27 Kasım 2014
Martin Luther Cehennem korkusu
Samuel Ullman - Gençlik
Gençlik hayatın bir evresi değil, bir akıl ve ruh durumudur. Mesele gül yanaklı, al dudaklı olmak ya da esnek dizlere sahip olmak değil, arzulu olmak, nitelikli hayal gücüne ve güçlü duygulara sahip olmak meselesidir; O, yaşamı besleyen pınarların taze kalmasıdır.
Gençlik cesaretin korkaklığa, maceracılığın kolaycılığa galip gelmesidir. Bu duruma 60 yaşındaki bir adamda 20 yaşındaki bir delikanlıda olduğundan daha fazla rastlanması sıkça görülen bir şeydir. Kimse yaşadığı yıllar yüzünden yaşlanmaz. Bizi yaşlı yapan ideallerimizden uzaklaşmamızdır.
Yıllar cildimizi kırıştırabilir fakat yaşama coşkusunu yitirmek ruhumuzu kırıştırır. Üzüntü, korku ve özgüven eksikliği kalbi büker, ruhu toza döndürür.
60 ında veya 16 sında, farketmez, her insanın kalbinde merakın cazibesi, o şaşmaz çocuksu "bundan sonra ne olacak?" tutkusu ile yaşam denen oyunun heyecanı vardır. Sizin ve benim kalplerimizin merkezinde bir telsiz istasyonu bulunuyor; o, insanlardan ve sonsuzluktan güzellik, ümit, neşe, cesaret ve güç mesajları aldığı sürece genç kalırsınız.
Antenler kapanır ve ruhunuz kuşku karları ile kötümserlik buzlarıyla kaplanırsa yirmi yaşında bile olsanız yaşlanmışsınızdır. Ama antenleriniz iyimserlik dalgalarını yakalamak için açık durduğu sürece, seksen yaşında bir genç olarak ölmeyi ümit edilebilirsiniz...
Samuel Ullman / 1917
Pablo Neruda " Gün asla kaymaz ellerinden. Korursun güneşi, toprağı, menekşeleri. Uyuduğunda zarif gölgenle. Ve aynen böyle, her sabah. Hayat verirsin bana."
Postacı ve şair arasındaki konuşma şöyle gelişir:
- Demek istiyorum ki, ozan olsaydım söylemek istediğim her şeyi söyleyebilirdim.
- Ne söylemek istiyorsun peki?
- İşte asıl sorun bu ya. Ozan olmadığım için söyleyemiyorum.
Neruda, genç postacıya sahili izleyerek körfeze gitmesini ve yol boyunca denizi gözlemleyerek metaforlar üretmesini önerir. Metaforun ne demek olduğunu soran postacıya örnek olsun diye de, bir şiirini okur:
Her an kendinde doğuyor.
Diyor ki, evet, diyor ki hayır, hayır
Evet diyor maviler içinde,
Köpükler içinde, hızlı hızlı
Diyor ki hayır hayır
Sakin duramıyor hiçbir zaman
Sürekli çarparak bir kayaya, ama başaramayarak onu inandırmaya
Benim adım deniz diyor
Böylece yedi yeşil diliyle, yedi denizden ona doğru koşuyor
Onu öpücüklere boğuyor, ıslatıyor
Adını yineleyerek göğsünü dövüyor.
Ve böylelikle güzel bir dostluk başlar, Şilili şair Pablo Neruda ile postacı Mario Jimenez arasında!..
Bir gün, Mario, âşık olduğunu açıklar. Neruda, ''Ağır hastalık sayılmaz, çaresi var,'' diyerek kızın adını sorar. Postacı âşık olduğu kızın adını söyleyince İtalyan şair Dante'yi anımsar Neruda: ''Beatrice...'' (Dante'nin büyük aşkının adı da Beatrice'dir, Beatrice Portineri.)
Postacı Mario, sevgilisini anlatırken Neruda'ya partisi tarafından Şili Cumhurbaşkanlığı'na aday gösterildiği haberi gelir. Cumhurbaşkanlığı'na Allende seçilince kazanmaya niyeti olmayan şair memnunluk içinde yeniden köyüne döner. 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Neruda, daha sonra Paris'e büyükelçi olarak gönderilir. Şair ile postacı arasındaki dostluk asla kopmaz. Sürekli olarak mektup yazan Neruda, postacı dostuna ses alma aracı göndererek şunları ister: ''Denizi özlüyorum. Kuşları özlüyorum. Bana evimin seslerini gönder. Bahçeye gir ve çanları çal. İlk önce rüzgârın hareketiyle sallanan küçük çanların ince seslerini kaydet, sonra büyük çanın ipini beş altı kez çek. Kayalıklarda yürü Mario, dalgaların patlayışını kaydet.''
Mario Jimenez şair dostunun ''metafor''a ihtiyaç duyduğunu çok iyi anlayarak isteğini yerine getirir!..
Pablo Neruda evine döndüğünde oldukça hastadır. Ama, kısa bir süre sonra çok sevdiği ülkesinde büyük bir düş kırıklığı yaşar: Şili'de faşistler yönetimi ele geçirirler... Dikta rejiminin askerleri şairin evini abluka altına alırlar. İstedikleri, zaten hasta olan devrimci şairin bir an önce ölmesidir.
Ama, Mario, şairin kapısını çalmayı başarır. Neruda, yıllar önce kendisine şair olmak istediğini söyleyen postacı dostunu görünce tutamaz gözyaşlarını... Beatrice ile evlenmiş, bir de oğlan babası olmuştur Mario... Neruda hasta yatağından kalkıp pencereden denizi görmek ister ama Mario, ''Serin bir rüzgâr esiyor...'' diyerek karşı çıkar. Neruda'nın yanıtı muhteşemdir: ''Ne gizlemek istiyorsun benden? Belki de pencereyi açtığımda deniz artık orada, aşağıda olmayacak? Onu da mı götürdüler?''
Faşistlerin şaire ulaşmasını yasakladıkları telgrafları ezberleyen Mario, hepsini birer birer okur!.. Son anlarında hastaneye kaldırılan Neruda'nın Şili'deki tüm ozanlarınkine benzeyen ''davul gibi'' bedenini çürümeye yolculayanlar arasında sadık dostu Mario Jimenez de vardır... Böylelikle şairin iki dizesi gerçek olur.
Neden böyle sadık bana iskeletim?
Ataol Behramoğlu - Ağustos konuğu
-Arıdan irice, kanatları renkli-
Dolaştı bir süre, vızıldamadan.
Sonra bulup yolunu pencerenin
Çıkıp gitti
Bir öykü çeviriyordum Çehov'dan
Masamda bira bardağı
-Odam, kitaplarım,olağan dünyam-
Tül perdede ağustos ışınları
Tanık oldu yaşamıma
Bu uçucu böcek, sadece bir an
Çıkıp gitti sonra
Tıpkı yaşamıma bir an katılan
Sonra yitip giden bir sevgili gibi
Franz Kafka "Belirli bir noktadan sonra geri dönüş yoktur. Bu noktaya erişmek de gerekir."
Bir topluluğu kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten kolaydır. Bir topluluğun ortak bir amacı vardır. Bireyin amacı ise her zaman için şaibelidir.
İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: Sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet’ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötür geri dönemiyorlar.
Sen ödevsin. Ama görünürde öğrenci yok.
Olumsuz davranışlarda bulunmak bizden istenir, olumlu davranışlar ise zaten bizimdir.
Bir kitap, içimizdeki donmuş denize indirilmiş bir baltadır.
Aylaklık bütün kötülüklerin kaynağı, bütün erdemlerin tacıdır.
Kargalar, bir tek karganın göğü yok edebileceğini ileri sürer. Ona kuşku yok; ama göklerin kulağı duymaz böyle bir savı; çünkü gökler kargaların yokluğu demektir.
Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görülür, bir başkası ise erişilmez.İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği eski hücresinden alınıp ilk işi nefret etmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp yakarır. Bunda belli bir inancın kalıntısı da etkilidir. Taşınma sırasında efendi koridorda görünecek tutuklaya şöyle bir bakacak ve diyecektir ki: “Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık…
Tinsel bir dünyadan başka bir şeyin bulunmadığı gerçeği elimizden umudumuzu alır, ama bize bir kesinlik bağışlar.
Dünyayla arandaki savaşımda, dünyanın yanında ol.
Gerçek bir düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.
Yıllar önce birgün, tabii oldukça üzgün bir halde, Laurenziberg yamaçlarında oturuyordum. Yaşamdan dilediklerimi gözden geçiriyordum. En önemli ya da bana en çekici geleni, bir yaşam görüşü kazanma dileğiydi(ve -bu tabii ki onun zorunlu bir kısmıydı- yazarak bu hayat görüşünün doğruluğuna başkalarını ikna etmekti); öyle ki yaşam yine kendi doğal, keskin iniş çıkışlarını koruyacak ama aynı zamanda aynı açıklıkta bir hiç, bir rüya, bir boşlukta dolanıp duruş olarak kabul edecekti. Güzel bir dilekti belki, ama eğer doğru dürüst dilemiş olsaydım onu.
Dünyadaki uyumsuzluk, şükür ki sadece sayısal bir uyumsuzluğa benziyor.
Öte tarafa göçenlerden birçoğunun gölgesi, ölüm ırmağının dalgalarını durmaksızın yalar; çünkü ırmak bizim bulunduğumuz yerden o tarafa akar ve hala bizim denizlerimizden tuzlu tadını taşır. Sonra birden tiksintiyle kabarır ırmak, gerisin geriye akar ve ölüleri yeniden yaşamın içine bırakır. Ama ölüler mutludur; şükran türküleri söyleyip gazaba gelmiş ırmağı okşayıp severler.
Belki bir şeylere sahipsin, ama kendi varlığın yok savına verdiği cevap, bir titreme ve yürek çarpıntısı oldu sadece.
25 Kasım 2014
Ramtha " Bütün yanıtlar yine sizdedir "
Pablo Neruda "İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin."
Biten bir aşkın hemen ardından bir başkasıyla başlayan şeyin adı, İlişki değil çelişkidir.
Aslında kadın; Erkeğin beğenen bakışlarından çok, hemcinsinin kıskançlık dolu bakışlarını görünce, güzel olduğundan emin olur.
Asla aşk acısı çeken birine aşık olmayın. O kişi yaralıdır ve yara bandı olarak sizi kullanır.
Eskiden hayallerimiz vardı, gerçekleştirmeyi umduğumuz. Şimdi bırakın gerçekleştirmeyi, umabilmek en büyük hayalimiz oldu.
Gözyaşım kadar değerlisin; ama nasıl gözyaşlarım gözümden düştüyse şimdi sende öylesin.
Hayatta hiç bir zaman bir başkasına tüm benliğinle güvenme, Çünkü; hiç kimse sana tüm benliğiyle görünmez.
Yalnızlığa yenilmemek için, sık sık hayaller kurulur; ama aslında neyin hayalini kurarsan kur, yalnızlık her hayalin sonudur.
Kalbi kırdıktan sonra gelen özür, doyduktan sonra sofraya gelen tuz gibidir. "İhtiyaç" kalmaz.
Hiç sevmediği halde neden hep değerli olur bırakıp giden ve neden hiç düşünmeden teslim olur kalbin; o seni hiç sevmemişken.
Bedri Rahmi Eyüboğlu - Arkadaş Dökümü
Sonra saçlarımız
Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız
Bir şüphedir sarmış yüreğimizi
Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
Bir şüphedir demir atmış ciğerimize
Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi
Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir kurum hepimizde
Nereden inceyse oradan kopsun
Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
Yalan mı? Gözünü sevdiğim karıncalar
İşte: Hamsiler sürü sürü
Arılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur
Ya bizler? Eşref-i mahlukat! ..
Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz
Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
Bizler sürü sepet
Yalnız birbirimizi öldürmüşüz
Bekir Sıtkı Erdoğan - Marya
Sustu şarkılar,
Paletimde renk sustu, fırçamda şekil
Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde
Sustu Peramos'un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya,
Artık ne tayfalar mevcut, ne komondoslar,
Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.
Sardı bambu kamışlarını pişman bir sükut
Sardı bu sızı
Hani birdenbire bazen bütün etrafımızı
Sapsarı bir şüphe sarar ya işte öylesine berbat bir hal var.
Hiç bir şey düşünmek istemiyorum, hiç bir şey
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var
Hayır hayır yalan bütün bunlar
Artık ne kadere inanıyorum ne fala
Yalan söylüyor o falcı kadın
O hintli parya.
Ben yalnız sana inanıyorum
Yalnız sana, MARYA...
Beni kahrediyor böyle geçen her gece
Bu hoyrat yıldızlar, bu su, bu okyanus, bu yer
Ve gökyüzünde emanet duran şu asma fener.
İnan ki sevgili MARYA
Ne varsa hepsi yalan, hepsi keder
Ve hepsi omuzumun üstünde çaresiz bir yük
Ve hepsi angarya.
Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum
Bir vapur demirleyecek bu nankör limanda
Pol'un ebedi matemine rağmen
Virjini olabilirdi bu vapurda
Ama sen yoksun biliyorum sen yoksun.
Baharda geleceğim diyordun hani
Haydi gel daha ne bekliyorsun işte mevsim bahar ya.
Fırçam neden böyle titrer bilir misin?
Ve neden resimlerimde fon sapsarı
Anlıyorsun değil mi yavrum
Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun
Bu tropikal zehir, Bu müzmin malarya,
Sensiz nasıl da boş iskele, sensiz nasıl da tenha şehir
Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde
Koydan yıldızları çalmışlar bir bir,
Yine de birkaç çımacı, birkaç palikarya.
Ama kim düşünür yıldızları,
Yüzbaşı Arnold'u vurmuş yerliler
Matemler içinde tekmil batarya.
Bu insanlar, bu gök, bu deniz, bu yer
Birer birer kaybolmaya mahkum, birer birer
Biz ki çoktan bu sapsarı hasret içinde susuz
Biz ki çoktan beri kaybolmuşuz.
Nasıl, ağlıyor musun MARİA? ..
Sil gözlerini, sil yavrum
Bizim yokluğumuzdan ne çıkar
Aşkımız var ya.
Teknoloji Devleri Çocuklarını Teknolojiden Uzak Tutuyor
Steve Jobs Apple’ı yönetirken, yeni çıkan bir makale dolayısıyla gazetecilerin sırtını sıvazlamak için onları bazen ofisine çağırırdı. Ama gazetecileri ofisine en çok çağırma sebebi, yaptıklarını nasıl yanlış anladıklarını onlara anlatmaktı. Ben de bu davetlerden birine katılmıştım. 2010 yılında iPad’deki bir eksiklikle ilgili yazdığım bir makale dolayısıyla beni bir güzel azarladıktan sonra Steve Jobs’un ağzından, belki de şimdiye kadar söylediği en şaşırtıcı sözler döküldü.
Sırf konuyu değiştirmek için “Çocuklarınız iPad’e bayılıyor olmalılar değil mi?” diye sordum.Firmanın ilk ürünü raflarda yeni yerini alıyordu. “Daha hiç kullanmadılar” diye cevap verdi bana. “Çocuklarımızın evdeki teknoloji kullanımını kısıtlıyoruz.”
Muhtemelen ağzım bir karış açık ve şaşkınlıktan dili tutulmuş bir şekilde sessizce karşısında dikilip durdum. Oysa ben Jobs’ların evini zeki ve inek bir öğrencinin tuhaf cenneti gibi hayal etmiştim: Duvarlarda dev dokunmatik ekranlar, iPad resimli kaplamalarıyla koca bir yemek masası ve yemek sonrası konuklara tepside kahvenin yanında sunulan iPod’lar… Hayır, dedi Bay Jobs bana. Böyle bir dünyanın yakınından bile geçmiyorlardı.
Teknoloji CEO’ları Çocuklarına Zaman Sınırı Koyuyor
O günden sonra, benzer şeyler söyleyen çok sayıda teknoloji CEO’su ve yatırımcısı ile tanıştım: Hepsi de çocuklarının ekran sürelerini katı bir şekilde kısıtlıyor, okul akşamlarında genellikle tüm teknolojik araçları yasaklıyor ve hafta sonları da yalnız başlarına sadece belli zaman sınırları içinde kullanmalarına izin veriyorlardı.
Bu tarz bir ebeveynlik anlayışı kafamı karıştırmıştı. Sonuç olarak ailelerin çoğu tam tersi bir yaklaşımı tercih ediyor gibi görünüyordu: Çocuklar tablet, akıllı telefon ve bilgisayar ekranlarının ışığında adeta banyo yapıyor ve aileleri de buna gece gündüz izin veriyordu.
Evet, teknoloji CEO’ları bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyor gibiler.
Wired dergisinin eski yayın yönetmeni ve 3D Robotics’in CEO’su Chris Anderson, evindeki her teknolojik cihaz için zaman sınırı ve aile kontrolü getirdiğini söylüyor.
“Çocuklarım beni ve eşimi faşist gibi davranmakla ve teknoloji hakkında aşırı endişeli olmakla suçluyor. Ayrıca arkadaşlarının hiçbirinin aynı kurallarla yaşamadığını söylüyorlar” diye anlatıyor Anderson yaşları 6 ile 17 arasında değişen beş çocuğunun teknoloji ile ilişkisini.
“Çocuklarıma böyle davranıyorum, çünkü biz teknolojinin zararlarını ilk elden görüyoruz. Ben bunu kendimde de gördüm, aynı şeyin çocuklarıma da olmasını istemiyorum.”
Anderson’ın bahsettiği tehlikeler, pornografi ve başka çocukların zorbalıklarına maruz kalmayı ve belki de en kötüsü tıpkı anne babaları gibi kullandıkları aletlere bağımlı hale gelmelerini kapsıyor. Teknoloji odaklı iletişim ve marketing şirketi OutCast Agency’nin CEO’su Alex Constantinople, hafta içi 5 yaşındaki en küçük oğlunun teknoloji cihazlarını kullanmasının yasak olduğunu söylüyor. 10 ve 13 yaşındaki diğer çocuklarının ise bunları okul akşamları günde sadece 30 dakika kullanmalarına izin var.
Blogger, Twitter ve Medium’un kurucularından Evan Williams ve eşi Sara Williams ise iki küçük çocuğunun iPad yerine ne zaman isterlerse alıp okuyabilecekleri yüzlerce kitabı (evet gerçek kitaplar) olduğunu söylüyor.
14 Yaşından Önce Akıllı Telefon Yok
Peki teknoloji anneleri ve babaları çocukları için en uygun sınırları nasıl belirliyorlar? Genel olarak bu sınırlamalar yaşa göre yapılıyor.
10 yaşın altındaki çocuklar bağımlı olmaya en elverişli olanlar. Bu yüzden bu aileler hafta içi hiçbir şekilde teknoloji cihazlarının kullanımına izin vermeyerek sınırı çiziyor. Hafta sonları ise iPad ve akıllı telefon kullanımı için 30 dakika ile iki saat arası değişen izin süreleri var. 10 ila 14 yaş arasındaki çocukların ise okul akşamları bilgisayar kullanmalarına izin veriliyor, ancak sadece ödev yapmak için.
“Çocuklarımız için hafta içi katı bir ekran yasağı kuralımız var” diyor bir teknoloji medya ilişkileri ve analizleri firması olan SutherlandGold Group’un kurucusu ve CEO’su Lesley Gold. “Ancak büyüdükleri zaman ara ara izin vermek zorundasınız çünkü okul için bilgisayara ihtiyaç duyuyorlar.”
Bazı aileler ergenlik çağındaki çocuklarının sosyal medyayı kullanmasını da yasaklıyor. İzin verdikleri tek şey, Snapchat gibi gönderdikten sonra mesajları silen servis sağlayıcılar. Bir üst düzey yönetici, bu sayede çocuklarına online olarak söyledikleri sözlerin ileride bile hayatlarını etkilemesi endişesinden kurtulduklarını anlatıyor.
Teknoloji karşıtı aileler arasında bile 8 yaşına gelen çocuklarına akıllı telefon verenler tanısam da, teknoloji dünyasının içinde çalışan aileler çocukları 14 yaşına gelene kadar bekliyor. Bu gençler telefonla konuşabiliyor ya da mesaj yazabiliyor ancak 16 yaşına kadar başka bir şey yapamıyorlar.
Farklı görüşler olsa da görüştüğüm tüm teknoloji aileleri için tek bir evrensel kural bulunuyor: “Bir numaralı kural: Yatak odasında ekran tamamen yasak. Asla. Nokta.”
Ekran Başında ‘Üreterek’ Zaman Geçirmek
Bazı teknoloji aileleri sadece zaman sınırlamaları koysa da, bazıları çocuklarının ekran karşısında neleri yapıp neleri yapamayacakları konusunda çok daha kuralcı ve katı.
Facebook, Dropbox ve Zappos’un danışmanı ve iLike’ın kurucusu Ali Partovi‘ye göre ekran başında YouTube izlemek ya da oyun oynamak gibi “tüketerek” zaman geçirmek ile “üreterek” zaman geçirmek arasında güçlü bir ayrım olmalı.
“Boya fırçalarıyla, piyanosuyla ya da yazı yazmakla zaman geçiren bir çocuğa bu konuda sınır koymayı nasıl hayal bile edemiyorsam, video üretmek ya da program yazmak gibi bir bilgisayar sanatı ile uğraşan bir çocuğun zamanını kısıtlamayı da o kadar saçma buluyorum” diyor Partovi.
Bazıları ise yasaklar koymanın geri tepebileceğini ve bu çocukların ileride birer dijital canavara dönüşebileceklerini söylüyor.
Örneğin Twitter’ın CEO’su Dick Costolo, eşiyle birlikte ergenlik dönemindeki iki çocuğunun oturma odasında oldukları sürece sınırsız teknoloji kullanımına izin verdiklerini söylüyor. Onlar da çok fazla zaman sınırlamasının, çocukları üzerinde ters tepki yaratabileceğini düşünenlerden.
“Michigan Üniversitesi’ndeyken yandaki yurt binasında kalan biri vardı. Odasında kasalarca ama kasalarca Coca-Cola ve gazoz vardı. Bir süre sonra bunun sebebinin anne babasının büyürken onun bunları içmesine asla izin vermemesi olduğunu öğrendim. Eğer çocuklarınızın bu tür şeylere biraz maruz kalmalarına izin vermezseniz, bu ileride ne tür problemlere sebep olur?” diye anlatıyor Costolo kendi görüşlerini.
Steve Jobs’a çocuklarının kendi yaptığı cihazları kullanmak yerine ne yaptığını asla sormadım. Ama sonradan “Steve Jobs” kitabının yazarı ve Jobs ailesinin evinde bolca zaman geçirmiş biri olan Walter Isaacson’a sordum bu soruyu.
“Steve her akşam mutfaktaki büyük ve uzun yemek masasında ailece yemek yerken kitaplardan, tarihten ve daha pek çok konudan konuşmaya çok önem verirdi. Şimdiye kadar kimsenin ortaya iPad ya da bilgisayar çıkardığını görmedim. Çocuklar bu tür cihazlara bağımlı gibi görünmüyorlardı.”
Charles Bukowski - Kitlelerin Dehası
Herhangi bir günde herhangi bir orduya
yetecek kadar ihanet,
nefret, şiddet
ve saçmalık vardır.
VE Cinayet konusunda En Becerikliler
Cinayet Karşıtı vaaz verenlerdir
VE Nefreti En İyi Becerenler
Sevmeyi Vaaz Edenlerdir
VE-SON OLARAK-
SAVAŞI EN İYİ BECERENLER
BARIŞ VAAZI
VERENLERDİR
Tanrıyı Vaaz Edenlerin
Tanrıya İhtiyacı Var
Barış Vaaz Edenlerin
Huzuru Yok
SEVGİYİ VAAZ EDENLER
SEVGİSİZDİR
VAAZ VERENLERDEN SAKININ
Bilmişlerden Sakıının.
KİTAP
OKUYANLARDAN
Sakının
Yoksulluktan Nefret Edenlerden
Ya da Gurur Duyanlardan Sakının
Övgü Göstermekte Hızlı Davrananlardan SAKININ
Karşılığında ÖVGÜ Beklerler
Sansürlemekte Hızlı Davrananlardan SAKININ
Bilmedikleri Şeylerden
Korkarlar
Sürekli Kalabalıkları Arayanlardan Sakının;
Tek Başlarına
Bir Hiçtirler
Ortalama Erkekten
Ortalama Kadından
Sakının
Sevgilerinden SAKININ
Sevgileri Vasattır, Vasatı
Aranır Dururlar
Ama Nefretleri Dahiyanedir
Nefretleri Seni Beni
Herkesi Öldürebilecek Kadar
Dahiyanedir.
Yalnızlığı İstemezler
Yalnızlığı Anlamazlar
Kendilerinden Farklı
Herşeyi
Yoketmeye
Çalışırlar
Sanat
Yaratamadıklarından
Sanatıı
Anlayamazlar
Yaratma Başarısızlıklarını
Dünyanın Beceriksizliğine
Yorarlar
Kendileri Tam Sevemedikleri İçin
Senin Sevginin
Eksik Olduğuna İNANIR
VE SENDEN
NEFRET EDERLER
Ve Nefretleri
Parlak Bİr Elmas
Bir Bıçak
Bir Dağ
Bir KAPLAN
Bir Baldıranotu Gibi
Mükemmeldir
En Usta Oldukları
SANATTIR
NEFRET!
23 Kasım 2014
Arseni Tarkovski - İlk Buluşmalar
Charles Bukowski - Güneşin Yüzü
21 Kasım 2014
Üzülme der Mevlana...
William Shakespeare - Macbeth
İnsanın anlam arama çabasına ışık tutan kalemi ve muazzam yeteneğiyle en basit görünen olayları bile inanılmaz bir üslupla anlatır Shakespeare. Evrensel olanı kişiselle, kişisel olanı evrenselle bütünleştirir. O sadece bir şair ve yazar değil, kelimelerle insanın ruhuna fısıldayabilen bir dâhidir
Shakespeare'in bu ölümsüz oyunu genellikle evrensel ahlaki değerler açısından ele alınır, Macbeth'in bilinçli bir şekilde kötülüğü seçmesi ve bu seçimin bireysel ve toplumsal sonuçları üzerinde durulur. Ancak Macbeth Shakespeare'in diğer kötü adamlarına benzemez. Çünkü III. Richard ve lago gibi karakterlerin aksine, yaptığı kötülüklerden hiç de zevk almaz; dahası, ilk cinayetini işlediğinde gerçekten acı çeker, sözlerine bakılırsa benliğinde bir iç savaş yaşamaktadır.
Peki doğrununu, yanlışın ne olduğun bilen, ileriyi görme yeteneği olan bir adam niçin kötülüğü seçer? Belki de Macbeth'in trajedisi, geleceğe hükmetmeye çalışırken kötülüğe giden yolda attığı her adımın ona azap vermesinden, ahlaki değerlerden ne denli uzaklaştığını bile bile yoluna devam etmesinden kaynaklanır.
Can Yücel - Bi damlacık
Akşam güneşi kırılmış bir mızrak boyu,
Ve çocuk sesleriyle iniyordu ışık,
Ağlarda sanki dargın bir kılınç balığı,
Pullarını döküyor üstüme,
Bir sessizliği anlatmak için yazıldı bu şiir,
Belki de anmak için,
bi damlacık bir sessizliği.
18 Kasım 2014
Pierre Jean de Beranger - Yolun düşerse kıyıya bir gün
ve maviliklerini enginin
seyre dalarsan,
dalgalara göğüs germiş olanları hatırla,
selamla, yüreğin sevgi dolu
çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar eşit olmayan savaşta
ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden
sana liman gösterdiler uzakta.?
Nietzsche "Acıların bölüşülmesi değil, sevinçlerin bölüşülmesidir dostluğu yaratan."
Tüm idealistler, hizmet ettikleri davaların her şeyden önce dünyanın tüm öteki davalarından üstün olduğunu düşünürler. Kendi davalarının biraz olsun başarılı olması için, bu davanın tüm öteki insan girişimlerine gerekli olan aynı pis kokulu gübreye açıkca ihtiyacı olduğuna inanmak da istemezler.
Bir kez yürünmüş bir yola düşenlerin sayısı çoktur, hedefe ulaşan az ..
Küçücük bağışlarla büyük mutluluklar kazanmak büyüklüğün bir ayrıcalığıdır.
İnsan, diğer insanlardan hiçbir şey istememeye, onlara hep vermeye alıştığı zaman, elinde olmadan soylu davranır.
Acıların bölüşülmesi değil, sevinçlerin bölüşülmesidir dostluğu yaratan …
Bir şeyden hoşlanmaktan söz edilir, aslında doğrusu, bu şey aracılığıyla kendinden hoşlanmaktır.
Kendinden hiç söz etmemek çok soylu bir ikiyüzlülüktür.
Hakikatin temsilcisinin en az olduğu zaman, onu dile getirmenin tehlikeli olduğu zaman değil, can sıkıcı olduğu zamandır.
Doğa bize aldırmadığından, doğanın ortasında kendimizi öyle rahat hissederiz ki …
Uygarlaşmış dünya ilişkilerinde herkes, hiç değilse bir konuda kendini başkalarından üstün hisseder. Genel iyiyüreklilik buna dayanır. Çünkü, durum elverirse herkes yardım edebilir, o halde bir utanç duymaksızın bir yardımı da kabul edebilir.
Yapacak çok şeyi olan insan inançlarını ve genel düşüncelerini hemen hemen hiç değiştirmeksizin korur.
İnsan dilediği kadar bilgisiyle şişinip dursun, dilediği kadar nesnel görünsün, boşuna ! Sonunda her zaman ancak kendi yaşam öyküsünü elde edecektir.
İnsanların tarih boyunca farkına vardıkları aşılmaz zorunluluk, bu zorunluluğun ne aşılmaz ne de zorunlu olduğudur.
Bugün artık kimse ölümcül hakikatlerden ölmüyor; çok fazla panzehir var.
Uygarlık tarafından yokedilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.
İnsanları şiddetle kendi üzerine çeken, bir oyunu her zaman kendi lehine çevirmiştir.
Çok düşünen ve uygulamalı düşünen, kendi maceralarını kolayca unutur, ama başından geçenlerin çağrıştırdığı düşünceleri hiç unutmaz.
Biri kendi düşüncesine bağlı kalır; çünkü ona kendi kendine ulaşmış olduğunu sanır. Öteki ise, onu zahmetle öğrendiği ve onu anlamış olmakla övündüğü için bağlıdır düşüncesine. Sonuç olarak, her ikisi de kendini beğenmişlik …
İçine doldurulacak çok şey olduğu zaman, günün yüzlerce cebi vardır.
Bir düşmanla savaşarak yaşayan kişinin, düşmanını hayatta bırakmakta yararı vardır.
Açıklanmamış karanlık bir konu apaçık bir konudan daha önemli sanılır.
Sadece karşıtları cansıkıcı olmayı sürdürdükleri için, arada bir, bir davaya bağlı kalırız.
Bir insan kendini hep çok büyük işlere adadığında, onun başka bir yeteneğinin olmadığı pek görülmez.
Açıkça büyük amaçlar tasarlayan ve daha sonra bu amaçlar için oldukça yetersiz olduğunu gizlice kavrayıveren kimse, çoğu zaman bu amaçlardan vazgeçecek kadar da güçlü de değildir. İşte o zaman ikiyüzlülük kaçınılmazdır.
Gür ırmaklar kendileriyle birlikte bir çok çakıl ve çalı çırpıyı da sürükler; güçlü ruhlar da bir çok aptal ve mankafayı.
Bir insanın gerçekten ele almış olduğu düşünce özgürlüğü ile, onun tutkuları ve hatta arzuları da gizli gizli kendi üstünlüklerini göstereceklerini sanırlar.
Bir insan yoğun ve kılı kırk yararak düşündüğü zaman, sadece yüzü değil gövdesi de çekinceli bir havaya bürünür.
Ruh arayanda, hiç ruh yoktur.
İnsan yığınlarının davranış biçimlerini önceden kestirmek için, onların güç bir durumdan kendilerini kurtarmak için hiçbir zaman çok önemli bir çaba göstermediklerini kabul etmek gerekir.
İnsan kahkahalarla güldüğü zaman, kabalığı ile tüm hayvanları geride bırakır.
Eylem ve vicdan genellikle uyuşmazlar. Eylem, ağaçtan ham meyveleri toplamak isterken, vicdan onları gereğinden çok olgunlaşmaya bırakır, ta ki yere dökülüp ezilinceye kadar.
Aşk ve nefret kör değillerdir; ama kendileriyle birlikte taşıdıkları ateş yüzünden kör olmuşlardır.
İnsan hatasını bir başkasına itiraf ettiğinde unutur onu; ama çoğu kez öteki kişi bunu unutmaz.
Alev, başka şeyleri aydınlattığı kadar aydınlatmaz kendini. Bilge de böyledir.
Bir konu hakkında hazırlıksız sorguya çekildiğimizde, aklımıza gelen ilk düşünce çoğu zaman bizim kendi düşüncemiz değildir; ama bizim sınıfımıza, konumumuza ve soyumuza ait olan sıradan bir düşüncedir sadece. Öz düşünceler pek ender olarak su yüzüne çıkarlar.
Bizzat kendimizde olan bir değeri övdüğü, okşadığı zaman mucizeyi de, usdışını da kabul ederiz.
Yarı-bilim tam bilimden daha üstündür. O, sorunları olduklarından daha kolay görür ve bununla görüşünü daha anlaşılır, daha inandırıcı kılar.
Çok düşünen partici olmaya uygun değildir; o, parti arasında düşüncesini çok çabuk sızdırır.
Kötü belleğin iyi tarafı, aynı şeylerden bir çok kez, ilk kez gibi yararlanmaktır.
Bir kurbanın yoldaşı o kurbandan daha çok acı çeker.