1
Bireyselliğimizin temel çekirdeğini fikirlerimiz ve yaşantılarımız oluşturmaz; bu bireysellik, yaratılışımız üzerine değil, daha ince, daha uçucu ve bütün bunlardan bağımsız bir şey üzerine kurulmuştur. Bizler, her şeyden çok, içsel bir seçmeler ve itmeler dizgesinden oluşmuşuzdur. Her birimiz, dizgesini içinde taşır; bu dizge az ya da çok ölçüde, hemen yanımızdaki kişinin dizgesine benzer; her zaman tetikte ve hazırdır; hoşlandığımız ve hoşlanmadığımız şeylerden oluşan bir piller dizini gibi, bizi bir şeyden yana ya da bir şeye karşı harekete geçirmeyi bekler. Bir benimseme ve yadsıma düzeneği olan yürek, kişiliğimizin temelidir. Bir durumu bütünüyle tanımadan, belli bir yönde, belli değerlere doğru çekilmekte olduğumuzu görürüz. Bundan dolayı, yeğlediğimiz değerlerin öne çıktığı durumlarda olağanüstü bilgeleşir, duyarlıklarımıza yabancı olan değişik eşit ya da üstün değerlerin öne çıktığı durumlarda da görmez oluruz.
Büyük bir düşünürler topluluğunun bugün candan desteklediği bu fikre, başka hiçbir yerde rastlamadığım ikinci bir fikir eklemek istiyorum.
Başka bir insanla birlikte yaşarken, en çok ilgimizi çeken şeyin onun inandığı değerler dizisi, yeğlediği şeyler olmasında anlaşılmayacak bir şey yoktur çünkü, o insanın varlığının kökeninde ve kişiliğinin kaynağında bunlar yatar. Benzer biçimde, bir çağıanlamaya çalışan tarihçi de, her şeyden önce o dönemde yaşayan insanların ağır basan değerlerinin bir listesini çıkarmaya çalışır.
Yoksa o çağın belgelerinin tarihçiye açıkladığı gerçekler ve bildiriler, ölü birer mektup, birer bilmece, birer sessiz oyun olup çıkar; derinlerine inemediğimiz, o kişinin gizli ben'inde ne gibi değerlere hizmet ettiğini yakalayamadığımız zaman, başkalarının söz ve davranışları da tıpkı böyledir. Bu ben, yüreğin oluşturduğu bu çekirdek, aslında büyük ölçüde onu içinde taşıyan daha doğrusu onunla birlikte doğmuş olan- bizden, kendimizden bile saklanmıştır. Bu çekirdek, yeraltının yarı karanlığında, kişiliğin mahzeninde iş görür; onu algılayabilmek, ayaklarımızı bastığımız toprak parçasınıgörmek ölçüsünde güçtür. Gözbebeği de kendisini görmez. Üstelik, yaşamlarımızın büyük kesimi kendi çıkarımız için oynadığımız iyi niyetli bir güldürüden oluşur. Bize ait olmayan davranışlar edinir, üstelik bunları, başkalarını kandırmak için değil, kendi gözümüzde kendimizi yüceltmek için, tüm içtenliğimizle oynarız. Kendimizi oynayan bizler, toplumsal çevrenin ya da istemimizin organizmamız üzerinde yarattığı ve gerçek yaşamlarımızın şimdilik yerine geçen yapay etkilerin dürtüsüyle konuşur ve davranırız. Okur bir an durup da kendini çözümlemeye girişirse, "kendi" fikri ve duygularının büyük bir kesiminin kendisine ait olmadığını, bunların kişisel ben'inden kendiliğinden doğmadığını, tersine yoldaki tozun gelip yolcunun üstüne konması gibi, toplumsal çevreden gelerek onun içindeki en derin koyakta birikmiş başıboş fikirler ve duygular yığını olduğunu şaşkınlıkla -belki de korkuyla- keşfedecektir.
Öyleyse edimler ve sözler, bir konuşucunun içindeki en derin gizleri çözmeye giden en iyi ipuçları değildir. Bunların ikisi de hem denetlenerek değiştirilebilecek hem de taklitle edinilebilecek şeylerdir. Suç işleyerek bir servet biriktiren hırsız, bir gün bir insanse-verlik ediminde bulunabilir ama gene de hırsız olmaktan kurtulamaz. Sözleri ve edimleri çözümlemek yerine, önemsizmiş gibi görünen şu şeylere bakmak daha yararlıdır: el kol hareketleri, yüzdeki anlatım. Önceden düşünülüp hazırlanmadıkları için bunlar, derinlerde yatan gizleri ele verir, genellikle tam bir doğrulukla yansıtırlar.
Yaşamda öyle durumlar, öyle anlar vardır ki insan hiç farkında olmadan kişiliğinin özünü, gerçek yaradılışını büyük ölçüde ortaya koyar. Bu durumlardan biri de sevgidir. Sevgililerini seçişleriyle erkekler de, kadınlar da temel yaradılışlarını ortaya koyarlar. Yeğlediğimiz insan tipi, kendi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir.
Sevgi, varlığımızın en derinlerinden doğan bir tepidir; yaşamın görünür yüzeyine çıkarken, deniz kabuklarından ve yosunlardan oluşan bir alüvyonu da kendisiyle birlikte derinlerden sürükleyip getirir. Yetenekli bir doğa bilimci ayırıp sınıflandırarak bu malzemelerin sökülüp getirildiği okyanus tabanını kurarak yeniden oluşturabilir.
Birisi çıkıp, çoğu zaman üstün kişilik yapısında saydığımız bir kadının hevesini düşük düzeyli, aptal bir adama yönelttiğini söyleyerek çürütmek isteyebilir bu görüşü. Ama bana öyle geliyor ki böyle bir yargıda bulunanlar, hemen her seferinde bir görsel yanılsamanın kurbanı olmaktadırlar; yargılarını çok uzaktan bakarak vermektedirler; oysa sevgi son derece narin iplerden örülmüş çok ince bir ağ olduğundan, ancak çok yakından gözlenebilir. Pek çok durumda, sevgi yalnızca dışa yansıyan bir hevestir: gerçekteyse yoktur. Gerçek sevgi de, yalancı sevgi de -uzaktan bakıldığında-kendilerini aynı edimlerle belli eder. Ama biz, böyle bir hevesin gerçek olduğu bir durumla karşıkarşıya olduğumuzu varsayalım: Ne düşünmemiz gerekir? Şu iki şeyden birini: Ya o adam sandığımız ölçüde kötü birisi değildir; ya da kadın, aslında, sandığımız kertede seçkin bir kişilikte değildir.
Söyleşilerde ve üniversitede verdiğim derslerde ("kişilik" dediğimiz şeyin anlamını belirlemek gerektiği zamanlarda) bu yoldaki inancımı gene gene ortaya koydum; hemen her seferinde de bunun, birdenbire doğuveren bir karşı çıkma tepkisi ve dirençle karşılaştığını gördüm. Fikrin kendisinde sanki insanları kızdıran ya da yakıcı bir şey varmış gibi - genel bir tez olarak, seçtiğimiz sevgililerin, gizli varlıklarımızın belirtisi olduğunu söyleyerek neden övmüş olmayalım kendimizi? - İşte kendiliğinden, hemen doğuveren bu direnç, bu fikrin doğruluğunu onaylamakla aynı anlama geliyor. Birey, kapatamadığı bir açıktan dolayı, kendini apansız, herkesin gözü önünde yakalanıvermişgibi hissediyor. Kişiliğimizin, ihmal yüzünden ele verdiğimiz bir yanından dolayı başka birisi bizi yargılamaya kalktığında hep canımız sıkılır. İnsanlar bizi habersiz yakalamışlardır; bu da bizi rahatsız eder. Aslında istediğimiz, yargılanmadan önce uyarılmak ve fotoğraf çektiriyormuş gibi, kendi istemimizle denetim altına alabileceğimiz bir duruma girerek poz vermektir. ("Anlık" olandan dehşete kapılma.) Elbette, insan yüreğini araştıran kişinin görüş açısından bakıldığında en ilginç serüven, insanın başka birisinin içine en beklemedik yerden sızması ve onu in flagranti yakalamasıdır.
İnsan istemi, kendiliğindenliğin yerine tümüyle geçebilseydi, kişiliğinin gölgeli derinliklerine dalmak için hiçbir neden kalmazdı. Ne var ki istem, kendiliğindenliğin taşıdığı canlılığı her seferinde ancak birkaç dakika için engelleyebilir. Bütün bir yaşamın akışı içinde, istemin, kişiliğin işine karışma oranı hemen hemen sıfırdır. Varlığımız, yalancılığı istem yoluyla ancak bir ölçüde hoşgörebilir: Bu ölçü içinde istemin, yalancılaştırmaktan çok bizi tamamladığı ve mükemmelleştirdiği söylenebilir. Bunlar, zihnin -zekânın ve istemin- bizi ilk oluşturan toprağa uyguladığı son düzeltmelerdir. Tinsel gücün böylesi bir kutsallıkla işe karışması, dilerim tüm görkemiyle uzun süre yaşar. Ne var ki, insanın bu konuda kapıldığı yanılsamayı düzeltmesi ve bu olağanüstü etkinin belli bir sınırı aşabileceğine inanmaktan kurtulması gerekir. Bu sınırın ötesinde, gerçek yalancılaştırmalar başlar. Gerçek şudur : Tüm yaşamı boyunca içgüdüsel eğilimlerine ters giden insan, sonuçta yalancılığa doğru bir eğilim geliştirir. Ayrıca gerçek bir içtenlikle yalancı ya da doğuştan sahte olan insanlar da vardır.
Günümüzde ruhbilim, insan düzeneklerinin derinlerine sızdıkça, istemin ve genelde zihnin rolünün yaratıcı olmaktan çok, salt düzeltici olduğu açık seçik bir kez daha ortaya çıkışıyor. Bilinçaltından hayvanca doğan şu ya da bu istem dışı tepiyi, istem yaratmaz, tersine saptırır; öyleyse istemin araya girmesi, olumsuz bir etki yapıyor. Bize bazen bunun tersi doğruymuş gibi geliyorsa, nedeni şudur: Eğilimlerimizin, iştahlarımızın, isteklerimizin karma karışık etkileşimleri içinde bunlardan birinin öbürü üzerinde etki yaratması sürekli görülen bir şeydir. İstem, bu etkiyi saptırdığında, takıntıya uğramış olan eğilimin rahatça akmasına, bütünüyle ortaya dökülmesine olanak sağlamış olur. "İstememiz" etkin bir güç yaratmış gibi görünür; oysa yaptığı şey yalnızca, zaten var olan bir tepiyi engelleyen kapıları açmak olmuştur.
Yenidendoğuş'tan bugüne en büyük yanlışımız -Descartes'la birlikte- yaşamımızın, varlığımızın, bilincimizin açıkça gördüğümüz ve istemimizin dayandığı o küçük kesimini, yönettiğine inanmaktır. İnsanın usçu ve özgür olduğunu söylemek, bence neredeyse yanlış sayılabilecek bir önermeyi dile getirmektir. Aslında usumuz da, özgürlüğümüz de vardır elbette; ama bu güçlerin ikisi de, varlığımızı saran ince bir zar oluşturur; bu zarın içindekiler ne ussaldır ne de özgür. Usu oluşturan fikirler, bilincimizin altında bir yere yerleştirilmiş uçsuz bucaksız, karanlık bir kaynaktan hazır olarak gelir. Benzer biçimde istekler de, gölgeli, gizemli kulislerden, kostümleri içinde dupduru zihnimizin oluşturduğu sahneye çıkıp ezberledikleri dizeleri okuyan oyuncular gibi dolaşırlar.
Tiyatroyu, ışıklı sahnesinde oynanan oyunla karıştırmak nasıl yanlış olursa, insanın da yaşamını, bilincinin, ruhunun içinden yönettiğini savunmak bence aynı ölçüde yanlışolur. Gerçek şudur: İstemimizin yapay olarak işe karışması dışında, bilincimize boşalan ve içimizdeki gizli kaynaktan, aslında bizi belirleyen görünmez derinliklerden doğan usdışı bir yaşam sürdürürüz. Yukarıda sayılan nedenlerden dolayıruhbilimci, bir dalgıca dönüşmeli ve insanların söylediklerinin, edimlerinin ve düşüncelerinin derinliklerine dalmalıdır; çünkü bunlar derin suları gözlerden saklayan yüzeysel görünüşlerdir. Önemli olan şeyler, görünenlerin ardında yatar. Seyirci için, Hamlet'in, nevrastenisini kurmaca bir bahçede sürükleyip dolaşışını seyretmek yeterlidir. Oysa ruhbilimci onun sahneden çıkmasını bekler; perdenin ve sahne süslerinin oluşturduğu yarı karanlıkta Hamlet'i oynayan oyuncu'nun kim olduğunu bilmek ister.
Öyleyse ruh bilimcinin, bireyin gizli yanına sızabileceği gizli kapılar ve çatlaklar araması doğaldır. Sevgi de işte bu gizli kapılardan biridir. Öylesine seçkin görünmeye çalışan, bizi aldatmaya çalışan hanımefendi boşuna uğraşmaktadır. Biz bir zamanlar onun bilmem kimi sevdiğini görmüşüzdür. Bilmem kim de aptalın, kaba adamın biridir; düşündüğü yalnızca kravatının düzgün durması ve Rolls-Royce'unun cilasıdır...