18 Şubat 2019

Tahsin Yücel " Ben, okudukça, öğrendikçe, söylenlerden kurtuluyor, düşten düşünceye geliyordum; okudukça, öğrendikçe, insanları geçmek değil, insanlara doğru gitmek gerektiğini anlıyordum."

Haney Yaşamalı – 1955 
Haney Yaşamalı 1956 yılı Sait Faik Hikaye ve Düşlerin Ölümü 1959 TDK Öykü Ödülü’nü kazanır.
   Karanlık odada duyulan bulantıya, karanlık odadan çıkılınca kavuşulan esenliğe karşın, Haney’e yeniden gidenler çoktu, ama düşlediklerinin önemsizliğini anlayanlar da yok değildi. Haney’in büyüklüğü burada işte. İşte bunun için ‘Haney yaşamalı!’ diyorum. Karanlık ve iğrenç bir odada, katlanılmaz kokusuyla, kirli paçavralarıyla, çopur yüzü, nasırlı elleri, kösele ayaklarıyla, önemlinin önemsizliğini göstermeye çalışmıştı sizlere, sizlere sözleriyle değil, bedeni ve devinileriyle, ‘Açın gözlerinizi, aptallar!’ diye haykırmış, bütün yaşamını bu yolda harcamıştı. Bunun için yaşamalı bu kadın diyorum.
Düşlerin Ölümü’nde yer alan Akça Gölge adlı öykü
   Duyuyorum; taramak gelirdi yaşayanların içinden günlerce, gecelerce taramak gelirdi. Dipleri saçların toprak olmasını istemezdi. Kesip alır, saklardı, ikide bir bohçasından çıkarır, öper, koklar, ağlardı, bazı bazı güldükleri de olurdu. Geçmişler saçlarla geri gelirdi, zaman yön değiştirirdi, çok şeyler görürlerdi.
Mutfak Çıkmazı – 1960
   Emel işkenceden bıktı. Sessizce çıktı odadan. Divitoğlu bütün varlığıyla ayak seslerini dinledi. Ama beyni uğultular içindeydi, dış kapının açılıp kapandığını duymadı. Duymayınca gene umutlandı. Birdenbire kalkıp kapıya koştu. Kapı çoktan kapanmıştı. Donakaldı. Bir zaman öylece durdu olduğu yerde. Sonra “Allah belasını versin!” diye söylendi. “Bana göre bir kız değil, insan bile değil!” Şimdi gerçek bir tiksinti duyuyordu içinde. Herşeyden, herkesten tiksiniyordu gene. “Allah bin bin belasını versin!” dedi. Bütün insanlardan tiksiniyordu. Evine kapanacaktı artık, hiç çıkmayacaktı, kendi kendisiyle yetinecekti, kararı karardı.
Ben ve Öteki – 1983
   Bir ölü mezarlığa götürülürken, çok olağan bir iş yapar gibi şaşırtıcı bir hafiflikle gider, tabuta omzunu verir insan, bir süre taşır, sonra aynı hafiflikte bir başkasına bırakır yerini. Tabuttaki bir yoksul ölüsü değilse, fazla fazla bir saniyelik iştir bu. İnsan, bu kısa sürede, omzunda bir ölü taşıdığını düşünse bile ürpermez, çünkü tabutun paylaşılmış ağırlığı bizim ölüm düşüncemizle oranlı olmadığından mıdır nedir, ölmüş bir insanı taşıma duygusu hele ilk duyuluşu da değilse, kolay kolay omuzlardan yüreğe inmez… Karadede evin avlusunda teneşirde yunurken, kefenine sarılırken Aşağı Camii’nin önünde namazı kılınırken, eller ve omuzlar üstünde ağır ağır Gariplik’e doğru ilerlerken, Gariplik’te aynı usta eller üstünde mezara inerken, Yarpızlı hep aynı biçimde, sessiz sessiz ağlıyordu. (Dönüşüm)
Aykırı Öyküler – 1989
   Uzun deneyimler sonucunda vardığı konuya göre, kadınlar belirli bir yaştan sonra çekmeye başlardı. Evet, böylesi beden yavaş yavaş uç noktalardan merkeze, yani kalçalara doğru çeker, yüz, eller, ayaklar, göğüs, kollar ve bacaklar kuruyup buruşurken merkez gittikçe genişleyip yuvarlaklaşırdı. Nedeni açıktı bunun her şeyi yozlaştıran zaman karşısında bağırsal bir korunma içgüdüsüyle, bedenin neredeyse bütün öz suyu aynı odakta toplanmaya yönelir, varlığı ardından sürükleyerek önlenemez çürümeden önce, burada uzun süre direnirdi.
Peygamberin Son Beş Günü – 1992
   Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, bu alanda birbirlerini bütünlemeye yöneldiler hemen. Fehmi Gülmez eleştirmen, Rahmi Sönmez ozan olmaya karar verdi. Ancak her ikisi de çocukluk günlerinin kahramanlık yazınından uzaktı şimdi. Yazın öğretmenleri toplumsal bir ereğe destek olmayan bir yazının hiçbir biçimde çağdaş sayılamayacağını, bu toplumsal ereğin de tarihin durdurulamaz akışına uygun olarak, insanlığı sınıfsız bir dünya toplumuna götürecek evrensel devrimi gerçekleştirmek olduğunu vurguladığından, çağdaşlık gereği çağdaş dergileri izliyor ve gene çağdaşlık gereği başta Nazım Hikmet olmak üzere toplumcu ya da toplumsal gerçekçi ozan ve yazarların yapıtlarını yercesine okuyarak, onların açtıkları çığırdan gitmek istiyordu.
Bıyık Söylencesi – 1995
   Öyle oldu: Birçok tanıdığa rastladılar. Cumali kimilerini daha o sabah görmüştü, kimileriyle döneli beri ilk kez karşılaşıyordu. Ama hepsi de merhabanın hemen arkasından bıyık konusuna geçti. Yarım saatlik bir sürede, üç aşağı beş yukarı aynı sözler yirmi kez yinelendi belki.
“ Ne o Cumali kardaş, bıyığın ucunu koyvermişsin.”
“Niyetlendik, berber Ziya öyle istedi.”
“Çok iyi, çok iyi berber Ziya ne istediğini bilir.”
“O istedi işte Vaysal burada.”
“Hayırlı bıyıklar olsun.”
“Sağ ol.”
Arada bir, bir topluluğa katılıyor, sonra ne oluyorsa oluyor gene baş başa kalıyorlardı. Cumali beş yüz metrelik bir yol parçasında bu tek düze gidiş, gelişlerden, özellikle de bıyık konuşmalardan sıkıldı.
“Daha bu sabah sakallıydım, kimse sakal mı bıraktın demiyordu” dedi.
Yalan – 2002
   Çocuk doğru dürüst konuşmayı beceremese de, bu tutumu açıklamak daha kolay olurdu, ama bülbül gibi konuşuyordu işte. Sınıfta ansiklopedilerden nasıl yararlanmak gerektiğini ya da bir matematik probleminin nasıl çözüleceğini çoğu öğretmenlerden daha güzel açıklıyordu. Gene de en azından oğluyla baş başa olduğu zamanlarda, belki gereksiz gevezeliklerin işleri karıştırmaktan başka bir işlevi bulunmadığına inandığından belki yokluğun ya da yalnızlığın etkisiyle Refika Hanım gereksiz devinimlerden de, gereksiz söylemlerden de hiç mi hiç hoşlanmadığını hemen belli ediyordu. Her şey şu ya da bu ansiklopedide yazılıyken, yazılmışı yinelemeyi bir savurganlık olarak görüyordu. Başvurulacak kitapları tek bir türe, ansiklopedilere indirgemiş olması da savurganlığa karşı bir tutumun sonucu olarak nitelendirilebilirdi. “Dünyadaki kitapları okumakla bitiremezsin hiç kimse bitiremez. Ama dünyanın en iyi ansiklopedilerini elinin altında bulundurabilirsin, üstelik dünyanın tüm bilgilerini ansiklopedilerde bulabilirsin” deyip durması da bunu gösterirdi.
Kumru ile Kumru – 2005
   Tüm evlerde, her şeyi dikkatle inceledi, televizyon, telefonu, düdüklü tencereyi, elektrikli fırını, saç kurutma makinesini, buzdolabı, blendere, çamaşır ve bulaşık makinelerini en azından adları ve işleyişleriyle tanıdı, bildiğinden daha büyük bir dünyanın kapısını aralar gibi oldu, ama özellikle ilk aylarda, kentlilerin kendileri gibi bunlar da bir başka göründü gözüne.
Gökdelen – 2006
   Bu evin bahçe kapısından girdi gireli, gerçek dünyadan kopmuştu sanki. Daha sonra, Hikmet Bey’in önerisi üzerine çıktıkları bahçede önündeki sehpanın üstünde yeşil ve kırmızı nakışlı plastik tepsi, tepsinin üstünde iki su bardağıyla küçük bir sürahi, karşısında yaşlı hemşerisi, öyle otururken, yalnızca kedileri ve taşıyabilecekleri korkunç hastalıkları değil, buraya neden geldiğini de unutmuştu sanki, yüksek duvarların dibinde renk renk açmış hercai menekşelere, gölgesinde oturduğu çam ağacına, en çok da onun tam karşısına düşen fındık ağacıyla, onun solundaki nar ağacına bakıyor, tüm varlığını benzersiz bir esenlik havasının sardığını ve bundan hiç mi hiç rahatsız olmadığını duyuyordu.
Sonuncu – 2010
   'Baba ben felsefeciyim, kitabımın romanla, öyküyle, şiirle en ufak bir ilgisi olmayacak’ demişti. Hayrettin Bey bu yanıtı da çok beğenmişti.
“Anladım senin gözlerin, çok daha yukarılarda, bu da çok güzel bir belirti” demiş, sonra yüzünde mutlu mu mutlu bir gülümseme bir kez daha bana dönmüş. “İşte biz böyle bir aileyiz gelin hanım, büyük işler kutsal görevler için yaratılmışız” diye eklemişti. İçimden gülmüştüm bu sözlere. Ne var ki bir hafta sonra Hayrettin Bey dünyamızdan göçtüğü zaman aynı sözler başka türlü görünmüştü gözüme. “Belki de gerçeği dile getiriyordu” demiştim. Öyle ya kısa bir süre Dış İşleri Bakanlığı da yapmış olan Paşa Dede Boğaz’ın bu yakasında kendi beyliğini kurmak istemiş, bu nedenle de yememiş, içmemiş merkez Kandilli olmak üzere Üsküdar’la Beykoz arasında hepsi birbirinden büyük hepsi birbirinden değerli bir sürü arsa kapatmış, kıyıda da herkesi hayran bırakan görkemli bir yalı yaptırmıştı. Bu arada Taksim’i, Şişli’yi, Karaköy’ü, Eminönü’yü öksüz bırakmamış, oralarda birbirinden değerli hanlar, apartmanlar, arsalar almıştı.