28 Temmuz 2016

Yobazlık

Köprüden geçmekte olan yobaz, bir adamın intihar etmek üzere olduğunu görür.
Koşarak yanına gelir ve ‘Dur, sakın yapma’ der.
Adam ‘neden’ deyince yobaz, ‘Yaşamak için birçok neden var’ karşılığını verir ve aralarında şu konuşma geçer:
- Dindar mısın?
- Evet.
- Ben de...
Hıristiyan mısın Budist mi?
- Hıristiyan.
- Ben de...
Katolik mi yoksa Protestan mısın?
- Protestan.
- Ben de...
Episkopal mi yoksa Baptist misin?
- Baptist.
- Ooo, ben de...
Tanrının Baptist Kilisesi’nin mi, yoksa İsa’nın Baptist Kilisesi’nin mi üyesisin?
 - Tanrının Baptist Kilisesi’nin.
- Ben de...
Tanrı’nın reformcu Baptist Kilisesi mi, Tanrı’nın orijinal Baptist Kilisesi mi?
- Tanrı’nın reformcu Baptist Kilisesi.
- Ben de...
1879 tarihli mi, yoksa 1915 tarihli reformdan yanasın?
- 1915.
Yobaz, ‘Vay kafir vay’ diyerek adamı köprüden aşağı iter!


Adam Olmak - Rudyard Kipling

 

Eğer

Çevrende herkes şaşırsa bunu da senden bilse
Sen aklı başında kalabilirsen eğer
Herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır
Hem kendine güvenebilirsen eğer
Bekleyebilirsen usanmadan
Yalanla karşılık vermezsen yalana
Kendini evliya sanmadan
Kin tutmayabilirsen kin tutana

Düşlere kapılmadan düş kurabilir
Yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer
Ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir
İkisine de vermeyebilirsen değer
Söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz
Kandırabilir diye safları dert edinmezsen
Ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz
Koyulabilirsen işe yeniden

Döküp ortaya varını yoğunu
Bir yazı-turada yitirsen bile
Yitirdiklerini dolamaksızın dile
Baştan tutabilirsen yolunu
Yüreğine sinirine dayan diyecek
Direncinden başka şeyin kalmasa da
Herkesin bırakıp gittiği noktada
Sen dayanabilirsen tek

Herkesle düşüp kalkar erdemli kalabilirsen
Unutmayabilirsen halkı krallarla gezerken
Dost da düşman da incitemezse seni
Ne küçümser ne de büyültürsen çevreni
Her saatin her dakkasına
Emeğini katarsan hakçasına
Her şeyiyle dünya önüne serilir
Üstelik oğlum adam oldun demektir 

Çeviri:Bülent Ecevit

Jean Christophe Geangé "Hayat Tanrı'nın bir armağanıydı ve asla istediğin gibi kullanamazdın."

Onlar Çocuktular...
En mükemmel elmasların saflığındaydılar...
Ne ufak bir lekeleri...Ne de en ufak bir kusurları vardı...
Ve ne de en ufak bir günahları...
Ama onların saflığı kötülüğün saflığıydı...Koloni

Seni bekliyorum,
Işıksızları koruyorum,
Yalnız sen ve ben.
Orada, her şeyin başladığı yerde...Şeytan Yemini

Juani diğer çocuklar gelip kızdırmasin diye gözlerden uzak demir Parmaklıkli bir yere koyduk .üzerinde birinin bakışlarını hissettiğinde panikliyor.her bakımdan huzursuz oluyor.Sonra aniden uykuya dalıyor. Ardından uyanıyor ve yeniden ipini cekistirmeye başlıyor. Onu bağlamak zorunda kaldıaksi takdirde kendini Parmaklıklara çarpa çarpa yaralayacakti. Sürekli olarak Isa nin matta incilinde yer alan sözlerini yineliuorum.'ne mutlu ruhta fakir olanlara çünkü göklerin egemenliği onlarindir. Ne mutlu yaslı olanlara çünkü onlar teselli edilecekler.ne mutlu yumuşak huylu olanlara çünkü onlar yeryüzünü miras alacaklar...Ölü Ruhlar Ormanı

Hayat Tanrı'nın bir armağanıydı ve asla istediğin gibi kullanamazdın...Şeytan Yemini


Nasrettin Hoca'ya sormuşlar:

  “Kimsin?”
“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.”
Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:
...“Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam.
“Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca.
“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki, ondan sonra?”
Artık makam kalmadığı için adam boynunu büküp son makamını söylemiş:
“Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam. Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım: "Hiçlik makamında!”
 


Metin Altıok - Bir acıya kiracı

Çocuk Ve Sevdalı
Her yaşın kendince, 
Bir güzelliği vardır , 
İşte bu güzellik; 
-Diyordu Nusret Hızır­ 
Çocukluğudur o yaşın, 
Çocukluktan vazgeçme. 
 
Ve hiç vazgeçmedi; 
Fıskiyenin üstünde 
İnip çıkan top gibi 
Taşıdı yüreğinde, 
Düşte ağır , yükte hafif 
Uçarı bir sevinci. 
 
 
Her yaşın kendince, 
Bir bilgeliği vardır. 
İşte bu bilgelik; 
-Diyordu Nusret Hızır­ 
Sevgisidir o yaşın, 
Sevmekten vazgeçme. 
 
Ve hiç vazgeçmedi; 
Ağacın gövdesinde 
Uç veren sürgün gibi 
Taşıdı hep yüreğinde, 
Biri yanıp biri sönen 
Uslanmaz bir sevgiyi. 
 
 Bir acıya kiracı

 Nasıl da Eskimiştir
Başa dönelim biraz da,
Hep başa döneriz;
Belki bir çay bardağına,
Sıcaklığa, tutuşa, dokunmaya,
Ne güzel anımsarız geçmişi,
Kendi yalanımızla.
 
Uysal bir geçmiştir,
İyi şeyler kalmıştır aklımızda.
Unutmak bizim bildiğimiz iştir.
İri gözlerin senin
Bütün iyiliğiyle,
Bizi hep nasıl izlemiştir.
Geçmiştir, bugün de geçer
Zamanla güzelleşir.
Geçmişle bugün arasında
Tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim,
Nasıl da eskimiştir.
Başa dönelim biraz da,
Örneğin çatlak bir nara.
Eski bir aşka dönelim,
Bir aşkın kanayan anısına,
Ki yıldız dolsun
Apansız karanlığımıza.

Bir acıya kiracı
 

Konfüçyüs "Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız."

Bir gün öğrencilerinin tam karşısına geçen Konfüçyüs, elinde tutuğu vazoyu tüm öğrencilerin görebileceği şekilde havada kaldırdı. Diğer elinde duran elmayı ise öğrencilerin meraklı bakışları arasında vazonun içine bıraktı. Daha sonra vazoyu yere koydu ve öğrencilerine; ” Bu elmayı vazodan çıkarmayı başaran kişi elmayı yiyebilir” dedi. Çocuklardan elmayı çıkarıp, yemek isteyen biri hemen atılıp elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı çıkarmak için uğraşıp durdu. Ancak bir türlü vazonun daracık azğından elini ve elmayı aynı anda çıkarmayı başaramıyordu.
 
Konfüçyüs “Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkartman mümkün değil” dese de çocuk elmayı elinden bırakmak istemiyor uğraşmaya devam ediyordu. Ama sonunda çıkaramayacağını anlayınca zorunlu olarak elmayı almaktan vazgeçerek, pes edip yerine oturdu.

Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı?
 
Çıkaramadığını gören Konfüçyüs vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Bunu gören çocuklar gülmeye başladı. Aslında o kadar basit birşeydi ki bu. Konfüçyus “Fakat bu, göründüğü kadar basit değil” dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken. “Bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek bazen zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz.”


18 Temmuz 2016

Michel Foucault - Özne ve İktidar

Benim burada tartışmak istediğim fikirler ne bir kuramı ne de bir yöntembilimi temsil ediyor. Her şeyden önce, son yirmi yıldır sürdürdüğüm çalışmalardaki hedefimin ne olduğunu belirtmek istiyorum. Hedefim, iktidar fenomenini analiz etmek olmadığı gibi, böyle bir analizin temellerini atmak da değildi.Tam tersine amacım insanların, bizim kültürümüzde, özneye dönüştürülme kiplerinin bir tarihini oluşturmaktı. Yapıtlarım, insanları özneye dönüştüren üç ayrı nesneleştirme kipi üzerinde durmuştur. Bunlardan birincisi, kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan araştırma kipleridir; örneğin, grammaire générale (genel dilbilgisi), filoloji ve dilbilim alanlarında, konuşan öznenin nesneleştirilmesi. Gene, bu ilk kiple ilgili olarak, refah ve ekonomi analizinde üretken öznenin, emek harcayan öznenin nesneleştirilmesi. Ya da, üçüncü bir örnek olarak, doğa tarihi ya da biyolojide, salt yaşıyor olma olgusunun nesneleştirilmesi. 

Çalışmamın ikinci bölümünde, öznenin “bölücü pratikler” diye adlandıracağım pratiklerde nesneleştirilmesini inceledim. Özne, ya kendi içinde bölünmüş ya da başkalarından bölünmüştür. Bu süreç onu nesneleştirir. Bunun örnekleri deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, suçlular ile “iyi çocuklar”dır. Son olarak, bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimini incelemeye -şu anki çalışmalarım buna yöneliktir- çalıştım. Örneğin, cinsellik alanını -insanların kendilerini nasıl “cinsellik” öznesi olarak tanımayı öğrendiklerini- seçtim. Yani benim araştırmalarımın genel teması iktidar değil, öznedir. Gerçi iktidar sorunuyla epeyce içli dışlı oldum. İnsan öznenin, bir yandan üretim ve anlamlandırma ilişkilerine girerken, öbür yandan ve aynı derecede, çok karmaşık nitelikte olan iktidar ilişkilerine de girdiğini görmem uzun sürmemişti. Bana kalırsa, ekonomi tarihi ve teorisi üretim ilişkilerini anlamak için iyi bir araçtı. Dilbilim ve göstergebilim ise anlamlandırma ilişkilerini incelemenin araçlarını sunuyordu. Ama iktidar ilişkilerini incelemek için elimizde hiçbir araç yoktu. 

Bir tek, iktidarı yasal modeller temelinde düşünme yollarına, “İktidarı meşru kılan nedir?” sorusuna başvurabilirdik. Ya da, iktidarı kurumsal modellere dayalı düşünme yollarına, yani “Devlet nedir?” sorusuna başvurabilirdik. Bu yüzden, öznenin nesneleştirilmesini incelerken bir iktidar tanımından yararlanmak isteniyorsa, bu tanımın boyutlarını genişletmek bir zorunluluktu.Bir iktidar teorisine ihtiyacımız var mıdır? Bir teori önceden bir nesneleştirmeyi varsaydığından, analitik bir çalışmanın temeli olarak kullanılamaz. Ancak bu analitik çalışmada da süregiden bir kavramsallaştırma olmadan yol alınamaz. 

Tabii bu kavramsallaştırma, eleştirel düşünceyi -sürekli bir denetlemeyi- içerimler. Burada denetlenecek ilk şey, “kavramsal ihtiyaçlar” olarak adlandırılması gereken şeydir. Demek istediğim, kavramsallaştırma nesneyle ilgili bir teoride temellenmemelidir; kavramsallaştırılmış nesne iyi bir kavramsallaştırmanın tek kriteri değildir. Bizim kavramsallaştırma çabalarımızı güdüleyen tarihsel koşullan bilmek zorundayız. Şu anki koşullanmıza ilişkin olarak tarihsel bir bilince ihtiyacımız var. Denetlenecek ikinci şey, hangi türde bir gerçeklikle uğraştığımızdır. Tanınmış bir Fransız gazetesinde bir yazar bir keresinde şaşkınlığını şu sözlerle ifade etmişti: “Bugün birçok insanın iktidar nosyonundan dem vurmasının nedeni nedir? Bu kadar önemli bir konu mudur bu? Başka sorunlan göz önünde bulundurmadan tartışılabilecek kadar bağımsız bir konu mudur?” Bu yazann şaşkınlığı bana inanılmaz geliyor. Ben bu sorunun ilk defa yirminci yüzyılda ortaya atıldığı varsayımına kuşkuyla bakıyorum. Kaldı ki, iktidar sorunu bizim açımızdan yalnızca teorik bir sorun değil, aynı zamanda deneyimlerimizin bir parçasıdır. Burada yalnızca iki “patolojik biçim”i (iki “iktidar hastalığı”nı: faşizm ile Stalinizm) anmak isterim. Faşizm ile Stalinizmin bizim için bu kadar şaşırtıcı olmasının çeşitli nedenlerinden birisi, tarihsel bakımdan eşsiz olmalanna rağmen, aslında fazla orijinal bir nitelik taşımamalandır. İkisi de diğer toplumlarda zaten var olan mekanizmalan kullanıp genişletmişlerdi. Dahası: ikisi de, kendi içsel çılgınlıklanna rağmen, büyük ölçüde siyasi rasyonalitemizin fikir ve araçlarından yararlanmışlardı. 

Yeni bir iktidar ilişkileri ekonomisine -burada ekonomi sözcüğü teorik ve pratik anlamıyla kullanılmaktadır- ihtiyacımız var.Başka bir şekilde ifade edersek: Kant’tan beri felsefenin rolü, aklın, deneyimde verilmiş olanın sınırlarını aşmasını önlemektir; ama aynı dönemden itibaren -yani, modem devletin ve toplumun siyasi düzlemde yönetilmesinin gelişmesinden beri- felsefenin rolü, siyasi rasyonalitenin aşırı güçlerini gözetim altında tutmaktır. Bu oldukça yüksek bir beklentidir. Bu tür sıradan olguların herkes farkındadır. Ancak bunların sıradan olması, var olmadıkları anlamına gelmez. 

Bizim sıradan olgularla ilgili olarak yapmamız gereken şey, bunlarla hangi spesifik ve belki de özgün sorunun bağıntılı olduğunu keşfetmek ya da keşfetmeye çalışmaktır. Rasyonelleşme ile siyasi iktidarın aşırılıkları arasındaki ilişki açıkça ortadadır. Kaldı ki bu tür ilişkilerin varlığının farkına varmak için bürokrasinin ya da toplama kamplarının ortaya çıkmasını beklememize gerek yoktur. Gene de sorun şudur: Bu kadar apaçık bir olgu karşısında ne yapmalıyız? Aklı yargılayacak mıyız? Bana kalırsa, hiçbir şey bundan daha kısır bir sonuç vermeyecektir. Birincisi, bu alanın suçla ya da masumiyetle hiçbir ilgisi olmadığı için; İkincisi, akla, akıl-olmayanın zıddı bir şey olarak başvurmak anlamsız olduğu için; son olarak da, böyle bir yargılama bizi ya rasyonalist ya da irrasyonalist olmanın keyfi ve sıkıcı rolünü oynama tuzağma düşüreceği için. 

Modem kültüre özgü görünen ve kökeni Aufklärung’da (Aydınlanma) bulunan rasyonalizm türünü mü sorgulayacağız? Bence Frankfurt Okulu’nun bazı üyelerinin yaklaşımı bu yöndeydi. Oysa benim amacım, çok önemli ve değerli çalışmalar olmakla birlikte, onların çalışmaları üzerine bir tartışma başlatmak değildir. Tersine ben, rasyonelleşme ile iktidar arasındaki bağlan araştırmanın başka bir yolunu önereceğim. Toplumun ya da kültürün rasyonelleşmesini bir bütün olarak almak yerine, böyle bir süreci, her biri temel bir deneyime (delilik, hastalık, ölüm, suç, cinsellik, vb.) gönderme yapan çeşitli alanlar çerçevesinde analiz etmek daha akıllıca olabilir. Bence rasyonelleşme sözcüğü tehlikeli bir sözcüktür. Bizim yapmamız gereken, daima rasyonelleşmenin genel ilerlemesine başvurmaktan ziyade, spesifik rasyonaliteleri analiz etmektir. Aufklârung bizim tarihimizde ve siyasi teknolojinin gelişmesinde çok önemli bir aşamayı oluştursa bile, kendi tarihimizde nasıl kapana kısıldığımızı anlamak istiyorsak, çok daha uzaktaki süreçlere gönderme yapmak gerektiği kanısındayım. Yeni bir iktidar ilişkileri ekonomisi doğrultusunda ilerlemek üzere başka bir yol, daha empirik, şu anki durumumuzla daha doğrudan ilintili olan ve teori ile pratik arasında daha fazla ilişkiyi barındıran bir yol önermek isterim. Bu yol, farklı iktidar biçimlerine karşı direniş biçimlerini çıkış noktası olarak almaktan oluşur. Başka bir metafor kullanırsak, bu yol iktidar ilişkilerini gün ışığına çıkarmak, onların konumlarını saptamak ve uygulanma noktalan ile kullanılan yöntemleri öğrenmek amacıyla bu direnişten kimyasal bir katalizör olarak yararlanmaktan oluşur. Yani, iktidan kendi içsel rasyonalitesi açısından analiz etmekten ziyade, iktidar ilişkilerini, stratejilerin uzlaşmazlığı aracılığıyla analiz etmekten oluşur. Örneğin, toplumumuzun aklı başında olmaktan ne anladığını öğrenmek için belki delilik alanında olup bitenleri araştırmamız gerekmektedir. 

Yasallıktan ne kastedildiğini anlamak için yasadışılık alanında olup bitenleri; Ve, iktidar ilişkilerinin içeriğini anlamak için de, belki direniş biçimleri ile bu ilişkileri aynştırmaya yönelik girişimleri araştırmamız gerekmektedir. Başlangıç noktası olarak, son birkaç yıldır gelişmekte olan bir dizi muhalefet odağını alalım: Erkeklerin kadınlar, ana babalann çocuklar, psikiyatrinin akıl hastalan, tıbbın genelde insanlar, yönetimin insanlann yaşama biçimleri üzerindeki iktidanna muhalefet. Bunlann otorite-karşıtı mücadeleler olduğunu söylemek yeterli değildir; onlann ortak yanlannı daha net biçimde tanımlamamız gerekmektedir. 

1) Bunlar “sınıraşm” mücadelelerdir; yani, tek bir ülkeyle sınırlı değillerdir. Kuşkusuz bazı ülkelerde daha kolayca ve daha büyük oranda gelişirler, ama tikel bir siyasi ya da ekonomik yönetim biçimiyle sınırlı değillerdir.

2) Bu mücadelelerin amacı, oldukları haliyle iktidar etkileridir. Örneğin, tıp mesleği esas olarak kâr güdüsüyle hareket eden bir alan olduğu için değil; insanların bedenleri, sağlıkları, yaşamları ve ölümleri üzerinde hiçbir şekilde denetlenmeyen bir iktidara sahip olduğu için eleştirilir. 

3) Bunlar, iki nedenle “doğrudan” mücadelelerdir. Bu tür mücadelelerde, insanlar kendilerine en yakın olan, eylemleriyle bireyleri etkileyen iktidar mercilerini eleştirirler. “Baş düşman” yerine, doğrudan düşman arayışına girerler. Sorunlarına gelecek bir tarihte çözüm (yani, özgürlük, devrim, sınıf mücadelesinin bitmesi gibi) bulmayı da ummazlar. Tarihçiyi kutuplaştıran kuramsal bir açıklama ölçeği ya da devrimci bir düzenle karşılaştırıldığında, bunlar anarşist mücadelelerdir. Ancak bu mücadelelerin en özgün yanlan bunlar değildir. Aşağıda sıralananlar bence daha spesifik nitelikleri yansıtır: 

4) Bunlar bireyin konumunu sorgulayan mücadelelerdir: Bir yandan, farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldmrlar. Bu mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı olmayıp; daha çok, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir. 

5) Bunlar, bilgi, beceri ve kalifikasyona bağlı olan iktidar etkilerine karşı bir muhalefet, yani bilginin ayrıcalıklanna karşı yürütülen mücadelelerdir. Ama aynı zamanda, gizliliğe, deformasyona ve insanlara zorla dayatılan gizemselleştirici temsillere karşı yürütülen mücadelelerdir de. Bunda “bilimci” olan (yani, bilimsel bilginin değerine dogmatik bir inanç doğrultusunda olan) hiçbir yan yoktur, ama doğrulanmış her türlü hakikatin kuşkucu ya da görelilikçi bir açıdan reddedilmesi anlamına da gelmez. Sorgulanan şey, bilginin dolaşma ve işlev görme biçimi, bilginin iktidarla ilişkileridir. Kısacası, bilgi rejimidir (régime du savoir).

6) Son olarak, halen varlığını sürdüren bütün bu mücadeleler şu soru ekseninde dururlar: Biz kimiz? Bunlar, bizim bireysel olarak kim olduğumuzu göz ardı eden soyutlamaların, ekonomik ve ideolojik devlet şiddetinin reddedilmesi ve gene, insanların kim olduğunu belirleyen bilimsel ya da idari engizisyonun reddedilmesidir. Özetle, bu mücadelelerin esas amacı “şu ya da bu” iktidar kurumuna, gruba, elit kesime ya da sınıfa saldırmaktan çok, bir tekniğe, bir iktidar biçimine saldırmaktır. Bu iktidar biçimi bireyi kategorize ederek, bireyselliğiyle belirleyerek, kimliğine bağlayarak, ona hem kendisinin hem de başkalarının onda tanımak zorunda olduğu bir hakikat yasası dayatarak doğrudan gündelik yaşama müdahale eder. Bu, bireyleri özne yapan bir iktidar biçimidir. Özne sözcüğünün iki anlamı vardır: Denetim ve bağımlılık yoluyla başkasına tabi olan özne ve vicdan ya da özbilgi yoluyla kendi kimliğine bağlanmış olan özne. Sözcüğün her iki anlamı da boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin ediyor.  
 
Genel olarak üç tip mücadele olduğu söylenebilir: Ya tahakküm biçimlerine (etnik, toplumsal ve dinsel) karşı yürütülen mücadeleler, ya bireyleri ürettikleri ürünlerden ayıran sömürü biçimlerine karşı yürütülen mücadeleler, ya da bireyi kendisine bağlayan ve bu şekilde diğerlerine tabi kılan duruma karşı yürütülen mücadeleler (tabi kılmaya karşı, öznellik ve boyun eğdirme biçimlerine karşı mücadeleler). Kanımca, tarihte bu üç tür toplumsal mücadelenin ya birbirinden yalıtılmış biçimde ya da bir arada kaynaşmış olarak birçok örneğini bulabilirsiniz. Yalnız bu mücadeleler iç içe geçtikleri zaman bile, çoğunlukla içlerinden bir tanesinin egemen olduğu görülür. Sözgelimi, feodal toplumlarda isyanların nedenleri arasında ekonomik sömürü çok önemli bir yer tutmuşsa da, etnik ya da toplumsal tahakküm biçimlerine karşı mücadeleler daha baskındı.On dokuzuncu yüzyılda sömürüye karşı mücadele ön plana çıktı. Şimdilerde ise tahakküm ve sömürü biçimlerine karşı mücadeleler tamamen yok olmamakla birlikte (hatta tam tersine), tabi kılma biçimlerine -öznelliğin boyun eğdirilmesine- karşı mücadele gün geçtikçe daha fazla önem kazanmaktadır. 

Ben toplumumuzun bu tür mücadeleyle ilk defa karşılaşmadığı kanısındayım. On beşinci ve on altıncı yüzyılda meydana gelen hareketler ile asıl ifadesi ve sonucunu Reformasyon’da bulan hareketlerin hepsi, Batı’nın öznellik deneyiminin büyük bir krizi olarak, ortaçağda bu öznelliğe biçim veren dinsel ve ahlâki iktidara karşı bir başkaldırı olarak analiz edilmelidir. Manevi yaşamda, selamete kavuşma çabalarında, Kitap’ta yatan hakikatte doğrudan bir yer bulma ihtiyacı: Bütün bunlar yeni bir öznellik mücadelesiydi. Buna ne tür itirazlar gelebileceğini biliyorum. Her türden tabi kılmanın türevsel fenomenler olduğunu, diğer ekonomik ve toplumsal süreçlerin sonuçlan olarak ortaya çıktığını (üretim güçleri, sınıf mücadelesi ve öznellik biçimini belirleyen ideolojik yapılar) söyleyebiliriz. Tabi kılma mekanizmalannın sömürü ve tahakküm mekanizmalarıyla ilişkileri dışında incelenemeyeceği besbellidir. Ne var ki bu mekanizmalar yalnızca daha temel mekanizmaların “son halini” oluşturmazlar, diğer biçimlerle karmaşık ve dolaylı ilişkilere de girerler. 

Bizim toplumumuzda bu tür bir mücadelenin egemen olma nedeni, on altıncı yüzyıldan beri yeni bir siyasi iktidar biçiminin sürekli gelişmekte olmasıdır. Bu yeni siyasi yapı, herkesin bildiği gibi, devlettir. Ancak çoğu zaman devlet, bireyleri görmezlikten gelen, sadece bütünlüğün ya da yurttaşlar topluluğu içindeki bir sınıfın ya da grubun demeliyim, çıkarlannı gözeten bir siyasi iktidar türü olarak tasarlanır. Bu oldukça doğrudur. Ancak, devlet iktidarının hem bireyselleştirici hem de bütünselleştirici bir iktidar biçimi olduğunun (ki onun kuvvetini yansıtan nedenlerden birisi budur) altını çizmek isterim. Bence, insan toplumlannm tarihinde -eski Çin toplumunda bile- bireyselleştirme teknikleri ile bütünselleştirme süreçlerinin aynı siyasi yapılarda bu kadar ustaca bir bileşimine asla rastlanmamıştır. Bu durum, modem Batı devletinin, kökeni Hıristiyan kuramlarında olan eski bir iktidar tekniğini yeni bir siyasi biçim altında benimsemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu iktidar tekniğini pastoral iktidar şeklinde adlandırabiliriz. Öncelikle bu pastoral iktidar hakkında birkaç söz söyleyelim. Hıristiyanlığın antik dünyadan temelde farklı bir etik kodu vücuda getirdiği öteden beri söylenegelen bir sözdür. Hıristiyanlığın antik dünyanın her tarafında yeni iktidar ilişkilerini gündeme getirip yaydığına ise genellikle daha az vurgu yapılır. Hıristiyanlık, bir Kilise şeklinde örgütlenmiş tek dindir. Ve Hıristiyanlık bu haliyle, ilke olarak bazı bireylerin, dinsel vasıflarıyla, başkalarına prens, yargıç, peygamber, falcı, hayırsever, eğitimci, vb. olarak değil papaz  olarak hizmet edebilmesini önermektedir. Ancak bu sözcük, çok özel bir iktidar biçimine göndermede bulunur. 

1) Bu iktidar, nihai amacı bireyin öbür dünyadaki selametini emniyet altına alan bir iktidar biçimidir. 

2) Bu iktidar, salt emir veren konumundaki bir iktidar biçimi değildir; bunun yanında, sürünün yaşamı ve selameti uğruna kendini feda etmeye hazır olmak zorundadır. Dolayısıyla, tahtı kurtarmak uğruna tebaasından kendilerini feda etmelerini isteyen krallık iktidarından farklıdır. 

3) Sadece bütün topluluğu değil; ayrıca özel olarak toplumdaki her bireyi, ömrünün sonuna kadar gözeten bir iktidar biçimidir. 

4) Nihayet, bu iktidar biçimi insanların kafalarının içinde ne olduğunu bilmeden, onların ruhlarına nüfuz etmeden, onları içlerindeki en derin sırlan açığa vurmaya yöneltmeden uygulanamaz. Bu da, bir vicdan bilgisini ve buna yön verme becerisini gerektirir. Bu iktidar biçimi (siyasi iktidara zıt olarak), selamete yöneliktir. Kendini adayıcıdır (hükümranlık ilkesine zıt olarak); bireyselleştiricidir (hukuksal iktidara zıt olarak); yaşamla eşkaplamlıdır ve yine yaşamla süreklilik taşır; bir hakikat -bireyin kendisi hakkındaki hakikat- üretimiyle bağlantılıdır. Ama bütün bunlar tarihin bir parçasıdır, diyeceksiniz; pastorallik, silinip gitmemişse bile, en azından asıl etkinliğini kaybetmiştir. Bu doğrudur, ama bence, pastoral iktidarın iki yönünü birbirinden ayırmamız gerekiyor: on sekizinci yüzyıldan beri ortadan kalkmış, en azından canlılığını yitirmiş olan dinsel kurumsallaşma ile bu kurumsallaşmanın kilise kurumunun ötesine yayılan ve katlanarak çoğalan işlevi. On sekizinci yüzyılda önemli bir fenomen ortaya çıktı: bu bireyselleştirici iktidarın yeni bir dağılımı, yeni bir örgütlenmesiydi. “Modem devlet”i bireylerin üstünde, onların ne olduğunu hatta varlıklarını görmezden gelerek gelişmiş bir şey olarak değil; tam tersine bireylerin tek bir koşulla dahil edilebileceği -bu bireyselliğe yeni bir biçim verilmesi ve bir dizi çok spesifik örüntüye tabi kılınması koşuluyla- çok gelişkin bir yapı olarak görmeliyiz. Bir bakıma, devleti modem bir bireyselleştirme matrisi ya da pastoral iktidarın yeni bir biçimi olarak görebiliriz. Bu yeni pastoral iktidar hakkında birkaç söz daha söylenebilir.
 
 1) Bu iktidarın amacında bir değişiklik gözlemleyebiliriz. Sorun artık insanları öteki dünyadaki selametlerine götürme değil; daha çok, aynı selameti bu dünyada sağlamaktı. Bu bağlamda selamet sözcüğü farklı anlamlar kazanır. Sağlık, refah (yani, yeterli ölçüde bir servet, yaşam standardı), emniyet, kazalara karşı korunma. Geleneksel pastoralliğin dinsel amaçlarının yerini bir sürü “dünyevi” amaç almıştı. Pastoralliğin çeşitli nedenlerle bu amaçların bazılarını dolaylı bir yoldan güttüğü düşünülürse bu sürecin sancılı olduğu da söylenemezdi; bu doğrultuda, tıbbm rolünü ve onun çoktan beri Katolik ve Protestan kiliselerince güvence altına alman refah sağlama işlevini aklımıza getirmemiz yeterlidir. 

2) Aynı zamanda bu iktidarın görevlilerinde de bir artış oldu. Bu iktidar biçimi bazen devlet aygıtı tarafından, her koşulda da diyelim, polis gibi bir kamu kurumu tarafından uygulanıyordu. (Unutmamamız gereken bir nokta, on sekizinci yüzyılda polis gücünün, salt yasayı ve düzeni korumak ya da hükümetlerin düşmanlarına karşı yürüttükleri mücadelelerine yardımcı olmak amacıyla değil; kamunun ihtiyaç duyduğu temel araç gereçleri, kamu sağlığını ve zanaatlarla ticaretin sürdürülmesi açısından zorunlu nitelikteki standartlan güvence altına almak amacıyla da oluşturulduğudur). Bu iktidar bazen özel şirketler, refah demekleri, hayırsever kimseler ve genel olarak insanlara iyilik eden herkes tarafından uygulanıyordu. Ama o sıralarda, pastoral işlevleri üstlensin diye eski kurumlar, örneğin aile de seferber edilmişti. Hem piyasa ekonomisi ilkelerine göre hizmet satan özel girişimler hem de hastaneler gibi kamu kuruluşlarını içeren tıp benzeri karmaşık yapılar da bu iktidan uyguluyordu. 

3) Son olarak, pastoral iktidann amaçlan ve faillerinin çoğalması insanın bilgisinin iki rol etrafında gelişmesinde odaklanmaktaydı: Bunlardan birisi, nüfusla ilgili olan globalleştirici ve niceliksel rol; diğeri, bireyle ilgili olan analitik roldü. Bütün bunlar, yüzyıllar boyunca -bin yıldan fazla bir süre için- tanımlı bir dinsel kuruma bağlı kalmış olan pastoral türden bir iktidann aniden tüm toplumsal bünyeye yayıldığını ve birçok kurumda destek bulduğunu içerimler. Ve birbirine az çok bağlı ve gene az çok rakip olan bir pastoral iktidar ile bir siyasi iktidar yerine, bir dizi iktidan (ailenin, tıbbın, psikiyatrinin, eğitimin ve işverenlerin iktidan) karakterize eden bireyselleştirici bir “taktik” vardı. On sekizinci yüzyılın sonunda Kant, bir Alman gazetesinde (Berliner Monatschrift) kısa bir metin kaleme almıştı. Yazdığı metnin başlığı “Was heisst AufklârungT'du. Bu metnin yazılışının üzerinden çok zaman geçti ve hâlâ pek önem taşımayan bir çalışma olarak değerlendirilmekte. Oysa ben bu metni çok ilginç ve şaşırtıcı buluyorum; çünkü ilk kez bir filozof bir görev olarak yalnızca metafizik sistem ya da bilimsel bilginin temellerini değil; bir tarihsel olayı -yakın geçmişte meydana gelmiş, hatta güncel bir olayı- araştırmayı öneriyordu. 1784’te Kant “Was heisst AufklârungT' diye sorduğunda, “Şimdi ne oluyor? Bize ne oluyor? Bu dünya, bu çağ, içinde yaşadığımız şu an neyi ifade ediyor?” gibi soruları kastediyordu. Ya da başka bir biçimde dile getirirsek: “Aufklârer olarak, Aydınlanma’nın bir parçası olarak biz neyiz?” sorusunu soruyordu. Bunu şu Kartezyen soruyla karşılaştırın: Ben kimim? Biricik; ama evrensel ve tarihsel-olmayan bir özne olarak ben kimim? Ben, Descartes’a göre herhangi bir anda ve herhangi bir yerdeki herkes demektir. Oysa Kant, kendi sorusunda bundan başka bir şeyi kastetmektedir: Tarihin çok kesin bir anında biz neyiz? Kant’ın bu sorusu hem bizim hem de yaşadığımız çağın bir analizi olarak ortaya çıkmaktadır. Bence felsefenin bu yönü gitgide daha fazla önem kazandı. Hegel’i, Nietzsche’yi hatırlayalım. “Evrensel felsefe”nin öbür yönü ortadan kaybolmadı. Ancak felsefenin dünyamızın eleştirel bir analizi olma görevi, giderek daha fazla önem kazanan bir boyut. Bütün felsefi sorunların belki en kesini, şimdiki zaman sorunu, bizim tam şu anda ne olduğumuz sorunudur. Bugünkü hedef belki de ne olduğumuzu keşfetmek değil, olduğumuz şeyi reddetmektir. 

Modem iktidar yapılarının eşzamanlı olarak bireyselleştirmesi ve bütünselleştirmesi olan bu siyasi “double bind"dan (“ikili kısıtlama”) kurtulmak için ne olabileceğimizi tahayyül etmek ve bunu gerçekleştirmek zorundayız. Sonuç olarak şu söylenebilir: Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kuramlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız. 

Jorge Luis Borges "Diktatörlük rejimleri, baskı, biat ve gaddarlık doğurur. Ama en kötüsü, aptallığı yaygınlaştırmasıdır.



 
 

Mina Urgan "Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum."

Çağımıza uymak zorundayız palavrasına da hiç mi hiç inanmıyorum. Eğer yaşadığım çağın en yüce ideali köşeyi dönmekse; eğer yaşadığım çağ toplumsal adaletsizlik üstüne kuruluysa; eğer yaşadığım çağ inandığım her şeyi yadsıyorsa; eğer yaşadığım çağa bayağılık ve çirkinlik egemense ben böyle bir çağa neden ayak uydurmak zorunda kalayım? 
 
Tam tersine baş kaldırırım, direnirim böyle bir çağa karşı. Bu yüzden dinozorlukla suçlanmam da vız gelir bana. Çünkü ben dinozoru tarih öncesi çağların nesli tükenmiş bir hayvanı olarak değil; geçmişin doğruluğu kanıtlanmış ve yadsınamaz değerlerini yeni sentezler yaparak geleceğe taşımayı amaçlayan bir yaratık olarak tanımlıyor, dinozorluğumla övünüyorum.


Audrey Hepburn ' Empati '

Başkalarının  acısına  kayıtsız  kalmamak,  en  yüce  erdemdir. İnsanların  öldüğünü gördüm.  Sevenlerin  ayrıldığını.  Her  gün  tekrar  eden  zulmü  ve  açlığı.  Bütün  bunlar  bana gösterdi  ki,  hayatta  hiçbir şey,  acı  çeken  bir  insana  duyacağımız  empatiden  önemli  değildir. Hiçbir şey!  Ne  kariyer,  ne  servet,  ne  zekâ,  ne  mevki.  Alnımız  ak  yaşayacaksak  başkalarının acılarına kayıtsız kalamayız. 


16 Temmuz 2016

Cesare Pavese - Tepedeki Ev

İtalyan edebiyatının en önemli adlarından biri olan Cesare Pavese romanlarında ve şiirlerinde çağdaş dünya sorunlarına, bu sorunları yaşayan insanların yazgılarına eğilmiş genç bir yazardı. Daha kırk iki yaşındayken 1950 yılında intihar ederek yaşamına son veren Pavese, Tepedeki Evi yaşamının son yıllarında kaleme almıştır. İkinci Dünya Savaşı'nın bitimine yakın bir dönemde, faşistlere karşı yürütülen iç savaş sırasında kentten kaçıp uzaklara, çocukluğunun geçtiği yerlere giden öğretmen Corrado, geçmişte kısa süreli bir ilişki yaşadığı kadınla karşılaşır. Yaşadığı dönemin katı gerçeğinden ve belirsiz bir gelecekten kaçarken, savaşın acımasızlığından, anlamsızlığından derinden etkilenir, Savaş bir gün biterse, der, şunu sormalıyız kendimize: Peki ya ölenleri ne yapacağız? Neden öldüler?
 
 

12 Temmuz 2016

Jean Baudrillard "Daha çok bilginin ve daha az anlamın olduğu bir dünyada yaşıyoruz."

Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz. Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz. Artık ne istediğimizi bilmiyoruz, ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.
*
Ne estetik ne cinsel bir inancımız var ama hala bunlara sahip olmayı öğreniyoruz ve gerçek bir felaket olmayacak çünkü sanal felaket koşullarında yaşıyoruz. Hızla çoğalan aşırı şişen ama doğuramayan bir dünyanın bulantısı bu.
*
Bütün alanlarda insan-dışını bertaraf etmeyi her şeyi insan yargılarının egemenliği altına sokmayı hedefleyen antropolojik bir bütüncülüğe doğru gidiyoruz. İnsan hakları burcunun etkisiyle hayvanları, doğayı ve bütün türleri genel olarak insanlaştırma, ahlaki bir antropoloji ve evrensel bir ekoloji kurma çabasındayız.
*
Tükenmiş sistemlerde melankoli, âni bir duyarsızlaşma ve sessizlik biçimidir. İyiyle kötü, doğruyla yanlış arasındaki dengeyi koruyabilme ya da buna benzer değerleri birbirleriyle karşılaştırma hattâ daha genelinde bir güçler dengesiyle toplumsal meydan okuma ve amaçlardan umut kesildiğinde geriye kalan şeydir. Çünkü sistem her yerde ve her zaman çok güçlüdür, yani üstün ve egemen bir konumdadır.
*
Dünyayla birlikte hepimiz canlı canlı lânetlenmiş bir simülasyon hattâ lânetlenmişten bile beter bir duyarsız caydırma evreni içine düştük. Nihilizm ise yıkım yerine açıklaması kolay olmayan bir simülasyon ve caydırma yöntemiyle bir gerçekliğe kavuşmuştur. Tarihsel açıdan bakıldığında aktif, şiddet yüklü bir hayal olan nihilizm, bir mit ve bir oyun sahnesi olma aşamasından bir saydamlık daha doğrusu yalancı bir saydamlık aşamasına geçmiştir. Öyleyse kuramsal açıdan, nihilizmden geriye kalmış bir şeyler var mıdır? Bundan böyle hiçlikle ölümün bir meydan okuma, bir amaç olarak sunulabileceği yeni bir oyun sahnesinden söz edilebilir mi?
*
Kalıntı bir birikimin sonucudur. Baskı altında tutmaysa buna tamamıyla ters ve simetrik bir yerdedir. Duygu depomuzla baskı altında tutulan duyguların zihinsel düzeyde canlandırılmasını sağlayan stok yeni ittifak alanımızı oluşturmaktadır.

Politikanın gizli kusuru neyi "Kötülük" olarak adlandırabileceğini bilemeyecek bir hale gelmiş olmasıdır... 
 

George Carlin "Aptal insanlardan oluşan büyük grupların gücünü asla hafife almayın."

Size çok önemli bir soru sorɑcɑğım.dünyɑyı kontrol etmenin en etkili ve verimli yolu nedir? İki kelime : ɑkıl kontrolü!

Tɑrihimizin en ɑcı yɑnlɑrındɑn biri,kendini ne kɑdɑr tekrɑr ettiğidir.

Medya ve siyasetçiler hep bizi bölen şeylerden bahseder. Bizi birbirimizden farklı yapan şeyler. Bütün toplumlarda ki yönetici sınıflar hep böyle çalışır. Geri kalan insanları bölmeye çalışırlar. Zenginler parayı alıp kaçmak için alt ve orta sınıfları birbirine kırdırır. Oldukça basit bir şey ve hep işe yarar. Farklılıklara vurgu yaparlar. Irk, din, etnik ve milli geçmiş, iş, gelir, eğitim, sosyal statü, cinsiyet. Birbirimizle kavga etmemiz ve onların bankaya gidebilmesi için herhangi bir şey.

Politikacıları unutun. Onlar önemsiz. Politikacılar size seçim hakkı tanındığı fikrini sürdürmek için varlar. Hakkınız yok. Seçim hakkınız yok. Sahipleriniz var. Size sahipler. Her şeye sahipler. Bütün önemli topraklara. Kolektif şirketleri denetliyorlar ve sahipleriler.

Aptal insanlardan oluşan büyük grupların gücünü asla hafife almayın.

Eğer vatandaşlarınız bencil ve cahilse liderleriniz de bencil ve cahil olur.

Şiddetin Ötesi - Jiddu Krishnamurti

Şiddetle dolu bir toplum inşa ettik ve insanlar olarak şiddet doluyuz; içinde yaşadığımız çevre ve kültür bizim çabalarımızın, mücadelemizin, ıstırabımızın, korkunç vahşiliğimizin bir sonucudur. Bu yüzden en önemli soru şudur: insanın içindeki bu muazzam şiddetin sona ermesi mümkün müdür?

Şiddetliyiz. Varoluş boyunca insanlık şiddetle dolu oldu ve halen de öyledir. Bir insan evladı olarak şunun iç yüzünü anlamak istiyorum. Bu şiddet nasıl aşılabilir, bu şiddetin ötesine nasıl geçilebilir? Ne yapmalıyım? Şiddetin şu dünyada neler yaptığını, ilişkinin her türünü nasıl da yok ettiğini, kişide ne gibi derin ıstıraplara, perişanlığa neden olduğu görüyorum—tüm bunları görüyorum. Ve kendime diyorum ki, “Sevginin o derin coşkunluğunun olduğu gerçekten de huzur dolu bir hayat yaşamak istiyorum. Tüm bu şiddet ortalardan yok olmalı…”
O halde ne yapmam gereklidir?

J.Krishnamurti


Herman Hesse - Budanmış Meşe

Ağaç , nasıl da kırpmışlar seni ,
Ne kadar ayrıksın , ne kadar yabancı halin!
Nasıl da acı çektin yüzlerce kez ,
İçinde inat ve iradeden başka şey kalmayana dek!
Ben de senin gibiyim
Yıkılmadım budanmış, örselenmiş yaşamdan
Yeniden geriyorum her gün alnımı ışığa.
İçimde yumuşacık ve narin ne vardıysa
Alaycılığıyla öldürdü hepsini dünya ,
Gene de yok olmadı kimliğim ,
Memnunum halimden , barışığım kendimle ,
Yeni sürgünler vermekteyim sabırla ,
Yüz kez parçalanmış dallarımdan.
Ve inat tüm acılara
Aşığım bu çılgın dünyaya hala.


T. S. Eliot "İyi birisi olmak insanın kendinden başka herkesin işine yarıyor."

Bazı insanlar etrafındaki her şeye yabancıdır,
Bazı insanlar kendilerinden başka hiçbir şeyi görmez,
Bazı insanlar kendi hırslarında boğulur,
Bu yüzden bazı insanlar,
Senin kırılmış olmanı önemsemez.
*
İyi birisi olmak insanın kendinden başka herkesin işine yarıyor.
*
Tanıdığın yanlış insanlara duyduğun öfkeyi,
tanıdığın en doğru insana kusma.
*
Yokluğunuzdan korkacak güzel insanlar biriktirin,
çünkü 'diğerleri' her an gidebilir.
*
Hayatta her şey ol,
Fakat birilerinin alternatifi asla olma.
*
Kırıldığını belli etmeyen insanları üzmeyin.
Çünkü onlar sizi kaybetmemek için susar,
aptal oldukları için değil!
*
Çevrendeki insanlar susacağı,
konuşacağı ve duracağı yeri bilmiyorlarsa,
sen fazla adım atmışsındır onlara
Biraz geri çekil.
*
Utangaçlık; insana özgüvensiz oluşundan değil, kişilikli oluşundan gelir.
*
İnsanların ikiyüzlü olması sizi hala şaşırtabiliyorsa, iyi bir insansınız demektir.
*
Bilir misiniz? Şimdi bana kimselerle konuşmaya değmezmiş gibi geliyor.
*
Senin kendini nasıl gördüğün,başkasının seni nasıl gördüğünden çok daha önemlidir.
*
Bir hayvanı severseniz o da sizi sever...
Eğer bir insanı severseniz, onu bilmiyorum işte ne yapacağı belli olmaz.
*
Affettiğimden değil,
boş verdiğimden üzerinde durmuyorum çoğu şeyin.
Ve mutlu olduğum için değil,
güçlü olduğum için gülüyorum.
*
Bakma sen herkesin öyle mutlu göründüğüne,
Vicdan diye bir yer var ve orada herkes suçlu.
*
Nerede aptal olacağını biliyorsan, yeterince zekisindir.

Joseph Murphy - Bilinçaltının Gücü

Bilinçaltının Gücü: Düşüncelerinizi değiştirirseniz,kaderinizi de değiştirirsiniz...
 

Neden bir insan üzgünken, diğeri mutludur?
Neden bir insan korkak ve endişeliyken, diğeri inanç ve güven doludur?
Neden bir insan amansız olduğu söylenen bir hastalıktan kurtulurken, diğeri iyileşemez?
Neden bir insanın güzel ve lüks bir evi varken, diğeri derme çatma bir yerde yaşamak zorundadır?
Neden bir insan tam bir başarı örneğiyken, diğeri sefil haldedir?
Neden bir konuşmacı ilgi çekici ve son derece popülerken, diğeri sıradan ve sönüktür?
Neden bir insan işinde ya da mesleğinde bir dehayken, diğeri hayatı boyunca hiçbir şey yapmadan ya da başarmadan düşe kalka yürümeye çalışır?
Neden hoşgörülü ve ahlaklı bu kadar insan zihnindeki ve bedenindeki olumsuzlukların acısını çekiyor?
Neden bir insan mutlu bir evlilik sürerken, diğeri evliliğinde mutsuzluk ve hayal kırıklığı yaşıyor?

Bu soruların yanıtı, bilinçaltı ve bilinçli zihninizin işleyişinde gizli olabilir mi?

*

ETKİ düşünceniz, TEPKİ ise bilinçaltınızın verdiği karşılıktır.
 
Bütün dilekleriniz gerçekleşecek diye bir kural yoktur. Herkes bunu bilir. Şüpheci kişiler, bunu duaların işe yaramadığına dair bir kanıt olarak yorumlarlar. Ancak göz ardı ettikleri bir nokta vardır: Dileklerinizin karşılık bulabilmesi için bilimsel temeli net bir biçimde anlaşılarak etkin kullanılması gerekir. Ancak bundan sonra belirli bir isteğin neden etkin olmadığını anlayabilir ve onu daha etkin kılmak için pratik bir yöntem bulabiliriz.
 
Peki dileklerinizin istediğiniz gibi karşılık bulmadığını fark ederseniz, ne olur o zaman? İlk yapmanız gereken şey, böyle bir başarısızlığın temel nedenlerini anlamak olmalıdır. Bu nedenler güven eksikliği ve çok fazla çabadır. Birçok kişi, bilinçaltının işleyişini tam olarak anlayamaz ve dileklerinin gerçekleşmesine mani olur. Zihninizin nasıl çalıştığını bildiğinizde, büyük ölçüde güven kazanırsınız.
 
Unutmayın, bilinçaltınız ne zaman bir fikri kabul etse, hemen bunu uygulamaya başlar. Bunun için bütün önemli kaynaklarını ve potansiyellerini kullanır. Derin zihninizin bütün zihinsel ve spiritüel yasalarını harekete geçirir. Bu yasa iyi fikirler için geçerlidir, ancak kötü fikirler içinde geçerlidir. Sonuç olarak, eğer bilinçaltınızı olumsuz biçimde kullanırsanız, bu soruna, başarısızlığa ve karışıklığa neden olur. Yapıcı biçimde kullanırsanız kılavuzluk, özgürlük ve zihinsel huzur getirecektir.
 
Düşünceleriniz olumlu, yapıcı ve sevgi dolu olduğunda, doğru cevabı almanız kaçınılmazdır. Bu nedenle başarısızlığın, üstesinden gelmek için yapmanız gereken tek şey, bilinçaltınızın fikrinizi ya da isteğinizi kabul etmesini sağlamaktır. Siz bunun gerçekliğini kabul edin, zihninizin yasası gerisini halledecektir. İsteğinizi inançla, güvenle ve şüphesiz devredin; bilinçaltınız bu görevi devralacak ve size cevap verecektir.
 
Ne zaman bilinçaltınızı sizin için birşey yapmaya zorlamak isterseniz, başarısız olursunuz. İstediğiniz sonuçlar yaklaşmak yerine uzaklaşır. Bilinçaltınız zihinsel bir zorlamaya tepki vermez. İnancınıza ya da bilincinizin kabulüne tepki verir.
 
Sonuç elde etme konusundaki başarısızlığınız şu ifadelerden de kaynaklanabilir:
Herşey kötüye gidiyor.
Asla karşılık alamayacağım.
Çıkış yolu göremiyorum.
Durum umutsuz.
Ne yapacağımı bilmiyorum.
Karmakarışık oldum.
 
Bu tür ifadeler kullandığınızda, bilinçaltınız size karşılık vermez ve sizinle işbirliği yapmaz. Sürekli yerinde sayan bir asker gibi, ne ileri ne de geri gidersiniz. Başka bir deyişle, hiçbir yere gidemezsiniz.
Bir taksiye bindiğinizi ve taksiye bir sürü farklı yön söylediğinizi düşünün. Taksicinin kafası karmakarış olurdu herhalde, hatta sizi hiçbir yere götürmek istemeyebilirdi. Talimatlarınıza uymaya çalışsa da, bunu yapamayabilirdi. Sonunda kendinizi hiç kimsenin aklına gelmeyen bir yerde bulabilirdiniz.
 
Bilinçaltınızın müthiş güçleri ile çalışırken de aynı şey geçerlidir. Kafanızda net bir fikir olmalıdır. Bir çıkış yolu olduğuna, bir çözümün bulunacağına inanmalısınız. Yanlızca bilinçaltınızdaki Sınırsız Zeka cevabı bilir. Bilincinizdeki net karara vardığınızda, aklınızı başınıza toplarsınız ve neye inanırsanız onu yaşarsınız.


09 Temmuz 2016

Güneşi Uyandıralım - José Mauro de Vasconcelos

Şeker Portakalı'nın sevimli, küçük kahramanı Zeze işte yine karşınızda. Gözlerinin içi yine ışıl ışıl, yüreği yine sevgi dolu. Ama hüzünleri, biraz daha büyümüş bir çocuğun hüzünleri. Küçüklüğündeki küçük Şeker Portakalı yok, ama bu kez de yüreğinde sevgili kurbağası var. Zengin ve aşırı alıngan bir aile tarafından evlat edinilmiş. Ama Zeze yeni babasının iyi niyetine karşılık vermiyor. Evdeki biricik dostu, aşçı Dadada. Bir de düşlerindeki, yeri doldurulamayan, yüreğine kadar sokulup yerleşen kurbağa ve bir filmde görerek gerçek babasının yerine koyduğu ünlü Fransız şarkıcısı Maurice Chevalier. Çok parlak bir öğrenci olan Zeze sırılsıklam âşık oluyor. O güne kadar herkesi kızdıran, kimi de tehlikeli şeytanlıklar yapan bir çocuk. Çocukluğunun sonu, yeniyetmeliğin ilk adımları, verilmesi gereken yalnızlık sınavı...Zeze'nin, dostlarını hayâl kırıklığına uğratması olanaksız. Onun her yaştan pek çok dostu olduğunu da iyi biliyoruz. Şeker Portakalı'nın devamı olan Güneşi Uyandıralım'ı da çok seveceğinize inanıyoruz. Dizinin üçüncü kitabı olan Delifişek'te bu kez, Zeze'yi delikanlılık yaşında bulacaksınız.
 

Maksim Gorki - Arkadaş

Uzayıp giden hayat yolunda, yolumuzun kesiştiği insanlar bizim için önemlidir. Yollarımızın kesiştiği insanlardan bir bölümü arkadaş olarak hem hayatımızda hem de yüreğimizde yer eder. Yıllar sonra kimisi tebessümle hatırlanır, kimisi de acı bir yüz ifadesi ile... 


Eckhart Tolle - Hayatla Bütünleşmek


Ruhsal öğretiler eğitmeni ve yazar Eckhart Tolle'ün derinlikli ama uygulaması bir o kadar kolay öğretileri tümdünyada sayısız insana içsel huzurlarını ve hayatlarının daha büyük mutluluklarını bulmada yardımcı olmuştur. Eckhart'ın öğretilerinin özünde, insan evriminde sonraki aşama olarak gördüğü, bilincin dönüşümü yatar. Bu uyanışın olmazsa olmazı, ego temelli bilinç durumunuz aşmak, onun ötesine geçmektir. Sadece kişisel mutluluğun değil, ayrıca gezegenimize yayılan şiddetli çatışmayı sonlandırmanın ön koşulu budur.

DÜNÜ VE YARINI UNUTUP BUGÜNDE YAŞAYACAKSINIZ

İçsel amacınız uyanmak. İşte bu kadar basit. Bu amacı gezegendeki bütün insanlarla paylaşıyorsunuz. İçsel amacınız, evrenin ve bütünün önemli bir parçası. Sizi siz yapan ve insanlığı birleştiren tek güç. Dışsal amacınız ise zamanla değişebilir. İnsandan insana farklılık gösterebilir. Dışsal amacınıza ulaşmanın temelinde içsel amacınızı bulmak ve onunla uyum içinde yaşamak yatar. Gerçek başarının sırrı budur. 

 

John Steinbeck - Sardalye Sokağı


Konserveciliğin zirveye ulaştığı 1930'lar Amerikası'nda fabrika işçilerinin yanı sıra sanatçılar, bilim insanları, fahişeler ve serserilerin bir arada yaşadığı bir dünyadır Sardalye Sokağı. Memleketi California'daki bu küçük sokağın tüm renkliliğini, canlılığını, yaşanılan çelişkileri ve kavgaları okurla buluşturan John Steinbeck, gerçek hayattan esinlenerek unutulmaz karakterler yaratır.

Renkli tiplemelerin ve olayların süslediği hikayede, çalışmayı, düzenli bir hayat sürmeyi, sıradanlaşmayı inatla reddeden Mack'in başını çektiği aylak takımı sistemin dışında yaşamanın, sömürü çarklarına başkaldırmanın, dayanışmanın, ihtiyaç duyulan kadarıyla yetinmenin ete kemiğe bürünmüş halidir.

Her insan gibi hata yapan, kimi zaman coşan, kimi zaman hayata küsen, planlarını her zaman istediği gibi hayata geçiremeyen tüm tanıdık karakterlerin sıradan yaşamlarından sarsıcı kesitlerle gerçek dünyayı usta yazar Steinbeck’in gözlerinden görmek isteyenler için...


Jiddu Krishnamurti - Sen Dünyasın

13 yaşındayken dünya öğretmeni seçilen Krishnamurti, hayatını dünyayı dolaşarak, insanlarla  yaşama ve dünyaya dair konuşarak geçirdi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Onun için, karşılaştığı herkes başlı başına bir “birey”di. Bu nedenle öğretmekten çok paylaşmayı ilke edindi. Yine de dünya üzerindeki milyonlarca kişi ondan çok şey öğrendi.
 
Bizler bir toplum yarattık ve bu toplum bizi şartlandırdı. Zihinlerimiz aslında ahlaki olmayan bir ahlakla şartlandırıldı ve bozuldu; toplumun ahlakı ahlaksızlıktır, çünkü toplum aslında ahlaksızca olan şiddeti, kibri, rekabeti, açgözlülüğü ve benzeri şeyleri kabullenip teşvik etmektedir. Binlerce yıldır kabullenmesi, itaat etmesi ve uyum sağlaması için eğitilmiş bir zihin son derece duyarlı ve dolayısıyla son derece erdemli olamaz. Bizler bu tuzağa kısılıp kaldık. O halde erdem nedir? Bu soruyu soruyoruz, çünkü erdem zaruridir.
 
İnsanın içinde bütün dünya vardır ve eğer nasıl bakman ve öğrenmen gerektiğini bilirsen, kapı orada ve anahtar elindedir. Yeryüzünde senden başka hiç kimse ne sana o anahtarı verebilir ne de o kapıyı açabilir. 


Orhan Seyfi Orhon "Aşk, o bir masal, yalanmış meğer"


Annemle Hasbihal

Anne, zannetme ki günler geçti de değişti evvelki huyum gitgide
Bir hırçın çocuğum, değişmez huyum
Seneler geçse de ben yine buyum
Senden umuyorum teselli yine
Bugün şefkatine, muhabbetine zanneder misin ki yok ihtiyacım?
Belki eskisinden daha muhtacım
Dünyanın tükenmez kederlerinden kalbim kırılsa da böyle derinden
Hayatım büsbütün ye'se kapılmaz
Teselli bulurum içimde biraz, o derin sevgini hatırlarım da
Her gece hıçkıran dudaklarımda hasretle anılan senin adın var
Anne, hayatımda bir tek kadın var.
Beni aldatmadı, sevdi daima
Gittikçe ruhumu saran bu humma başka sevgilerden yadigar anne!
Sevmeyen sevenden bahtiyar anne!
Sorma ki başımdan çok şey geçti mi?
Ah...eğer anlatsam sergüzeştimi, nasıl terkedildim
Nasıl atıldım
Anne aldatıldım, aldatıldım
Belki her zamankinden fazla severken, bir lahza bahtiyar olayım derken
Bilmezsin kaç gece böyle ağladım
Şimdi tecrübem var artık anladım
Aşk, o bir masal, yalanmış meğer
Seven bir kalp için sığınılacak yer
Yalnız o kucakmış, yalnız o dizmiş
İnsanlar ne kadar merhametsizmiş

 

Arif Damar - Sunu

 İlle de görmek için mi beklenir 
güzel günler?
Beklemek de güzel
 
 

Arif Damar - Büyük Hüner

İnsanları sevmek kolay değil, 
bir hürriyet bu 
çetindir memleketimde.
Ben ille varım dersen 
bir gün pusuya düşersen, 
insanları sevmek 
büyük hüner.
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl, 
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten 
payına düşeni alabilmişsen, 
vermişsen payına düşeni 
gerçek için, güzellik için,
 gücüne karşı konmaz
korkusuz direnirsin.
Bilirsin, 
bir kere korku düşerse adamın içine, 
bir kere koparsa sevdiklerinden, 
mümkünü yok 
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık 
kararır, çirkinleşir yüzü 
önceleri utanır belki 
sonra vızgelir 
umurumda olmaz dünya.
İnsanları sevmek büyük hüner 
insanlarla beraber.


Arthur Rimbaud - Yola Çıkış

 
Yeterince görüldü. Bütün kılıklara girdi gizli görüntü.
Yeterince oldu. Kentin uğultuları, akşamleyin ve güneşte, ve her zaman.
Yeterince yaşandı. Yaşamın durakları.

- Ey uğultular ve Gizli Görüntüler!
Yola çıkış, yeni sevgi ve yeni görüntüler içinde.

Pablo Neruda - Unutmak Yok & Halk

Nerelerdeydin diye sorarsan

"Hep eskisi gibi", diyeceğim.
Toprağı örten taşlardan söz edeceğim,
sürdükçe kendini harcayan ırmaktan;
ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim,
gerilerde kalan denizi bilirim, bir de ağlayan
     ablamı.
Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler, neden
     günler
yeni günleri izliyor? Neden koyu bir gece
birikiyor ağızda? Neden ölüler?
Nereden geliyorsun diye sorarsan bölük pörçük
    kelimelerle konuşmak zorundayım,
ağzı zehir gibi yakan araçlarla,
çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla
ve avutamadığım yüreğimle.

Andaç değil yanımızda götürdüklerimiz
unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil,
yaşlarla kaplı yüzler,
boğazımıza yapışan eller
ve yapraklardan sıyrılan şey:
aşınmış bir günün karanlığı
acıyı kanımızda tatmış bir günün.

İşte menekşeler, işte kırlangıçlar
bize sevinç veren ne varsa,
geçici ve küçük duyarlıkların
yan yana göründüğü süslü kartpostallarda.

Ama bu sınırın ötesine geçmeliyim,
dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu,
ne karşılık vereceğimi bilemem:

öyle çok ki ölüler,
ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler,
ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler,
ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller,
ve öyle çok ki unutmak istediklerim.

 HALK
Halkım ben,
hani şu sayılamayan,
hani şu çok halk.
Soluğumun öyle bir gücü var ki
sessizliği deler geçerim, dinlemem,
filiz verir, boy atarım,
zifiri karanlık demem.

Zulüm, acı, ölüm, şu  bu
bir anda gizlerse de tohumu,
ölmüş gibi görünürse de halk,
döner gelir elbet bir gün nisan ayı,
kavuşur baharına toprak,

kızgın eller dağıtır atar ağır havayı.
Ölümün içinden yeşerir yaşamak.