Geçtiğimiz yüzyılın mühim yazarlarından Albert Camus’nün
2.Dünya Harbi’nin en karanlık günlerinde kaleme aldığı ve L’ette (Yaz)
adlı eserinde yayınladığı Badem Ağaçları isimli nefis denemesinin bazı
bölümlerini, ülkemizin benzer bir cendereden geçtiği şu günlerde Adımlar
okuyucuları ile paylaşmak istiyoruz. Avrupa medeniyetinin özelini
ilgilendiren bazı bölümleri iktibas dışı tuttuk. Parantez içindeki
bölümler tarafımızdan eklenmiş kısa işaret levhalarıdır. Sabahattin
Eyüboğlu’nun çevirisinden faydalanılmıştır.
- - - - -
Napolyon, Fontanas’ya şöyle demiş: “bilir misiniz dünyada en çok
sevdiğim şey nedir? Sadece kuvvetle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey
dünyaya hükmeder: biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda
düşünceye yenilir.”
Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz
olsun ödemeleri gerek elbet. Ama yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu
söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fatihlerin bir hayli
kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği,
yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü. Eskiden o korkunç
Flanders savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki
horozların resmini yapabiliyordu. Yüzyıl savaşı da çoktan unutuldu
gitti. Ama Silezyalı mistiklerin vaazları belki bazı kalplerde hala
yaşıyordur. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular: bu
dünyanın kaderine hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye
tanıdığı yüksek imtiyazlar elden gitti. Ana kalan şimdi, hakkından
gelemediği kuvveti, lanetlemekle kendini tüketmektedir.
İyi insanlar, buna bir bela diyorlar. Bunun bela olup olmadığını
biliyoruz ama bu böyle. Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre
davranmaktır. Bunun için de ne istediğimizi bilmemiz gerektir.
İstediğimiz şey ise, artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek,
aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman hak vermemektir.
Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı devam
ettirmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de
hiçbir tarih felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar
kaderlerinin farkına varmakta durmadan ilerliyorlar… Biz insanlar kendi
kaderimizin üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir
çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu
azaltmak gerektiğini de biliyoruz. Özgür insanların sonsuz kaygılarını
dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak.
Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı
düşünülebilir bir hale sokmak, mutluluğu zamanımızın kahrına uğramış
milletlerin anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabii, insanı aşan
bir iştir bu. Ama insanı aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey
demektir sadece.
Şu halde ne istediğimizi bilelim, kuvvet bizi çekmek için bir fikir veya
rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. İlk
işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara
kulak vermeyelim. Medeniyet kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek
olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde
olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine
karıştırıyor. Lawrence, “Trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme
olmalıdır” demiş. İşte hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir
düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.
Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, çünkü bilirdim
ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde,
Consul’lar vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır.
Sonra da, bütün yağmurlara deniz rüzgârlarına karşı kovmaya çalışan o
narin karlara şaşardım. Ama yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya
yetecek kadara dayanırlardı.
Bu bir sembol değildir. Mutluluğumuzu sembollerle kazanacak değiliz.
Biraz ciddi olalım bu işe. Demek istediğim şu: “felaketle zehirlenmiş
olan şu Avrupa’da bazen hayatın yükü pek ağır basınca, daha birçok
kuvvetleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile
yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları. Onlardan örnek
aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana
bırakıp güçlü kuvvetli taraflarını belirtmek gerektiğini anlıyorum.
Felaketlerle zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşanır gibidir.
Nietzsche’nin katı kafalılık dediği derdin ta kendisi içindeyiz.
Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım. Düşüncenin haline
ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım elverir.
Ama düşüncenin gücü kuvveti, fatihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, “dünyası”, akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz tarafın büyüklüğü karşısında, herhalde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, tehditlerle gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.
Ama düşüncenin gücü kuvveti, fatihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, “dünyası”, akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz tarafın büyüklüğü karşısında, herhalde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, tehditlerle gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.
“İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim.
Medeniyet kolay kolay yok olmuyor
ve bu dünya çökecek olsa bile başka dünyalardan
sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse
“trajik” ile “umutsuzluğu” birbirine karıştırıyor. (...) Cezayir’de
oturduğum zamanlar, kışları hep
sabrederdim, bilirdim ki, bir gecede,
şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’ler vadisinin
badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donacaktır...”