22 Aralık 2017

Bir demet şiir

Acı mıhlanıp bir kalpte durmasın.
Ortada dursun.
Olur ya biri eline alır okşar, biri alnından öper.
Az unutursun.
Buraya tabiatı koydum.
Ağaçları, suyu, ovayı, dağı.
Onlar bizim kardeşimiz, çok canın sıkılırsa arada onlarla konuşursun.
Buraya, küçük mutlu güneşler koydum.
Günlerimiz karanlık ve çok soğuyor bazı akşamlar, ısınırsın...Birhan Keskin

Zaman ki sonsuzdur
Bitmemiş şiirler gibidir.
Bazı hüzünleri
Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir.
Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık
(İsteğin bulanık kıyısında).
Bundan değil midir bizim aşkımızda
Sürekli bir akşam hüznü vardır...İlhan Berk

Gitmez bu böyle, bu böyle yürümez! Bir gün
Durulur bu çalkantı, doğarsın güneşe.
Bakarsın gökyüzü eski bir resim gibi
Pencerede yeniden ve kitap masada,
Tasaların, kaygıların yunmuş, arınmış,
Peşkirin, çarşafın, gömleğin yanı sıra
Uçuşuyor çırpına çırpına rüzgârda.
Nerdesin alın teriyle gülen aydınlık,
Nerdesin güzel kokularla dolu gece!...Oktay Rifat

Ve şimdi uysal bir kedi gibi sokuluyorsun
gergefini sessizce işleyen gecenin koynuna
Usulca okşuyorsun yalnızlığını
usulca ve sessizce yaşamak diyorsun buna
oysa hayat
açılmamış bir yumak gibi duruyor ellerinde...Ahmet Telli

Rayından çıkmıştır yaşamak
bir eskimişlik duygusu nereye baksan
gücü yetmez kimsenin kimseyi kurtarmaya
çünkü ne güzeller
zehir zemberek güzeldir artık
ne zehir zemberek çirkindir
yeni çirkinler...Attila İlhan

" İletişim yok mu? Tam tersine, o kadar çok iletişim var ki, direniş yok, yaratıcılık yok." Gilles Deleuze

'Sükûnet Aralarımızı' Gasp Eden İnternet: Neyin Temsili? 

 Günümüz iletişim teknolojisi bizi zorunlu bir katılıma sürüklerken, hiçbir şey söylememe hakkımızı elimizden alıyor ve biz bu zorunlu sevk ile beraber belki de söylemek zorunda bırakıldığımız şeylerle anlamı boğup onu lime lime ediyoruz.

"Bizim politikacılara ihtiyacımız yok. Hepimizin iPhone ve bilgisayarları var. Verilmesi gereken herhangi bir kararda, kuralda, çevrimiçi yayınlama şansımız var. Yapılması gereken şey; insanların kabul etme veya etmeme oylaması yapmasına izin vermek ve: Çoğunluk kazanır… Demokrasi budur, gerçek bir demokrasi budur."

'İnternet ve demokrasi' üzerine yukarıda söylenen şeyler, "hayatımızı kolaylaştırması beklenen teknolojinin, bizi nasıl avucuna aldığı ve sosyal yaşantımızı nasıl alt üst ettiği" meselesini işleyen bir tür kısa film olan Black Mirror'un ikinci sezonunun “The Waldo Momentisimli son bölümündeki bir diyalogdan alıntı.

Bir ayı olanWaldoadlı çizgi film karakterinin İngiltere'deki seçimler sürecinde adaylığa ortak oluşunun ilginç hikayesini anlatan The Waldo Moment, 'geleneksel' politikacılardan ve onların vaat ve söylemlerinden bıkan insanların her şeyi ti'ye alan bir çizgi film karakterine ya da 'gerçekte olmayana’ nasıl da rağbet gösterdiğini ve yöneldiğini anlatıyor özetle.

'Temsil krizi'ne derin bir ironiyle ışık tutan The Waldo Moment, günümüz internet teknolojisinin olanaklarına (ya da olanaksızlıklarına) ilişkin ise bizlere çok şey söylüyor…

'Medyalaştırılan' Bizler

Twitter ve Facebook gibi sosyal medya mecraları bir iletişim aracından daha fazlası mıdır? Bunlar gerçek 'demokrasi' için yeni birer itici güç olabilirler mi? Bu araçlar, günümüzün 'temsil krizine' çare olabilecek nitelikteler midir?..

Black Mirror, uzayıp giden tüm bu sorulara sert bir cevap veriyor: Hayır! İnternet teknolojisinin toplumu ele geçiren bir tür iktidar mekanizması gibi işlediğini anlataduruyor bize ve işin çılgınlığa varan boyutu üzerine eğiliyor.

Cevap bekleyen bu sorulara, Michael Hardt ve Antonio Negri'nin yakın dönemde patlak veren Arap Baharı, Wall Street'i İşgal Et eylemleri, Yunanistan ayaklanmaları gibi toplumsal hareketlere ilişkin tespitler yaptıkları ve bu hareketlerin ileriye dönük olanaklarına ilişkin değerlendirmelerde bulundukları 'Duyuru' adlı eserlerinde de yanıt bulmak mümkün.

İkili, neoliberalizmin zaferi ve krizinin ekonomik ve politik hayatın koşullarını değiştirdiğini belirttikleri Duyuru'da, aynı zamanda bunun yeni 'öznellik figürleri' oluşturduğunu da söylüyor ve o figürleri şöyle sıralıyor:

"Finansın ve bankaların egemenliği borçlandırılanları yarattı. Bilişim ve iletişim şebekeleri üzerindeki kontrol medyalaştırılanları yarattı. Güvenlik rejimi ve genelleştirilen istisnalar devleti korkunun pençesine düşmüş ve korunmak için yalvaran bir figürü, güvenlikleştirilenleri yarattı. Ve demokrasinin yozlaşması garip, depolitize edilmiş bir figürü, temsil edilenleri ortaya çıkardı." (Hardt & Negri, 2012, s. 17)

Hardt ve Negri, öznellik figürlerinden olan 'medyalaştırılanlar'dan bahsederken ise onların enformasyon, iletişim ve ifade fazlalığından nasıl mustarip olduklarına dikkati çekiyor. Medyanın kişiyi edilgen kılmadığının altını çizen filozoflar; aksine medyanın sürekli olarak kişiyi katılıma, neyi istiyorsa onu seçmeye, fikirleriyle katkıda bulunmaya ve hayatını yorumlamaya davet etiğini belirtiyor.

Yani medyanın kişinin sevdiği ve sevmediği şeylere karşı hep duyarlı olduğunu ve buna karşılık da kişinin sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bulunduğunu dillendiriyorlar ve "Medyalaştırılanın öznelliği bu yüzden paradoksal olarak ne aktif ne de pasiftir, sürekli olarak dikkat kesilmiş bir halde bekler" diye de ekliyorlar. (Hardt & Negri, 2012, s. 23)

Hardt ve Negri'nin Duyuru'sunda durumu özetlemesi için ise Gilles Deleuze'den şu alıntı yapılıyor:

"Sorun artık insanların kendilerini ifade etmelerini sağlamak değil, sonunda söyleyecek bir şeyler bulabilecekleri küçük inziva ve sükûnet araları yaratmaktır. Baskıcı güçler insanların kendilerini ifade etmelerine engel olmuyor, tam tersine onları kendilerini ifade etmeye zorluyor. Söylenecek hiçbir şeyin olmaması, hiçbir şey söylememe hakkı ne büyük bir nimet; çünkü ancak o zaman nadir olanı ve daha da nadir olanı, söylenmeye değer olan o şeyi yakalama şansı doğar." 

Yani Deleuze'ün gözüyle amacın; "politik eylem ve özgürlük mücadelesinde asıl önemli olan enformasyonun, iletişimin ve ifadenin niceliği değil, niteliği olduğu" belirtiliyor.

İletişimdeki 'nitelik' kaymasına dikkati çeken bir diğer filozof ise Fransız düşünür Jean Baudrillard. Aşırı haber bolluğunun, fazlalığının 'anlam'da yarattığı zedelenmeye ilişkin olarak Baudrillard da "anlamın, anlama ait içeriklerin tümünün egemen bir iletişim aracı tarafından yutulduğu" yorumunu yapıyor. O da "anlamı nötralize eden iletişim araçlarının 'biçimden yoksun (haberden yoksun)' bir kitle üretmelerinden söz etmenin daha doğru olacağını" söylüyor. (Baudrillard, 2011)

Neyin 'temsili'?

Yani, günümüz iletişim teknolojisi, bizleri zorunlu bir katılıma sürüklerken, hiçbir şey söylememe hakkımızı elimizden alıyor ve bizler bu zorunlu sevk ile beraber belki de söylemek zorunda bırakıldığımız şeylerle anlamı boğup onu lime lime ediyoruz.'Sükûnet araları' yaratma imkanı elinden alınan bizler, anlama dair hemen her şeyi imha etmeye çoktan girişmiş bulunuyoruz.

Black Mirror'daki Waldo adlı çizgi film karakterine 'can' veren 'gerçek kişi'nin son raddede isyanının da asıl olarak bu 'nitelik ve anlam' kaymasına yönelmesi tesadüf değildir.

Şirketin patronunun, Waldo'yu canlandıran kişinin "Waldo gerçek değil ve o hiçbir şeyi temsil etmiyor" isyanına kulaklarını tıkaması ise adres olarak sandığı gösteren siyasetçilerin vurdumduymazlığından farksızdır. O da çoğu parlamenter gibi 'insanları sayan demokrasiyi' yüceltmektedir.

Oysa Ludwig Wittgenstein'ın da belirttiği üzere, "bize insanları sayan değil, tartan bir sistem gereklidir."

Peki, internet ya da sosyal medya bizlere bu imkanı veriyor mu ya da tam aksine bizleri her geçen gün daha çok 'sayan' ve 'niceliğe' önem veren bireyler haline mi getiriyor?

Kaç tivit attım, kaç like aldım, kaç takipçi kazandım…

Kaynaklar:

Baudrillard, J. (2011). Simülakrlar ve Simülasyon. Ankara: Doğu Batı Yayınları.

Hardt, M., & Negri, A. (2012). Duyuru . İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

* Bu yazı, SPOT dergisinin 7. sayısında yayınlanmıştır.

Işıl Özgentürk - Sol Ne Demek?

Küçük çocuk annesine sordu: ''sol ne demek?'' anne bir süre düşündükten sonra yanıtladı: ''sol; sokakta seksek oynamak demek, korkudan öleyazsan da lunaparkta zincirli sandalyeye binmek demek, gece yatağından gökyüzünü izleyip gözüne kestirdiğin bir yıldızla sır paylaşmak demek, küçük fokları gaddarca öldüren fok katillerini hiç unutmamak ve kürk giymiş bir bayanın üstüne, 'yaşasın foklar' diyerek kalıcı boya atmak demek, yunusların bazen bir insan olduğunu düşünmek ve onların o muhteşem özgürlüklerini kıskanmak demek, Afrika'da bir ay sonra 700 bin yaşıtın çocuğun susuzluktan öleceğini öğrenip kumbaradaki parayı kokarak acil yardım kurumlarına götürmek ve bundan böyle diş fırçalarken musluğu kapalı tutmak demek, yemeğini bitirip geri kalanını üşenmeden bir torbaya koyup en yakın hayvan barınağına götürmek demek, köpeğini gezdirirken bir poşete onun bıraktıklarını almak ve çöp kutusuna atmak demek. kesilen her ağaç, yanan her orman için ne yapıp edip mutlaka ve mutlaka ağaç dikmek demek, kimselerin bu orada ne yapıyor demesine aldırmadan insanların kumsalda bıraktığı çöpleri toplamak demek, çok meraklı olmak demek, şu yaşadığımız dünyada kaç dil konuşuluyor, farklı kaç renk insan var, neden Çinliler sütle yapılmış yiyecekleri yiyemezler, güney ve kuzey kutbu'na kaç kişi gitmiştir, onların bu yolculuklarda başına neler gelmiştir, şu bizim oturduğumuz kentin kaç kapısı var, şu bizim oturduğumuz kentte kaç müze var, yazıyı ilk bulan kavim Sümerlerin kaç tanrısı varmış, Hititlerin kaç tanrısı, Hint mitolojisiyle yunan mitolojisindeki tanrılar birbirine ne kadar benzer, güçlülerin tanrısı Apollon'un da, Hint tanrılarından en sevilen insan başlı fil tanrı Gades'in de yardımcıları neden faredir, bir karınca bir kilometreyi ne kadar zamanda kat eder, sesten hızlı giden uçakların hızı saatte kaç kilometredir, neden erik ağaçları erken çiçek açar, dünyada kaç çeşit kurbağa vardır, insanın en yakın akrabası gerçekten su sineği midir, freud neden herkesin bildiği bir bilim adamıdır, karpuz neden soğuk suya bırakılır, dünyada parfüm yapılan kaç çeşit çiçek vardır, çöllerde kum fırtınaları neden hâlâ insanların korktuğu bir doğa olayıdır, kirlik alanlarda neden ay ve yıldızlar daha parlaktır, aşk nedir, bu neden başımıza gelir, kalbimiz sık sık neden kırılır, vicdan nedir, neden yalan söylerken yüzümüz kızarır ...'' 

Küçük çocuk ''anne dur biraz'' dedi, ''kafam karıştı.'' ''elbette karışacak'' dedi annesi, ''dünyanın en zor sorusunu sordun, devamı var. sol demek; her yaptığın işin neye yarayacağını bilmek demek, okuduğun her kitabı, denizlerin tuzunu, göklerin mavisini iyi bilmek demek, bir ormanda pusula olmadan kuzey yıldızına bakıp yolunu bulmak demek, herkes birinin karşısında mum gibi dururken kendin gibi durmak demek, geceden ölesiye korkmak ama geceyi sevmek demek, gün batımlarını sevmek demek, ormandaki tüm sesleri sevmek demektir; kendin için dans etmek demek, ağız dolusu gülmek demek, her yenilgiden sonra şöyle bir silkinip kendi küllerinden yeniden doğmak demek.''

küçük çocuk birden bağırdı, ''şimdi anladım'' dedi, ''sol demek hiç durmadan düş kurmak demek !''


 

20 Aralık 2017

Aziz Nesin - Korkudan korkmak

Korku, en beşeri duygudur. Benim iktidarlara başkaldırışımı görenlerden kimi beni korkusuz insan sandılar. Oysa ben korkarım. Ne var ki, bende, başkalarına yararlı olacaksa, doğru bildiğimi, inandığımı söylemek, açıklamak duygusu, korku duygusuna her zaman üstün gelmiştir. Korkarım, yine söylerim.



18 Aralık 2017

Stanley Milgram - Milgram deneyi


Milgram deneyi, insanların otorite sahibi bir kişi veya kurumun isteklerine, kendi vicdani değerleriyle çelişmesine rağmen itaat etmeye ne ölçüde istekli olduklarını ölçme amacını güden bir deneyler dizisinin genel adıdır. Deneyi gerçekleştiren Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram, bu araştırmasını ilk olarak 1963'te Anormal ve Sosyal Psikoloji Dergisi (İng.: Journal of Abnormal and Social Psychology dergisindeki makalesiyle tanıtmış ve bulgularını 1974'te yayımladığı Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış (İng.: Obedience to Authority; An Experimental View) isimli kitabında daha derinlemesine incelemiştir.

Deneyler nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann'ın Kudüs'te yargılanmaya başlamasından üç ay sonra, Temmuz 1961'de başladı. Milgram, deneyleri şu soruya cevap aramak üzere geliştirmişti: "Eichmann ve Yahudi Soykırımında yer alan yüzbinlerce yardakçısı sadece onlara verilen görevi yerine getiriyor olabilir miydi? Onların hepsi yardakçılık suçuyla suçlanabilir miydi?"

Milgram ulaştığı sonuçları 1974 tarihli makalesi "İtaatin Tehlikeleri"nde (İng.: The Perils of Obedience) özetledi:

İtaatin hukuksal ve felsefesel açılardan devasa önemi bulunmaktadır, ancak bunlar çoğu insanın somut durumlarda nasıl davrandığı konusunda fazla bilgi vermez. Yale Üniversitesinde sıradan bir insanın sadece bir deney bilimcisinden aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektireceğini ölçmek için basit bir deney düzenledim. Katılan deneklerin güçlü vicdani duyguları ile saf otoriteyi çeliştirdim, ve kurbanların acı dolu çığlıklarının eşliğinde genellikle otorite kazandı. Yetişkin insanların, bir otorite makamının komutası doğrultusunda her şeyi göze almakta gösterdikleri aşırı isteklilik, çalışmamızın acilen açıklama gerektiren en önemli bulgusudur.

Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yoketme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.

Deneyin yöntemi
Yale'deki çalışma için denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundu. Deneyler üniversitenin eski yerleşkesinde, Linsly-Chittenden binasının bodrumundaki iki odada gerçekleştirildi. Deneyin tanıtımında deneyin bir saat sürdüğü ve katılanlara deneyi tamamlamasalar bile 4,50$ ödeneceği bildirildi. Katılımcılar 20 ve 50 yaşları arasında, ilkokul terklerden doktora mezunlarına kadar her türlü öğretim geçmişine sahip erkeklerden oluşuyordu.

Deney gözlemcisi rolünü bir teknisyen önlüğü giyen sert, hissiz görünümlü bir biyoloji öğretmeni oynuyordu. Kurban rolünü de bu rol için eğitilmiş, İrlandalı-Amerikan bir muhasebeci üstlenmişti. Kurban ile deney gözlemcisi aslında işbirlikçi olmalarına karşın bu gerçek katılımcıdan gizleniyor ve kurban, katılımcıya kendisi gibi gönüllü olarak katılmış başka bir denek olarak tanıtılıyordu, dolayısıyla katılımcının gözünde deney, deney gözlemcisi ve iki denekten oluşuyordu. Deney gözlemcisi, iki deneğe "öğrenmede cezanın etkisi" hakkında bir deneye katıldıklarını, birisinin "öğretmen" diğerinin de "öğrenci" rolünü üstlenecekleri bilgisini veriyordu.

Sonra, iki deneğe birer yaprak kâğıt veriliyordu. Katılımcının, bu kâğıtlardan birinde "öğretmen" ve diğerinde de "öğrenci" yazdığına ve kâğıtların rastgele verildiğine inanması sağlanıyordu. Gerçekte ise her iki kâğıtta da "öğretmen" yazıyordu ve işbirlikçi denek kendi kağıdında "öğrenci" yazıyormuş gibi rol yapıyordu; böylece katılımcının hep "öğretmen" olması sağlanıyordu. Bu noktada "öğretmen" ve "öğrenci" birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu.

Deneyden önce "öğretmen"e 45 voltluk bir elektrik şoku uygulanarak "öğrenci"ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. "Öğretmen"e daha sonra "öğrenci"ye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi önce öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu. Cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu.

Denekler, öğrencinin verdiği her yanlış yanıta karşılık onun gerçek şoklara maruz kaldığını sanıyorlardı. Gerçekte ise şok uygulanmıyordu. İşbirlikçi denek gerçek denekten ayrıldığı zaman, geçtiği odada elektroşok makinesine bütünleştirilmiş bir ses kayıt cihazını çalıştırıyordu, bu cihaz da her şok seviyesine karşılık önceden kaydedilmiş bir çığlık sesini çalıyordu. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra aktör, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ediyordu. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başlıyordu. Bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam ediyordu. Birkaç denek, öğrenciden gelen acı dolu çığlıkları duyduklarında sinirli biçimde gülmeye başlıyor veya aşırı stres içinde olduklarını gösteren başka davranışlarda bulunuyordu.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine aşağıdaki sırayı takip eden sözlü uyarılarda bulunuluyordu:

    Lütfen devam edin.
    Deney için devam etmeniz gerekiyor.
    Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
    Başka seçeneğiniz yok, devam etmek "zorundasınız".

Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Sonuçlar
Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu. Milgram ayrıca meslektaşları arasında da sözlü bir anket yaparak onların da sadece birkaç deneğin çok kuvvetli şok uygulayacağını düşündüklerini öngördü.

Milgram'ın ilk deney dizisinde öndeneklerin %65'inin (40 öndenekten 26'sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Deneyin çeşitlemeleri daha sonra Milgram'ın kendisi tarafından ve dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi; sonuçlar birbirine yakındı.[kaynak belirtilmeli] Bu çeşitlemelerle deneyin özgün sonuçlarının onaylanmasına ek olarak deney düzeneğindeki değişkenlerin etkileri de ölçülmüş oldu.

Maryland Baltimore Eyaleti Üniversitesi'nden Dr. Thomas Blass, deney tekrarlarından elde edilen sonuçlar üzerinde bir meta-analiz yürüttü. Bulgularına göre ölümcül gerilimler uygulayabilen katılımcıların oranı, yer ve zamandan bağımsız olarak dikkat çekici bir biçimde sabitti: %61 ile %66 arasında seyrediyordu.

Philip Zimbardo'nun bildirdiğine göre, deneyin farklı şekilde bittiği durumlara pek rastlanmadı. Zimbardo'nun bu yöndeki sorusu üzerine Milgram'ın notlarına ve anılarına göre, son şokları uygulamayı reddeden katılımcılardan hiçbiri ne deneyin kendisinin durdurulmasını talep etti, ne de izin almadan odayı terkederek kurbanın durumunu kontrol etti.

Milgram, İtaat isimli bir belgesel hazırlayarak deneyi ve sonuçlarını gösterdi. Toplumsal psikoloji üzerine ayrıca beş farklı film daha hazırladı ki bunlardan bazıları deneylerine değiniyordu.

Tepkiler
Milgram'ın deneyi, katılımcılar üzerinde yarattığı aşırı duygusal kaygı nedeniyle bilimsel deneylerin etiği konusunda kuşkular uyandırdı. Milgram'ın lehine bir gerçek: Katılanlar arasında yapılan ankete göre katılımcıların %84'ü bu deneye katılmış olmaktan "memnun" veya "çok memnun" olduklarını, %15'i nötr olduklarını (tüm katılımcıların %92'si ankete katıldı) ifade ediyorlardı. Pek çoğu sonradan teşekkür mesajları yolladı. Milgram eski katılımcılardan art arda asistanlık ve ekibe katılma teklifleri aldı. Altı yıl sonra, Vietnam Savaşının en ateşli olduğu günlerinde, deneyin katılımcılarından biri Milgram'a bir mektup göndererek deneyde çektiği strese rağmen neden "memnun" olduğunu açıkladı:

1964'te deneye katıldığımda, her ne kadar birisine acı çektirdiğimi sansam da bunu neden yaptığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ne zaman kendi inançları doğrultusunda hareket ettiklerini ve ne zaman uysalca otoriteye itaat ettiklerini ayırt edebilen çok az insan var. ... Kendimi otoritenin çok yanlış şeyler yapmamı isteyen emrine teslim edeceğimi bile bile askere alınmama izin vermem, kendimden korkmama sebep olacaktı. Eğer bana vicdanî retçi statüsü verilmezse hapishaneye gitmeye tamamen hazırım.  ... Bu gerçekten de inançlarıma sadık kalmamın tek yolu. Tek umudum, kurul üyelerinin de kendi vicdanlarına göre aynı şekilde hareket etmesi...

Ne var ki, eski katılımcılardan bazılarının hayatını değiştiren bu etki, herkeste aynı değildi. Deneyden sonra katılımcılardan çağdaş standartlara göre geribildirim alınmamıştı, ve ayrılırken yapılan mülakatlara göre pek çoğunun deneyin tam olarak neden yapıldığı hakkında bilgisi yoktu.

Deneyler ayrıca daha duygusal türden eleştiriler de uyandırdı, bunlar deney düzeneğinin etiğinden ziyade deneyden çıkarılacak sonuçlarla ilgiliydi. Yale'de 1961'de yapılan deneyin katılımcılarından Joseph Dimow, "Yahudi Dünyası" (İng.: Jewish Currents) sitesindeki yazısına göre "deneyin baştan beri Nazi dönemindeki Almanlar gibi Amerikalıların da ahlak dışı emirlere itaat edip etmeyeceğini görmek için yapıldığı"ndan kuşkulanıyordu. Aslında bu, deneylerin açıkça ifade edilen hedeflerinden biriydi. Milgram'ın kitabı olan Otoriteye İtaat'tin önsözünden alıntı yapılacak olursa: "Bu soru, Nazi devrinin o çok lanetlediğimiz itaat şekilleri ile bizim laboratuvarda çalıştıklarımız arasında bir ilişki olup olmadığı meselesinden doğar."

Yorumlar
Milgram ulaştığı sonuçları açıklayan iki ana kuram geliştirdi.

    İlki, S. Asch'in çalışmalarını temel alan Uyum Kuramı'dır. Milgram başvuru grubu ile birey arasındaki temel ilişkiyi tanıtır. Karar verme konusunda, özellikle bir kriz ortamında karar verme konusunda hiçbir deneyimi veya yeteneği olmayan bir denek, kararı gruba ve gruptaki hiyerarşiye bırakır. Grup bir davranışsal model oluşturur.
    İkincisi ise Araçlaşma Kuramı'dır. Milgram'a göre, "itaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin tüm öznitelikleri bunu izler". Bu temel olarak askeri açıdan otoriteye saygının temelidir; askerler üstlerinin emirlerini ve komutlarını, sorumluluğun subaylarda olduğunu bilerek yerine getirirler.

Çeşitlemeler
Milgram, Otoriteye İtaat: Deneysel bir Bakış isimli kitabında deneyin kendi yürüttüğü 19 çeşitlemesini anlattı. Genel olarak kurbanın ortamdaki varlığı arttıkça itaatin azaldığını, otoritenin ortamdaki varlığı azaldığında ise itaatin yükseldiğini tespit etti (1-4 arası deneyler). Örneğin, deney gözlemcisinin yönergelerinin katılımcılara sadece telefonla iletildiği bir sürümde (2. deney), itaat %21 azalıyordu; ilginç bir nokta olarak, birkaç katılımcı deney gözlemcisini "deneye devam ediyormuş gibi yaparak" kandırmaya çalışmıştı. "Öğrenci"nin ortamdaki varlığının en yakın olduğu sürümde ise denekler öğrencinin kollarını kabakuvvet kullanarak şok cihazına temas ettirmeye çalışıyorlardı, bu da itaati düşürüyordu. Bu son sürümde deneklerin ancak %30'u deneyi tamamlayabilmişti.

8 numaralı sürümde, denekler kadınlardan seçildi (Milgram'ın diğer tüm deneylerinde denekler erkekti). İtaatte kaydadeğer bir farklılık gözlenmedi, ancak daha yüksek stres seviyeleri tespit edildi.

Bir sürümde (10. deney), Milgram Connecticut'taki Bridgeport şehrinde mütevazı bir ofis kiralayarak deneyin "Bridgeport Araştırma Kurumu" adında, Yale Üniversitesinden bağımsız bir ticari girişim tarafından düzenlendiği sanısını yarattı. Buradaki amaç, Yale Üniversitesi'nin sahip olduğu prestijin deneklerin davranışı üzerindeki olası etkisini safdışı bırakmaktı. Bu şartlar altında itaat %47.5'e düştü.

Milgram ayrıca otoritenin gücü ile uyuşumun gücünü birleştirdi. Bu deneylerde deneğin yanına arkadaş baskısı uygulamak üzere bir veya iki "öğretmen" daha kondu; bu öğretmenler de, öğrenci gibi, anlaşmalı aktörlerdi. Deneğin grup arkadaşları olduğunu sandığı bu kişilerin eklenmesi, deney sonuçlarını ciddi biçimde etkiledi. Ek iki öğretmenin emirleri reddettiği sürümde (17. deney) 40 denekten sadece 4'ü deneye devam etti.

Başka bir sürümde (18. deney), deneğe ek görevler verildi (soruları mikrofona okumak veya öğrencinin cevaplarını kaydetmek gibi). Bu deneyde de deneğe eşlik eden ve gözlemcinin tüm emirlerine itaat eden bir yalancı öğretmen bulunuyordu. Bu çeşitlemede 40 denekten sadece 3'ü gözlemcinin emirlerine karşı geldi.

Milgram'ın deneyi üzerinde yakın geçmişte yapılan bazı çeşitlemeler farklı bir yorum öneriyordu. İtaat ve otorite kavramlarına yer vermeyen bu yoruma göre Milgram'ın denekleri, olayların gidişini kontrol edemeyeceklerini hissettikleri ve dolayısıyla sorumluluğu sırtlarından attıkları özel bir tür öğrenilmiş çaresizlik sergiliyorlardı.

Yakın geçmişteki başka bir deneyde şok yiyen bir aktör yerine bir bilgisayar simülasyonu konuyordu; şoku veren denekler karşılarında gerçek bir insan olmadığının farkındaydı ancak sonuçlar yine aynı çıktı.

Buradaki kaydadeğer gözlem, bir insanın normal koşullar altında başka bir insana zarar vermek istemeyeceğidir. Ancak ciddi bir zorlama altında kişinin aklı karışabilmekte ve kişiyi kendi davranışları için bir otoritenin onayını aramaya sevketmektedir. Böylece emir verilen kişinin, davranışlarını açıklayacak bir otorite olduğu düşüncesiyle, sadece doğru olduğunu düşündüğü bir işi yaptığı bir durum ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucu olarak da kişinin başlangıçta kendi davranışlarını yargılayacak çok az veya hiç etik kuralı olmadığı için başka bir kişiyi etik dışı olarak incittiği görüşünü benimsemeyecektir.

Gerçek hayattan örnekler
Nisan 1995 ile Haziran 2004 arasında, ABD'deki bazı gözde fast food restoranlarındaki çalışanlara bir dizi telefon şakası yapıldı. Şakayı yapan kişi kendisini bir polis memuru olarak tanıtıyor ve restoran yöneticilerini çalışanların üzerini aramaya ve cinsel taciz sayılan davranışlarda bulunmaya ikna ediyordu. Telefondaki düzenbaz, çalışanlara normal şartlar altında yapmayacakları davranışları yaptırmakta büyük başarı kaydetmişti. (The chief suspect, David R. Stewart, was found not guilty in the only case that has gone to trial so far.

Katılımcılardan gerigözlemler
Jan Dimow'un gerigözlemi; kendisi deneyi erken bırakanlardandı.

Popüler kültürde
Milgram deneyinin çeşitlemeleri gözde kültürdeki filmlerde, televizyon programlarında ve müzikte yer almıştır. Yayımlanma tarihlerine göre kısmi bir liste aşağıdadır:

    1975 yapımı The Tenth Level; deneyin canlandırıldığı ve William Shatner, John Travolta ve Ossie Davis'in yer aldığı bir TV programı.

    1979 yapımı sinema filmi I comme Icare (Türkçe: İkarus'un İ'si); Henri Verneuil'in yönettiği ve Yves Montand'ın başrol üstlendiği filmde Milgram'ın otoriteye itaat hakkında yürüttüğü deneyin detaylı bir açıklaması ve gösterimi ana sahnlerden birini oluşturur.
   
 1983 tarihli müzik parçası "Just A Job To Do" (Türkçesi: "Yapılması gereken bir iş işte") Genesis isimli müzik grubunun 1983 tarihli albümünde yer alan bir şarkı. Gitarist/sözyazarı Mike Rutherford, şarkı sözlerinin Milgram'ın deneyinden ilham alınarak yazıldığını söylemişti.[kaynak belirtilmeli]
    
1982'den 1985'e kadar yayımlanan V for Vendetta isimli çizgi romanın ilk sayısının 73. sayfasında Milgram'ın deneyine değinilir; bu deney V ve romandaki diğer insan denekler üzerinde yapılan deneyler ile karşılaştırılır.
    
1984 tarihli Ghostbusters (Türkçesi: Hayalet Avcıları) isimli filmde Bill Murray'in canlandırdığı profesör karakterinin izleyicilere ilk göründüğü sahnede, sinsi profesör bir yandan şanssız bir öğrenciye elektrik şokları uygularken bir yandan da çekici bir kız öğrenciye kur yapmaktadır. Filmin DVD yayımındaki çekim videosunda Harold Ramis bu sahnenin Milgram deneyinden esinlenen bir parodi olduğunu ve izleyicilerin bu karakterden neler bekleyebilecekleri hakkında fikir edinmeleri için konduğunu söyler.
   
 Peter Gabriel'in 1986 yayımlı albümü So'da bulunan "We Do What We're Told (Milgram's 37)" (Türkçesi: Biz Bize Söyleneni Yaparız [Milgram'ın 37'si]) parçası da 18. deneyde 40 kişiden tam itaat gösteren 37 kişiye gönderme yapmaktadır.
    
30 Kasım 2003'te 90. bölümü yayınlanan Malcolm in the Middle isimli dizide Malcolm, kardeşi Reese ile olan konuşmalarını bir okul ödevi için gizlice videokasete çekerek onun hakkında küçük düşürücü sırları ortaya çıkarır. Öğretmeni Bay Herkabe, Malcolm filmi sınıfta gösterdikten sonra Milgram'ın deneyinden alıntı yapar.
    
2005'te yayımlanan Oscar ödüllü belgesel Enron: The Smartest Guys in the Room (Türkçesi: Enron: Odadaki En Zeki Çocuklar), Enron şirketinin üst düzey yöneticilerinin davranışlarını açıklamak için Milgram'ın deneyine başvurular yapar.
    
2006'da Alex Gibney tarafından yayımlanan The Human Behavior Experiments (Türkçesi: İnsan Davranışı Deneyleri) isimli belgesel Stanley Milgram, Phillip Zimbardo ve onların yaptığı araştırmanın sonuçlarını konu alır.

    2006'da İngiltere'de yayımlanan The Heist (Türkçesi: Soygun) isimli televizyon programında, Derren Brown, bir "silahlı" soygun gerçekleştirmeye ikna etmeye çalıştığı katılımcılardan üst tura çıkacakları belirlemek için Milgram deneyini kullanır.

    2005 yayımlı ödüllü kısa film Atrocity (Türkçesi: Canavarlık), Milgram'ın deneyini canlandırır.

    2006 yayımlı anakuşak dizisi "Basic Instincts"'de Milgram deneyi tekrarlanır; sonuçlar erkekler için neredeyse aynıdır. Deney bir de kadınlarla gerçekleştirilir, onların deneye devam etmeye az da olsa daha meyilli olduğu görülür. Fazladan bir öğretmenin dahil olarak arkadaş baskısı uyguladığı üçüncü bir deneyde, arkadaş baskısının deneyi durdurma konusunda Milgram'ın deneyine göre daha başarısız olduğu sonuçlar elde edilir.
Vikipedi
 

14 Aralık 2017

Dünyanın en büyük kahini; Nostradamus

Nostradamus kimdir?
Nostradamus karşıtlarının başında yüzyılımızın başlarında yaşayan özellikle de Okült çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Colin de Plancy gelir, "Cehennemin Sözlüğü" adlı kitabında Kahin´i katı biçimde eleştirir. Plancy´e göre Nostradamus, doktorluktan sıkılmış ve çok para kazanabileceği bir alan olan falcılığı seçmiştir, yaşadığı çağ bunun için çok uygundur. Aslında hiçbirşeyi önceden bilememiş ve halkı aldatmıştır. Plancy, kehanetlerin takvimsel olduğunu da iddia eder yani bin yalandan bir gerçek çıkar, o da yakıştırma veya safça bir inanç olabilir.Üstelik, kehanet yapılamaz çünkü gelecek diye birşey yoktur zira henüz yaşanmamıştır.

Nostradamus ile ilgili iddialar
Bu iddialar öncelikle mantıklı görünürler hatta savunulmaları dahi mümkündür ama biraz ciddiyetten sonra safça ve amatörce oldukları hemen farkedilir. Bir kere Nostradamus´un yaşadığı dönemin özellikle falcılık için en uygun çağ olduğunu söylemek mümkün değildir, aksine bugün çok daha uygun bir çağdır. Astroloji ve diğer Okült konular günümüzde daha etkin ve popülerdir. Unutulmamalı ki, Kahin´in yaşadığı çağda Engizisyon gibi öldürücü bir bela da vardı, günümüzde hala izleri ve meraklıları kalsa da, artı insanlar yakılmıyorlar. Öte yandan Nostradamus´un doktorluktan sıkıldığını söylemek saçmalık olur, yaşamı hakkında burada okunanlar gerçektir ve bu yaşam öyküsünün içinde inanılmaz güç, olağanüstü bir tıp adamının muhteşem başarıları ve kariyeri görülür. Günümüzde yaşasaydı Nostradamus´un Nobel´e aday gösterilmesi kaçınılmaz bir sonuç olurdu. Takvimsel kehanet iddiasına gelince önümüze bilim çıkar, istatistik ve endüstriyel ve hatta politik varsayımlar ve planlar karşımıza gelir. Hangi metodu kullanırsanız kullanın sonuçta bir tahmin sanatı vardır, bir köşe yazarı ortamı gözleyerek, veriler toplayarak, geçmiş deneyimlerini kullanarak geleceği tahmin eder ve uyarılarda bulunur. Doğru tahminler onu başarılı kılar oysa yaptığı kehanetten başka birşey değildir. Nostradamus´un metodlarını tabii ki tam olarak bilemiyoruz ama 430 yıl kadar evvel yazılan bir kitapta, Hister ve Franko adlı iki liderden, Yeni Dünya´daki (ABD) üç K kardeşlerden (Kennedy´ler), Ay´ın yüzüne inileceğinden ve bundan öteki büyüğün üzüleceğinden (ABD VE SSCB), bir kralın gözü delinerek öleceğinden ve 1666 tarihi verilerek Londra´nın yanacağından söz ediliyorsa ve bunlar gibi daha birçoğu gerçekleşmişse oturup düşünmek gerekir. Burada bilinmeyen, gizemli bir olay vardır ve sonuç olarak da ille de herşeyi sınırlı bir mantık çerçevesinde anlamamız da gerekmez. Macar araştırmacı İonescu, Nostradamus´un geleneksel evrensel düşünce temsilcisi olduğunu, kullandığı dilin Yahudi gizemciliğinin alfabesi olan Kabbala yorumunda geçerli olan gizli bir dil olduğunu ileri sürer. İonescu, Kahin´in simya çalışmalarını da incelemiş ve bunları resimleyerek yorumlar aramıştır, sonuçta onun çok iyi bir etimolojist, astrolog, astronom ve tarihçi olduğunu belirtirken özellikle de "Centuries"in son bölümlerinin İncillerden biri olan Aziz Yuhanna veya St John İncilinin Apokalips yani "Kıyamet" bölümünden yola çıkılarak yazıldığını ekler.
Fiziğin babası, yerçekiminin bulucusu Newton, "Centuries" uzun yıllar incelemiş ve aramıştır. Büyük Goethe ölümsüz eseri Faust´da "Fırla kaç, buradan geniş evrene çık, Nostradamus´un eliyle yazdığı bu büyülü kitabın kılavuzluğu sana yetmiyor mu? Onun sayesinde herşeyi yıldızları bile öğreneceksin.."diyordu. Daha sonra da; "Nostradamus bunları nasıl yazabildi? Nasıl bu kehanetlerde bulunabildi?"derken, gizemi çözmek için ne kadar zorlandığını anlatmak amacındaydı. Gerek Goethe, gerekse de Nostradamus ile yakından ilgilenen Jung ve Russell onun bir bilim adamı, binlerce can kurtaran iyi bir doktor, başarılı bir kimyager ve İnsanlığın geleceğini gören iyi bir kahin olduğunu söylerler ama Nostradamus gelecekle ilgili yazdıklarını bir tülle örttü zira kendine insan diyen canlı türünün zaaflarını da iyi biliyordu, istedi ki eğer bu tülü aralayabilecek olanlar varsa gerçeği ancak onlar bilsinler ve bilgelikleri oranında görebildiklerini anlatsınlar. Ve bu kural aslında İnsanlık kadar eski, bilinç kadar özgün bir gizem kuralıdır.

 Tık


11 Aralık 2017

Carlos Gardel Tango'nun Kralı

Arjantin'de carlos gardel'in doğum gününe atfen ulusal tango günü olarak kutlanan 11 aralık, yıllardır tüm dünyada dünya tango günü olarak kutlanmaktadır.

Carlos Gardel (Fransa d. 11 Aralık 1890 - 24 Haziran 1935 Medellín, Colombia) tango tarihinin unutulmaz figürlerinden birisidir. Fransa'da doğmuştur. Kendisine “Carlitos”, “Tango'nun Kralı”, “El Mago” (Sihirbaz) ve ironik bir biçimde “El Mudo” (Sessiz) gibi isimler yakıştırılmıştır.

Gardel'in Alfredo La Pera ile birlikte ortaya çıkardıkları günümüzde artık klasikleşmiş tangolar arasından en önemlileri şunlardır: Mi Buenos Aires querido, Cuesta abajo, Amores de estudiante, Soledad, Volver, Por una cabeza and El día que me quieras.

Büyük bir bölümü astor piazzola'nın daha modern altyapılı ve enstrumental tangoları üzerine kurulu "tango" (carlos saura) filminde dahi filmdeki yönetmen/ koreograf tayfasının topluca beyaz perdede carlos gardel izleme sahnesi ile 30 ların başından bir videosu ile filmde yer alabilmiş bütün dünyada tangonun kralı kabul edilen tango deyince ilk akla gelen kişiliktir.

Bir uçak kazasında ölümünden bu yana (1935) yazdığı/ söylediği halis buenos aires tangolarının üstüne aynı duygusal yoğunluğu taşıyan tango söylenemediği, bestelenemediği tümünün gardel'in gölgesinde kaldığı çoğu kişi tarafından söylenir; bu kadar sevilmesi sayılmasından dolayı bir çok filmde (hollywood filmleri de dahil) carlos gardel tangoları kullanılmış film karakterleri filmin bir sahnesinde mutlaka carlos gardel şarkıları ile tango yapmışlardır.

Örneğin micheal radford'un; neredeyse herkesi ağlatan il postino filminde ülkesi şili'den sicilya'nın bir köyüne sürülen şair pablo neruda (philippe noiret) ile eşinin köy evinin salonunda carlos gardel'in "madreselva" sı ile yaptıkları tango sahnesi unutulmazdır.

10 Aralık 2017

Fidel Castro " Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız."

Bizler çoğu kez insan hakları üzerine konuşuyoruz. Ama aynı zamanda insanların hakları üzerine de konuşmalıyız. Diğerleri lüks otomobillere binebilsin diye neden bazı insanlar çıplak ayaklarıyla yürümek zorunda? Diğerleri 70 yıl yaşasın diye neden bazı insanlar 35 yıl yaşamak zorunda? Diğerleri müthiş derecede zengin olsun diye neden bazıları berbat bir şekilde yoksul olmak zorunda? Ben, bir parça ekmeğe bile sahip olamayan dünya çocuklarının adına konuşuyorum...Fidel Castro 


 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 1. maddesinde bulunan “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” ve 17. maddesinde bulunan “Kimse mülkiyetinden keyfi olarak yoksun bırakılamaz.

II. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyadaki devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. İnsan Hakları Bildirisi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu tarafından Haziran 1948'de hazırlandı ve 10 Aralık 1948'de Genel Kurulun Paris'te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke bu ilkelerin bazılarının "Burjuva sınıfından olan insanların sınıf çıkarını koruduğu ve işçi sınıfının egemen sınıflarla uzlaşmak zorunda bırakacağı" gerekçesiyle çekimser kaldı. Bildiri, bu çekimser ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi.

Vikipedi


08 Aralık 2017

John Lennon " Beatles şu anda İsa'dan daha popüler. "

 
Anısına... 
 Her ne kadar espri olsun diye söylemişse de, bu söz elbette dokunduğu konu dolayısıyla toplumun büyük bir kesiminin tepkisiyle karşılaştı. Amerika Birleşik Devletleri'nde büyük sorun yaratan bu açıklama sonrasında Beatles plakları yakılmaya başlandı. Lennon, daha sonra ABD basınına yaptığı açıklamada: 

"Eğer televizyon İsa'dan daha popüler deseydim muhtemelen yakamı kurtaracaktım. Ben İsa'dan daha iyiyiz, mükemmeliz demiyorum veya karşılaştırmıyorum. Sadece söylediğim şekilde söyledim; ama yanlış bir ifadeydi ya da yanlış algılandı; hepsi bu. Bunun için üzgünüm; din karşıtı bir söylem değildi. Hala bu kadar yanlış ne yapmış olduğumu tam olarak anlamıyorum. Size ne demek istediğimi anlatmaya çalıştım; ama benden mutlaka bir özür bekliyorsanız ve bu sizi mutlu edecekse özür dilerim."


Ölümünden bir ay önce son albümü olan Double Fantasy yayınlanmıştır.



Bir İngiliz olmasına rağmen New York'ta hayatını sürdüren Lennon, Nixon yönetimi sırasında ulusal tehlike olarak hedef gösterilmiş ve sınır dışı edilmek istenmişti. Çünkü Lennon, insanları yazdığı ve bestelediği parçalarıyla; katıldığı televizyon programlarındaki açıklamalarıyla; peşinde dolanan kameralara verdiği cevaplarla ve eylemlerle her daim barışa çağırıp Vietnam Savaşı'nı sorgulatmaktaydı.

Vikipedi    


06 Aralık 2017

"Ben bir kenti o kentteki kitapçı dükkanlarına göre değerlendiririm."Tezer Özlü

Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için var olmak değildir. Aksine insanları en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalı.

 Yeryüzüne Dayanabilmek İçin 

04 Aralık 2017

Hayyam - Bir gün gelir

Anısına...

Yaşadın, yaşadın, bin yıl yaşadın diyelim hadi, 
Sen bana sonunu de bunun, sonunu. 
Şu yıkık dökük saraydan çekip gitmek değil mi? 
Ha anlı şanlı bir sultansın, ha bir dilenci, 
Bir gün gelir ikisi de çıkar bir kapıdan.



03 Aralık 2017

Dünya Engelliler Günü

 En büyük engel sevgisizliktir. Engelli olmak, engel değildir.
*
 Özel eğitim olmadan çağdaş eğitim olmaz.
*
 Engelliler sevgi ve şefkat ister, sevginizi ve şefkatinizi onlardan esirgemeyin.
*
Engelsiz bir dünya için hep birlikte elele.


Birleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında “Dünya Engelliler Günü” olarak kabul edilen 3 Aralık gününü "Uluslararası Engelliler Günü" olarak ilan etti. Bu kararın ardından BM İnsan Hakları Komisyonu 5 Mart 1993 tarihli ve 1993/29 sayılı bildirisi ile üye ülkelerce 3 Aralık gününün "engellilerin topluma kazandırılması ve insan haklarının tam ve eşit ölçüde sağlanması" amacıyla tanınmasını istedi. Ve o günden beri, 3 Aralık "engelliler günü" olarak bilinmektedir.


01 Aralık 2017

Daniel Keyes - Algernon’a Çiçekler

Aklı başında olan herkes, insan gözünün iki nedenden dolayı şaşkınlık geçirdiğini ve iyi göremediğini bilir. Birinci neden, insanın aydınlıktan karanlığa geçmesi, ikinci neden ise karanlıktan aydınlığa çıkmasıdır. Bu, beden gözü için olduğu kadar akıl gözü için de geçerlidir. Bu gerçeği idrak eden kişi, kafası karışmış ve görüşü zayıflamış bir kişiyle karşılaştığında onun durumuna gülmemeli ve şu soruyu sormalıdır: Bu adamın akıl gözü daha aydınlık bir dünyadan geldiği için mi alışkın olmadığı karanlığı yadırgamaktadır, yoksa karanlıktan aydınlığa geçtiğinde karşılaştığı yoğun ışıktan dolayı mı körleşmiştir? Bunların ilki mutlu olunacak ve beğenilecek, ikincisi ise acınacak bir durumdur, zira karanlığı yadırgayan göz, aydınlık bir dünyadan gelmiş demektir. Dolayısıyla, ona gülen kişinin asıl kendisi gülünç duruma düşer ama karanlıktan aydınlığa geçtiği için iyi göremeyen bir kişi başkalarının ona gülmesini hak etmiştir.
Eflatun-Devlet
  
“Duygusal ve ahlaki konuları irdelemek için inandırıcı bir hipotezkullanan hikayelere iyi bir örnek... Zekice yazılmış.” The Times Literary Supplement
 
“Bu roman ‘okunması gerekenler’ listenizde mutlaka yer almalı.” Palm Beach Post Times
 
“İnsanı alıp götürüyor, sert bir mücadele... Muhteşem.” Birmingham News
 
“Klasikler arasında olmayı hak eden bir roman... Konusu gibi özgünbir edebiyat şaheseri.” Journal Star (Peoria)
 
“Dokunaklı... Çarpıcı bir şekilde sıradışı.”  Publishers Weekly
 
 Çok düşük bir IQ ile doğan Charlie, bilim adamlarının, zeka seviyesini artıracak deneysel ameliyatı gerçekleştirmeleri için kusursuz bir adaydır. Bu deney Algernon adındaki laboratuvar faresinde test edilmiş ve büyük bir başarı elde edilmiştir.  Ameliyattan sonra, Charlie’nin durumu günlüğüne yazdığı raporlarla takip edilmeye başlanır. İlk yazdığı raporlara çocuksu bir dil ve imla hataları hakimdir. Ve sonra ameliyat etkisini göstermeye başlar. Charlie artık, insanların kendisiyle dalga geçemeyeceğini ve bir sürü arkadaş edineceğini, aşık olduğu kadına açılabileceğini düşünür. Fakat zekası normalin çok üstüne fırladığından, çevresinde yadırganır, kıskanılır ve istemiş olduğu arkadaşları edinmekte yine başarısız olur ve yine yalnızdır... Bu deney, son derece önemli bir buluş olarak görülüyordu, ta ki Algernon’da ani bir gerileme baş gösterene kadar... Acaba Charlie’de de aynı gerileme olacak mıydı? “İnandırıcı, sürükleyici ve oldukça dokunaklı bir hikaye.” New York Times “Heyecan verici bir günlük… Bu kitaptaki bazı sahneleri hayatım boyunca aklımdan çıkarabileceğimi sanmıyorum.” The News & Observer “İnsanı içine çeken bir roman, özgün… Önemini uzun süre kaybetmeyecek bir hikaye.” Library Journal