22 Mayıs 2016

Albert Camus - Badem Ağaçları

Geçtiğimiz yüzyılın mühim yazarlarından Albert Camus’nün 2.Dünya Harbi’nin en karanlık günlerinde kaleme aldığı ve L’ette (Yaz) adlı eserinde yayınladığı Badem Ağaçları isimli nefis denemesinin bazı bölümlerini, ülkemizin benzer bir cendereden geçtiği şu günlerde Adımlar okuyucuları ile paylaşmak istiyoruz. Avrupa medeniyetinin özelini ilgilendiren bazı bölümleri iktibas dışı tuttuk. Parantez içindeki bölümler tarafımızdan eklenmiş kısa işaret levhalarıdır. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisinden faydalanılmıştır. 
 
 - - - - -
 
Napolyon, Fontanas’ya şöyle demiş: “bilir misiniz dünyada en çok sevdiğim şey nedir? Sadece kuvvetle hiçbir şeyin kurulamaması. İki şey dünyaya hükmeder: biri kılıç, biri düşünce. Kılıç, eninde sonunda düşünceye yenilir.”

Demek, fatihler de kederleniyor zaman zaman. Bunca boş şan şerefi biraz olsun ödemeleri gerek elbet. Ama yüzyıl önce, kılıç için doğru olan bu söz, bugün tank için pek o kadar doğru görünmüyor. Fatihlerin bir hayli kazançları oldu ve düşünceden yoksun bırakılan yerlerin acı sessizliği, yıllarca bağrı deşik Avrupa’nın üzerine çöktü. Eskiden o korkunç Flanders savaşlarında, Hollanda ressamları belki kümeslerindeki horozların resmini yapabiliyordu. Yüzyıl savaşı da çoktan unutuldu gitti. Ama Silezyalı mistiklerin vaazları belki bazı kalplerde hala yaşıyordur. Bugünse durum değişti, ressam da, papaz da asker oldular: bu dünyanın kaderine hep birden bağlanır olduk. Bir fatihin düşünceye tanıdığı yüksek imtiyazlar elden gitti. Ana kalan şimdi, hakkından gelemediği kuvveti, lanetlemekle kendini tüketmektedir.

İyi insanlar, buna bir bela diyorlar. Bunun bela olup olmadığını biliyoruz ama bu böyle. Yapılacak şey, bu durumu görüp ona göre davranmaktır. Bunun için de ne istediğimizi bilmemiz gerektir. İstediğimiz şey ise, artık hiçbir zaman kılıç önünde boyun eğmemek, aklın hizmetine girmeyen kuvvete hiçbir zaman hak vermemektir.

Bu çabanın sonu yok, burası doğru. Bizim işimiz bu çabayı devam ettirmektir. Ne ilerlemeden yana olacak kadar akla inanıyorum, ne de hiçbir tarih felsefesine. Yalnız şuna inanıyorum ki, insanlar kaderlerinin farkına varmakta durmadan ilerliyorlar… Biz insanlar kendi kaderimizin üstüne çıkmış değiliz ama onu artık daha iyi biliyoruz. Bir çelişme içinde olduğumuzu biliyorsak, çelişmeyi kabul etmemek ve onu azaltmak gerektiğini de biliyoruz. Özgür insanların sonsuz kaygılarını dindirmek için birtakım çareler bulmaktır işimiz, insan olarak. Yırtılanı yeniden dikmek, böylesine açıkça haksız bir dünyada hakkı düşünülebilir bir hale sokmak, mutluluğu zamanımızın kahrına uğramış milletlerin anlayabilecekleri bir anlam vermek gerek. Tabii, insanı aşan bir iştir bu. Ama insanı aşan demek, insanın uzun zamanda başardığı şey demektir sadece.

Şu halde ne istediğimizi bilelim, kuvvet bizi çekmek için bir fikir veya rahatlık kılığına girse bile, düşünceye bağlı kalmaktan şaşmayalım. İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. Medeniyet kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile, başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse, trajik ile umutsuzluğu birbirine karıştırıyor. Lawrence, “Trajik, felakete savrulan zorlu bir tekme olmalıdır” demiş. İşte hemen benimseyip kullanabileceğimiz sağlam bir düşünce. Bugün, bu tekmeyi hak eden birçok şey var.

Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, çünkü bilirdim ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’lar vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donanacaktır. Sonra da, bütün yağmurlara deniz rüzgârlarına karşı kovmaya çalışan o narin karlara şaşardım. Ama yine de her yıl o karlar meyveyi hazırlamaya yetecek kadara dayanırlardı.

Bu bir sembol değildir. Mutluluğumuzu sembollerle kazanacak değiliz. Biraz ciddi olalım bu işe. Demek istediğim şu: “felaketle zehirlenmiş olan şu Avrupa’da bazen hayatın yükü pek ağır basınca, daha birçok kuvvetleri dipdiri duran günlük güneşlik ülkelere dönüyorum. Düşünce ile yılmazlığın dengeleşebildiği mutlu topraklardır oraları. Onlardan örnek aldıkça, düşünceyi kurtarmak için onun ağlamaklı değerini bir yana bırakıp güçlü kuvvetli taraflarını belirtmek gerektiğini anlıyorum. Felaketlerle zehirlenmiş olan şu dünya, dertten hoşanır gibidir. Nietzsche’nin katı kafalılık dediği derdin ta kendisi içindeyiz. Düşüncenin böylesine yardım için el uzatmayalım. Düşüncenin haline ağlamak boşunadır. Onun için çalışalım elverir.

Ama düşüncenin gücü kuvveti, fatihçi değeri nerede? Aynı Nietzsche, onları bir bir göstermiştir. Ona göre, bu değerler, bilge kişinin karakter gücü, zevki, “dünyası”, akla uygun mutluluğu, bükülmez gururu gereklidir ve herkes kendine uygun olanı seçebilir. Tuttuğumuz tarafın büyüklüğü karşısında, herhalde, karakter gücü unutulmamalıdır. Seçim kürsülerinde, kaş çatmalarla, tehditlerle gösterilen güçten söz etmiyorum, beyazlığın ve özsuyunun gücü ile bütün deniz rüzgârlarına karşı koyandan bahsediyorum. Dünyanın bu kara kışında meyveyi hazırlayacak olan odur.



“İlk işimiz umutsuzluğa düşmemektir. Dünyanın sonu geldi diye bağıranlara kulak vermeyelim. 
 
Medeniyet kolay kolay yok olmuyor ve bu dünya çökecek olsa bile başka dünyalardan sonra çökecektir. Trajik bir devirde olduğumuz doğrudur. Ama pek çok kimse “trajik” ile “umutsuzluğu” birbirine karıştırıyor. (...) Cezayir’de oturduğum zamanlar, kışları hep sabrederdim, bilirdim ki, bir gecede, şubat ayının bir tek soğuk ve temiz gecesinde, Consul’ler vadisinin badem ağaçları bembeyaz çiçeklerle donacaktır...”