Türk Yurdunun Genel Durumu
Samsun'a
Çıktığım Gün Genel Durum ve Görünüş
1919
yılı Mayısının 19'uncu günü Samsun'a
çıktım. Genel durum ve görünüş
:
Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Genel
Savaşta (Birinci Dünya Savaşında) yenilmiş, Osmanlı ordusu her
yanda zedelenmiş,
koşulları ağır bir ateşkes anlaşması (mütarekename)
imzalanmış. Büyük Savaşın uzun yılları boyunca, ulus,
yorgun ve yoksul bir durumda. Ulusu ve ülkeyi Genel Savaşa
sürükleyenler, kendi yaşamlarının kaygısına düşerek,
yurttan kaçmışlar. Padişah ve Halife olan (Saltanat ve halifelik
katında oturan)
Vahdettin, soysuzlaşmış, kendini ve yalnız tahtını
koruyabileceğini umduğu alçakça
önlemler
araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın'nın
başkanlığındaki hükümet, güçsüz, onursuz, korkak, yalnız
padişahın isteklerine uymuş, onunla birlikte kendilerini
koruyabilecek herhangi bir duruma boyun eğmiş.
Ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış
ve alınmakta.
İtilâf devletleri,
ateşkes anlaşması hükümlerine uymayı gerekli görmüyorlar.
Birer uydurma nedenle, İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul'da.
Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal
edilmiş. Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la
Samsun'da İngiliz askerleri bulunuyor. Her yanda yabancı devletlerin
subay ve görevlileri ve özel adamları çalışmakta. Daha sonra,
sözümüze başlangıç olarak aldığımız tarihten dört
gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla
Yunan
ordusu İzmir'e çıkarılıyor.
Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan
azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının
elde edilmesine, devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlar.
Sonradan elde edilen güvenilir bilgi ve belgeler, İstanbul
Rum Patrikliğinde kurulan Mavri Mira Kurulu'nun (belge: l) illerde çeteler kurmak ve yönetmekle,
gösteri toplantıları ve propagandalar yaptırmakla uğraştığını
doğruladı. Yunan Kızılhaçı, Resmi Göçmenler
Komisyonu, Mavri Mira Kurulu'nun çalışmalarını kolaylaştırmaya
yardım ediyor. Mavri Mira Kurulu'nca yönetilen Rum okullarının
izci örgütleri, yirmi yaşını aşmış gençleri de
içine alarak her yerde geliştiriliyor.
Ermeni Patriği Zaven Efendi de, Mavri Mira Kurulu ile düşünce
birliği içinde çalışıyor. Ermeni hazırlığı
da tam olarak Rum hazırlığı gibi ilerliyor.
Trabzon, Samsun ve bütün Karadeniz kıyılarında
kurulan ve İstanbul'daki merkeze bağlı Pontus Cemiyeti
kolaylıkla ve başarıyla çalışıyor. (belge: 2)
Türk
Milletinin Yurdunu Savunma Kararı
Düşünülen
Kurtuluş Yolları
Durumun
korkunçluğu ve ağırlığı karşısında,
her yerde, her bölgede birtakım kişilerce kurtuluş yolları
düşünülmeye başlanmıştı. Bu düşünceyle girişilen
çalışmalar, birtakım örgütler doğurdu. Örneğin:
Edirne ve çevresinde Trakya-Paşaeli
adlı bir dernek
vardı. Doğuda (belge: 3), Erzurum'da ve Elazığ'da (belge:
4), genel merkezi İstanbul'da olmak üzere Vilâyatı
Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti (Doğu İlleri Ulusal Hakları
Savunma Derneği) kurulmuştu. Trabzon'da Muhafazai
Hukuk (Hakları Koruma) adlı
bir dernek bulunduğu gibi İstanbul'da da, Trabzon
ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti (Trabzon
ve Çevresini Bağımsızlaştırma Derneği) vardı.
Bu dernek merkezinin gönderdiği delegeler, Of ilçesi ve Lazistan livasında
şubeler açmışlardı. (belge: 5, 6)
Yunanlıların İzmir'e gireceğinin açık
belirtilerini Mayısın on üçünden beri gören, İzmir'de birtakım
genç yurtseverler, ayın 14/15'inci gecesi, bu acıklı durumu
aralarında görüşmüşler; bir olupbittiye geldiği kuşku
götürmeyen bu girişin, katma (ilhak) ile sonuçlanmasını önlemek
düşüncesinde birleşmişler ve Reddi İlhak (Katmayı önleme) ilkesini ortaya atmışlardır.
Bu ilkenin yayılması için aynı gece İzmir'de Yahudi Maşatlığı'na
toplanabilen halkça bir gösteri toplantısı (miting) yapılmışsa
da ertesi gün sabahleyin Yunan askerlerinin rıhtımda görülmesiyle
bu toplantıdan umulduğu ölçüde sonuç alınamamıştır.
Ulusal
Kuruluşlar, Siyasal Amaçlar
Bu
derneklerin kuruluş amaçları ve siyasal erekleri üzerine kısaca
bilgi vermek uygun olur düşüncesindeyim.
Trakya-Paşaeli
Cemiyeti'nin ileri gelenlerinden kimisiyle daha İstanbul'da iken görüşmüştüm.
Osmanlı Devleti'nin çökeceğini kesinliğe yakın bir
olabilirlik içinde görüyorlardı. Osmanlı yurdunun parçalanacağı
korkusu karşısında Trakya'yı, olabilirse Batı Trakya'yı
da birleştirerek, İslam ve Türk topluluğunu bir bütün olarak
kurtarmayı düşünüyorlardı. Bu amaca ulaşmak için o zaman
akıllarına gelen tek çıkar yol, İngiltere'nin, olmazsa
Fransa'nın yardımını sağlamaktı. Bu düşünceyle
kimi yabancı devlet adamlarıyla ilişki kurmak ve konuşmak
yollarını da aramışlardı. Amaçlarının bir
Trakya Cumhuriyeti kurmak olduğu anlaşılıyordu.
Vilâyatı
Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'nin kuruluş amacı da (tüzüklerinin
ikinci maddesi), doğu illerindeki bütün halkın dinsel ve siyasal
haklarının özgürce gelişimini sağlayacak yasal yollara başvurmak;
adı geçen illerdeki Müslüman halkın tarihsel ve ulusal haklarını,
gerektiğinde, uygar toplumlar önünde savunmak; doğu illerinde yapılan
zulüm ve cinayetlerin nedenleriyle etmenleri ve bunları yapanlar ve yaptıranlarla
ilgili tarafsızca soruşturma açarak suçluların çabuklukla
cezalandırılmalarını istemek; Türklerle azınlıklar
arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesine ve eskisi gibi iyi
bağların pekiştirilmesine çaba göstermek; doğu illerindeki
savaştan doğma yıkım ve yoksulluğu, hükümet katında
girişimlerde bulunarak elden geldiğince giderme yollarını
aramaktı.
İstanbul'daki
yönetim merkezlerinden verilmiş olan bu yönerge gereğince, Erzurum
Şubesi, doğu illerinde Türklerin haklarını korumakla
birlikte Ermenilerin göçü sırasında yapılan kötü işlerle
halkın hiçbir ilgisi bulunmadığını ve Ermeni mallarının,
buralara Ruslar girinceye dek korunduğunu; buna karşılık Müslümanlara
çok kıyasıya davranıldığını ve dahası,
buyruk dışı olarak göçten alıkonulan kimi Ermenilerin,
koruyucularına yaptıkları kötülükleri, kanıtlanmış
belgelerle uygarlık dünyasına sunmaya ve bildirmeye ve doğu
illerine dikilen açgözlü bakışları söndürmek için çalışmaya
karar veriyor (Erzurum Şubesinin bildirisi).
Vilâyatı
Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti' nin ilk Erzurum Şubesini
kuran kişiler, doğu illerinde yapılan propagandaları ve
bunların amaçlarını, Türklük-Kürtlük- Ermenilik sorunlarını,
bilim, teknik ve tarih bakımından inceleyip araştırdıktan
sonra, gelecekteki çalışmalarını şu üç noktada
topluyorlar (Erzurum Şubesinin basılı raporu):
1-
Kesinlikle göç etmemek;
2-
Hemen bilim, iktisat, din örgütleri kurmak;
3-
Saldırıya uğrayacak doğu illerinin herhangi bir bucağını
savunmada birleşmek.
Vilâyatı
Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'nin İstanbul'daki yönetim
merkezinin, bilim ve uygarlık yöntemleriyle amacı sağlayabileceği
konusunda çokça iyimser olduğu anlaşılıyor. Gerçekten bu
yolda çaba göstermekten geri durmuyor. Doğu illerinde Müslüman halkın
haklarını savunmak için Le Pays (Yurt) adında Fransızca
bir gazete yayımlıyor. Hâdisat (Olaylar) gazetesinin sahipliğini
üzerine alıyor. Bir yandan da İtilâf devletleri başbakanlarına
ve İstanbul'daki temsilcilerine birer andırı (muhtıra)
veriyor. Avrupa'ya bir kurul yollamaya girişiyor. (belge: 7)
Bu açıklamalardan
kolaylıkla anlaşılacağını sanırım ki,
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti'nin kurulmasına
yol açan önemli neden ve kaygı, doğu illerinin Ermenistan'a verileceği
olasılığına dayanıyor. Bu olasılığın
da, doğu illeri nüfusunda Ermenileri çoğunlukta göstermeye ve
tarihsel haklar bakımından öncelikli saydırmaya çalışanların,
bilimsel ve tarihsel belgelerle dünya kamuoyunu aldatmayı başarmaları;
bir de Müslüman halkın Ermenileri toptan öldüren yabanıl olduğu
iftirasını doğruymuş gibi kabul ettirmeleri durumunda gerçekleşebileceği
varsayımı üstün geliyor. Bundan dolayı dernek, aynı gerekçe
ve araçlarla donanmış olarak tarihsel ve ulusal hakları
savunmaya çalışıyor.
Karadeniz
kıyılarındaki bölgelerde de, bir Rum Pontus hükümeti kurulacağı
korkusu vardı. Müslüman halkı Rumların boyunduruğu altında
bırakmayıp yaşama haklarını ve varlıklarını
koruma amacıyla, Trabzon'da da birtakım kişiler ayrıca bir
dernek kurmuşlardı.
Merkezi
İstanbul'da olan Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyeti'nin siyasal
erek ve amacı, adından anlaşılmaktadır. Her durumda
merkezden ayrılmak amacını güdüyor.
Yurt
İçinde ve İstanbul'da Ulusal Varlığa Düşman Kuruluşlar
Kurulmaya
başlayan bu örgütlerden başka, ülke içinde daha birtakım girişimler
ve kuruluşlar da ortaya çıkmıştı. Özellikle Diyarbakır,
(belge: 8, 9) Bitlis, Elazığ illerinde, İstanbul'dan yönetilen Kürt
Teali Cemiyeti (Kürt Yükselme
Derneği) vardı. Bu derneğin amacı, yabancı
devletlerin koruyuculuğu altında, bir Kürt hükümeti kurmaktı.
Konya ve dolaylarında, İstanbul'dan yönetilen
Tealii
İslam Cemiyeti
(İslam Yükselme Derneği) kurulmasına çalışılıyordu.
Ülkenin hemen her yanında İtilâf
ve Hürriyet,
Sulh ve Selâmet Cemiyetleri (Uzlaştırma ve Özgürlük, Barış
ve Esenlik Dernekleri) de vardı.
İngiliz
Muhipler Cemiyeti
İstanbul'da
çeşitli amaçlarla gizli ve açık olmak üzere de, birtakım
parti ya da dernek adı altında kuruluşlar vardı.
İstanbul'da
önemli sayılacak kuruluşlardan biri İngiliz
Muhipler Cemiyeti (İngiliz
Dostları Derneği) idi. Bu addan İngilizleri sevenlerin
kurdukları bir dernek
olduğu anlaşılmasın! Bence, bu derneği kuranlar,
kendilerini ve kişisel çıkarlarını sevenler ve kendi varlıklarıyla
çıkarlarının dokunulmazlık çaresini Lloyt
Corc (Lloyd George) hükümeti
aracılığıyla İngiliz desteğini sağlamakta
arayanlardır. Bu zavallıların (bedbaht), İngiltere
Devleti'nin, bütünüyle, bir Osmanlı Devleti bırakmak ve korumak
isteğinde olup olamayacağını bir kez düşünüp düşünmedikleri
üzerinde durmak gerekir.
Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı
ve yeryüzü Halifesi sanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit
Paşa, Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı)
olan Ali
Kemal, Âdil ve Mehmet Ali Bey'ler ve Sait
Molla
bulunuyordu. Dernekte İngiliz ulusundan kimi serüvenciler de vardı.
Örneğin: Rahip Fru (Frew) gibi. Yapılan işlerden ve işlemlerden
anlaşıldığına göre, derneğin başkanı
Rahip Fru idi.
Bu derneğin iki görünüşü ve niteliği vardı.
Biri, dış görünüşü ve uygarca girişimlerle İngiliz
desteğini istemeye ve sağlamaya yönelen niteliği idi. Öteki,
gizli yönü idi. Asıl çalışma bu yöndeydi. Yurt içinde örgütler
kurarak ayaklanma ve başkaldırmalara yol açmak, ulusal bilinci işlemez
kılmak, yabancı devletlerin işe karışmalarını
kolaylaştırmak gibi haince girişimler, derneğin bu gizli
kolunca yönetilmekteydi. Sait Molla'nın, derneğin açık girişimlerinde
olduğu gibi ondan daha çok gizli işlerinde de rol oynadığı
görülecektir. Bu dernek için söylediklerim, sırası geldikçe
yapacağım açıklamalar ve gerektiğinde göstereceğim
belgelerle daha iyi anlaşılacaktır.
Amerika'nın
Güdümünü İsteyenler
İstanbul'daki
kadın erkek birtakım ileri gelen kişiler de, gerçek kurtuluşu
Amerika'nın güdümünü
(mandasını) istemek ve sağlamakta görüyorlardı. Bu kanıda
olanlar, düşüncelerinde çok direndiler, tam uygun işin, kendi görüşlerinin
desteklenmesi olduğunu kanıtlamaya çok çalıştılar. Bu
konuda da, sırası gelince kimi açıklamalar
yapacağım.
Ordumuzun
Durumu
Genel
durumu saptamak için ordu birliklerinin nerelerde ve ne durumda olduklarını
açıklamak isterim. Anadolu'da, başlıca iki ordu müfettişliği
kurulmuştu. Ateşkes anlaşması yapılır yapılmaz
birliklerin savaşçı erleri terhis edilmiş, silah ve cephanesi
elinden alınmış; bu birlikler, savaş gücünden yoksun
birtakım kadrolar durumuna getirilmişti.
Merkezi
Konya'da bulunan İkinci Ordu Müfettişliğine bağlı
birliklerin durumu şöyle idi:
Bir
tümeni (41. Tümen) Konya'da ve bir tümeni (23. Tümen) Afyonkarahisar'da
bulunan 12. Kolordu, karargâhıyla Konya'da bulunuyordu. İzmir'de düşman
eline düşen 17. Kolordunun, Denizli'de bulunan 57. Tümeni de bu kolorduya
bağlanmıştı.
Bir
tümeni (24. Tümen) Ankara'da ve bir tümeni (11. Tümen) Niğde'de bulunan
20. Kolordu, karargâhıyla Ankara'da idi.
İzmit'te
bulunan 1. Tümen, İstanbul'daki 25. Kolorduya bağlanmıştı.
İstanbul'da da 10. Kafkas Tümeni vardı.
Balıkesir
ve Bursa yöresinde bulunan 61. ve 56. Tümenler, karargâhı Bandırma'da
bulunan İstanbul'a bağlı 14. Kolordu'yu meydana getiriyorlardı.
Bu kolordunun komutanı, Meclisin açılışına dek,
rahmetli Yusuf İzzet Paşa idi.
Dokuzuncu
Ordu Müfettişliği, ki müfettişi
bendim, karargâhımla Samsun'a çıkmış
bulunuyordum. Doğrudan doğruya buyruğum altında iki kolordu
bulunacaktı. Biri, merkezi Sivas'ta bulunan 3. Kolordu. Komutanı, yanımda
getirdiğim Albay Refet Bey.
Bu kolorduya bağlı bir tümenin (5. Kafkas Tümeni) merkezi Amasya'da,
öteki tümeninin (15. Tümen) merkezi Samsun'da idi. Öbürü, merkezi
Erzurum'da bulunan 15. Kolordu idi. Komutanı Kâzım
Karabekir Paşa idi. Tümenlerinden
birinin (9. Tümen) merkezi Erzurum'da, komutanı Rüştü Bey; ötekisinin
(3. Tümen) merkezi Trabzon'da idi, komutanı Yarbay Halit Bey idi. Halit
Bey, İstanbul'a çağrılmış olduğundan komutanlıktan
çekilerek Bayburt'ta saklanmış; tümen, vekillikle yönetiliyor;
kolordunun öbür iki tümeninden 12. Tümen, Hasankale doğusunda sınırda,
11. Tümen Bayazıt'ta bulunuyordu.
Diyarbakır yöresinde bulunan iki tümenli 13. Kolordu bağımsızdı,
İstanbul'a bağlıydı. Bir tümeni (2. Tümen) Siirt'te, öbür
tümeni (5. Tümen) Mardin'de idi.
Müfettişlik
Görevimin Geniş Yetkileri
Benim yetkim, bu iki kolorduyu doğrudan doğruya
buyruğum ve komutam altında bulundurmaktan daha genişti. Müfettişlik
bölgeme yakın birliklere de bildirim yapabilecektim. Bu arada bölgemde
bulunan ve bölgeme yakın olan valiliklere de bildirimde bulunabilecektim.
Bu yetkiye göre Ankara'da bulunan 20. Kolordu ve bunun bağlı
olduğu müfettişlik ile ve Diyarbakır'daki kolordu ile ve hemen bütün
Anadolu'da sivil örgütlerin başında bulunan yöneticilerle yazışabilecek
ve ilişkiler kurabilecektim.
Bu geniş yetkiyi, beni İstanbul'dan sürmek ve uzaklaştırmak
amacıyla Anadolu'ya gönderenlerin bana nasıl verdiklerine şaşabilirsiniz.
Hemen söylemeliyim ki, bana bu yetkiyi onlar bilerek ve anlayarak vermediler.
Her ne olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin
buldukları gerekçe, "Samsun ve yöresindeki güvensizliği
yerinde görüp önlemek için Samsun'a değin gitmek" idi. Ben, bu işin
başarılmasının, makam ve yetki verilmesine bağlı
olduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O günlerde
Genelkurmayda bulunan ve benim amacımı bir dereceye kadar sezinleyen
kişilerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular ve
yetkiyle ilgili yönergeyi (talimatı) de ben kendim yazdırdım.
Dahası, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olan
Şakir Paşa bu yönergeyi okuduktan sonra imzalamaktan çekinmiş,
anlaşılır anlaşılmaz bir biçimde mühürünü basmıştır.
Genel
Duruma Dar Bir Çerçeveden Bakış
Bu açıklamadan
sonra genel durumu, daha dar bir çerçeve içine alarak, çabucak ve kolayca,
hep birlikte gözden geçirelim:
Düşman devletler Osmanlı Devleti'ne ve ülkesine maddi
ve manevi bakımdan saldırmışlar; yok etmeye ve paylaşmaya
karar vermişler. Padişah ve Halife olan kişi, hayat ve rahatını
kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmüyor. Hükümeti
de aynı durumda. Farkında olmadığı halde başsız
kalmış olan ulus, karanlık ve belirsizlik içinde, olup
bitecekleri bekliyor. Felaketin korkunçluğunu ve ağırlığını
anlamaya başlayanlar, bulundukları çevreye ve sezebildikleri etkilere
göre kurtuluş çaresi saydıkları yollara başvuruyorlar...
Ordu, adı var, kendi yok bir durumda. Komutanlar ve subaylar, Genel Savaşın
bunca sıkıntı ve güçlükleriyle yorgun, yurdun parçalanmakta
olduğunu görmekle yürekleri kan ağlıyor; gözleri önünde
derinleşen karanlık felaket uçurumunun kıyısında
kafaları, çıkar yol, kurtuluş yolu aramakta...
Burada, pek önemli olan bir noktayı da belirtmeli ve açıklamalıyım.
Ulus ve ordu, Padişah ve Halifenin hainliğinden haberli olmadığı
gibi, o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği
din ve gelenek bağlarıyla içten bağlı ve uysal. Ulus ve
ordu, kurtuluş yolu düşünürken bu atadan gelen alışkanlık
dolayısıyla kendinden önce yüce halifeliğin ve padişahlığın
kurtuluşunu ve dokunulmazlığını düşünüyor.
Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun anlamını kavrama
yeteneğinden yoksun... Bu inançla bağdaşmaz oy ve düşüncelerini
açığa vuracakların vay haline! Hemen dinsiz, vatansız,
hain, istenmez olur.
Bir başka önemli noktayı da söylemek gerekir. Kurtuluş
yolu ararken, İngiltere, Fransa, İtalya gibi büyük devletleri gücendirmemek,
temel ilke gibi görülmekteydi. Bu devletlerden yalnız biriyle bile başa
çıkılamayacağı kuruntusu, hemen bütün kafalarda yer etmişti.
Osmanlı Devleti'nin yanında, koskoca Almanya, Avusturya - Macaristan
varken hepsini birden yenen, yerlere seren İtilâf kuvvetleri karşısında,
yeniden onlarla düşmanlığa varabilecek durumlara girmekten daha
büyük mantıksızlık ve akılsızlık olamazdı.
Bu anlayışta olan yalnız halk değildi; özellikle,
seçkin denilen insanlar bile öyle düşünüyordu.
Öyleyse, kurtuluş yolu ararken iki şey söz konusu
olmayacaktı. İlkin, İtilâf Devletlerine karşı düşmanlık
durumuna girilmeyecekti; sonra da, Padişah ve Halifeye canla başla bağlı
ve sadık kalmak temel koşul olacaktı.
Düşünülen
Kurtuluş Yolları
Şimdi baylar, izin verirseniz size bir soru sorayım:
Bu durum ve koşullar karşısında kurtuluş için, nasıl
bir karar düşünülebilirdi?
Açıkladığım bilgilere ve gözlem sonuçlarına
göre üç türlü karar ortaya atılmıştı:
Birincisi, İngiltere'nin koruyuculuğunu (İngiltere'nin
himayesini) istemek,
İkincisi, Amerika'nın güdümünü
(mandasını) istemek.
Bu iki türlü karara varmış olanlar, Osmanlı
Devleti'nin bir bütün olarak kalmasını düşünenlerdir.
Osmanlı
ülkesinin çeşitli devletler arasında paylaşılmasından
ise, bu ülkeyi bütün olarak bir devletin koruyuculuğu altında
bulundurmayı yeğleyenlerdir.
Üçüncü karar, bölgesel kurtuluş yollarına yönelikti.
Örneğin: Bazı bölgeler, kendilerinin Osmanlı Devleti'nden koparılacağı
görüşüne karşı ondan ayrılmamak yollarına başvuruyor.
Bazı bölgeler de, Osmanlı Devleti'nin ortadan kaldırılacağına,
Osmanlı ülkelerinin paylaşılacağına oldubitti gözüyle
bakarak kendi başlarını kurtarmaya çalışıyorlar.
Bu üç türlü kararın gerekçesi, yapmış olduğum
açıklamalar arasında vardır.
Benim
Kararım
Baylar, ben bu kararların hiçbirini yerinde bulmadım. Çünkü
bu kararların dayandığı bütün kanıtlar ve mantıklar
çürüktü, temelsizdi. Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde,
Osmanlı Devleti'nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti.
Osmanlı ülkeleri bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada
bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.
Son sorun, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktan
başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı,
padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş
birtakım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne
gibi yardım istemek düşünülüyordu?
Öyleyse sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı.
O da ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk
devleti kurmak.
İşte, daha İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğümüz
ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız
karar, bu karar olmuştur.
Ya
Bağımsızlık Ya Ölüm
Bu kararın dayandığı
en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak
yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir.
Ne denli zengin ve gönenmiş olursa olsun, bağımsızlıktan
yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak
durumunda kalmaktan öteye gidemez.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu ve kollayıcılığını
istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve
beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir.
Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların,
isteyerek başlarına yabancı bir efendi getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa, Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha
iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu
olacaktır.
Bir an için, bu kararın uygulanmasında başarısızlığa
uğranılacağını düşünelim. Ne olacaktı?
Tutsaklık.
Peki efendim, öteki kararlara uymakla da sonuç bu olmayacak mıydı?
Şu ayrımla ki, bağımsızlığı
için ölümü göze alan ulus, insanlık onur ve şerefinin gereği
olan her özveriye başvurduğunu düşünerek avunur ve kuşkusuz,
tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçiren uyuşuk, onursuz bir
ulusla karşılaştırılınca, dost ve düşman gözündeki
yeri çok başka olur.
Sonra, Osmanlı soyunu (Osmanlı hanedanı) ve
saltanatını sürdürmeğe çalışmak, elbette Türk
ulusuna karşı en büyük kötülüğü istemekti. Çünkü ulus,
her türlü özveriye başvurarak bağımsızlığını
sağlasa da, padişahlık sürüp giderse, bu bağımsızlığa
güvenle bakılamazdı. Artık yurtla, ulusla hiçbir vicdan ve düşünce
bağı kalmamış bir sürü delinin, devlet ve ulus bağımsızlığının
ve onurunun koruyucusu durumunda bulundurulması nasıl uygun görülebilirdi?
Halifeliğin durumuna gelince, bunun bilim ve tekniğin
ışığa boğduğu gerçek uygarlık dünyasında
gülünç sayılmaktan başka bir durumu kalmış mıydı?
Görülüyor ki, verdiğimiz kararın uygulanmasını
sağlamak için ulusun daha alışmadığı sorunlara el
atmak gerekiyordu. Kamunun söz konusu etmesinde büyük sakıncalar
bulunacağı düşünülen noktaların söz konusu edilmesinde
kesin zorunluluk vardı.
Osmanlı Hükümetine, Osmanlı Padişahına ve Müslümanların
halifesine başkaldırmak ve bütün ulusu ve orduyu ayaklandırmak
gerekiyordu.
Uygulamayı
Evrelere Ayırmak ve Adım Adım İlerleyerek Amaca Varmak
Türk
ata yurduna ve Türkün bağımsızlığına saldıranlar
kimler olursa olsun, onlara bütün ulusça silahlı olarak karşı
çıkmak ve onlarla savaşmak gerekiyordu. Bu önemli kararın bütün
gereklerini ve zorunluluklarını ilk gününde açıklamak ve söylemek,
elbette yerinde olamazdı. Uygulamayı birtakım evrelere ayırmak
ve olaylardan yararlanarak ulusun duygu ve düşüncelerini hazırlamak
ve adım adım ilerleyerek amaca ulaşmaya çalışmak
gerekiyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz yılda yaptıklarımız
bir mantık dizisiyle düşünülürse, ilk günden bugüne dek izlediğimiz
genel gidişin, ilk kararın çizdiği çizgiden ve yöneldiği
amaçtan hiç ayrılmamış olduğu kendiliğinden anlaşılır.
Burada,
zihinlerde yer tutabilecek bazı duraksama düğümlerinin çözülmesini
kolaylaştırmak için bir gerçeği hep birlikte gözden geçirmeliyiz.
Beliren
ulusal savaşın tek amacı yurdu dış saldırıdan
kurtarmak olduğu halde bu savaşın, başarıya ulaştıkça,
ulusal iradeye dayanan yönetimin bütün ilkelerini ve şekillerini evre
evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi olağan ve kaçınılmaz
bir tarih akışı idi. Bu kaçınılmaz tarih akışını,
gelenekten gelen alışkanlığı ile, hemen sezinleyen hükümdar
soyu, ilk andan başlayarak ulusal savaşın amansız bir düşmanı
oldu. Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben
de gördüm ve sezinledim. Ama, baştan sona bütün evreleri kapsayan
sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik.
İleride olabilecekler üzerine çok konuşmak, giriştiğimiz
gerçek ve maddesel savaşa boş kuruntular niteliği verebilirdi; dış
tehlikenin yakın etkileri karşısında üzüntü duyanlar arasında
ise, geleneklerine, düşünme yeteneklerine, ruhsal durumlarına
uymayan olası değişikliklerden ürkeceklerin ilk anda
direnmelerine yol açabilirdi. Başarı için pratik ve güvenilir yol,
her evreyi zamanı geldikçe uygulamaktı. Ulusun gelişmesi ve yükselmesi
için esenlik yolu bu idi. Ben de böyle yaptım. Ancak bu pratik ve güvenilir
başarı yolu; yakın çalışma arkadaşım olarak
tanınmış kişilerden kimileriyle aramızda, zaman zaman görüşlerde,
davranışlarda, yapılan işlerde beliren temelli ve ikinci
derecede anlaşmazlıkların, kırgınlıkların ve
giderek ayrılıkların da nedeni ve açıklaması olmuştur.
Ulusal savaşa birlikte başlayan yolculardan kimileri, ulusal yaşamın
bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet yasalarına değin uzayan gelişmelerinde,
kendi düşünce ve psikolojilerinin kavrama sınırı bittikçe,
bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır.
Bu noktaları, aydınlanmanız için, kamuoyunun aydınlanmasına
yardımcı olmak için, sırası
geldikçe, birer birer göstermeye çalışacağım.
Ulusal
Sır
Bu
son sözlerimi özetlemek gerekirse diyebilirim ki ben,
ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme
yeteneğini, bir ulusal sır gibi vicdanımda taşıyarak
yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.
Herekete
Geçmek İçin Yapılan Ön Hazırlıklar
Ordu
İle İlişki
Şimdi
baylar, ilk iş olmak üzere bütün orduyla ilişki kurmak gerekli idi.
Erzurum'da
On Beşinci Kolordu Komutanına
21 Mayıs 1919'da yazdığım bir şifrede: "Genel
durumumuzun almakta olduğu korkunç şekilden pek üzgün olduğumu;
ulusa ve yurda borçlu olduğumuz en son vicdan ödevini yakından,
birleşik çalışmayla, en iyi yapabileceğimiz kanısıyla
bu son görevi kabul ettiğimi; bir an önce Erzurum'a gitmek isteğinde
bulunduğumu, ama Samsun ve yöresinin durumu, güvensizlik yüzünden kötü
bir sonuca varma niteliğinde bulunduğundan, buralarda ister istemez
birkaç gün kalmak gerekeceğini" bildirdikten sonra, "beni
şimdiden aydınlatmaya yarayacak bir şey varsa
bildirilmesini" rica ettim.
(belge: 10)
Gerçekten, Samsun ve yöresinde Rum çetelerinin Müslüman halka
saldırması ve öteden beri araçsız bırakılmış
olan bu bölge yöneticilerinin yabancı devletlerin işe karışmaları
yüzünden hiçbir önlem alamaması, durumu güçleştirmişti.
Tanıdığımız ve kendisinden büyük çaba
umduğumuz bir kişinin Samsun'a mutasarrıf
olarak atanmasını sağlamaya girişmekle birlikte, Üçüncü
Kolordu Komutanını geçici olarak Canik (Merkezi Samsun olan o
zamanki sancağın adı) mutasarrıflığına
atadım. Elden gelen bölgesel önlemlerin alınmasına ve özellikle
halkın gerçek durum üzerinde aydınlatılmasına ve orada
bulunan yabancı birlik ve subaylardan çekinmeye yer olmadığının
anlatılmasına önem verildi ve hemen o bölgede ulusal örgütler
kurmaya girişildi.
23 Mayıs 1919'da Ankara'da bulunan Yirminci Kolordu Komutanına:
"Samsun'a geldiğimi ve kendisiyle daha sıkı ilişki
kurmak istediğimi ve İzmir yöresinden daha kolaylıkla alabileceği
bilgileri öğrenmek istediğimi" bildirdim.
Bu kolordunun durumu ile daha İstanbul'da iken ilgilenmiştim.
Güneyden Ankara yöresine trenle taşınması söz konusu idi. Bu
yer değiştirmenin engellendiğini anlamış olduğumdan,
İstanbul'dan ayrıldığım günlerde Genelkurmay Başkanı
olan Cevat Paşa'dan, kolordunun trenle taşınması gecikirse
karadan yürüyerek Ankara'ya gönderilmesini rica etmiştim. Bundan dolayı,
söz konusu şifremde: "Yirminci Kolordunun bütün birliklerinin
Ankara'ya gelmeyi başarıp başaramayacaklarını"
sordum. "Canik sancağı (Sancak: il ile ilçe arasında bir
yönetim birliği) üzerine bilgi verdikten sonra bir iki güne değin
Samsun'dan karargâhımla, bir süre için Havza'ya gideceğimi ve her
durumda Samsun'dan ayrılmadan önce beni aydınlatacak bilgileri
beklediğimi" yazdım.
Yirminci Kolordu Komutanından, üç gün sonra, 26 Mayıs 1919'da
aldığım yanıtta: "İzmir'den düzenli bilgi alamadıklarını,
düşmanın Manisa'ya girişini de telgrafçıların haber
verdiğini, kolordunun Ereğli'de bulunan birliklerinin hepsi trenle taşınamadığından,
karadan yürüyüşe başladıklarını, ancak yerin uzaklığı
dolayısıyla Ankara'ya ne zaman ulaşacaklarının belli
olmadığını" bildiriyordu.
Kolordu Komutanı yine bu telyazısında: "Afyonkarahisar'da
bulunan 23. Tümenin er sayısının pek az olduğundan ve orada
ellerine geçen erleri bu tümene göndermekte olduklarından söz açtıktan
sonra, Kastamonu ve Kayseri yörelerindeki güvenliği bozan birtakım
olaylar üzerine haberler gelmeye başladığını"
bildiriyor ve zaman zaman bilgi vereceğini yazıyordu. (belge: 11)
27 Mayıs 1919 gününde Havza'dan, hem Yirminci Kolordu
Komutanından hem de bu kolordunun bağlı olduğu Konya'daki
ordu müfettişliğinden: "Afyonkarahisar'daki tümenin güçlendirilmesi
için hangi kaynaklardan yararlanıldığını ve gücünün
artırılıp artırılamayacağını ve bugünkü
durumumuza göre, bu tümene nasıl bir görev verilmesinin düşünüldüğünü"
sordum. (belge: 12, 13 )
Kolordu Komutanı, 28 Mayıs 1919'da sorduğum işler
üzerine bilgi veriyor ve: "Düşman buraları işgale kalkışırsa
23. Tümen, bulunduğu yeri bırakmayacak ve saldırıya uğrarsa,
halktan alacağı yardımla, kesimini savunacaktır."
diyordu. (belge: 14)
Ordu Müfettişi de, 30 Mayıs 1919'da verdiği yanıtta:
"23. Tümen, Karahisar'ın güvenliğini korumakla birlikte, düşmanın
her türlü işgaline, her türlü araçla karşı koyacaktır."
diyordu. Bu araçların hazırlanmakta olduğunu ve Konya'da orduyu
destekleyebilecek bir kuvvet hazırlamaya çalışıldığını,
ancak, buna daha ad ve san konmadığını bildiriyordu.
Ben, müfettişliğe yazdığım telde:
Konya'da bir vatan ordusu kurulmakta olduğu üzerine bazı haberler yayılmıştır;
bunun içyüzü ve örgütü nedir, demiştim. Böyle bir soru sormaktaki düşüncem,
biraz da onları özendirmek ve uyarmak idi. Müfettişliğin verdiği
son bilgi, bunun üzerinedir. (belge: 15)
Kolordu Komutanı bu soruma: "Konya'da vatan ordusunun
kuruluşundan haberim yok." diye yanıt vermişti.
Yirminci Kolordu ve Konya'daki Ordu Müfettişliği ile ilişki
kurmam üzerine aldığım haberlerden uyanıklığı
gerektiren noktaları 1 Haziran 1919'da Erzurum'da On Beşinci Kolordu
ve Samsun'da Üçüncü Kolordu ve Diyarbakır'da On Üçüncü Kolordu
Komutanlarına bildirdim. (belge: 16)
Trakya'da bulunan kuvvetleri ve komutan durumunu bilmiyordum. O bölge
ile de ilişki kurmak gerekti. Bu düşünceyle, İstanbul'da,
Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'dan 16 Haziran 1919'da özel şifre ile (Cevat Paşa
ile ayrıldığım gün gizli bir şifre kararlaştırmıştık.)
Edirne'de Kolordu komutanının kim olduğunu ve Cafer Tayyar Bey'in
nerede bulunduğunu sordum. (belge: 17) Cevat Paşa 17 Haziranda yanıt
verdi. "Cafer Tayyar Bey'in Birinci Kolordu Komutanı olarak Edirne'de
bulunduğunu" öğrendim. (belge: 18)
Amasya'dan 18 Haziran 1919 günü, Edirne'de Birinci Kolordu
Komutanı Cafer Tayyar Bey'e şifre ile verdiğim yönergede başlıca
şunları bildirdim: "Ulusal bağımsızlığımızı
boğan ve yurdun bölünmesi tehlikelerini hazırlayan İtilâf
devletlerinin yaptıklarını ve İstanbul Hükümetinin tutsak
ve güçsüz durumunu biliyorsunuz.
Ulusun kaderini böyle bir hükümetin eline bırakmak, çöküşe
boyun eğmektir.
Trakya ve Anadolu'daki ulusal örgütleri birleştirmeye ve
ulusun sesini bütün gürlüğüyle dünyaya duyuracak güvenilir bir yer
olan Sivas'ta birleşik ve güçlü bir kurul toplamaya karar verilmiştir.
Trakya-Paşaeli Cemiyeti, yetkili olmamak üzere İstanbul'da
bir kurul bulundurabilir.
Ben İstanbul'da iken Trakya Cemiyeti üyelerinden kimileriyle
görüşmüştüm. Şimdi zamanı geldi. Gerekenlerle gizlice görüşerek
hemen örgütler kurunuz ve benim yanıma da delege olarak değerli bir
iki kişi gönderiniz. Onlar gelinceye değin, Edirne ili haklarının
savunucusu olmak üzere, beni vekil ettiklerini belirten, imzalı bir
belgeyi kendi imzanızla ve şifre ile bildiriniz.
Bağımsızlığa ulaşıncaya değin,
bütün ulusla birlikte, özveriyle çalışacağıma kutsal
inançlarım adına ant içtim. Artık benim için Anadolu'dan ayrılmak
söz konusu olamaz."
Trakya'nın direnme gücünü artırmak amacıyla bu yönergeye
şu bilgileri de ekledim: "Anadolu halkı baştan aşağı
bölünmez bir bütün haline getirildi. Kararlar, ayrılıksız, bütün
komutanlar ve arkadaşlarımızla birlikte alınıyor. Vali
ve mutasarrıfların hemen hepsi bizden yanadır. Anadolu'daki
ulusal örgütler ilçe ve bucaklara dek genişledi. İngiliz koruyuculuğu
altında bir bağımsız Kürdistan kurulması ile ilgili
propaganda ve bu amacı güdenler saf dışı edildi. Kürtler,
Türklerle birleşti." (belge: 19)
Yunan
Ordusunun Manisa ve Aydın Çevresine Girişi
Bu tarihe değin Yunan
ordusunun Manisa ve Aydın çevrelerini de ele geçirdiğini (işgal)
öğrendim. Ama İzmir'de ve Aydın'da bulunduklarını
bildiğim kuvvetlerin ne durumda olduklarını gösterir açık
bir bilgiyi daha hiçbir yerden elde edemiyordum. Doğrudan doğruya bu
kuvvetlerin komutanlarına da birtakım buyruklar yazmıştım.
Bunun üzerine, 29 Haziranda, 56. Tümen Komutanı Bekir
Sami Bey'in, iki gün önceki tarihi taşıyan,
bir şifresini aldım.
56. Tümene İzmir'de
Hurrem Bey adında bir kişi komuta ediyormuş. Bu komutan ve İzmir'deki
iki alayın kılıç artıkları,
subaylarıyla birlikte, hemen hepsi tutsak olmuşlar. Yunanlılar
bunları gemilerle Mudanya'ya götürmüşler. Bekir Sami Bey bu kılıç
artıklarının komutasını üzerine almak için gönderilmiş.
Bekir Sami Bey 27
Haziran 1919 günlü telinde, 22 Haziran 1919 günlü iki buyruğumu ancak
27 Haziranda Bursa'ya vardığında alabildiğini söylüyor ve
verdiği bilgiler ve yaptığı açıklamalarda:
"Ulusal amaçları gerçekleştirecek yeter araçları bulamadığımdan,
tümenimi düzene sokmayı başarırsam daha iyi hizmetler yapılabileceği
kanısında olduğumdan, 21 Haziran sabahı Kula'dan Bursa'ya doğru
yola çıkmak zorunda kaldım. Bununla birlikte, birçok engeller olduğu
halde, ulusal eylemin ülkenin kurtarılması için çok gerekli olduğu
düşüncesini her yana yaymayı başardım." diyor. Düşündüklerimin
ve yaptıklarımın doğruluğuna sağlam inancı
olduğunu bildiriyor ve bu konuda hemen işe giriştiğini; Çine'de
bulunan 57. Tümene de buyruk vermekliğimi ve kendisine de buyruk vermeyi sürdürmemi
istiyordu. (belge: 20;)
Ulusal
Örgütler Kurulması ve Ulusun Uyarılması
Bir hafta kadar Samsun'da ve 25
Mayıstan 12 Hazirana dek Havza'da kaldıktan sonra Amasya'ya gittim. Bu
süre içinde bütün yurtta ulusal örgütler kurulması gerektiğini
bir genelge ile bütün komutanlara ve sivil örgütlerin baş yöneticilerine
bildirdim.
Dikkate değer
ki, İzmir'e ve daha sonra Manisa'yı ve Aydın'ı düşmanın
ele geçirişi ve yapılan her türlü saldırı ve zulüm hakkında
ulus daha aydınlanmamış ve ulusal varlığına
vurulan bu korkunç darbeye karşı açıkça hiçbir üzüntü ve sızıltı
gösterilmemişti. Ulusun bu haksız darbe karşısında
sessiz ve durgun kalması, elbette ulusun iyiliğine yorumlanamazdı.
Bundan dolayı, ulusu uyarıp harekete getirmek gerekli idi. Bu amaçla
28 Mayıs 1919 günü, valilere ve bağımsız mutasarrıflıklara,
Erzurum'da On Beşinci Kolordu, Ankara'da Yirminci Kolordu ve Diyarbakır'da
On Üçüncü Kolordu Komutanlıklarına, Konya'da Ordu Müfettişliğine
genelge ile şu yolda bildirimde bulundum:
İzmir'e ve daha
sonra ne yazık ki Manisa'ya ve Aydın'a düşmanın girişi,
gelecek tehlikeyi daha açık olarak sezdirmiştir. Ülke bütünlüğümüzün
korunması için, ulusal tepkilerin daha canlı olarak gösterilmesi ve
sürdürülmesi gerekir. Ulusal yaşayışı ve bağımsızlığı
bozan düşmanın yurda (işgal) girişi ve yurt parçalarını
koparıp alması gibi olaylar, bütün ulusa kan ağlatmaktadır.
Üzüntüler önlenemiyor. Katlanılamayacak ve dayanılamayacak bu
olayların hemen önlenmesi, bütün uygar uluslarla, büyük devletlerin
adaletinden ve etkisinden sabırsızlıkla beklendiği yolunda,
önümüzdeki hafta içinde ve çeşitli illere göre, Pazartesi başlayıp
Çarşamba gününe dek gerekli işlemlerin arkası alınarak,
yapılacak büyük ve coşkun toplantılarla ulusal gösterilerde
bulunulması ve bunun köylere varıncaya dek bütün çevrede yapılması
ve bütün büyük devletlerin temsilcileriyle Babıâli'ye
(İstanbul hükümetine. Sadrazamlık katına) etkili
telgraflar çekilmesi ve yabancıların bulunduğu yerlerde bunlara
da etki yapmakla birlikte, ulusal gösterilerde düzenin son derece korunması
ve Hıristiyan halka karşı bir saldırıya ve düşmanlık
gösterisine, kırıcılığa benzer davranışlarda
bulunulmaması çok gereklidir. Sizler bu konularda duyarlı ve etkili
bulunduğunuzdan, işin iyi yönetileceğine ve başarılacağına
tam güvenim vardır. Sonucun bildirilmesini rica eylerim.
Ulusal
Gösteri Toplantıları
Verdiğim bu yönerge üzerine
her yerde gösteriler yapılmaya başlandı.
Yalnız sayılı
yerlerde, birtakım kuruntular yüzünden, duraksamalar olduğu anlaşılmıştır.
Örneğin: On Beşinci Kolordu Komutanının Trabzon ile ilgili
olarak gönderdiği 9 Haziran 1919 günlü şifreden (belge: 21):
"Gösteri toplantısı sırasında Rumların uygunsuz
davranışlarda bulunabilecekleri ve hiç yoktan kötü bir olay çıkabileceği
düşünülerek, gösteri toplantısına karar verilmiş iken bu
kararın uygulanmadığı. . . gösteriyi düzenleyen kurulun
toplantısında İstrati ve Polidis'in de bulunduğu" anlaşılıyordu.
Trabzon, Karadeniz kıyısında
önemli bir merkez olduğundan, orada ulusal girişimler ve çalışmalarda
kararsızca davranış ve Yunanlılara karşı yapılacak
ulusal gösterilerle ilgili görüşmelerde İstrati ve Polidis
efendileri bulundurmak gibi, girişimin ciddi olmadığını
gösterecek gevşeklikler, elbette İstanbul ve düşmanlar için
pek değerli belirtiler sayılır.
Verdiğim yönergedeki görüşü
kötüye kullanacak kadar ustalık gösterenler de oldu. Örneğin:
Sinop'a yeni atanan bir mutasarrıf, orada yapılan gösterileri kendisi
yönetiyor ve gösteri kararlarını kendisi yazıp halka imza
ettirdiğini söylüyor ve bize de bir örneğini gönderiyor. Bu adamın
zavallı halka gürültü patırtı arasında imza ettirdiği
uzun yazılar içinde şu satırlar gizleniyordu: "Türkler
ilerleyip gelişemediyse ve Avrupa'nın uygarlık ilkelerini kabul
edip sindiremediyse bu, şimdiye değin iyi bir yönetime kavuşamadığından
ileri gelmiştir. Türk ulusu, ancak kendi padişahının buyruğu
ve egemenliği altında olmak koşuluyla Avrupa'nın gözetim ve
denetiminde kurulacak bir yönetim örgütü ile yaşayabilir."
Baylar, Sinop halkı adına
İtilâf Devletleri temsilcilerine verilen 3 Haziran 1919 günlü bu andırının
altındaki imzalara göz gezdirirken müftü vekili efendinin imzasının
yanında gördüğüm imza, bilginize sunduğum satırları
yazan ve yazdıran ruhu bulup çıkarmama yaradı. O imza, Hürriyet
ve İtilâf Fırkası ikinci başkanı olan kişinin
imzası idi.
Ulusal
Gösterilerin Yankıları
Her yerde gösteriler yapılması
için bildirimler yaptığım günden üç gün sonra, Harbiye Nazırının
31 Mayıs 1919 günlü şu telini aldım:
İngiltere Olağanüstü
Komiserliğinden Babıâli'ye bildirilip Harbiye Nazırlığına
gönderilen nota örneği aşağıya çıkarılmıştır:
Bugüne değin gelen
raporlardan Üçüncü Kolordu bölgesinde her zaman görülebilecek haydutluk
olaylarından başka bir şey olmadığı bilinmekle
birlikte, son notada ileri sürülen olaylar üzerine özel soruşturma yapılarak
sonucunun ivedilikle bildirilmesini rica ederim.
31.5.1919
Harbiye Nazırı
Şevket
Örnek
1- Sivas'ın
bugünkü durumu ve adı geçen kentte ya da bu kentin yakınında
çok sayıda toplanmakta bulunan Ermeni sığınıklarının
(mültecilerinin) esenliği üzerine en son olarak oldukça kaygı
verici haberler aldığımı yüce kişiliğinize
bildirmekle övünç duyarım.
2- Bundan
dolayı, askeri komutanın görev bölgesi içinde bulunan Ermenilerin
iyi korunması ve gözetilmesi için elden gelen bütün önlemlerin alınmasını
kesin olarak belirten ve herhangi bir öldürme ya da kötü davranış
olursa kendisinin doğrudan doğruya sorumlu tutulacağını
bildiren bir telin Yüksek Harbiye Nazırlığınca adı geçen
komutana ivedilikle çekilmesi yolunda buyruk verilmesini yüce kişiliğinizden
rica ederim.
3- Bu yönergeye
benzer yönergelerin ilgili sivil yöneticilere de ayrıca gönderilmesini
rica ederim.
4- Ülke içindeki
düzensizlik üzerine yüce kişiliğinizin haklı olarak ne denli
kaygılı bulunduğunu bildiğim için yüce kişiliğinize
ayrıca işbu (........) uyulacağı kanısındayım.
5- Söz konusu
olan yönergenin gönderilme tarihi üzerine verilecek bilginin beni pek çok
sevindireceğini bildiririm.
Sivas vali vekilliğinden aldığım
2 Haziran 1919 günlü bir telyazıda da: "Bugün Albay Dömanj (Demange)
imzasıyla alınan telde İzmir'e Yunanlıların girişi
üzerine Aziziye'de Hıristiyanların ölümle korkutulduğu öğrenilmiştir.
Bu ise uygun değildir. Size haber veriyorum ki bu durumlar, müttefik
askerlerinin ilinize girmesine neden olur, anlamında bildirim yapılmaktadır..."
denilmekte idi.
Gerçekte, ne Sivas'ta kaygı
verici bir durum vardı, ne de Hıristiyanlar ölümle korkutulmuştu.
Sorunu, ulusça yapılmaya başlanılan gösteri toplantılarından
kaygılanan ve bunu amaçlarının gerçekleşmesine engel sayan
Hıristiyan azınlıkların, yabancıların dikkatini çekmek
için, bile bile yaydıkları uydurma haberler olarak kabul etmek
gerektir. (belge: 22, 23, 24) Harbiye Nazırlığının nota
örneğini içine alan teline verdiğim yanıtı olduğu
gibi bilginize sunacağım.
Haberalma
3 Haziran 1919
Çok ivedidir.
Sayı 58
Harbiye
Nazırlığı Yüksek Katına
Y (Yanıt): 2 Haziran 1919
şifre:
Sivas ve çevresinde eskiden beri
bulunan Ermenileri ve daha sonra sığınanları korkutacak hiçbir
olay geçmemiştir. Ne Sivas'ta, ne de çevresinde kaygı verecek hiçbir
durum yoktur. Herkes sessizce kendi iş ve güçleriyle uğraşmaktadır,
Bunu kesin olarak bilginize sunar ve inanmanızı dilerim. Bu duruma göre,
İngiliz notasındaki haberlerin nereden çıktığını
benim bilmem gerekir. Düşmanın İzmir ve Manisa'yı ele geçirişiyle
ilgili acı haber üzerine Müslüman halkın yaptığı ve
Hıristiyan azınlıklara karşı hiçbir düşmanlık
duygusu gütmeyen toplantılardan kimi kişilerin ürkmüş olmaları
düşünülebilir. İtilâf Devletleri, ulusumuzun haklarına ve bağımsızlığına
saygılı kaldıkça ulus da yurt dokunulmazlığının
kesinliğine güvendikçe, Müslüman olmayan halkın korkuya düşmesine
hiçbir neden yoktur. Bu konuda devlete karşı her türlü sorumluluğu
yüklenir ve buna tam olarak güvenilmesini dilerim. Ama bağımsızlığı
ve ulusal varlığı yok eden ve ulusun yaşamını
tehlikeye düşüren işgal, cana kıyması ve her türlü saldırıları
gibi, İzmir yöresinde görülegelen olayların ve benzerlerinin baş
göstermesine karşı ne ulusun coşkusunu ve vicdan sızlamalarını,
ne de bundan doğan ulusal gösterileri engelleyip durdurmak için kendimde
ve hiç kimsede hiçbir güç göremeyeceğim gibi bu yüzden ortaya çıkacak
olayların karşısında da sorumluluk yüklenebilecek ne
komutan, ne sivil yönetici, ne de hükümet düşünürüm.
Mustafa Kemal
Bu nota örneğiyle
verdiğim yanıtın örneği bütün komutanlara, vali ve
mutasarrıflara genelge ile bildirildi.
O günlerde İngiliz
Muhipler Cemiyetiyle birlik olarak bütün ulusça İngiltere'den yardım
istenmesinin bu dernek adına, Sait Molla imzasıyla bütün belediye başkanlıklarına
bir telle bildirildiğini ve bu teli etkisiz bırakmak için, ulusu gereği
gibi aydınlatmakla birlikte hükümet katına başvurmaktan geri
kalmadığımı da öğrenmişsinizdir. (belge: 25)
Bundan başka, 27 Mayıs 1919 günü "Türkiye Havas-Royter"
adındaki ajansın, toplanan Saltanat Şûrası (Padişahlık
Danışma Kurulu) ile ilgili olarak verdiği haberler arasında:
"Bütün üyelerin düşüncesi, Türkiye'nin büyük devletlerden
birinin yardımını sağlamak üzerinde toplanmıştır."
haberini yayması üzerine Sadrazam: "Ulusun, bağımsızlığını
korumaya kararlı olduğunu ve bütün kötü sonuçlara karşı
her türlü özveriyi göze aldığını ve ulusal vicdanı
yansıtmayan haberlerin kaygı verici yankılar doğurduğunu"
yazmakla birlikte, bütün ulusa da bu durumu nasıl bildirdiğimi başka
bir açıklama sırasında söylemiştim.
Sadrazam Ferit Paşa'nın
Paris'e, bilinen çağrılışı üzerine, Birinci Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin ilk toplantı günlerinde birtakım demeçler
vermiştim. Bu konuda düşünce ve davranışımın ne
olduğunu açıklamak amacıyla şu belgeyi olduğu gibi
bilginize sunacağım:
Şifre
Havza
İvedidir.
3.6.1919
Kişiye özel
Samsun'da
Üçüncü Kolordu Komutanı Refet Beyefendi'ye
Erzurum'da
On Beşinci Kolordu Komutanı Kâzım Paşa (Kâzım
Karabekir) Hazretlerine
Canik
Mutasarrıfı Hamit Beyefendi'ye
Erzurum
Valisi Münir Beyefendi'ye
Sivas
Vali Vekili Hâkim Hasbi Efendi Hazretlerine
Kastamonu
Valisi İbrahim Beyefendi'ye
Ankara
Yirminci Kolordu Komutanı Ali
Fuat Paşa Hazretlerine
Konya'da
Yıldırım Birlikleri Müfettişi Cemal Paşa Hazretlerine
Diyarbakır'da
On Üçüncü Kolordu Komutanı Vekili Cevdet Beyefendi'ye
Van
Valisi Haydar Beyefendi'ye
Fransa siyasal
temsilci Hay Döfrans'ın (Defrance) sadrazamlık yüce katına
gelerek Osmanlı Devletinin haklarını konferansta savunmak için
Paris'e gidebileceklerini bildirdiği, Dahiliye Nazırlığının
resmi bildirimlerinden ve ajans yayınlarından anlaşılmıştır.
Ulusumuzun İzmir olayı üzerine gösterdiği ulusal tepki ve böylece
bağımsızlığı koruma konusunda beliren kesin direnişinin
sonucu olan bu şerefli durum övülmeye değer. Ama, böyle olduğu
halde Yunanlılar İzmir ilini ele geçirmekten alıkonulmuş değildir.
Her halde ulusun haklarını bilir ve onu çiğnetmemek için parçalanmaz
bir bütün olarak özveriye hazır olduğunu İtilâf Devletlerine
karşı göstermeye ve tanıtlamaya devam edildikçe adı geçen
devletlerin ulusumuzu sayar ve haklarını tanır olacaklarına
kuşku yoktur.
Sadrazam Paşa
Hazretlerinin konferansta Osmanlı Devleti'nin haklarını savunmak
için büyük çaba gösterecekleri doğaldır. Ancak, ulusça kesin
olarak savunulması istenilen ve gerekli görülen haklar özellikle iki
noktada önem kazanır. Birincisi, kesin olarak devlet ve ulusun tam bağımsızlığı,
ikincisi de yurdun temel birimlerinde çoğunluğun azınlıklara
feda edilmemesidir.
Bu konuda, Paris'e
gitmeye hazırlanan kurulun görüşü ile ulusal vicdanın kesin
isteği arasında tam bir uygunluk gerekir. Böyle olmazsa ulus, çok güç
durumda ve düzeltilemez olupbittiler karşısında kalabilir. Bu
kaygıyı doğuran nedenler şunlardır: Sadrazam Paşa
Hazretleri, duyduğumuz demecinde Ermeni özerkliği ilkesini kabul etmiş
olduğunu bildirdi. Bunun sınırını bildirmedi. Bundan,
doğu illeri halkı elbette üzüntü duydu ve durumun açıklanmasını
istemek zorunda kaldı. Toplanmış olan Saltanat Şûrası'nda
da, hemen bütün üyeler, ulusal bağımsızlığın
korunmasını ve ulus alın yazısının bir ulusal
kurultay eline bırakılmasını istemelerine karşın,
yalnız hükümetin dayandığı İtilâf ve Hürriyet Fırkası
adına, başkanı Sadık Bey İngiltere'nin koruyuculuğunu
istemeyi yazılı olarak önerdi, Geniş bir Ermenistan özerkliği
ve devletin bir yabancı devlet koruyuculuğunu kabulü konularında
ulusal istekle bugünkü hükümetin görüşü arasında uygunluk olmadığı
görülüyor. Sadrazam Paşa Hazretleriyle yanında gidecek kurulun,
ulus haklarını savunmada uyacakları ilkeler ve program ulusça
bilinmedikçe, yukarıda bilgilerine sunulan noktalarda kaygılanmaktan
geri durulamaz. Bundan dolayı, illerdeki ve illere bağlı
yerlerdeki Müdafaai Hukuku Milliye (Ulusal Hakları Savunma) ve Reddi İlhak derneklerinin temsilci kurullarınca ve bu derneklerin kuruluşları
tamamlanamayan yerlerde de Belediye kurullarınca Sadrazam Paşa
Hazretlerine ve doğrudan doğruya Padişah Hazretlerine telyazılarıyla
başvurularak ulusal tam bağımsızlığın
dokunulmazlığı ve ulus çoğunluğu haklarının
korunması ilkesinin ulusun temel koşulu olduğu bildirilmeli ve
gidecek kurulun buna göre savunma ilkelerini ulusa resmi olarak ve açıkça
duyurması istenmelidir. Ulusun bu davranışı üzerine,
gidecek kurulun savunmaya çalışacağı ilkelerin gerçekten
ulusun isteği olduğu İtilâf Devletlerince bilinecek ve elbette
daha çok önemle göz önünde tutulacak, kurulun görevi kolaylaşacaktır.
Bu düşüncelerin gerekenlere tez elden ulaştırılmasını
ve bildirilmesini, yurdumuzun alınyazısı adına yüce ve
yurtsever kişiliğinizden önemle rica ederim. Bu telin alındığı
zamanın bildirilmesini de rica ederim.
Mustafa Kemal
İstanbul'a
Geri Çağırılışım
Bu tarihten beş gün sonra,
yani 8 Haziran 1919'da Harbiye Nazırı'nın beni İstanbul'a çağırdığını
ve gizli olarak sormam üzerine kimlerin isteğiyle ve niçin çağırıldığımı,
devlet büyüklerinden bir kişinin bildirdiğini daha önce yaptığım
bir açıklama sırasında söylemiştim. O devlet büyüğü,
Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Cevat
Paşa idi. Bunun üzerine, İstanbul
ile yapılmış yazışmaların bir kısmı
herkesçe öğrenilmiştir. Bu yazışmalar, Erzurum'da görevimden
çekildiğim güne değin değişik Harbiye nazırlarıyla
ve doğrudan doğruya saray ile süregelmiştir.
Anadolu'ya geleli bir
ay olmuştu. Bu süre içinde bütün orduların birlikleriyle ilişki
ve bağlantı sağlanmış ve ulus elden geldiğince aydınlatılarak
uyarılmış, ulusal örgütleşme düşüncesi yayılmaya
başlamıştı. Durumu artık bir komutan kimliği ile yürütüp
yönetmeye olanak kalmamıştı. Yapılan çağrıya
uymamak ve gitmemekle birlikte, ulusal örgütleri ve eylemi yönetmeyi sürdürdüğüme
göre, başkaldırır duruma girdiğim kuşku götürmezdi.
Bundan başka ve özellikle uygulamaya karar verdiğim girişim ve yürütümlerin
köklü ve sert olacağını tasarlamak güç değildi. Bundan
dolayı girişim ve yürütümlerin bir an önce kişisel olmak
niteliğinden çıkarılması ve bütün ulusun birlik ve dayanışmasını
sağlayacak ve temsil edecek bir kurul adına yapılması çok
gerekli idi.
Sivas'ta
Genel Bir Kongre Toplama Kararı
Bu
nedenle 18 Haziran 1919 günü Trakya'ya verdiğim yönergede işaret
ettiğim bir noktanın uygulanması zamanı gelmiş
bulunuyordu. Hatırınızdadır ki o nokta, Anadolu ve Rumeli
ulusal örgütlerini birleştirecek, bunları bir merkezden yönetmek ve
adlarına iş görmek üzere, Sivas'ta genel bir ulusal kurultay
toplamaktı. Bu amaçla emir subayım Cevat
Abbas Bey'e 21/22
Haziran 1919 gecesi Amasya'da söyleyip yazdırdığım
genelgenin başlıca noktaları şunlardı:
1-
Yurdun bütünlüğü,
ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2-
İstanbul'daki hükümet
(Hükümeti Merkeziye), üzerine aldığı sorumluluğun
gereklerini yerine getirememektedir. Bu durum ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor.
3-
Ulusun bağımsızlığını
yine ulusun kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır.
4-
Ulusun durumunu ve davranışını
göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya
duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden kurtulmuş ulusal bir
kurulun varlığı çok gereklidir.
5-
Anadolu'nun her yönden en
güvenli yeri olan Sivas'ta ulusal bir kongrenin tez elden toplanması
kararlaştırılmıştır.
6-
Bunun için bütün illerin
her sancağından, halkın güvenini kazanmış üç
delegenin olabildiğince çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması
gerekmektedir.
7-
Her olasılığa
karşı, bu iş, ulusal bir sır gibi tutulmalı ve
delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmelidirler.
8-
Doğu illeri adına
10 Temmuzda (Rumi tarihe göre. Aslı: 23 Temmuz) Erzurum'da bir kurultay
toplanacaktır. O güne değin öteki il delegeleri de Sivas'a ulaşabilirlerse
Erzurum kongresinin üyeleri de Sivas'ta yapılacak genel toplantıya
katılmak üzere yola çıkarlar.
(belge: 26)
Görüyorsunuz ki bu
yazdırdıklarım, aslında vermiş ve dört gün önce
Trakya'ya bildirmiş olduğum bir kararın Anadolu'ya da genelge ile
bildirilmesinden başka bir şey değildir. Bu kararın 21/22
Haziran 1919 gecesi, karanlık bir odada alınmış korkunç ve
gizemli (esrarengiz) yeni bir karar olmadığı kolaylıkla
anlaşılır sanırım.
Bu noktanın aydınlanması
için isterseniz küçük bir açıklamada bulunayım.
Baylar, o müsvedde işte
olduğu gibi şu kâğıtlardır, (göstererek) dört maddeliktir, içindekileri söyledim. Altında benim imzam vardır. Bir
de, görevi dolayısıyla, kurmay başkanım bulunan Albay Kâzım Bey'in
(şimdi İzmir Valisi Kâzım Paşa - Kâzım Dirik),
kurmaylarımdan bildirim işleriyle görevli Hüsrev Bey'in (şimdi elçi), askeri makamlara şifre eden emir subayım
Muzaffer Bey'in
ve sivil katlara şifre eden bir sivil görevlinin imzaları vardır.
Bundan başka daha birtakım imzalar vardır.
Bu imzaların bu
müsveddeye konması güzel bir talih ve rastlantıdır.
Adını
Saklayan Bir Tanıdığın Amasya'ya Gelmesi
Daha Havza'da bulunduğum sırada,
Ankara'da bulunan Yirminci Kolordu Komutanı Ali
Fuat Paşa'dan bir şifre aldım.
Bu şifre: "Tanıdığınız bir kişi kimi
arkadaşlarla İstanbul'dan buraya gelmiştir. Ne yapmalarını
buyuruyorsunuz?" anlamında idi. Sanki bir bilmeceyi andıran bu
tel, beni pek çok ilgilendirdi ve şaşırttı. Söz konusu kişiyi
tanıyorum. Benden ne yapacağını soruyor. Ankara'da arkadaşım
olan güvenilir bir komutanın yanında. Tel de şifredir. Öyleyse
neden adını şifreyle bile yazdırmaktan çekiniyor? Epeyce düşündüm.
Anlar gibi oldum. Kestirilebilir ki bilmece çözmekle uğraşacak zamanım
yoktu. Ama, Fuat Paşa'yı yakından görmek; bölgeleri, çevreleri,
düşünceleri üzerinde görüşmek bence çok istenilir bir şeydi.
Bu bilmeceli telin uyandırdığı düşünceyle kendisine
şu ricada bulundum; "Ankara'dan ayrıldığınızı
belli etmeyecek biçimde gereken düzenlemeleri yaptıktan sonra ad ve kılık
değiştirerek birkaç gün için ivedilikle yanıma geliniz. İstanbul'dan
gelen arkadaşları da birlikte getiriniz."
Gerçekten, Fuat Paşa
dediğim gibi Havza'ya doğru yola çıkar. Ama, birtakım
zorlayıcı nedenlerden dolayı, hemen Havza'dan ayrılıp
Amasya'ya gitmek gerekmişti. Fuat Paşa, Havza yolunda durumu anlar ve
Amasya'ya yönelir. İşte böylece 21/22'de Amasya'da yanımda
bulunuyor. Adı şifrede bildirilmeyen kişi de Rauf Bey idi.
İstanbul'dan ayrılmak
üzere, evimden otomobile bineceğim sırada Rauf
Bey yanıma gelmişti. Bineceğim vapurun izleneceğini
ve İstanbul'da iken tutuklamadıklarına göre, belki de
Karadeniz'de batırılacağımı güvenilir kimselerden işitmiş,
onu bildirdi. Ben İstanbul'da kalıp tutuklanmaktansa batıp boğulmayı
yeğledim ve yola çıktım. Kendisine de, önünde sonunda İstanbul'dan
çıkmak zorunda kalırsa benim yanıma gelmesini söyledim.
Rauf Bey gerçekten
İstanbul'dan çıkmak gereğini duymuş ve çıkmış;
ama benim yanıma gelmedi. Arkadaşı olan 56. Tümen Komutanı
Albay Bekir Sami Bey'le buluşmak
istemiş ve İzmir cephesine daha yakın bir yerde daha etkili ve
daha yararlı olacağını sanarak Bandırma - Akhisar
yoluyla Manisa bölgesine gitmiş. Gittiği yerde, halkın içgücünü
(ahvali maneviyesini) yitik, durumu öldürücü ve korkunç görmüş.
Hemen adını değiştirerek oradan Ödemiş, Nazilli,
Afyonkarahisar üzerinden Aziziye - Sivrihisar yoluyla ve araba ile de Ankara'ya
Fuat Paşa'nın yanına gelmiş ve bana başvurmuş. Pek
güzel ama, adını saklayarak beni üzmenin anlamı var mıydı?
Öte yandan, Üçüncü
Kolordu Komutanım olup Samsun Mutasarrıflığında bıraktığım
Refet Bey'i artık
Sivas'a, Kolordu merkezine göndermek istiyordum. Birkaç kez, gelmesi için
buyruk vermiştim. Bölgesinde geziye çıkmış. Buyruklarıma
bile karşılık alamıyordum. En son, o da bir rastlantıyla,
o gün gelmişti.
Rauf
ve Refet Beylerin Kararsızlığı
Şimdi imza işine
gelelim: Ben müsveddenin yeni gelen arkadaşlarca da imzalanmasını
istedim. O sırada Rauf
ve Refet Beyler benim odamda, Fuat Paşa
başka bir odada bulunuyorlardı.
Rauf Bey, konuk olduğundan
bu müsveddeye imza koymak için kendinde bir ilgi ve yetki görmediğini,
incelikle söyledi. Bunun bir tarihsel an değerinde olduğunu ileri sürerek
imza etmesini söyledim. Bunun üzerine imza etti.
Refet Bey imzadan çekindi ve böyle bir kongre toplamaktaki amaç ve yararı
anlayamadığını söyledi.
İstanbul'dan
beri yanımda getirdiğim bu arkadaşın -tuttuğumuz yola göre-
anlaşılması pek kolay olan bir konuda açığa vurduğu
düşünüş ve duyuş biçimi bana çok acı geldi. Fuat Paşa'yı
çağırttım. Paşa, düşüncemi anlayınca hemen imza
etti. Fuat Paşa'ya Refet Bey'in çekinme nedenini anlayamadığımı
söyledim. Fuat Paşa Refet Bey'i biraz sıkı bir sorgulayınca,
Refet Bey müsveddeyi eline alarak kendine özgü bir işaret koydu. Öyle
bir işaret ki bunu bu müsveddede bulmak biraz zordur. (Buyurun, merak eden
inceleyebilir.)
Baylar, gereksiz gibi
görülebilen bu açıklama, sonraki yıllar ve olaylarla ilgili birtakım
karanlık noktaları aydınlatmaya yarar düşüncesiyle yapılmıştır.
İstanbul'daki
Bazı Kimselere Gönderdiğim Mektup
Kongreye
çağrı genelgesi, sivil ve askeri makamlara şifreli olarak gönderildi.
Bundan başka, İstanbul'da bulunan kimi kişilere de gönderildi.
Ama, bu kişilere ayrıca bir de genelge niteliğinde mektup
yazdım. Kendilerine mektup yazdığım
kişiler şunlardı: Abdurrahman Şeref Bey, Reşit Akif Paşa,
Ahmet İzzet Paşa,
Seyit Bey, Halide
Edip Hanım,
Kara
Vâsıf Bey,
Ferit Bey (Nafıa Nazırı - Bayındırlık Bakanı
idi), Sulh ve Selâmet Fırkası (Barış ve Esenlik Partisi) Başkanı
Ferit Paşa (sonradan Harbiye Nazırı oldu), Câmi Bey, Ahmet
Rıza Bey.
Bu mektupta söylediğim noktaları özet olarak yineleyeceğim:
1-
Yalnız mitingler ve gösteriler, büyük amaçları hiçbir
zaman gerçekleştiremez.
2-
Bunlar ancak doğrudan doğruya ulusun bağrından doğan
ortak güce dayanırsa kurtarıcı olur.
3-
Aslında, acı olan durumu öldürücü biçime sokan en keskin
etmen, İstanbul'daki karşı akımlar ve ulusal erekleri zararlı
bir biçimde desteksiz bırakan siyasal ve ulus yararına aykırı
propagandalardır. Bunun cezasını yurdumuzun nasıl çektiğini
pek çok görmekteyiz.
4-
Artık İstanbul Anadolu'ya egemen değil, bağlı
olmak zorundadır.
5-
Size düşen özveri pek büyüktür.
(belge: 27)
Ali
Kemal Bey'in Genelgesi
25 Hazirana değin Amasya'da
kaldım. Hatırlardadır ki, o günlerde Dahiliye Nazırlığı
görevinde bulunan Ali Kemal Bey,
benim görevimden çıkarıldığım ve artık benimle
hiçbir resmi işlem yapılmaması ve hiçbir isteğimin yerine
getirilmemesi konusunda şifre ile bir genelge yayımlamıştı.
23 Haziran 1919 gün
ve 84 sayılı olan bu şifre içeriği, ilginç bir anlayışı
gösterir belge olduğu için, olduğu gibi bilginize sunacağım:
Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey'in 23.6.1919 gün ve 84 sayılı
şifresinin açılmış örneğidir.
"Mustafa Kemal Paşa
büyük bir asker olmakla birlikte, bugünün siyasasını o ölçüde
bilmediği için, olağanüstü yurtseverlik ve çaba gösterdiği
halde, yeni görevinde hiç başarılı olamadı. İngiliz
Olağanüstü Temsilcisinin isteği ve üstelemesi üzerine görevinden
alındı ve alındıktan sonra yaptıkları ve yazdıkları
ile de bu kusurlarını daha çok açığa vurdu. Reddi İlhak
dernekleri gibi, Karesi (Balıkesir) ve Aydın dolaylarında
Müslüman halkı haksız yere kırdırmaktan ve böyle bir
durumdan yararlanarak halkı haraca kesmekten başka bir iş görmeyen;
buyruk dinlemez, saygısız ve yasadışı kurulan birtakım
kurullar için öteden beri çektiği tellerle de siyasadaki yanılgılarını
yönetimde de artırdı. Adı geçenin İstanbul'a getirilmesi
Harbiye Nazırlığını ilgilendiren bir görevdir. Ama
Dahiliye Nazırlığının size kesin buyruğu, artık
o kişinin görevinden çıkarılmış olduğunu bilmek,
kendisiyle hiçbir resmi işleme girişmemek, hükümet işleriyle
ilgili hiçbir isteğini yerine getirmemektir, Bu yönergeye uygun iş görmekle
ne gibi sorumlulukların ortadan kalkacağını anlayacağınızı
biliyorum. Bu önemli ve korkulu dakikalarda görevli olsun, halktan olsun, her
Osmanlıya (Osmanlı Devleti'nin uyruğu olan herkese) düşen
en büyük ödev, barış konferansınca kaderimiz üzerine karar
verilirken ve beş yıldır yaptığımız
deliliklerin hesapları görülürken artık aklımızın başımıza
devşirdiğini göstermek; akıllıca ve tedbirlice davranışlara
uymak; parti, mezhep, ırk anlaşmazlıklarını gözetmeksizin
herkesin yaşamını, malını, ırzını
korumakla uygarlık dünyası karşısında bu ülkeyi bir
daha lekelememek değil midir?"
Ali
Kemal Bey ve Padişah
Bu şifre genelgeden ancak
Sivas'a vardığım 27 Haziran 1919 günü haberim oldu. Ali
Kemal Bey, 23 Haziran günü bu
genelgesiyle düşmanlara ve Padişaha karşı önemli bir görev
yaptıktan sonra 26 Haziran 1919 günü hükümetten çekilmiştir. Ali
Kemal Bey'in Sadrazama verdiği resmi çekilme yazısından başka,
Saraya gidip Padişaha kendi eliyle verdiği çekilme yazısı
örnekleri ve sözlü olarak bildirdikleri ve Padişahın ona verdiği
yanıt hakkında çok sonra bilgi
edindim.
Ali Kemal Bey, çekilme
yazılarında, özellikle Padişaha sunduğunda: "Osmanlı
ülkesinin çeşitli yerlerinde birden baş gösteren ayaklanma ve kargaşalık
belirtileri üzerine, ayaklanma ateşinin hemen ve yayılmadan
durdurulup söndürülmesi ve yok edilmesi için önlemler almak yalnız
kendi makamını ilgilendirirken, Padişahtan gördüğü yakın
ilgiyi ve güveni çekemeyen bazı arkadaşlarının birçok boş
özürler ileri sürerek ayaklanmanın genişlemesine yol açmakta
olduklarından" söz ettikten sonra: "Resmi görevinden çekilmekle
birlikte özel olarak hizmet edeceğini ve bağlılıktan ayrılmayacağını"
yazısına ekliyor ve sözlü olarak da: "Resmi görevden ayrılmamı
fırsat sàyan hasımlarımın saldırılarından
kulunuzu koruyunuz." diye yalvarıyor.
Padişah, buna
karşılık: "Beni büsbütün yalnız bırakmayacağına
güveniyorum. Bağlılığınız bana büyük umut ve
teselli vermişti. Saray her dakika size açıktır. Refik Bey'le işbirliği
yapmaktan ayrılmayınız." gibi okşayıcı sözler
söylüyor. (belge: 28)
Bağlılığından
Padişahın büyük umut ve teselliye kapıldığı Ali
Kemal'i, nazırlık görevinde ve Padişahın yanında gördükten
sonra, onu bir de asıl gerçek görevi başında görelim.
Canınız sıkılmazsa,
Sait Molla'nın
Rahip Fru'ya yazdığı mektuplardan birini gözden geçirelim:
"Ali Kemal Bey'e
son felâketi üzerine üzüntü duyduğunuzu söyledim. Bu değerli kişiyi
elde bulundurmak gerek, bu fırsatı kaçırmayalım. Bir armağan
sunmak için en uygun zamandır."
"Ali Kemal Bey dün
o kişi ile görüşmüş. Basın işinde biraz ağırdan
almak gerektiğini söylemiş. Bir kez herhangi bir gidişten yana
çevrilen düşünür ve yazarları öncekine aykırı bir amaca
yöneltmek bizde kolay olmaz. Bütün resmi görevliler ulusal eylemi şimdilik
iyi görüyorlar, demiş. Ali Kemal Bey, yönergenize eksiksiz uyacak.
Zeynelâbidin Partisiyle de işbirliği yapmaya çalışıyor.
Kısacası, işler bulandırılacak."
Bu mektuba bir çıkma
yapılmış, şimdi onu da okuyalım: "Çıkma:
Birkaç kezdir söylemek istediğim halde unutuyorum. Mustafa Kemal Paşa'ya
ve onu tutanlara biraz arka çıkar gibi görünmeli ki kendisi tam güvenle
buraya gelebilsin. Bu işe olağanüstü önem veriniz. Kendi
gazetelerimizle onu destekleyemeyiz."
Bu belgeler üzerinde
sırası gelince, daha çok bilgi veririm. Şimdilik bu kadarı
yeter.
Ali
Galip Bey Sivas'ta
Ali Kemal Bey'in, Amasya'da iken
daha duymadığımı söylediğim
genelgesi, görevlilerin ve halkın kafalarını gerçekten karıştırmış.
Her yerde eksik olmayan yıkıcı ruhlu kimseler, hemen bana karşı
propagandaya ve çalışmaya girişmişler.
Bu yoldaki baltalayıcı
gösterilerin ve işlerin en önemlisi Sivas'ta düzenlenmeye başlamış.
İzin verirseniz
bunu kısaca anlatayım: Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey'in
genelge ile verdiği buyruğun tarihi olan 23 Haziran günü, Sivas'ta Ali
Galip Bey adında bir kişi, on kadar adamıyla
hazır bulunuyormuş. Bu kişi, İstanbul'dan, Elazığ
(Eski adı: Mâmuretülaziz -Elaziz) Valisi olarak gönderilmiş
olan Kurmay Albay Ali Galip'tir. Sözde, ilin ikinci derecede görevlileri olmak
üzere, birtakım adamları da İstanbul'dan seçmiş, yanında
götürüyor.
Ali Galip, yolu üzerinde
bulunan Sivas'ta durmuş. Özel görevi bulunduğu belli olan Ali Galip,
orada hemen kendinden yana etkin kişiler bulmuş. Görevini iyi
uygulamak için düzen kurmaya ve önlemler almaya başlamış.
Dahiliye Nazırlığının,
beni kötüleyen buyruğu gelir gelmez, çalışma başlamış.
Sivas sokaklarında benim "hain, başkaldırmış,
zararlı bir adam" olduğum yolunda, duvarlara yaftalar yapıştırılmış.
Kendisi de bir gün,
Sivas'ta vali bulunan rahmetli Reşit Paşa'nın yanına giderek, Dahiliye Nazırlığının
buyruğundan söz açtıktan sonra, Sivas'a gidersem bana karşı
ne işlem yapacağını sormuş.
Reşit Paşa,
ne yapılabileceğinin açıklanmasını istemiş. Ali
Galip: "Ben senin yerinde olsam hemen kollarını bağlar,
tutuklarım ve senin de böyle yapman gerekir." demiş.
Reşit Paşa,
bu işin bu denli kolay olacağına inanamamış; görüşme
epey uzamış. Görüşmeye katılanlar çoğalmış.
Üstelik bir kısım halk, verilecek kararı anlamak üzere toplanmış.
Bugün, Haziranın
27'nci günüdür. Gözlerimizi, yeniden bu noktaya dönmek üzere, bir an için
bu levhadan ayıralım ve Amasya'ya çevirelim.
Sivas'a
Gidiş
Ayın 25'inci günü,
Sivas'ta beni kötüleyici birtakım uygunsuz olaylar geçmeye başladığını
öğrendim. 25/26 Haziran gecesi yaverim Cevat Abbas Bey'i çağırdım
ve: "Yarın sabah karanlıkta Amasya'dan güneye gideceğiz."
dedim. Bu gidişimiz gizli tutularak hazırlanılması için
emir verdim.
Bir yandan da Beşinci
Tümen Komutanı ve kurmaylarımla, gizli olarak, şu önlemi
kararlaştırdık: Beşinci Tümen Komutanı, tümeninden seçme
subay ve erlerle olabildiğince güçlü bir atlı piyade birliğini
hemen o geceden başlayarak çabucak kuracaktı. Ben, 26 Haziran sabahı
karanlıkta arkadaşlarımla birlikte otomobil ile Tokat'a gitmek üzere
yola çıkacaktım. Birlik kurulur kurulmaz, Tokat üzerinden Sivas'a doğru
gönderilecek ve benimle bağlantı arayacaktı. Gidişimiz, hiçbir
yere telle bildirilmeyecek ve elden geldiğince Amasya'da da açığa
vurulmayacaktı.
26'da Amasya'dan yola
çıktım. Tokat'a varır varmaz telgrafhaneyi göz altına aldırarak
benim varışımın Sivas'a ve hiçbir yere bildirilmemesini sağladım.
26/27 gecesini orada geçirdim, 27'de Sivas'a doğru yola çıktım.
Otomobille Tokat'tan Sivas'a aşağı yukarı altı saattir.
Sivas valisine,
Tokat'tan Sivas'a gelmek üzere yola çıktığımı
bildiren açık bir tel yazdım. İmzada "Ordu Müfettişliği"
sanını kullanmıştım.
Telde, özel bir düşünce
ile, yola çıkış saatimi bildirmiştim, Ama bu telin, ayrılışımdan
altı saat sonra çekilmesini ve o zamana değin hiçbir yoldan Sivas'a
bilgi verilmemesini sağlayacak önlemleri aldırdım.
Şimdi baylar, gözlerimizi
yeniden Sivas'ta bıraktığımız levhaya çevirelim.
Ali Galip Bey'le Reşit
Paşa arasında bana karşı ne gibi bir işlem yapılacağının
tartışılması sahnesine... Tartışmanın kızıştığı
bir sırada, Reşit Paşa'nın eline benim Tokat'tan çekilen
telimi verirler. Reşit Paşa, hemen Ali Galip Bey'e uzatır: "İşte
kendisi geliyor; buyurun, tutuklayın!" der. Reşit Paşa,
telde yazılı olan yola çıkış saatini görünce hemen
kendi saatini çıkarır, bakar; sonra da: "Efendim, geliyor değil,
gelmiş olacaktır," diye ekler.
Bunun üzerine Ali
Galip: "Ben tutuklarım dedimse, benim ilim içinde olursa tutuklarım,
demek istedim." deyince toplantıda bulunanları bir heyecan
kaplar. Hep birden: "Haydi öyle ise karşılamaya gidelim."
diyerek toplantıya son verirler.
Ancak, kentin ileri
gelenleri ile, halkla ve askerle parlak bir karşılama hazırlığı
yapabilmek için biraz zaman kazanmak gerektiğini; oysa, hesapça benim,
Sivas kenti kapılarına değin yaklaşmış olacağımı
göz önünde bulundurarak beni, kentin yakınında bulunan Ziraat
Numune Çiftliğinde biraz dinlendirmenin yolunu aramışlar. Vali
Paşa, karargâhımın sağlık başkanı olup daha
önce, gerekli örgütleri kurmak için Sivas'a göndermiş olduğum Talî
Bey'i çağırtarak, bu görevin yapılmasını ondan rica
etmiş ve karşılama hazırlıklarını bitirince
hemen kendisinin de yanımıza geleceğini söylemiş.
Gerçekten, tam Nümune
Çiftliği yakınında, karşımıza çıkan bir
otomobilin içinde Talî Bey göründü. Otomobillerden indik, çiftliğin
avlusunda oturduk, Talî Bey, anlattığım durumu ayrıntılarıyla
açıkladıktan sonra, görevinin beni burada biraz oyalamak olduğunu
söyleyince hemen ayağa kalktım: "Çabuk otomobillere ve
Sivas'a!" dedim.
Bunun nedenini
anlatayım. O anda aklıma gelen şu idi: Karşılama töreni
yapacağız diye Talî Bey'i aldatmış olabilir ve gerçekte
ters bir düzen yapmak için zaman kazanmak isteyebilirlerdi. Otomobillere
binmek üzere iken Sivas yönünden başka bir otomobil yanımıza
yaklaştı. İçinde Vali Paşa vardı.
Reşit Paşa:
"Efendim, birkaç dakika daha dinlenmez misiniz?" diye söze başladı.
"Yarım dakika bile dinlenmeye gereksinmiyorum. Hemen gideceğiz ve
sen benim yanıma gel." dedim.
"Efendim"
dedi, "sizin yanınıza Rauf Bey binsin; ben arkadaki otomobille de
gelirim."
"Hayır, hayır!"
dedim, "siz buraya..."
Bu küçük önlemin
neden alındığı kendiliğinden anlaşılır.
Sivas kentine vardığımızda,
caddenin iki yanı büyük bir kalabalık ile dolmuş, askeri
birlikler tören duruşu almış bulunuyordu. Otomobillerden
indik... Yürüyerek askeri ve halkı selamladım.
Bu görünüş, Sıvas'ın
saygıdeğer halkının ve Sivas'ta bulunan yiğit subay ve
erlerimizin bana ne denli bağlı olduğunu ve sevgi beslediğini
belirten canlı bir tanık idi.
Bundan sonra, doğruca
Kolordu Komutanlığına gittim ve hemen Ali Galip'i ve onun yardakçısı
olduklarını anladığım bozguncuları getirttim.
Onlara ne yaptığımı açıklayarak, aslında epey
yorgunluk verdiğinden kuşku duymadığım ayrıntıları
uzatmak istemem.
Yalnız bir
noktayı belirtmekle yetineceğim.
Baylar, bu Ali Galip, karşılaştığı
kötü durumdan sonra gizli diyecekleri olduğunu söyleyerek, geceleyin
yalnız olarak yanıma gelmek istedi. Kabul ettim. Davranışlarının
dış yüzüne önem vermemekliğimizi rica ile, Elazığ
valiliğini kabul ederek gelmekten amacının, benim görüşüme
hizmet etmek olduğunu ve Sivas'ta kalışının, benimle
buluşup buyruk almak için olduğunu açıklamaya ve bin türlü
kanıtla bizi inandırmaya çalıştı ve bizi sabaha dek
oyalayarak başarı da sağladığını saklamayıp
söylemeliyim.