili bir dostum, Tezer’den kalma bir emanet gibi baktığım Erden Kıral’dan boşanarak Zürih’e, bir vakitler benim de kısa bir süre kaldığım mahalleye çok yakın olan bildik bir sokağa, Lindenbach Str.’ye yerleşmişti.
1985 Temmuzu’nda bir gün telefonda ağlıyordu. “Göğsüm koca bir karpuz gibi şişti Leylâ; buranın doktorları, bu kasaplar hemen kesmek istiyorlar beni. İrinler akıyor göğsümden, yaralar bereler içindeyim!..”
O’na Fatoş Erbil’in (kızımın) yakın arkadaşı olan, dostumuz, sevgili Norbert Avetyan’ın adresini ilettim hemen. Norbert, Paris’te bir hastanede (Clinique D’Alleray) bu işin uzmanıydı ve, “Sakın ameliyat olmasın teyzeciğim, gelsin bana” diyordu. Gitti. Doktorunu da çok sevdi. Birlikte Mozart “Requiem” dinliyorlardı. Sezer’le Zürih’ten Paris’e iki sefer gittiler. Şişler indi, yaralar kapandı. Norbert, “Beş kez kemoterapi olmadan asla hiçbir şeyin belli olamayacağında, ameliyat olmaması gerektiğinde”, ısrar ediyordu. Ama sonunda Zürih ekolü kazandı. Paris’te yapılan o iki kemoterapiden ve görece iyileşmeden sonra ameliyat oldu.
Ameliyatından üç dört gün önce geldim Zürih’e. Paris’ten İstanbul’a dönüyordum. Paris’ten bindiğim Zürih treni hayatında ilk kez beş saat gecikmeyle girdi perona…
Tezer, Sezer, Hans Peter gara gelmiş beklemiş dönmüştüler. O arada bir gar içi silindiri Tezer’e çarpmış, yere düşürmüş, sürüklemişti onu. Tezer paniğe kapılmıştı korkudan. Ben geceyarısı evlerine girdiğimde yatıyordu. Kırmızı sabahlığıyla çıktı geldi odasından. Ağlamaklı, çocuksu bir sesle nasıl düştüğünü anlatıyor moraran bacaklarını gösteriyordu. İçim parçalanmıştı. Yatıştırmaya çalıştım onu. Tüm aksiliklerin de nasıl bizi bulduğunu; onun kıçını, Arnavutköy’deki gezici zerzevatçının eşeğinin nasıl ısırdığını, benim nasıl eğri büğrü taşlara saplanan topuğum yüzünden neredeyse otobüse çiğneneceğimi… Gülüyor muyduk, ağlıyor muyduk bilmem?..
Ertesi sabah daha sakin konuşmaya çalıştık. Bir hemşire gelip, şifalı otlarla masajını yapıyordu. Evin her yanı dökülen saçlarıyla desenlen-mişti. Sarı, kumral, meçli saçlarını kendi rengine bırakmıştı artık. Sürekli doğaya, doğal yaşama dönmemiz gerektiğinden söz açtı. Televizyondan nefret ediyordu. Teknolojinin bir iblis olduğunu anlamıştı.
Hemşire gittikten sonra yatak odasına çağırdı beni. Hasta göğsünü gösterdi. “Geçmiş Tezerciğim!” dedim. “Geçti!” dedi. Göz göze gelmemeye çalışarak sustuk bir süre, sonra birbirimize sarılarak ağladık. O güne değin birbirimize hiç yalan söylememiştik. Odasından çıktık, koridordan geçerken, vestiyerde duraladım. Paris’te son gün gözüme çarpan ve onun için aldığım ama bir türlü dilim varıp söyleyemediğim narçiçeği-al kaşkola uzandı, “Bunu bana getirmiştin değil mi? Ne güzel? Yaşam dolu!” dedi, boynuna sardı.
Ertesi gün ameliyat oldu Tezer. Sevgili Sezercik sıraya dizdi bizi: “Önce ben; sonra Hans Peter; sonra sen!” dedi. Öyle yaptık. Narkozdan çıkmış bekliyordu Tezer, beyaz, bol hastane örtüleri arasında tülden bir mermere işlenmişçesine dingin mi dingindi. Yatağının başucundaki duvarda yüzlerce kanat gölgesi çırpınıp duruyordu.
O, orada öylece, Albert Dürer’in çizebileceği bir portre gibi; St. Thecla, St. Dorothea, St. Lucia gibi adı bilinen bilinmeyen tüm mar-tirler gibi, ama dinsel olmayan bir hüzünle dupdurgun, ıssızca bekliyordu.
Nutkum tutulmuştu. Bana son sözü, “Üzülme!” oldu.
Tezer Özlü, (Sümer, Kıral, Marti) böylece bir şimşek hızıyla çaktı geçti dünyamızdan. Güzel duygularla, kimsenin bozamadığı düşüncelerle donanmış yaşamından ve yazılarından değerli bir sarmal bırakarak.
Leylâ Erbil
5 Kasım 1994