28 Ekim 2013

"Ne Mutlu Türk'üm Diyene" ifadesi ile bu toprakları yurt edinmiş, bütün insanları kucaklayan bir millet kavramını bizlere öğreten Büyük ATATÜRK'ÜN izinden her zaman yürümeye devam edeceğiz.


Cumhuriyetimizin 90. Yılı Kutlu Olsun

29 Ekim 1937, Atatürk yürüyemeyecek kadar çok hasta. Doktorlar; ''Gitmeniz intihar'' diyor, ama o ''hayır'' diyor. ''Halkın morali bozulur, kutlamalar olacak ve ben gideceğim''

Cumhuriyetimiz öyle sanıldığı gibi zayıf değildir. Cumhuriyet bedava kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık...İcabında müdafaa için lazım olanı yapmaya hazırız. (1923)

Gençlere
Ey yükselen yeni nesil; gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz. (1924)

Öğretmenlere
Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.(1924)

Siyasilere
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler müritler ve mensuplarının memleketi olamaz...(1925)

Cumhuriyeti sevmeyenlere
Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir.(1927)

Baskıcılara
Her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir...(1923)

Orduya
Ordumuz Türk Birliği'nin, Türk vatanseverliğinin, Türk topraklarının güvencesidir...(1927) 

26 Ekim 2013

Cemal Süreya’nın 27 Mayıs’ı

27 Mayıs devrim şiirleri - 1
27 Mayıs’tan sonra toplumumuzun önünü tıkayan bir çok şey gibi şiirin de önü açıldı. Başta Nâzım Hikmet’in şiirleri olmak üzere yasaklı pek çok ilerici-devrimci şairin şiiri yayımlanma olanaklarına kavuşarak, 60’lı yılların devrimci şiiri oluştu.

Savaşlar ve devrimler gibi büyük toplumsal altüst oluşların sanat ve edebiyata, özellikle de şiire yansımaması düşünülemez. Bu yıl 52 yaşına basacak olan 27 Mayıs Devrimi de şiire yansıyan, hatta şiirimize yeni bir veçhe ve açılım kazandıran altüst oluşlardan biridir. Nitekim, 27 Mayıs’tan sonra toplumumuzun önünü tıkayan bir çok şey gibi şiirin de önü açılmış, başta Nâzım Hikmet’in şiirleri olmak üzere yasaklı pek çok ilerici-devrimci şairin şiiri yayımlanma olanaklarına kavuşmuş, 60’lı yılların devrimci şiiri oluşmuştur.
‘5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay’da’
O günlerde, Ankara’da yedek subaylığını yapmakta olan Cemal Süreya’nın “555 K” adlı şiiri, bu devrimcileşmenin öncülerinden biridir. Uzun bir şiir olan “555 K”, Bursa’da ipek çeken kızların “bir karasevda halinde” söyledikleri ezgiyle başlar:
“Görmeğe alıştığımız nice yazlar kimleri alıp götürdüler ama kimleri...
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler.
Bir karasevda halinde söylemektedir.
Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar”
‘Taşıran damla’
“555 K”, 28 Nisan 1960 günü İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda öğrencilerin yaptığı bir gösteride Turan Emeksiz’in polis kurşunuyla öldürülmesinin hemen ardından, 27 Mayıs’ın hemen öncesinde Ankara’da gerçekleştirilen gösterinin parolası aslında: “5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay’da”.
Cemal Süreya, gerçekleştikten birkaç gün sonra şiirini yazdığı bu eylemi “999. Gün/Üstü Kalsın” adlı güncede şöyle anlatıyor:
“Karar verdik; Kızılay’da hep beraber yürüyecek, yürürken de Osman Paşa marşını ıslıkla söyleyeceğiz.
O gün 5 mayıs günü, saat 5’te, Kızılay’da, küçük bir olayın nasıl büyüyebildiğini, taşıran bir damla olabildiğini gördüm.
Birkaç görüntü var ki hiç gözümden gitmez.
Büyük Sinema’nın önündeyiz. Müzisyenimizin işmarıyla marşı ıslıkla söyleyerek geniş kol yürümeye başlar başlamaz caddeyi dolduran kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Karşılıklı gidip gelen topluluklar, tek tek kişiler, bizim yürüyüş yönümüze (Kavaklıdere) katıldılar. Bizden uzun boylu bir gencin sıçrayarak (ne sıçrama!) Büyük Sinema’nın kapısının üstüne asılmış Zeki Müren konseri bez afişini yırttığı görüldü. (999. Gün/Üstü Kalsın, Broy Yayınları, 782. gün).
Menderes’in yakasına yapışanlar
“555 K” eylemi sırasında Milli Savunma Bakanlığı’nda araştırma geliştirme başkanlığında, kuruluşun bütçe çalışmalarında görevli Cemal Süreya ile birlikte eyleme katılan beş yedeksubay daha vardır: Altan Öymen, Turgut Erdem, İsmail Aydın Hakkıoğlu, Öztin Akgüç ile Cafer Canlı.
“Arkadaşlarımızdan biri (yıllar sonra bakan oldu) olayın daha başında yok oldu. Geri kalan altı kişi yürüyoruz. O ara, kısa şiirleriyle de kendinden söz ettiren genç bir öykücü arkadaş bizim gruba yaklaştı. Benden beş lira borç istiyor. Bende yoksa arkadaşlarımdan isteyebilirmişim. Unutamam.
Birden nasıl oldu, bir ses mi geldi, başlarımızı geriye çevirdik. Caddenin karşı kıyısında, Ankara Sineması’nın hizasında koyu renk giysileriyle, geçit resmi düzeninde ilerleyen bir grup insan: Menderes ve bakanları... Caddenin o kısmı onlar için açılmıştı. Kızılay binasının önünde Menderes’i tartakladılar. çok yakındaydım. İnanılmaz bir şeydi. İki genç bakanın yakasına yapışmıştı.” (Age.)
Menderes’in “ne istiyorsunuz” sorusuna gençlerin “hürriyet istiyoruz” demeleri üzerine Menderes’in, “Başbakan’ın yakasına yapışıyorsunuz, bundan büyük özgürlük mü olur” diye cevap vermesi, söylentiden ibaret bir yakıştırmadır. Bu konudaki bir başka söylenti ise, Menderes’in yakasına yapışan gencin Deniz Baykal olduğudur. Baykal’ın her defasında reddettiği bu söylentiye, Cemal Süreya, Vedat Dalokay’ın adını vermektedir.
Gül anayasa
27 Mayıs öncesi günlerin havasını anlatan “555 K” eylemden kısa bir süre sonra yazılmış ve izleyen aylarda, Papirüs dergisinin Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
“Bir başka günlerdi” diyor Cemal Süreya, “Birbirini tanımayan iki kişi sokakta karşılaşsa, oracıkta durum değerlendirmesi yapıyor; general, yedek teğmene içini döküyordu. Karşı gösteriler yapan ayrı bir gençlik de yoktu. Özellikle Ankara’da, herkes bir bütün halinde birleşmiş gibiydi.
Küçük bir olayın toplumsal planda kökü varsa, birden nasıl büyüyebileceğini gördüm o gün.” (Age.)
Cemal Süreya, 27 Mayıs’a ve onun getirdiği özgürlüklere başka şiirlerinde de yer vermiştir. O şiirlerden biri, “Kısa Türkiye Tarihi”nin ikinci bölümüdür. “Üç anayasa/ortasında büyüdün” der bu şiirde Cemal Süreya, “Biri akasya/Biri gül/Biri Zakkum “27 MayısAnayasası “gül”dür.
 
555K
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar”
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Sınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları Ankaralarda
Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin.
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin
Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.

Can Yücel - Güle Güle * Seslerin Sessizliği

Başımın üstünde şemsiye
Yerde yapraklar
Fısıltılar akıyordu ayaklarımın arasından
Kapattım şemsiyeyi bir yıldız düştü


Baştan Kara
Başlayan bir şey vardı unuttum
Anımsamaya çalışıyorum şimdi
Emekdar kelimelerle;
Bahar
Gençlik
Bebek
Çiçek
Deniz
İşçi
Bağımsızlık
Özgürlük
Eşitlik
Aşk
Mezarımda dönüyorum da
Yuvarlanıyorum baştan kıça
Kalafattan yeni çıkmış bir tekne
Dalga olmayan dalgaların üstünde...

Turgut Uyar - Sonsuz ve Öbürü

"Efendimiz Acemilik"

 "Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar."

Hep bunu düşünüyorum. Zorlamadan, kendiliğinden düşündürüyor beni. Sanıyorum bu, sanatla falan değil doğruca yaşamanın kendisiyle ilgili. Düşünün, on yıl önce bir şiir yazmışsınız; bazı evrimler, gelişmeler geçirmişsiniz ama bugün de aşağı yukarı o eski yapıda, eski durumda başka şiirler yazıyorsunuz. Dünyada ve zaman içinde durduğunuz yer değişmemiş yani. Yahut eteğinizi bir yere çakmışsanız, siz yürüyorsunuz  sözüm ona, ama ardınızdan bir iplik uzuyor. Sizi o çakıldığınız yere bağlıyor. Diyorum ki insan,  nerede ise orada olmalıdır. Hiçbir dükkânda, hiçbir otelde, hiçbir komşuda bir şeyinizi unutmayınız. Bağlarınızı koparın. Derli toplu, hemen gitmeye hazır, köksüz.

Bir de şu var. Çok değil, on yıl önce, yeni diye, güzel diye sevip baş tacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. Onlar güçsüz şiirler miydi de bugüne kalamadılar. Sanmam. Günlerinde sevilip sayıldıklarına göre iyi şiirlermiş, yeni şiirlermiş. Şiiri eskiten, kendi yapısındaki öğelerdir. Yahut şiirin bazı gerekleridir. Montaigne, “Beni Paris için en çok korkutan Paris’tir” diyor. Şiir için de öyle. Şiir, günlük olmak zorundadır. Gününde olmalıdır. Daha ileri gideceğim, inanır mısınız, bazen bir şiir yazıyorum, hemen yayınlamazsam, aradan bir iki ay geçerse yayımlamak gelmiyor içimden. Hiç değilse benim için eskimiş sayıyorum. Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolmak korkusu.

Öbürünün bir de macera tarafı var. Orası da çekici. Durmadan yeni uyumlar, yeni alanlar keşfetmek. Uzun zaman romanın, hikâyenin tekelinde kalmış birtakım beşerî davranışları şiire sokmaya çabalamak. Hep yanılmak korkusu, kaybolmak korkusu.

Bilhassa insanla ilgili kalmaya çalışmak, bizi ister istemez uyanık durmaya, değişen çağ ve uygarlık karşısında insanı türlü yönleriyle kavrayabilmek endişesi, insanla uygarlıkla birlikte değişmeye, hiç değilse değişmeye hazırlıklı olmaya zorunlu tutuyor. Bu arada dile alışılmadık mısra yapıları getirmek –benzetmek uygunsa- kulağı arkadan göstermenin de güzel olabileceğini sanmak. Artık kolayca yenileyemeyeceğimiz, eskimiş yaşamımızda yerlerine alıştığımız kelimelere hiç olmazsa yeni düzenler, yeni özler içinde yeni ifade imkânları vermek. Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin duvar sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonucu bir çıkmaza varamaz mı? Elbet varabilir. Şu kadar diyeceğim: güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden başaramamıştır. Yazmazsa kimseler bir şey kaybetmiş olmaz.

Bizi durmadan yanıltan, aldatan alışkanlıklarımız oluyor. Yahut bizi tembelliğe götüren. Durmadan alıştığımız biçimlerle, alıştığımız duygulanma, düşünme çevrelerinde yazmak bizi sonunda bıkkınlığa, inanmışlığa, kolaylığa götürür. Daha güzelini Steinbeck şöyle söylüyor: “Alışılmış roman tarzında yazmak istemiyorum.” Alışılmış kişiler sanatçıyı alışılmış özlere zorlar. Bir konuyu alışılmış biçimlere uyduğu için işlemek. Akla karşı günahtır bu? Ben de öyle düşünüyorum. İnsan yeni şeyleri ancak yeni biçimlerde söyleyebilir ya da  insanı yeni biçimler, ister istemez yeni şeyler söylemeye zorlar. Birçok şairimizin kırkından sonra yazmaktan vazgeçmeleri bu yüzdendir. Değişen zaman karşısında yenilgiyi kabullendiklerindendir. Yazılarına artık saygı duymadıklarındandır. Ondan sonra oturur akıl hocalığı ederler. Oysa ben şiirin bir gençlik hevesi değil, daha çok bir olgunluk, bir yaşlılık uğraşı olduğu kanısındayım. Hiç değilse her çağın kendine göre bir şiir vardır sanıyorum. Gençlik yıllarında üç beş fukara aşk şiiri, bir iki kahramanlık manzumesi yazmış, adı iyi kötü şaire çıktıktan sonra susmuş bunca şairimiz var. Bir çoğu yaşıyorlar. Neredeler şimdi? Dünyada ‘şiiriyet’ mi kalmadı? Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi, falan gibi sebeplerle değil, artık çağa uymak gücü kalmadığından, söylenecek şeyleri kalmadığından, yahut şiirle söylenebilecek taze şeyler bulamadıklarından, kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum.

Burada şöyle düşünüyorum. İnsan bu çıkmaza ancak ustalığa yönelmekle düşebilir. Usta olmak için ister istemez bir yön, belirli bir gidişi tutturmak zorundasınız.  Okuyucu sizin bir önceki havanızı bilmeli, alışmalı size. Yani şiirinizde ne okuyacağını aşağı yukarı kestirmeli. Bir taş alıp yontacaksınız. Her gün bir çekiç, her gün bir çekiç, sonunda süslü, özentili bir anıt çıkaracaksınız. Vurduğunuz darbelerin her gün biraz daha yerini bulduğunu bakanlar görecekler. Sonuna doğru “İşte!” diyecekler.

Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız.

Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.

Diyeceksiniz ki; böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. Bir kere, bu işin kötü yönleri hiç mi hiç korkutmuyor, ikincisi, sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. Tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. Sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.

Çağımızın insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. Belki her çağda böyleydi. Ama bugünkü kadar mıydı bilemem? Bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi. “Yeni Dünya”nın gerçekleşmesi yakın belki de. Birörnek giyimler, birörnek şarkılar, birörnek aşklar. Uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. Kişiliksiz bir yaşamayı, baş tacı ettik. Gönüllüyüz. Kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. Bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? Hâlâ uçağı, hâlâ “Penicilin”i, hâlâ 70 katlı evleri, hâlâ hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. Bunları kelime olarak düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hâlâ şiire getiremedik. Barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokakta açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz, ama şiirde âşık olduk mu hâlâ ağlıyoruz.

Bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. Uyamadığı, maddi manevi tüm imkânsızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında önünden iyice kavrayamadığı bir şeyler akıp gidiyor. Durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. Hayır. Kendisi ile çekişiyor. Ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. Dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.

Mesele, bir şiir meselesi değildir. Yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımızda olmayan mesele, şiirimizde de olamaz.

Evet, değişmek. Anlamlı bir yaşama için değişmek. Bu bir ölüm kalım meselesidir. Ne dersiniz?

Sonsuz ve Öbürü 

en değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim

ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile

bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim.

24 Ekim 2013

Dostoyevski - Suç ve Ceza

Nietzsche’nin iyi bir Dostoyevski okuru olduğunu da biliyoruz. Aynı sahnenin, Suç ve Ceza’da geçiyor olması dikkat çekici. İç hesaplaşmasının yoğunlaştığı bir ruh halindedir Raskolnikov. Şöyle der Dostoyevski: Sağlıksız ruhsal durumlarda düşler çoğu zaman olağanüstü bir belirginlikle, parlaklıkla, aşırı bir benzerlikle gerçeği andırırlar. Kimi zaman olağanüstü bir tablo oluşur. Ama ortam, olaylar öylesine inandırıcıdır, öylesine ayrıntılı, öylesine beklenmediktir.
 
"Bela Tarr  Torino Atı"
 

Carl Gustav Jung - Keşfedilmemiş Benlik

Keşfedilmemiş Benlik sorgulayan bir kitap.
Onu okurken, kendinizi dünyanın en büyük psikiyatristlerinden birinin yanında oturuyor ve insanın en önemli sorunlarından birisi üzerine söyleşisini dinliyor gibi oluyorsunuz.
 *
Normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır.
 
 Her birey yaşamı boyunca bilinçli alanında- farkında olduğu- çeşitli deneyimler yaşar ve bu deneyimlerden akılda kalıcı dersler çıkarır. O deneyimlerin farkında olduğu için tekrar kullanması gerektiğinde, tecrübelerini ustalıkla kullanır. Ancak bireyin mutlaka kendisi ile baş başa kalmayı ve daha derin sularda yüzmeyi de öğrenmesi gerekir. Jung’a göre, yetişkin bir insan kendini bilme durumu üzerine düşünür. Bir çok insan kendini tanımayı bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendini tanıdığından emindir. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir. Bilinç dışını ve onun içeriğini bilemez.

Karamazov Kardeşler - Dostoyevski

Kahramanım Aleksey Fyodoroviç Karamazov’un hayat hikâyesine başlarken duraksıyorum biraz. Nedeni de şu: Aleksey Fyodoroviç’i kahraman olarak alırken, onun hiç
de büyük bir adam olmadığını pekâlâ biliyorum. Bu yüzden, “Aleksey Fyodoroviç’imizi ne gibi özelliklerinden ötürü kahraman seçtiniz?”, “Neler yapmış bu adam; nerede, nesiyle ün kazanmış?”, “Ben bir okur olarak, onun hayatıyla ilgili bir sürü olay konusunda kafa patlatıp ne diye vakit öldüreyim?” gibi sorularla karşılaşacağım muhakkak.

En zorlusu da şu son soru… Çünkü bu soruyu ancak, “Bunu, romanı okuyunca anlarsınız!” diye yanıtlayabilirim, ama ya romanı bitirdikten sonra da, Aleksey Fyodoroviç’imde ne özellikler olduğunu görmez, kabul etme istemezlerse? Üstelik, bunun böyle olacağını şimdiden, üzülerek kestirebiliyorum. Bence bu adamda bazı özellikler var, ama bunu okurlara kanıtlayıp kanıtlayamayacağımdan pek emin değilim…

 - - -

Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe düzeyinde roman-tragedya denen türün de temelini attığının bilincinde değildi. Dostoyevski'nin yaşam birikiminin tümünü ve sanat gücünün doruğunu içeren bu roman, gerçekte insanı insan yapan ne varsa, onlara adanmış bir destan niteliğini taşır. Yazar, hiçbir romanında "Karamazov Kardeşler"de olduğu denli insan ruhuna inmemiş, insanoğlunu bu denli kesitler biçiminde, içgüdülerinin ve istencinin tüm görünümüyle sergilenmiştir. Bir aileyi konu alan ve bir felaketler zinciri olarak gelişen olay örgüsü, bireysel öğelerin yanı sıra, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki Rus toplumunu da geçirdiği sarsıntıların tümüyle, dünya edebiyatında bir eşi daha bulunmayan bir sanat aynasından yansıtır.

Budala - Dostoyevski

Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: "Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?" Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.
 
*
İlk romanı İnsancıklar 1846’da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski’den geleceğin büyük yazarı olarak söz etti. Ancak daha sonra yayımlanan öykü ve romanları, çağımızda edebiyat klasikleri arasında yer alsa da, o dönemde fazla ilgi görmedi. Yazar 1849’da I. Nikola’nın baskıcı rejimine muhalif Petraşevski grubunun üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Kurşuna dizilmek üzereyken cezası sürgün ve zorunlu askerliğe çevrildi.

Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu. En önemli eserlerinden Budala 1868-1869 yıllarında Russki Vestnik dergisinde tefrika edildi. Dostoyevski bu romanında insan ruhunun labirentini çılgınlık, tutku ve hastalık prizmasında kırılan görüntüsüyle sergilemiştir.

Oruç Aruoba - Denizde

Aldanma
orada
yağmur bekliyor seni:
şimşek, yıldırım, fırtına
soğuk.
Burada
ılık güneş, dingin deniz, serin rüzgar
aldatmasın seni:
Tufan
bekliyor orada seni.
Aldatma kendini:
olmayacak Nuh'un gemisi
kurtaracak seni -
uçacak güvercini
getirecek yaprağı
olmayacak.
Sular akacak
çağlayacak, kabaracak
dolduracak her yerini
sürükleyip
götürecek
seni
Aldanma
orada
yıkım bekliyor seni
gürültü, çöküntü, göçük
deprem.
Burada
sakin ses, sıcak taş, sağlam duvar
aldatmasın seni:
Ölüm
bekliyor orada seni.
Aldatma kendini:
olmayacak İbrahim'in koçu
kurtaracak seni -
indirtecek bıçağını
sağaltacak yüreğini
olmayacak.
Acılar akacak
çağlayacak, kabaracak
dolduracak her yerini
sürükleyip
götürecek
seni
Aldanma
aldatma kendini
aldatmasın seni
burada
boşluk -
yokluk
bekliyor orada seni.

Haldun Sevel " Pusulanın İbresi "

 13.Ekim- 9.Kasım 2013 tarihleri arasında 
"Siz antik tanrıların sonuncusu musunuz ? " 

"Hayır" dedi elini dizime yaslayıp, 

" Hiç birimiz ne tanrıyız ne de kendini tanrı ilan eden Büyük İskender, Cengiz Han, ya da Kayzer Wilhelm... Şu, adına yaşamak dediğimiz yaratılışın içinde hepimiz ama hepimiz birer çöp parçasıyız. Fakat pusulanın ibresini bilir misin? o da bir çöp parçası gibidir. Küçük bir teneke parçasıdır. Ama o küçük parça pusulanın ibresi ise işte o zaman yön gösterir değil mi ? Tıpkı bir deniz feneri gibi.. Hiç şaşırmadan bitmeden, bıkmadan herzaman insanlara doğru yolu gösterir... İşte kimi insanlar da böyledir. Onları farklı yapan budur..."
 
"Öyle olmayı çok isterdim.. Boş bir yürekten nefret ediyorum, kendi yüreğim olsa bile. Keşke küçücük, ufacık da olsa, bir pusula ibresi olabilsem..." 

"Olacaksın, gözlerin öyle söylüyor..."
"Ben mi ? Ama nasıl ?"
"Zamanla öğreneceksin ! "
"Ama nasıl ?"

"Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğreneceksin.. Çevreni aydınlatabilmek için, önce kendi yüreğini aydınlatabilmek gerektiğini öğreneceksin... Düşünmeyi öğreneceksin... Sonra kalıplar içinde düşünmek öğretilecek sana. Sağlıklı düşünmenin o kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu ve gitmeyi öğreneceksin bir gün. Sonra dayanamayıp dönmeyi... Daha sonra ise kendine rağmen gitmeyi.. Ve sevdiklerini ve seslenebildiklerini peşinden çekmeyi öğreneceksin. Sevdiklerine ve seslenebildiklerine bir pusula ibresi gibi yön göstereceksin... Anladın mı ? " 

" Bu kadarı yeterli değil . Ben daha ne biliyorum ki ne anlatacağım ? 
Hangi yönü göstereceğim ? Niçin ? " 

"Gün ışıyınca o güzel doğa bütün çirkinlikleri yutar. Bunu bilir misin ? Durgun ve sessiz denizin fırtınayaı nasıl beklediğini bilir misin ? Denizin o kalabalık dalgaları gelip gelip gönlünün kapısını nasıl çalarlar bunu bilir misin ? " 

" Elbette , köpük köpük dalgalar görünce ben gülmeye başlarım. Çocukluğumda ilk öğrendiğim o şiir gelir aklıma. Dedem öğretmişti, kaptandı. "
 
'Dalgalar teknemin üstünden aşıyor' 
'Ölmüş bütün denizcilerin ruhu bende yaşıyor'  
 
Haldun Sevel 

www.denizlerden.com

22 Ekim 2013

Hacı Bektaş Veli - Okunacak En Büyük Kitap İnsandır

Sevgi varken nefret niye. 
Barış varken savaş niye. 
Kardeşlik varken didişmek niye. 
Dostluk varken düşmanlık niye. 
Hoşgörü varken bağnazlık niye. 
Özgürlük varken tutsaklık niye. 
Adalet varken, haksızlık niye.

Bertolt Brecht - Me - ti

İstediğince yalın görünsün göze 
Kuşkuyla bakın En küçük olaya bile ! 
Sınayın gerekli olup olmadığını , Hele 
«alışılagelmiş» türden ise ! Açıkça 
istiyoruz şunu sizden : 
Sakın doğal bulmayın hep alışılageleni ! 
Çünkü artık hiçbir şeye doğal denmemeli ; 
şu kanlı kargaşanın , şu düzenli geçinen 
düzensizliğin , serserice başına 
buyrukluğun ve insanla ilintisini yitirmiş 
insanlığın egemen olduğu dönemlerde 
kimse demesin : Doğaldır bu olup bitenler ; 
böyle denmesin ki . Her şeyin  
değişebileceğine inanılsın.

ME-Tİ ÜZERİNE
Her türlü açıklamadan önce, belki de şu soruyu sormak gerekiyor: Brecht neyi kanıtlar Meti'yle?
Me-ti, bütünüyle kendine özgü, yöntemi alışılmamış bir felsefe yapıtı, çok ilginç bir düşünce ürünüdür. Brecht, bu çağa, günümüze, çağımızın büyük toplumsal değişimlerine ilişkin çok önemli şeylerden söz açarken, İsa'dan epey önce doğmuş bir Çin filozofundan yararlanır. Zamanı geçmişe kaydırır, ama irdelediği sorunlar çağımızı ilgilendirmektedir. Çin filozofu Mo ti (Me-ti), «bilimsel çağ»da yaşamaktadır artık; üstelik Lenin'le, Engels'le, Rosa Luxemburg'la ve daha birçok kişiyle konuşur, tartışır; Brecht kendi düşüncelerini, görüşlerini bu filozofun ağzından dile getirir. Bu davranışın nedeni nasıl açıklanabilir? Sürekli değişimin sanatçısı Brecht, belli bir çizgiye, dizgeye ve kalıpçı düşünceye bağlı kalamazdı kuşkusuz. Onun bakış açısında, diyalektik çağlar boyu nasıl bir gelişim gösterdiyse öylece ve bütünsellik içinde yansıtılmalıdır. Dolayısıyla söz konusu zaman kaydırması, temel bir anlamı içermektedir.


En kısa deyişle, Brecht'in bu yapıtı insanoğlunun aydın düşünceye ulaşma ve insanca yaşama mücadelesini tarihsel boyutuyla kanıtlar. Brecht'in yer yer düşüncelerinden yararlandığı, yer yer de çağımızın düşüncelerinin, eylemlerinin sözcüsü yaptığı Çin filozofu Mo Ti, eldeki bilgilere göre, İ.Ö. 479–381 yılları arasında yaşamıştır. Mo Ti tutucu okullar karşısında en büyük ve güçlü seçenek durumundaydı.

 Mo Ti'nin tutuculuk karşıtı olması, sanırız, her şeyden Önce ilgisini çekmiştir Brecht'in. Bunun yanı sıra, Çin filozofu, Konfüçyüs düşüncesine ve ayrıca bu okulun yandaşlarına karşı daha özgür bir dünyayı, sınıf farklılaşmalarının elden geldiğince ortadan kalktığı, eşitlik düzeninden temellenen tanrısal yazgıya inançsızlığı savunmuş ve mohizm okulunu kurmuştu.

 Konfüçyüs Okulu, bütünüyle, eski derebeylik toplum düzenine bağlıydı; birkaç zorunlu yenilikle yetiniyor, yürürlükteki düzeni açıkça benimsiyordu. Mo Ti'nin dünya görüşü ise bu düzeni, neredeyse, bütünüyle değiştirmeğe yöneliktir. Mo Ti, çağma göre, ilerici bir düşünce dizgesi geliştirmiş, savaşların ve barışların nedenlerini gözüpeklikle araştırmış, yoksulluğun toplumsal açıklamasına girişmiş, ortaklaşa yaşamın koşullarını, olanaklarını irdelemiştir. Böylelikle toplumsal alandaki aksaklıklar, egemenlerin düzen anlayışına ve yanılgılarına bağlanmaktadır. Bu, ilk elde, bireylerin birleşmesi temeline dayanan bir felsefedir. Aynı meslekten kişilerin, özellikle çalışanlar'ın birleşmesi, loncalar kurması gerekir. Bireyler, birbirlerine akraba, arkadaş gibi davranmanın eğitiminden geçmelidirler. Dolayısıyla mohistler, apayrı bir öbekleşmede buluşmuşlar ve yardım etme düzeninin en büyük savunucuları olmuşlardır.

 Çin felsefesiyle, hemen hemen marksizme eğildiği yıllarda yoğun biçimde uğraşan Brecht, uzak doğu uygarlık tarihinde böyle bir diyalektik düşünce yanlışıyla karşılaşınca, onu günümüze değin yaşatmıştır. Bu, Brecht'in tiyatrodaki tutumuna çok bezer: Ortaya çıkarılan metin, ancak çağı içinde ilerici sayılabilecek Mo Ti'ninkinden hem apayrı, hem tarihsel boyutunu onda bulan, hem de bizimkisine benzeyen bir dünyada yansılanmış bir oyun gibidir. Kanıtlayabilmek için bir yargıya başvuralım: Brecht üzerine ilginç yaşam-öykülerinden birini yazmış olan Marianne Resting şöyle diyor: «Brecht, yalnızca tiyatro anlayışını uygulama alanına sokmakla kalmamış, (çalışma mekânı olarak) tiyatro içersinde kendine özgü ideal bir devlet kurmuştu. (...) Bu tiyatronun yardımıyla, kendi dünya modelini biçimliyordu. Bu dünya, gerçekte hiçbir yerde raslanmayan bir dünya idi; ama insanı beklenmedik şekilde hepimizin dünyasına götürebiliyordu.» 

1) Me-ti açısından da durum farklı değildir. Okur, özellikle Brecht'in deyişiyle «göze hoş görünen kabuğun altındaki kaynar tufanı» algılayabilen, toplumdaki türlü eşitsizliklerden ve aksaklıklardan gönenmeyen, tedirgin okur Me-ti'de gününün dünyasını çıplak konumuyla bulmakta güçlük çekmeyecektir. Me-ti metinleri, ilk planda, Brecht'in, Mo Ti'nin Öğretisi karşısındaki tutumunu sergiler. Ancak bu sınırlar içersinde kalmayan yapıt, aynı zamanda Brecht'in kaleminden çıkma ve çağımızın en önemli politik olaylarını marksist görüşle, fakat tabiî «Çinli giysileri içersinde» çözümleme amacını güden bir deneme niteliğindedir. 

2) Bu yapıtı kavrayabilmek için bir kez daha Mo Ti'ye ve mohizmc eğilme zorunluğu var. Mo Ti'nin ethik-felsefe dizgesi, özellikle İ. Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda büyük önem kazanmıştı. Bu önem, belirtildiği gibi Konfüçyüs okuluyla taoizmin taşıdığı önemin gerisinde değildi. Konfüçyüs okulunun tutuculuğu gibi, taoistler de toplum gerçeklerine bir anlamda sırt çevirmişler, kişinin azla yetinip kendi  kendine   yetmesini  yeğlemişlerdi. Mohist düşünce ise, yüksek tabakaya ses yöneltmekle birlikte, temelde, anti-aristokratik bir düşünce dizgesini geliştirmeğe koyulmuştur. Mohizm dizgesi içersinde «yararlılık» ve «topluma hizmet» kavramları odak noktası niteliğindedir. Paylaşılamayacak her türlü lüksün mahkûm edilmesi, bu tutumun doğal sonucudur. Mohizm dizgesinde toprak ele geçirme amacıyla, salt bu amaçla savaşmağa çok kötü gözle bakılması, çağdaş Çin düşünürlerinin mohistleri kendi düşünce gelenekleri içersinde değerlendirmelerinin belli başlı nedenidir. İ. S. 2. yüzyılda hemen hemen tümüyle silinen mohizm, 18. yüzyılda Konfüçyüs okulu karşısında bir yeniden doğuş dönemi geçirmeğe başlamıştır.

3) Me-ti, Brecht'in ancak ölümünden sonra yayımlanabilen yapıtları arasındadır. Yapıt, Brecht'in «Me-ti» başlığını taşıyan çeşitli dosyaları arasından derlenmiştir. Mo Ti'nin özgün yapıtının Alfred Forke tarafından yapılan 1922 basımlı Almanca çevirisi de Brecht'in ölümünden sonra, 6ayfa kenarlarında yazarımızın notlarıyla birlikte bulunmuştur. Yapıt başlangıçta «Davranış Öğretileri İçin Kitapçık» genel başlığını taşımaktaydı. 1939 Mayısında ilk kez «Özdeyişler Kitabı» (Buch der Wendungen) başlığı kullanılmıştır. Metnin oluşturulmasında Brecht'in bir oyuncu arkadaşıyla, ahlâk ve materyalizm üzerine yaptığı tartışmalar da işlev kazanmıştır. 1942 başlangıcında Brecht, «Özdeyişler Kitabı»na «Bir Yazı Üzerine Düşünceler» adlı bir bölüm eklemeği tasarlamıştır. Ama bu tasarımını, daha sonra Ka çokların Konuşmalarına aktarmıştır.
Brecht'm yaşamöyküsü yazarlarından Frederic Ewen, Me-ti için şu bilgiyi verir: «Bu yapıt, Brecht için felsefî, politik ve ethik nitelikte bir el kitabıydı, ya da kendi deyişiyle 'toplumsal davranışlara ilişkin yönerimler içeren bir kitapçık'tı. Almanya'dan kaçışından hemen sonra yazılmasına başlanan kitap, ancak yazarın ölümünden on yıl sonra yayımlanabildi. (...) Brecht'in kitapta ele aldığı konular arasında Rusya'da özgürlük sorunuyla Stalin-Troçki çatışması vardır. Brecht, bu konularda kendi içersinde bir uzlaşmaya varabilmiş değildir; Rusya'daki endüstrileşme ve tarımın kolektifleştirilmesi süreci sırasında, bu süreci gerçekleştirebilmek amacıyla yönetiminin tek kişi yönetimine dönüşmesinden kesin bir endişe duyar. Stalin davalarına kuşkuyla bakar. (...) Bu arada (Me-ti gibi) kargaşa döneminde yaşamış, ama ileriye yönelik umutlarını yitirmemiş olan Marx, Engels ve Lenin gibi büyük 'klasiklerle' özdeşleşir Brecht...»

4) Çevirinin gerçekleştirilişinde Almanca «Verein» sözcüğü, Türkçe karşılığında değiştirilerek kullanılmıştır. Bu sözcüğün dilimizdeki kesin karşılığı «dernek» olmakla birlikte,  «parti» sözcüğü kasıtlı olarak yeğlenmiştir. Metinde anlatılan olayların ve durumların çağımızla ilintili olması, bu değiştirimi zorunlu kılmıştır. Kuşkusuz böyle bir değiştirim Brecht'in eski zamanı çağrıştıran esprisine ters düşüyor. Öte yandan okurun metinle ilişkisini güçlendirmek açısından da gerekliydi. Me-ti'de Brecht, kurulu dizgelerden değişik düşünceleri alan ve bunları birleştirerek kendi öğretisi kılan bir seçmeci olarak ortaya çıkmaz. Yaptığı işin eklektizmle ilintisi yoktur. Henning Rischbieter, Brecht'in kendi zamanına kadar biriken malzemeyi nasıl değerlendirdiğine ilişkin olarak şunları yazar: «Bulduğunu alıp yeni bir üretimde kullanmak üzere değiştirir. Avrupa ve Asya edebiyatlarında işine yarayabileceğine inandığı ne varsa alır... Ama Brecht'in kendi zamanına kadar uzanan gelenekten bir şeyler almasının nedeni, yalnızca bir toplama, saklama, ayakta tutma amacı gütmek değildir. Başka deyişle Brecht'in amacı bir «müze» oluşturmak değildir; yansıtmak istediğine açıklık ve etkinlik kazandırabilecek ne varsa almaktan çekinmez... Ama bunları, ancak, amaçları için yararlı bulduğu ölçüde özgünlükleriyle korur...» 

5) Kendi çağına değin birikenin tümünden yararlanmak, değiştirmekten, kalıplar kurmaktan hiçbir zaman çekinmemek: Bu tutumun bir tek amacı vardır, o da, çağının tanığı olabilmektir. Hem de tanık istemeyen bir çağın tanığı olabilmek...Brecht yaşamı boyunca istenmeyen tanıklıkların mücadelesini ödünsüz verebilmiş ender sanatçılardandır. Onun yapıtları arasında bu savaşımı en açık biçimde belgeleyen Me-ti ise, gerçekliklerin, davranışların, eğilimlerin saklanmasına, örtbas edilmesine alışılmış ülkemizde, okura yepyeni boyutlar kazandıracak niteliktedir. Kuşkusuz bu yapıt, insana yaraşır bir düzeni, her türlü yönsemesinde irdelemektedir. Dikkatle okunduğunda, okur, yalnız toplumsal davalara ilişkin sorunların değil, öte yandan toplumla bağlantılı bireysel sorunların da çözümlendiğini görecektir bu yapıtla. Kültür hayatımız için asıl yeni olan da budur demek, yanlış bir sav olamaz.

Ahmet Cemal

21 Ekim 2013

Thomas More " zindan bekçiliği "

“Doğrusu, sevgili Raphael,” dedi, “niçin bir kral yanına girmediğinize şaşıyorum. Hangisine başvursanız sizden hoşlanır ve yararlanır. Boş zamanlarında bütün bu bildiklerinizi seve seve dinler; değişik memleket ve insan örneklerinden değerli dersler alırdı. Üstelik siz de hem kendinize hem de ailenize, dostlarınıza, parlak bir durum sağlardınız.”
“Ailemden yana pek kaygım yok” dedi Raphael, “onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dilleri varmaz herhalde; daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler.”
“Yanlış anlamayın,” dedi Peter; “ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim.”
“Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler.”
(…)
Öylesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.’ Böylesi düşüncelere karşı ayaklanıp kralın heybetli bakanlarına şöyle desem: Bu düşünceleriniz korkunç: Kral için yüzkarası, halk için cehennem arıyorsunuz. Efendinizin şerefi ve sağlığı kendinin değil, halkın zengin olmasına bağlıdır. İnsanlar kralları insanların yararı için başa getirdiler, kralların yararı için değil. Kendilerini rahat yaşatacak, saldırıdan, sövgüden koruyacak güçlü bir dayanak istediler. Kralın en kutsal ödevi, kendininkinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Sadık bir çoban gibi kendini sürüsüne vermeli, onu en besleyici otlaklara sürmelidir. Halkın yoksulluğunu, krallığın güveni saymak kabaca ve açıkça yanlıştır: Kavgalar, kan dökmeler, en çok dilenciler arasında olmuyor mu? Bir devrimi en candan isteyen kimdir? Bugün en yoksul durumda olan değil mi? Devleti yıkmakta en fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek bir şeyi olmayıp da sadece kazanç sağlayacak olan değil mi?

Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı insin gitsin tahtından. Bu yollarla belki kral adını elinde tutar; ama ne yiğitliği kalır, ne büyüklüğü. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanılır.

Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle söylemişti şu sözü: ‘Kendim zengin olmaktansa, zenginlere baş olmak isterim. Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir.’
Ütopya _ Çev: Mina Urgan 
 

19 Ekim 2013

Cemal Süreya & H. Hüseyin Korkmazgil

Siz saatleri yaşadınız. Zaman taşlarını. Niceldir saatler. Adsızdırlar. Renklerini, kokularını kişiselliklerden alırlar. Aylar birbirinin içinden yürüyebilir.Ağustosta bile Marta gönderme vardır. Yine de gönderme mevsim mantığıylasınırlıdır.Günlerse bambaşka. Bir günün öbürünün önüne geçmesine izin yok. Günün gizi hem kişiselliğimizde, hem de onun kendi kişiselliğinde. Siz saatleri yaşadınız. Henüz sözcük hâline dönüşmemiş ya da bir sözcükkarşılığı oluşmamış durumlar yarattınız. Tanığınızım. 
Aylar ayları açıklıyor.Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.(...)Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.(...)Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.Yüzyıl sonra bugün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbirbıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılanvarolmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi? Hayat kanıtı. Birbirimizin heryönden çağdaşıyız.” 
Siz, Saatleri - Cemal Süreya

Aylar ayları açıklıyor.
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu. 

Siz tebeşirle kara tahtaya ne güzel yazan.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
Geceyle birlikte.
Gece de.
Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi?
...Cemal Süreya

oradadır işte o
seni hangi türkü ağlatıyorsa
hangi söz vuruyorsa taa yüreğinden
oradadır işte o
iyi bak ona !...Hasan Hüseyin Korkmazgil

Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan

Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi. Islandığın an doğanın bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun. 
 

Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı. O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.

Anladım ki, söylenmesi gerekeni hep o söyledi. Ben sadece düşündüm. Zihnimde tartıştım insanlarla. Ne yaşadıysam kabuğumun altında yaşadım. Uykusuz gecelerde kavga provaları yaptım; işten çıkaran patronla, yağmurlu havada ıslatıp geçen taksiciyle, tiyatroda gelip yerime oturan çiğ suratlı kadınla, posta kutumu karıştıran apartman yöneticisiyle zihnimde savaştım. Karşılarına dikilip edeceğim lafları düşündüm. “O bunu derse böyle derim, şunu derse şöyle yapıştırırım cevabı,” diye hesap yaptım. Şehrin kokuşmuşluğuyla, insanların kabalığıyla, yolların pisliğiyle, binaların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlamasıyla, kedilerin çöp karıştırmasıyla, kadınların sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı yalanlarıyla didiştim durdum aklımın karanlık koridorlarında. Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.

O mutlu günlerimde düşünmediğim bir gerçek var oysa. İnsan karanlıkla bir kere tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.

Ama Nejat Bey, çirkinliklerini gönlünce sergileyebilir. Ne de olsa o, çirkinlikleri, arızaları, hataları, yalanları örtbas edilen erkekler ülkesinin değerli bir üyesi. O bir erkek. Hayriye Hanım hep görülmeyen bir yerden konuşan, inildeyen bir ses. O bir kadın.

Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an.

Başka çocukların anneleri üst baş kirleten oyunlara kızardı ama babaannem hiç ses çıkarmazdı. “İyidir toprağı avuçlamak,” derdi, “toprağı seven, insanı da sever.”

Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkânın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma.

Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının… Sahi ben, babamın neyiydim?

Bidonun dibinden tutup varlık nedenime su vermiştim. Ölülerin de susayabileceğini o gün öğrendim.

Gidemezdi annem. Pencere önündeki divana demir atmıştı. Babamın yolunu gözlediği nöbet noktasından ayrılamazdı. Beni ders başına yolladıktan sonra, hemen bir sigara yakar, uçkuruna sahip çıkamayan kocasını beklemeye devam ederdi. Ömrüm boyunca görmediğim, adlarını bilmediğim Almanya’daki uzak kuzenlerin hayaliyle otururdu bütün gece. Hem sonra karnındaki vardı. Çiğdem vardı. Gidemezdi.

Beyaz çoraplarımın içinde bir pençe gibi kıvrılmış ayak parmaklarımla, yere, dünyaya tutunmaya çalışırdım. Gözümden ne zaman aktığını bilmediğim bir damla yaş, biçki-dikiş kursu mezunu annemin diktiği beli lastikli eteğime düşerdi.

Neye dokunduysam kuruttum kızım. Anam öldü, babam öldü, büyükbabam, babaannem öldü. Bir Müzehher teyzem vardı, o da baban olacak adamla evlenmeme dayanamadı, kahrından öldü. Hepsini ben öldürdüm. Bir kendimi öldüremedim. Almadı ki Allah canımı, kurtulayım her şeyden…

Garip ama o anda çok sevmiştim onu. Bana bütün erkekleri bir anda anlattığı için boynuna atlayıp öpmek istemiştim. Zavallı. Korkak. Yalancı. Aklı sikinde.

Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.

AILE ÇAY BAHÇESI - YEKTA KOPAN Fiyatları
Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının... Sa­hi ben babamın neyiydim? Bütün bu hikâyenin içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım. Saatçi Nejat Bey ile ev hanımı Meral Hanım’ın kızı Müzeyyen’i bana anlatabilecek bir cümle.
 
Yekta Kopan’ın romanı Aile Çay Bahçesi’nin, çoğu kadının kendinden izler bulacağı unutulmaz bir kahramanı var: Müzeyyen... Aile yaşamının gizli şiddetine başkaldıran, kardeşinin doğumuyla kendi varlığının silinmeye başladığını hisseden bir kadın... Kopan’ın romanı, güçlü, okuru kıskaca alan bir anlatımla sarsıcı bir finale uzanıyor.