14 Ocak 2020

Aşkı kariyerine tercih eden kadın: Magdi Rufer Âşık olduğu Sabahattin Eyüboğlu’nun peşine takılıp, hiç bilmediği bir ülkeye geldi.

 
Âşık olduğu Sabahattin Eyüboğlu’nun peşine takılıp, hiç bilmediği bir ülkeye geldi. Üstelik kariyerinin başında, çok yetenekli piyanistken…Devlet memurlarının yabancı uyruklu kadınlarla evlenmesi yasak olduğu için, sevdiği adamla hiç evlenemedi. Tutuklanıp hapse girdi, kariyerini bitirmek zorunda kaldı, hatta sevdiğini kaybetti…Bu, 84 yaşında hayata gözlerini yuman Magdalena Rufer’in buruk hikayesi… Sevdiği adam, son nefesini kucağında verdi. Göz gözeydiler, belki birbirlerine söyleyecekleri, yarım kalan bir şeyler vardı aralarında ve kuşkusuz yaşanacak daha çok şey… Ama çok erken yaşta gözlerini kapattı Sabahattin Eyüboğlu… Gidebilirdi, her şeyi bırakıp tekrar İsviçre’ye ailesinin yanına dönebilir veya evlenebilirdi. Ama hatıraları onunla o kadar birlikteydi ki, bunu yapmak yerine sevdiği adamın yaşadığı topraklarda kalmaya devam etti Magdalena Rufer… Onu tanıdığımda 83 yaşında, yorgun bacakları kendisini zorla taşısa da, kendinden emin ve dimdik yürüyordu. Gümüşsuyu’ndaki bodrum katındaki evinde, Sabahattin Eyüboğlu’nun anıları, resimleri, yazıları ve hiçbir zaman ayrılmadığı piyanosuyla birlikte yaşıyordu. Ha bir de yakın dostu Avni Arbaş’ın imzasını taşıyan kendi portresiyle… Bir kız çocuğununki kadar ince sesiyle anılarını anlatırken, mavi gözleri yine aynı muziplikle parlıyordu Magdi’nin. Benimle anılarını paylaşması o kadar da kolay olmadı. Çünkü kapısı çok aşındırılmasına rağmen, konuşmamayı tercih etmişti. Benimle konuşması ise yakın dostu ve yine kendi gibi artık çok uzaklarda olan Türkan Saylan sayesinde olmuştu. Aşağıdaki okuyacağınız satırlar onun ilk ve son röportajı… Saat 17.00’ye kadar sigara içmeyen, bu saatten sonra da bir kadeh viski ve iki sigara içmeyi adet haline getirmiş bu mavi gözlü kadınla arkadaşlığımın kısa süreceğinin farkındaydım da, bu kadar kısa olacağını düşünmemiştim. Röportaj 2006 yılındaydı, o 2007 yılında göçtü aramızdan. İşte Magdalena Rufer’in, ya da arkadaşlarının seslendiği adıyla Magdi’nin hikayesi. Cesur, aşık ve güçlü bir kadının…
1924 yılında İsviçre’nin başkenti Bern’de Fransız İhtilali ve Helvetic Dönemi Eksperi tarihçi Alfred Rufer ile piyano öğretmeni Lena Rufer’in ikinci kızı olarak dünyaya geldi Magdi Rufer. Piyano çalmayı annesinden öğrendi. Artık yardımsız, yani tek başına çalmaya başladığında dört yaşındaydı. Bern Konservatuarı’nı bitirdiğinde Paris’e gitmek istedi. Ancak Fransa hâlâ savaşın içindeydi. Bu nedenle bir süre beklemek zorunda kaldı. Barış ilan edildiğinde ailesinin de desteği ile Paris’e gitti. Kendine bir pansiyonda küçük bir oda tuttu. Ancak ne yazık ki bir türlü çalışmak için piyano bulamıyordu. En sonunda şu anda adını hatırlayamadığı bir stüdyoda kendisine bir piyano buldu. Ama sadece saat 17.00 ile 19.00 saatleri arasında çalışmasına izin veriliyordu. –Ki bu da konser piyanisti olmak ve bu alanda ciddi bir kariyer yapmak isteyen Magdi için yeterli değildi.- İmdadına annesi yetişti. Kızını ziyaret için Paris’e gelen Lena Rufer, önce genç Magdi’yi Paris’te sanatçıların bir arada yaşadığı – Magdi’nin “İlginç bir pansiyondu” dediği- sonradan müzik okulu olan Scola Cantroum’a yerleştirdi. Sonra piyano araştırmaya başladı. En sonunda kocaman bir konser piyanosu (kuyruklu piyano) bulmuştu. “Piyano o kadar büyüktü ki, zorlukla yukarı taşıtıp, odaya yerleştirince küçük odamda yer kalmamıştı” diyen Magdi, bu sayede artık bir piyanoya ve sınırsız çalışma imkanına da kavuşmuş oluyordu.
Bu arada yeni geldiği pansiyon pek çok sanatçının bir arada kaldığı, bohem bir hayatın yaşandığı “değişik” bir yerdi. Mina Urgan, Azra Erhat, Selim Turhan, Can Yücel, Avni Arbaş gibi pek çok Türk sanatçı da pansiyonun sakinleri arasındaydı. Kısa bir süre sonra aralarında çok güzel bir ilişki kuruldu. Herkes öğrenciydi ve dolayısıyla herkes fakirdi. “Zaman zaman ailelerimizden paketler geliyordu. Çünkü Fransa savaştan yeni çıktığı için pek çok zorluklar yaşıyorduk. Bazen yemek bulamıyor, aç kalıyorduk. Bu paketlerde çoğunlukla yemek oluyordu. İşte paketlerin geldiği zaman, kime gelmişse, onun odasında toplanıp kendimize ziyafet çekiyorduk” diyen Magdalena Rufer için bu bohem hayat, bir süre sonra aşkın kapılarını da aralayacaktı, ama henüz onun bundan haberi bile yoktu.
Magdi’nin 1947 yılında tanışacağı ve âşık olacağı Sabahattin Eyüboğlu ise gelişim sürecini bambaşka şartlar içinde tamamlıyordu. 1908 yılında Akçaabat’ta doğan Eyüboğlu, 1928 yılında Trabzon lisesinin son sınıfındayken, üniversiteye öğretim üyesi yetiştirmek için açılan sınavı kazanarak Fransa’ya gönderildi. İki yıl Dijon, bir yıl Lyon Üniversitesi’ne devam ettikten sonra, bir yıl Paris’te kalıp Sorbonne Üniversitesi’nde ders izledi. Ertesi yıl İngiltere’de İngiliz dili ve edebiyatı üzerine incelemeler yaptı. 1933’te Türkiye’ye döndü. İşi neredeyse hazırdı ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doçent olarak işe başladı. 1938’e değin Milli Eğitim Bakanlığı müfettişliği, Talim ve Terbiye kurulu üyeliği, Tercüme bürosu başkan yardımcılığı gibi görevlerde bulundu. 1939-47 arasında Hasan Ali Yücel’in isteğiyle Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde ders verdi. 1946’da çok partili rejime geçtikten sonra köy enstitülerine karşı yürütülen kampanya sırasında Tercüme Bürosu’ndaki ve Hasanoğlan’daki görevlerinden uzaklaştırıldı. Onun için artık Türkiye’de “şimdilik” yapacak bir şey kalmamıştı. Bu nedenle 1947 yılında Paris’e gitti. Öğrenci olmadığı için daha iyi bir otelde kendisine bir oda tuttu. Bu arada Türkiye’den tanıdığı pek çok sanatçının kaldığı Scola Cantroum’a gelip gidiyordu. İşte kızıl saçlı, mavi gözlü güzel kadını bu ziyaretleri sırasında gördü. Arkadaşlarına “Kim bu kadın?” dedi. “O bir piyanist, Magdi” dediler… Bir süre sonra o da Scola Cantroum’a taşındı.
- Sabahattin Eyüboğlu ile nasıl tanıştınız, nasıl âşık oldunuz birbirinize?
MAGDALENA RUFER: Scola Cantroum’a taşındıktan sonra, zaten arkadaşlarımın arasına katılmıştı. Hele paket açma merasiminde o da hep oluyordu. Ama ilişkimiz kedim sayesinde başladı. Odamda beslediğim bir kedim vardı. Sabahattin (Aslında çok tatlı bir aksanla Sabatin diyordu) sürekli olarak ona yiyecekler veriyordu. Okuldan geldiğim zaman kedimi arıyordum, bir türlü bulamıyordum. Sabahattin de kafasını odasından uzatıp “Kedin bende” diyordu. Bir süre sonra kedim ciğerlere de Sabahattin’e de çok alışmıştı.
- Önce kedinizin kalbini mi fethetti yani?
Evet. (Gülüyor) Böylece ilişkimiz de başlamıştı zaten. Söylenmiş bir şey yoktu, kendiliğinden başladı. Bir buçuk sene sonra onu Türkiye’den çağırdılar, dönmek zorundaydı. Ben de onunla gitmek istiyordum. “Evlenelim” dedim. Bana “Hayır. Önce gelip Türkiye’yi bir gör. Orada yaşamak istemeyebilirsin” dedi. Gerçekten ben Türkiye’yi hiç bilmiyordum. Pek çok Avrupa şehrini görmüştüm, Türkiye’yi de onlar gibi zannettim herhalde, bana kolay geldi.
- Aileniz bir Türk’le evlenmek istemenize hatta onun peşinden Türkiye’ye gitmenize itiraz etmedi mi?
O zamanlar böyle şeyler yoktu ki. Babam iyi bir tarihçi ve entelektüeldi. Akıllarına böyle bir şey gelmedi. Bir keresinde Noel için İsviçre’ye gitmiştim. Sabahattin de geldi orada tanışmışlar ve birbirlerini çok sevmişlerdi. Sonra biz Paris’teyken gidip geliyorlardı. Zaten aralarında bir sevgi vardı, bu nedenle karşı çıkmadılar.
- Türkiye’ye geldikten sonra neler oldu?
Sabahattin döndükten bir süre sonra, yaz aylarında ben de Türkiye’ye geldim. Erol Güney’in hanımının Büyükada’da evi vardı. Bir süre orada kaldık. Bu arada annesi ve babası da Trabzon’dan geldi. Babası mükemmel Fransızca konuşuyordu, hatta çeviriler de yapmıştı. Neyse… Bir süre orada oturduk. Ama bir türlü çalışmak için piyano bulamıyordum. Bütün piyanolar kötü ve akortsuzdu. Düzgün bir piyona bulamadım ve tekrar Paris’e gittim. Bir sene sonra tekrar döndüm. Bu sefer Büyükdere’de oturduk. Ev bizim değildi. Bir arkadaşımız bir aylığına yurtiçi seyahate gitmişti, biz de onun evinde kalıyorduk. Sabahattin’in ailesiyle de oturamazdım, bu mümkün değildi. Bir türlü karar veremiyordum. Ayrıca o zamanlar şimdiki gibi konserler verilmiyor Türkiye’de. Bir tek kış aylarında Cemal Reşit’in konserleri oluyordu, o kadar. Bir gün Kalamış’ta, -Bedriler de oradaydı- beni ekmek almaya gönderdiler. Orada denize karşı bir duvarın üzerine oturdum, “Ben nasıl, nasıl yapacağım?” dedim kendi kendime. Çünkü piyano çalmak benim için hayati bir şeydi. Biraz Adalet Cimcoz ile konuşabiliyordum. “Ben ailesi ile oturamam. Türk oldukları için değil, böyle bir şeye alışkın olmadığım için yapamam” dedim. Bunun üzerine yeniden Paris’e gittim. Zavallı Sabahattin… Ne kadar kötü değil mi?
- Tekrar dönüşünüz nasıl oldu?
Paris’teyken Sabahattin bana mektup gönderdi. “Sana bir piyano aldık, iki odalı bir ev tuttuk. Artık gel” yazıyordu, ben de döndüm.
- Bu arada evlenmiş miydiniz?
Hayır, biz hiçbir zaman evlenemedik. Evlenmeyi çok istedik, ama gördük ki böyle bir şey mümkün değil.
- Neden?
Çünkü Sabahattin İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde karşılaştırmalı Türk-Fransız edebiyatı dersleri veriyordu, öğretim üyesiydi. O zamanki yasaya göre devlet memurları, askerler yabancı kadınlarla evlenemiyordu. Bu yasa hâlâ da var sanırım. Artık pek kullanmıyorlar galiba. Ya da işlerine geldiği zaman kullanıyorlar. Solculara, hümanistlere karşı kullanıyorlardır. Sabahattin tam bir hümanistti.
- Siz Türk vatandaşlığına geçebilirdiniz…
Ben de bunu istemedim. Çünkü  yurtdışına konserlere gidiyordum. Türk pasaportuyla yurtdışına çıkmak hiç kolay değildi, hatta neredeyse mümkün değildi. Şimdi değiştirdiler, çift vatandaşlık hakkımız var artık.
- Evlilik dışı birlikte yaşamanız, o dönemin toplumsal koşullarında hiç kolay olmasa gerek. Problemler yaşamadınız mı?
Yaşamaz olur muyuz? Çok şeyler yaşadık. Benim ailem durumu bildiği için karşı çıkmadı. Birlikte yaşamamıza onay verdiler. Ama Sabahattin’in ailesi bu durumdan rahatsız oldu. Biz de onları mutlu edebilmek için imam nikâhı kıydırdık, Beyazıt’ta Sabahattin’in babasının evinde. Tanıklarımız da Ankara’dan iki profesördü. Böylece herkes memnun oldu. Ama beni en çok üzen şey, hiç birlikte seyahat edememiş olmamız. Çünkü ben yabancıydım ve evli değildik. Bir otelde kalmamız mümkün değildi, Sabahattin de bir şey olacak, bana bir zarar gelecek diye çok korkuyordu. Tutuklandığımız zaman Sabahattin çok çok kızdı. Çünkü normal zamanda eşi olarak görülmüyordum. Bunca sene zorluklar çekiyoruz, hiçbir seyahate beraber gidemiyoruz, ama tutuklamaya gelince beni de eşi olarak tutukluyorlardı. Hatta “O İsviçreli, buralı bile değil” demişti, “Olmaz onun da ismi var” dediler.
- Tutuklanma hikâyeniz nasıl oldu?
Muhtıradan sonraydı…  Azra ile telefonda Fransızca olarak konuşuyoruz. Ben de eve çatal almam gerektiğini söylemiştim. Meğer telefonlarımızı dinliyorlarmış. Benim “çatal” sözümü silah olarak çevirmişler. Nasıl yaptılar bilmiyorum, ama mektuplarımızı da okumuşlar. Çok çirkin şeyler bunlar… Beni sorgulamaya götürdüklerinde anladım bunları. Çünkü hakkımda çok şeyler biliyorlardı, İsviçre’deki akrabalarımı bile.
- Kimlerle beraber tutuklanmıştınız?
Sabahattin, Tilda (Yaşar Kemal’in eşi), Azra (Erhat) ve ben tutuklandık, sonradan Vedat’ı (Günyol) da aldılar. Hayatımda ilk kez tutuklanıyordum. Çok ürkmüştüm, ne olacağını bilemiyordum. Eminönü’ndeki o meşhur Sansaryan Han’daydık.
- Sansaryan Han işkenceleriyle ünlü bir yerdi, siz de işkence gördünüz mü?
Çok sıcak bir gündü. Sokaktan lahmacun ısmarladılar, ama sonrasında su vermediler. Sonra benim sigaram bitmişti, paketi sıkıyorum boş olduğunu görüyorlar. Bir sigara bile vermediler. Oysa Türkiye’de sokakta bile hiç tanımadığınız insandan sigara isteseniz, hemen ikram eder. Bana sigara vermediler. Ciddi bir işkence görmedim, böyle küçük şeyler yapıyorlardı; bize yapılanlar psikolojik işkenceydi. Ama polisteyken içeride öğrenciler vardı, tuvalete getiriyorlardı. Çocuklar yürüyemiyordu. Falaka izleri vardı ayaklarında.
- Hapisteyken Sabahattin Bey size bir fırıldak ya da rüzgârgülü yapıp göndermiş galiba?
Doğum günümdeydi. Bana bir hediye göndermek istemiş ve bir fırıldak yapmış. Çok yağmur yağıyordu. Bir de baktım bir asker, paltosunun altına sakladığı bir şeyi bana veriyor. Sabahattin’in gönderdiğini söyledi. Orada askerler bize çok iyi davrandı. O fırıldak son zamanlara kadar duruyordu, ama artık parçalandı ve atmak zorunda kaldım.
- Ne zaman dışarı çıkabildiniz?
Dört ay sonra mahkeme başladı. Beni sorgulayan savcı, çok kötü bir adamdı. O kadar üzerime geliyordu ki, ne söyleyeceğimi şaşırıyordum. Çünkü neyle suçlandığımı bile bilmiyordum. Orada bir Atatürk heykeli vardı (tablosu da olabilir, çok emin değil) ona dönüp yalvardım, “Lütfen yardım et, ne söyleyeceğimi, ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Hatta neyle suçlandığımı bile bilmiyorum” dedim. Sonradan öğrendim tabii, komünist hareketlerde bulunmak ve komünist parti kurmakla suçlanıyormuşuz. Ama hâkimler çok kibar insanlardı, eski Türk kibarlığını taşıyorlardı. İlk mahkemede hepimiz suçlamaları reddettik. Tilda, Azra çıktılar, ben kaldım.
- Siz neden tahliye edilmediniz?
Bilmiyorum ki, çatal sözünden herhalde. Ben yanılmıyorsam üç ay daha kaldım, ikinci mahkemede beni de tahliye ettiler.
- Tutuklanmanın öncesinde ve sonrasında çok zorluklar çekmişsiniz. Sabahattin Bey’in işsiz kaldığı dönemlerde nasıl geçiniyordunuz?
O çeviriler yapıyordu, ben de piyano dersleri veriyordum. Tutuklandıktan sonra yurtdışına çıkışım yasaklandığı için konserler de bitmişti. İstanbul’un en uzak köşelerine gidip, piyano dersleri veriyordum, Kadıköy’ün tepelerine, Kınalıada’ya… Çok zordu benim için. Ayrıca Şakir Eczacıbaşı da bize yardım etti. Sonra Sabahattin’i yeniden Teknik Üniversite’ye çağırdılar.
- Sonra ne oldu, hayatınız nasıl devam etti? Tüm bu zorlukları da yaşadıktan sonra hâlâ evlenmeyi istemiyor muydunuz?
Biz istiyorduk, ama sürekli problem çıkarıyorlardı. Evraklarımızın eksik olduğunu söylüyorlardı. En sonunda benim nüfus kaydımın İsviçre’den gelmesi gerektiğini söylediler. Tam her şey hazırlandı bütün evraklar geldi, nikâh için başvuru yapacağımız sırada Sabahattin öldü. 13 Ocak 1973… Maçka, Bronz sokakta… Şimdi bir güzellik merkezi var, oturduğumuz apartmanın köşesinde… (Hemen köşedeki MOS kuaförden bahsediyor.)
- Ya çocuk istemediniz mi?
Zamanımız yoktu ve çok zorlu bir hayatımız vardı. Üstelik evli değildik. Çocuk yapsaydık bizim için zaten zor olan bir sürü şey daha da zorlaşacaktı. Bir de benim kedilerim vardı evde. Sabahattin kediler küçükken çok seviyor, onlara tabağından yemek veriyor, büyüdüğü zaman kızıyordu, yanına geldiklerinde kovalıyordu. Hatta bir keresinde Ara Güler bana bir köpek hediye etti. O köpek yüzünden çok kavga ettik. Evin içinde köpek istemediğini söylüyordu. Yani çocuk yapsaydık büyük kavgalar olacaktı. Kedi için, köpek için bile kavga ediyorduk.
- Siz de istemiyor muydunuz, yoksa o istemiyor diye mi siz de ısrarcı olmadınız?
İkimiz çok çalıştık, zamanımız yoktu, koşullarımız uygun değildi… 100 sene geçti üzerinden konuştuk mu unuttum…
- Bir adama âşık oldunuz, o dönemin yokluklar ve imkânsızlıklar ülkesine geldiniz. Üstelik gelecek vaat eden pırıl pırıl bir piyanistken… Sonra geriye dönüp baktığınızda “Keşke gelmeseydim, keşke kariyerime devam etseydim” diye düşündünüz mü?
Bu benim tarzım değil. Tabii ki her gün mutlu değildim, çok zordu. Ama Sabahattin vardı, gelmeseydim onunla birlikte olamazdım. Bazen aklıma böyle şeyler geliyor, ama hemen yok ediyorum, düşünmüyorum. Bunu hiç yapamam. Evet, kariyerim olamadı. Hakkımda yeni yeni yazılar çıkarken, kariyerimin çok başında Türkiye’ye geldim. Ama okullarda çok çaldım. Kendimi böyle tatmin etmeye çalıştım.
- Sabahattin Eyüboğlu öldükten sonra neden burada kalmaya devam ettiniz? Çünkü kalmak istemeseydiniz, kimse yadırgamazdı?
Buna herkes şaşırdı. Ama ben hiçbir yerde bu kadar uzun süre -30 sene- kalmamıştım ki! İsviçre’de bile. Paris’teki arkadaşlarımla, İsviçre’deki akrabalarımla hâlâ görüşüyordum, kopukluk yoktu. Ancak hayatım, dostlarım, en yakın arkadaşlarım buradaydı. İsviçre’ye gitmek istemezdim, belki Paris’e gidebilirdim, ama gitmedim, burada kalmayı tercih ettim.
- En yakın arkadaşlarınızdan Tilda Kemal (Göğçeli), Azra Erhat, Mina Urgan hiçbiri hayatta değil. Yalnızlık çekiyor musunuz?
Hayır, hiç çekmiyorum. Evvela yalnızlığa bayılıyorum. Zaten hiçbir zaman da yalnız kalmadım. Evet, onlar hayatta değiller, ama başka dostlarım var, onlar beni sürekli ziyaret ediyorlar. Yalnız değilim…

  23 Mart 2010 Arzu Erdoğan