İşe "aşk ilişkileri"nden değil de sevgiden söz ederek başlayalım. "Aşk
ilişkileri" erkeklerle kadınlar arasında geçen oldukça rastlantısal
öykülerdir. Bu ilişkilere katılan sayısız etken, ilişkinin gelişmesini
öylesine karmaşıklaştırır, öylesine arap saçına çevirir ki "aşk
ilişkileri"nin çoğuna gerçek anlamda sevgi dışında her şey karışır. "Aşk
ilişkileri"ni, bu ilişkilerin bin bir renkli aldatıcı mantığını
ruhbilimsel çözümlemeden geçirmek çok ilginç olacaktır; ama gerçek
sevginin ne olduğunu belirlemeden yola koyulursak pek bir yere
varamayız. Bundan başka, sevgi incelemesini yalnızca erkeklerle
kadınların birbirleri için geliştirdikleri duygulara indirgemek, konuyu
daraltmak olur; kaldı ki Dante, güneşle öteki gezegenleri sevginin
yönettiğine inanıyordu. Bu astronomik boyutlara çıkmadan, sevgi olgusunu
kendi içinde taşıdığı çeşitli yönlerden ele alalım. Bizler erkek olarak
kadını, kadın olarak da erkeği sevmekle kalmayız; sanatı ve bilimi de
severiz; anne çocuğunu sever; dindar kişi Tanrı'yı sever. Sevgi
nesnelerinin sonsuz çeşitliliği ve birbirinden uzaklığı, sevgiyi
oluşturan belli özellik ve nitelikleri düşünürken uyanık olmaya
götürmelidir bizi; bunlar sevginin kendisinden değil de, sevilebilecek
değişik nesnelerden gelen özellikler ve nitelikler olabilir.
Yıllardır
aşk ilişkileri üzerine çok fazla, sevgi üzerineyse çok az şey
söylenegelmiştir. O görkemli Yunan çağından bu yana, her çağ kendine
göre yüce bir duygu kuramı geliştirmiş olsa da, son iki yüzyıldır ortada
böyle bir kuram yoktur. Eski dünya Platon'un dünyasına, bunun sonucu
olarak da Stoacılar'ın öğretilerine göre belirlenmişti. Ortaçağ'da St.
Thomas'la Araplar'ın öğretileri benimsendi; XVII. yy'da da Descartes'la
Spinoza'nın tutku öğretileri büyük bir heyecanla incelendi.
Geçmişteki büyük düşünürlerin hiçbiri bu konuda kendi kuramını
geliştirmeden edemedi. Gene de bizler, duyguları yüce bir biçemle
dizgeleştirmeyi başaran ustalar olamadık hiçbir zaman. Ancak son
zamanlarda Pfänder ve Scheler'in yapıtlarıyla bu sorun yeniden gündeme
geldi. Arada geçen süredeyse, iç benliğimiz gittikçe karmaşıklaştı,
algılarımız daha bir bilendi. Duygularla ilgili eski kuramları bugün
kendimize uygulamanın yetersiz kalacağı ortadadır. St. Thomas'ın, Yunan
geleneğini özetleyerek bize aktardığı sevgi fikri açıkça yanlıştır. Ona
göre sevgiyle nefret, arzunun, iştahın ya da şehvetin iki değişik
biçimidir. Sevgi, iyi olduğu sürece iyi bir şeye karşı duyulan arzudur
-concupiscibile circa bonum; olumsuz bir arzu olan nefretse,
kötülüğün yadsınmasıdır- concupiscibüe circa malu. XVIII. yy'a dek
ruhbilimin başına dert olan iştahlarla ya da arzularla duygular
arasındaki o kargaşa böylece açıklanmış olur; aynı kargaşaya, bu kez
estetik alanına aktarılmış olarak Rönesans'ta rastlıyoruz. Nitekim
Muhteşem Lorenzo, "L'amore è un appetito di bellezza" diyor. Oysa
sevginin özünü oluşturan şeyin elimizden kayıp gitmesini önlemek için
yapılması gereken en önemli ayrımlardan biri budur. Özel yaşamlarımızda,
sevgi ölçüsünde bereketli başka bir duygu yoktur; sevgi giderek
doğurganlığın simgesi bile olur. Çünkü kişinin sevgisinden pek çok şey
doğar: arzu, düşünce, istem, eylem. Bununla birlikte, bir tohumdan çıkan
ürünler gibi, sevgiden doğan bu şeylerin hepsi sevgi değildirler ama
onun varlığını öngörürler. Elbette sevdiğimiz şeyi şu ya da bu biçimde
isteriz de; öte yandan sevmediğimiz pek çok şeyi, bizi duygusal bakımdan
hiç ilgilendirmeyen şeyleri de isteriz. İyi bir şarabı arzulamak onu
sevmek anlamına gelmez; bir esrar tutkunu da, zararlı etkileri yüzünden
nefret eder ama gene de arzular esrarı. Bununla birlikte, sevgiyle arzu
arasında bir ayrım gözetmek için daha sağlam ve daha ince bir neden
vardır. Bir şeyi arzu etmek, kuşkusuz o şeye sahip olmaya doğru
ilerlemek demektir ("sahip olmak" burada bizim bir parçamız olmasını
istemek anlamındadır). Bu nedenle arzu, doyurulur doyurulmaz söner,
doyumla birlikte sona erer. Oysa sevgi sonsuza dek doyumsuz kalır.
Arzunun edilgen bir özelliği vardır; bir şeyi arzu ettiğimde, aslında
arzu ettiğim şey o nesnenin bana gelmesidir. concupiscibile circa
bonum: iyinin olanın çekim gücü; iyinin çekiciliği (Ç.N.) concupiscibile circa malum: kötünün çekim gücü; kötünün çekiciliği
(Ç.N.) "L'amore e un appetito di bellezza.": "Sevgi güzele duyulan
iştahtır."
Yerçekiminin merkezi olarak ben, her şeyin benim önüme düşmesini
beklerim. İleride göreceğimiz gibi sevgi, arzunun tam tersidir, çünkü
baştan sona etkinliktir. Sevgide, nesnenin bana gelmesi yerine, ben
nesneye giderim ve onun bir parçası olurum. Sevgi eyleminde iki kişi
kendilerinin dışına çıkarlar. Belki de doğanın insana, kendisinin dışına
çıkıp başka bir nesneye yönelme olanağını tanıdığı en yüce etkinliktir
sevgi. O bana doğru gelmez, ben ona doğru çekilirim. Sevgi üzerine
derinliğine düşünen ve belki de gelmiş geçmiş en büyük erotik
yaratılışlardan birine sahip olan St. Augustine, sevgiyi bir arzu ya da
bir iştah olarak yorumlayan görüşü aşmayı zaman zaman başarır. Böylece,
lirik bir anlatımla: Amor meus, pondus meum: illo feror, quocumque
feror. "Sevgim benim ağırlık merkezimdir; o nereye giderse, ben de oraya
giderim,"der. Sevgi, sevilen şeye doğru bir çekilmedir. Spinoza bu
yanlışı düzeltmeye çalıştı; iştahları bir yana bırakarak sevgiden doğan
âşıkane duyguların coşkusal bir temeli olduğunu söyledi; ona göre sevgi,
mutlulukla o mutluluğu yaratan nedenin birleşmesinden doğuyordu; bunun
tersine, nefret de üzüntüden ve o üzüntünün kaynağını bilmekten
doğuyordu. Bir şeyi ya da birini sevmek, yalnızca mutlu olmak, aynı
zamanda mutluluğumuzun o şey ya da kişiden geldiğini bilmek demekti.
Burada da gene sevginin, getirebileceği olası sonuçlarla
karıştırıldığını görüyoruz. Sevenin, sevgilisinde mutluluk bulduğundan
kim kuşku duyabilir? Oysa sevginin bazen çok acıklı, ölüm kadar acıklı
-yüce ve ölümcül bir işkence- olduğu da kuşku götürmez. Dahası var:
Gerçek sevgi, kendini bir bakıma çekebildiği acılar ve ıstıraplarla
belli eder; en iyi bunlarla ölçülür ve hesaplanır. Seven kadın, ilgi
görmemektense, sevgilisinin kendisine çektireceği acıları yeğler.
Portekizli rahibe Mariana Alcoforado'nun, vefasız sevgilisine yazdığı
mektuplarda şöyle tümcelere rastlarız: "Bana yaşattığın mutsuzluklar
için yüreğimin derinliklerinden teşekkür ediyorum sana; seni tanımadan
önce yaşadığım sakin günlerden nefret ediyorum. "Tüm dertlerimin
çözümünün nerede yattığını açıkça biliyorum. Seni sevmekten vazgeçtiğim
an bu dertlerin hepsinden kurtulurum. Ama çözüm mü bu! Hayır, seni
unutmaktansa acı çekerim, daha iyi. Ah! Acaba elimde mi bu benim? Bir
anlığına bile seni sevmemeyi istemekle suçlayamam kendimi; eninde
sonunda sen, acınmayı benden daha çok hak ediyorsun, çünkü Fransız
sevgililerinin sana bağışladıkları tüm o boş zevkleri tatmaktansa, benim
çektiklerimi çekmek çok daha iyidir." İlk mektup şöyle bitiyor: "Hoşça
kal; beni hep sev ve bana daha büyük ıstıraplar çektir." İki yüzyıl
sonra da, Mademoiselle de Lespinasse şöyle diyor: "Seni, insanın sevmesi
gerektiği gibi seviyorum: umarsızca."
Spinoza'nınki dikkatli bir gözlem değildir: Sevgi, mutluluk değildir.
Vatanını seven kişi, onun uğrunda ölebilir; bir aziz de sevgisinden
ötürü canını verebilir. Bunun tersi de doğrudur; kendi kendisinden zevk
üreten, nefret ettiği kişiye verdiği zarardan kendinden geçercesine
coşku duyan bir nefret türü vardır. Bu ünlü tanımlar bize yetmediğine
göre, sevgi edimini, bir böcekbilgininin kırda yakaladığı böceği
sınıflandırması gibi tanımlamaya çalışmak belki daha iyi olacaktır.
Umarım ki okurlarım, şimdiye dek bir şeyi ya da bir kişiyi sevmişlerdir
ya da sevmektedirler de duygularını o kırılgan kanatlarından yakalayıp
iç gözlemlerinin önünde dikkatle, sarsmadan tutabilirler. Hem balı, hem
de zehiri tanıyan bu titrek arının en genel ve en soyut özelliklerini
sıralamaya çalışacağım. Böylece okur, burada vereceğim çözümlemenin,
kendi içinde bulduğu duygularla çakışıp çakışmadığına karar verebilir.
İncelendiğinde sevgi gerçekten de arzuya benzer, çünkü bir kişi olsun,
bir şey olsun, sevgi nesnesi onu heyecanlandırır. Ruh huzursuzlaşır;
nesnenin yarattığı uyarıyla bir noktasından ince bir biçimde zedelenir.
Öyleyse bu tür uyaranın merkezcil bir yönü vardır: Nesneden bize doğru
gelir. Ne var ki sevgi edimi bu heyecanın, daha doğrusu bu uyarının
gelmesinden çok sonra başlar. Sevgi, nesnenin gönderdiği delici okların
açtığı yaralardan dışarıya fışkırarak nesneye doğru etkin bir biçimde
akmaya başlar; bundan sonra da her türlü uyarının ve arzunun ters
yönünde hareket eder. Sevenden sevgiliye benden ötekine- doğru merkezkaç
yönde ilerler. Kendimizi ruhsal bir devinim içinde, bir nesneye doğru
yönelmiş ve hiç durmadan iç benliğimizden başka birine doğru akar
durumda bulmamız, sevginin ve nefretin temel özelliğidir. Bunların
birbirinden ne bakımdan ayrı olduğunu biraz sonra göreceğiz. Ruhsal
olarak sevgiliye doğru çekilmek, yakınlaşma ve onu dıştan tanıma sorunu
değildir yalnızca. Bu dış edimlerin hepsi, sonuç olarak elbette sevgiden
doğarak gelişir; ne var ki sevginin tanımında bunlar bizi
ilgilendirmediğinden, şimdi girişeceğimiz işte hepsini bütünüyle bir
yana bırakarak unutmak gerekecektir. Söyleyeceğim her şey, bir süreç
olarak ruhsal içsellik taşıyan sevgi edimiyle ilgili olacaktır.
Sevdiğiniz Tanrı'ya, bedeninizin uzantısı olan bacaklarınızla yürüyerek
ulaşamazsınız; gene de O'nu sevmek, O'na doğru gitmek demektir.
Sevdiğimizde, içimizdeki dinginliği ve sürekliliği terkederek gerçekten o
nesneye doğru göç ederiz. Sürekli bir göç durumu içinde olmak, sevgi
içinde olmak demektir. Düşünce ya da istem edimleri, dikkat
etmişsinizdir, anlıktır. Bu edimlere hazırlanmakta biraz yavaş
davranabiliriz, ama uygulaması uzun sürmez; göz açıp kapayıncaya dek
olup bitiverir; çok yüksek hızda tamamlanan edimlerdir bunlar. Bir
bildiri tümcesini anlarsam, anında, birdenbire anlarım. Oysa sevgi,
zaman içine yayılır; insan, bir mıknatıstan çıkan kıvılcımlar gibi yanıp
sönen ani anlar ya da kopuk kopuk zamanlar dizisi içinde sevmez;
sevgiliyi sürekli olarak sever. Bu da, çözümlemekte olduğumuz duygunun
yeni bir yanını ortaya çıkarır: Sevgi bir akıştır; ruhsal maddeden
oluşan bir ırmaktır; kaynak suyu gibi hiç durmadan akan bir sıvıdır.
Şimdi anlatmaya çalıştığım özelliği sezgisel olarak billurlaştırmak için
bir eğretileme kullanacak olsak, sevginin bir patlama değil, kesintisiz
bir akış, sevenden sevgiliye doğru ilerleyen ruhsal bir ışınım olduğunu
söyleyebiliriz. Yalnızca bir kez oluşan bir boşalma değil, bir akıştır
sevgi. Pfânder, sevginin ve nefretin bu akışkanlık ve süreklilik yönünü
büyük bir sezgiyle irdelemiştir. Daha önce, sevgide her zaman bulunan üç
özellikten ya da nitelikten söz etmiştik: Sevgi merkezkaçtır; nesneye
doğru gerçek bir ilerleyiştir; süreklidir ve akışkandır. Sevgiyle nefret
arasındaki temel ayrımı artık belirleyebiliriz. Merkezkaç olduklarından
sevgi de, nefret de aynı yönde hareket eder; söz konusu kişi de nesneye
doğru hareket eder; ama aynı yönü paylaşmalarına karşın, nedenleri ve
niyetleri birbirinden farklıdır. Nefretin nedeni olumsuzdur, bundan
dolayı insan, nesneye doğru ama ona karşı olarak gider. Sevgideyse insan
gene nesneye doğru ama bu kez ondan yana olarak gider. Bu iki duyguda
ortak olarak bulunan ve aralarındaki ayrımdan daha ağır basan bir başka
dikkate değer nokta da şudur: Düşünme ve isteme edimlerinde, ruhsal
ateşlilik diye adlandırabileceğimiz şey yoktur. Öte yandan, bir
matematik teoremiyle karşılaştırıldığında, sevginin ve nefretin
sıcaklığı vardır; bundan da öte, bu ateşlilik, derece bakımından çok
büyük bir çeşitlilik sergiler. Tüm sevgiler çok değişik sıcaklık
evrelerinden geçer. Bu nedenle gündelik dilde, çok yerinde olarak,
sevginin soğumasından söz edilir; sevenin, sevgilisinin sıcaklığından ya
da soğukluğundan yakındığı dile getirilir.
Duygulanmanın ısısı üzerine bir bölüm yazmaya kalkarsak, çok eğlenceli
ruhbilimsel gözlem alanlarına sürüklenebiliriz. Böyle bir bölümde bence,
evrensel tarihin şimdiye dek aktöre ve sanat alanında gözden kaçırılan
yönleri ortaya çıkacaktır. O zaman tarihteki büyük ulusların ısılarından
da söz edebilirdik -Yunanlılar'ın, Çinliler'in ve XVIII. yy.
Avrupa'sının soğukluğundan; romantik Avrupa'nın vb.nin Ortaçağ'daki
ateşliliğinden; ruhlar arasındaki ateşlilik farklarının insan
ilişkilerini nasıl etkilediğinden de söz edebilirdik- iki insan
karşılaştığında, dikkat ettikleri ilk şey duygusal ısılarının derecesi
olurdu; kısacası, sanat biçimlerinin, özellikle de yazın biçemlerinin,
sıcaklık diyebileceğimiz bir niteliğinden söz ederdik. Ama böylesine
geniş bir konunun kabuğunu şöyle bir kazıyıvermek bile olanaksızdır.
Sevginin ve nefretin ateşi, en iyi biçimde nesnesine bakılarak
anlaşılır. Sevgi, nesnesi için ne yapar? Yakında ya da uzakta olsun, eş
ya da çocuk olsun, sanat ya da bilim olsun, vatan ya da Tanrı olsun
sevgi, kendisini sevgilinin yararına ortaya koyar. Arzu, arzulamanın
tadını çıkarır; ondan doyum sağlar, ama o ona hiçbir şey vermez, hiçbir
şey katmaz; verecek hiçbir şeyi yoktur. Sevgi ve nefret sürekli
etkindirler; sevgi, uzaktan olsun, yakından olsun özellikle yüceltici,
övücü, olumlayıcı, okşayıcı bir tutum içindedir. Nefret de, nesnesini
aynı tutkulu havayla sarar ama zedeler, kızgın sam yeli gibi kavurur,
iyice aşındırır ve yok eder. Bütün bunların -yineliyorum- gerçekten
olması gerekmez; nefretle yan yana bulunan duygulara, bu duygunun
kendisini oluşturan düşsel edimlere değiniyorum şimdi. Öyleyse sevginin,
sevgiliyi sıcak bir havayla onaylayarak aktığını, nefretinse aşındırıcı
bir zehir çıkardığını söyleyebiliriz. Sevginin ve nefretin birbirine
karşıt olan bu eğilimleri, kendisini başka bir biçimde de belli eder.
Sevgide nesneyle bütünleştiğimizi duyumsarız. Bütünleşmek ne demektir?
Yalnızca bedensel bir birleşme ya da yakınlaşma değildir bu. Belki de
dostumuz (genel olarak sevgi ele alındığında dostluk unutulmamalıdır)
uzakta bir yerdedir de ondan haber alamıyoruzdur. Onunla genelde
simgesel bir bütünleşme içindeyizdir; ruhumuz inanılmaz bir biçimde
genişleyerek bu uzaklığı kapatmıştır sanki; dostumuz nerede olursa
olsun, onunla temelde birlik içinde olduğumuzu duyarız. Güç bir zamanda
birisine, "Bana güven; senin yanındayım," derken anlatmak istediğimiz
biraz da budur; yani senin inandıkların benim de inandıklarımdır, seni
her zaman destekleyeceğim. yazın : Osm. Edebiyat - 1. Düşünce, duygu ve
olayları güzel ve etkili bir biçimde anlatan söz sanatı. 2. Sözlü ve
yazılı sanat ürünlerinin tümü. 3. Herhangi bir bilim dalının kapsamına
giren genel bilgiler.
Öte yandan nefret -sürekli olarak, nefret ettiği şeye doğru gitse de-
aynı simgesel anlamda nesneden ayırır bizi. Nesneden bütünüyle kopuk bir
uzaklıkta tutar; arada bir uçurum oluşturur. Sevgi, gönülleri birbirine
yaklaştırarak uyum yaratır; nefretse uyumsuzluğa, fizikötesi bir
uzaklaşmaya, nefret edilen nesneden mutlak bir yalıtlanmaya yol açar.
Mutluluk ya da üzüntü gibi edilgen duygularla karşılaştırıldığında sevgi
ve nefrette söz konusu olan etkinliğin, neredeyse çaba diyebileceğimiz
bu şeyin, türünü anlamaya başlayabiliriz artık. Mutlu olmak ya da
üzüntülü olmak gibi deyişlerin ardında yatan bir neden vardır. Aslında
bunlar, sonuçları bakımından çaba ya da edim değil birer durumdurlar.
Üzüntülü kişi, üzüntüsüyle ilgili olarak, mutlu insan da mutluluğu
konusunda bir şey yapmaz. Oysa sevgi, nesnesine doğru gözle görülür bir
yayılmayla uzanır; gözle görülemez olsa da kutsal bir göreve, olabilecek
en etkin işe, nesnesini doğrulama işine girişir. Sanatı ya da vatanı
sevmenin ne demek olduğunu bir düşünün: Sevmek, bir an bile bunların
varlığından kuşkulanmamak demektir; bunların var olmaya değer
olduklarını her an kabul etmek ve doğrulamak demektir. Bu olumlu kararı,
yargıcın soğukkanlılıkla birisine hak tanıması gibi değil, o hakka
katılma, o kararı eyleme aktarma hakkını da tanıyarak almak demektir.
Nefret etmekse bunun tam tersidir. Nefret, bir bakıma nefret edilen şeyi
öldürmek, kafamızda yok etmek, soluk alma hakkını elinden almaktır.
Birisinden nefret etmek, onun varlığından rahatsız olmak demektir.
Doyuma yol açacak tek şey, o kişinin tümüyle ortadan kalkması olacaktır.
Sevginin ve nefretin, sözünü ettiğim bu son belirtiden daha temel bir
belirtisi olduğunu sanmıyorum. Bir kez bile sevmek, sevgilinin varolduğu
konusunda ayak diremek demektir; onsuz bir evren (her şey o tek nesneye
bağlı olduğuna göre) bulunabileceği olasılığını yadsımak demektir. Ama
bunun, sonunda aynı şeye indirgendiğini gözden kaçırmamak gerekir; o
şey, bize bağlı olan şeye sürekli olarak ve isteyerek yaşam katmaktadır.
Sevmek, sevilen şeye sonu gelmez bir çabayla canlılık katma, onu
yaratma, isteyerek koruma eylemidir. Nefret etmekse yok etme ve
gerçekten öldürme eylemidir - ama bir kez gerçekleştirilen bir öldürme
eylemi değildir; çünkü bir kez nefret ettik mi, nefret edilen şeyi
sürekli olarak öldürüyoruz demektir.
Bu noktada durup sevginin şimdiye dek bulduğumuz yanlarını özetleyecek
olursak, sevmenin nesneye doğru giden, onu sıcak bir onayla saran,
sürekli akış içindeki ruhun merkezkaç edimi olduğunu, bizi nesneyle
bütünleştirip onu olumlu bir biçimde doğrulamaya götüren bir edim
olduğunu söyleyebiliriz (Pfänder).
Çeviren: Yurdanur Salman