29 Ekim 1937, Atatürk yürüyemeyecek kadar çok hasta. Doktorlar; ''Gitmeniz intihar'' diyor, ama o ''hayır'' diyor. ''Halkın morali bozulur, kutlamalar olacak ve ben gideceğim''
28 Ekim 2013
"Ne Mutlu Türk'üm Diyene" ifadesi ile bu toprakları yurt edinmiş, bütün insanları kucaklayan bir millet kavramını bizlere öğreten Büyük ATATÜRK'ÜN izinden her zaman yürümeye devam edeceğiz.
29 Ekim 1937, Atatürk yürüyemeyecek kadar çok hasta. Doktorlar; ''Gitmeniz intihar'' diyor, ama o ''hayır'' diyor. ''Halkın morali bozulur, kutlamalar olacak ve ben gideceğim''
26 Ekim 2013
Cemal Süreya’nın 27 Mayıs’ı
27 Mayıs’tan sonra toplumumuzun önünü tıkayan bir çok şey gibi şiirin de önü açıldı. Başta Nâzım Hikmet’in şiirleri olmak üzere yasaklı pek çok ilerici-devrimci şairin şiiri yayımlanma olanaklarına kavuşarak, 60’lı yılların devrimci şiiri oluştu.
Savaşlar ve devrimler gibi büyük toplumsal altüst oluşların sanat ve edebiyata, özellikle de şiire yansımaması düşünülemez. Bu yıl 52 yaşına basacak olan 27 Mayıs Devrimi de şiire yansıyan, hatta şiirimize yeni bir veçhe ve açılım kazandıran altüst oluşlardan biridir. Nitekim, 27 Mayıs’tan sonra toplumumuzun önünü tıkayan bir çok şey gibi şiirin de önü açılmış, başta Nâzım Hikmet’in şiirleri olmak üzere yasaklı pek çok ilerici-devrimci şairin şiiri yayımlanma olanaklarına kavuşmuş, 60’lı yılların devrimci şiiri oluşmuştur.
‘5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay’da’
O günlerde, Ankara’da yedek subaylığını yapmakta olan Cemal Süreya’nın “555 K” adlı şiiri, bu devrimcileşmenin öncülerinden biridir. Uzun bir şiir olan “555 K”, Bursa’da ipek çeken kızların “bir karasevda halinde” söyledikleri ezgiyle başlar:
“Görmeğe alıştığımız nice yazlar kimleri alıp götürdüler ama kimleri...
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler.
Bir karasevda halinde söylemektedir.
Şimdi Bursa’da ipek çeken kızlar”
‘Taşıran damla’
“555 K”, 28 Nisan 1960 günü İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda öğrencilerin yaptığı bir gösteride Turan Emeksiz’in polis kurşunuyla öldürülmesinin hemen ardından, 27 Mayıs’ın hemen öncesinde Ankara’da gerçekleştirilen gösterinin parolası aslında: “5’inci ayın 5’inci günü saat 5’te Kızılay’da”.
Cemal Süreya, gerçekleştikten birkaç gün sonra şiirini yazdığı bu eylemi “999. Gün/Üstü Kalsın” adlı güncede şöyle anlatıyor:
“Karar verdik; Kızılay’da hep beraber yürüyecek, yürürken de Osman Paşa marşını ıslıkla söyleyeceğiz.
O gün 5 mayıs günü, saat 5’te, Kızılay’da, küçük bir olayın nasıl büyüyebildiğini, taşıran bir damla olabildiğini gördüm.
Birkaç görüntü var ki hiç gözümden gitmez.
Büyük Sinema’nın önündeyiz. Müzisyenimizin işmarıyla marşı ıslıkla söyleyerek geniş kol yürümeye başlar başlamaz caddeyi dolduran kalabalıkta bir dalgalanma oldu. Karşılıklı gidip gelen topluluklar, tek tek kişiler, bizim yürüyüş yönümüze (Kavaklıdere) katıldılar. Bizden uzun boylu bir gencin sıçrayarak (ne sıçrama!) Büyük Sinema’nın kapısının üstüne asılmış Zeki Müren konseri bez afişini yırttığı görüldü. (999. Gün/Üstü Kalsın, Broy Yayınları, 782. gün).
Menderes’in yakasına yapışanlar
“555 K” eylemi sırasında Milli Savunma Bakanlığı’nda araştırma geliştirme başkanlığında, kuruluşun bütçe çalışmalarında görevli Cemal Süreya ile birlikte eyleme katılan beş yedeksubay daha vardır: Altan Öymen, Turgut Erdem, İsmail Aydın Hakkıoğlu, Öztin Akgüç ile Cafer Canlı.
“Arkadaşlarımızdan biri (yıllar sonra bakan oldu) olayın daha başında yok oldu. Geri kalan altı kişi yürüyoruz. O ara, kısa şiirleriyle de kendinden söz ettiren genç bir öykücü arkadaş bizim gruba yaklaştı. Benden beş lira borç istiyor. Bende yoksa arkadaşlarımdan isteyebilirmişim. Unutamam.
Birden nasıl oldu, bir ses mi geldi, başlarımızı geriye çevirdik. Caddenin karşı kıyısında, Ankara Sineması’nın hizasında koyu renk giysileriyle, geçit resmi düzeninde ilerleyen bir grup insan: Menderes ve bakanları... Caddenin o kısmı onlar için açılmıştı. Kızılay binasının önünde Menderes’i tartakladılar. çok yakındaydım. İnanılmaz bir şeydi. İki genç bakanın yakasına yapışmıştı.” (Age.)
Menderes’in “ne istiyorsunuz” sorusuna gençlerin “hürriyet istiyoruz” demeleri üzerine Menderes’in, “Başbakan’ın yakasına yapışıyorsunuz, bundan büyük özgürlük mü olur” diye cevap vermesi, söylentiden ibaret bir yakıştırmadır. Bu konudaki bir başka söylenti ise, Menderes’in yakasına yapışan gencin Deniz Baykal olduğudur. Baykal’ın her defasında reddettiği bu söylentiye, Cemal Süreya, Vedat Dalokay’ın adını vermektedir.
Gül anayasa
27 Mayıs öncesi günlerin havasını anlatan “555 K” eylemden kısa bir süre sonra yazılmış ve izleyen aylarda, Papirüs dergisinin Ağustos sayısında yayımlanmıştır.
“Bir başka günlerdi” diyor Cemal Süreya, “Birbirini tanımayan iki kişi sokakta karşılaşsa, oracıkta durum değerlendirmesi yapıyor; general, yedek teğmene içini döküyordu. Karşı gösteriler yapan ayrı bir gençlik de yoktu. Özellikle Ankara’da, herkes bir bütün halinde birleşmiş gibiydi.
Küçük bir olayın toplumsal planda kökü varsa, birden nasıl büyüyebileceğini gördüm o gün.” (Age.)
Cemal Süreya, 27 Mayıs’a ve onun getirdiği özgürlüklere başka şiirlerinde de yer vermiştir. O şiirlerden biri, “Kısa Türkiye Tarihi”nin ikinci bölümüdür. “Üç anayasa/ortasında büyüdün” der bu şiirde Cemal Süreya, “Biri akasya/Biri gül/Biri Zakkum “27 MayısAnayasası “gül”dür.
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar
Bir karasevda halinde söylemektedir:
Görmeğe alıştığımız nice yazlar
Kimleri alıp götürdüler ama kimleri
Karanfil bıyıklı genç teğmenleri
Ak saçlı profesörleri, öğrencileri
Adları şuramıza işlemektedir
Ah dayanmaz dayanmaz bakmaya gözler
Bir karasevda halinde söylemektedir
Şimdi Bursada ipek çeken kızlar”
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin
Geçit vermez kaşlarının altında
Derindir, ıssızdır, korkunçtur gözleri
Sabanın demiri girdikçe toprağa
Sınçlarını gömmektedir içine yerin.
Çünkü millet hayınları Ankaralarda
Çünkü İzmirlerde, çünkü İstanbullarda
Çünkü başka yerlerinde memleketin
Kanına girdiler masum gençlerin
İşte onun için karanlıktır gözleri
Şimdi Erzurumda çift sürenlerin.
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Gündüzü kısalttılar geceyi uzattılar
Şimdi acının ve hüznün göklerinde
Umudun yıldızı sarı yıldız mavi yıldız
Uykumuzun bir ucunda bombalar
Bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar
İngiliz usulü piyade tüfekleriyle
İnsanca yaşamanın onuru arasında
Milletcek bir gidip bir geliyoruz
Şimdi saat sekizdir başlar gecemiz
Şimdi ay doğar bulutlar arasından
Kavat derebeyleri yüreksiz Bolu beyleri
Hırsızlar, yüzde oncular, kumar erleri
Cebren ve hile ile haklarımızı alan
Zulmü ve alçaklığı yöneten murdar üçgen
Biliyor musunuz bir orman gelişiyor şimdi
Türküleri duyuyor musunuz nice derin
Yakılmış çoban ateşleriyle dağlarda
Karanlığı tutuşturup bir köşesinden
Geceyi gündüze çevirenlerin
Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.
Can Yücel - Güle Güle * Seslerin Sessizliği
Yerde yapraklar
Fısıltılar akıyordu ayaklarımın arasından
Kapattım şemsiyeyi bir yıldız düştü
Baştan Kara
Başlayan bir şey vardı unuttum
Anımsamaya çalışıyorum şimdi
Emekdar kelimelerle;
Bahar
Gençlik
Bebek
Çiçek
Deniz
İşçi
Bağımsızlık
Özgürlük
Eşitlik
Aşk
Mezarımda dönüyorum da
Yuvarlanıyorum baştan kıça
Kalafattan yeni çıkmış bir tekne
Dalga olmayan dalgaların üstünde...
Turgut Uyar - Sonsuz ve Öbürü
"Efendimiz Acemilik"
"Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever, tamamlar."
Hep bunu düşünüyorum. Zorlamadan, kendiliğinden düşündürüyor beni. Sanıyorum bu, sanatla falan değil doğruca yaşamanın kendisiyle ilgili. Düşünün, on yıl önce bir şiir yazmışsınız; bazı evrimler, gelişmeler geçirmişsiniz ama bugün de aşağı yukarı o eski yapıda, eski durumda başka şiirler yazıyorsunuz. Dünyada ve zaman içinde durduğunuz yer değişmemiş yani. Yahut eteğinizi bir yere çakmışsanız, siz yürüyorsunuz sözüm ona, ama ardınızdan bir iplik uzuyor. Sizi o çakıldığınız yere bağlıyor. Diyorum ki insan, nerede ise orada olmalıdır. Hiçbir dükkânda, hiçbir otelde, hiçbir komşuda bir şeyinizi unutmayınız. Bağlarınızı koparın. Derli toplu, hemen gitmeye hazır, köksüz.
Bir de şu var. Çok değil, on yıl önce, yeni diye, güzel diye sevip baş tacı ettiğimiz şiirlerin, bir deneyin, bugün kaçını sevebileceksiniz. Onlar güçsüz şiirler miydi de bugüne kalamadılar. Sanmam. Günlerinde sevilip sayıldıklarına göre iyi şiirlermiş, yeni şiirlermiş. Şiiri eskiten, kendi yapısındaki öğelerdir. Yahut şiirin bazı gerekleridir. Montaigne, “Beni Paris için en çok korkutan Paris’tir” diyor. Şiir için de öyle. Şiir, günlük olmak zorundadır. Gününde olmalıdır. Daha ileri gideceğim, inanır mısınız, bazen bir şiir yazıyorum, hemen yayınlamazsam, aradan bir iki ay geçerse yayımlamak gelmiyor içimden. Hiç değilse benim için eskimiş sayıyorum. Şiiri sadaka gibi düşünüyorum. Zamanında verilmelidir korkusu, kaybolmak korkusu.
Öbürünün bir de macera tarafı var. Orası da çekici. Durmadan yeni uyumlar, yeni alanlar keşfetmek. Uzun zaman romanın, hikâyenin tekelinde kalmış birtakım beşerî davranışları şiire sokmaya çabalamak. Hep yanılmak korkusu, kaybolmak korkusu.
Bilhassa insanla ilgili kalmaya çalışmak, bizi ister istemez uyanık durmaya, değişen çağ ve uygarlık karşısında insanı türlü yönleriyle kavrayabilmek endişesi, insanla uygarlıkla birlikte değişmeye, hiç değilse değişmeye hazırlıklı olmaya zorunlu tutuyor. Bu arada dile alışılmadık mısra yapıları getirmek –benzetmek uygunsa- kulağı arkadan göstermenin de güzel olabileceğini sanmak. Artık kolayca yenileyemeyeceğimiz, eskimiş yaşamımızda yerlerine alıştığımız kelimelere hiç olmazsa yeni düzenler, yeni özler içinde yeni ifade imkânları vermek. Okuyana bildiği kelimeyi birden yadırgatmak daha doğrusu. Kelimeleri tedirgin etmek. Örneğin duvar sözünü on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra başka bir anlamda yeniden bulmak, sevmek. Ama bunun sonucu bir çıkmaza varamaz mı? Elbet varabilir. Şu kadar diyeceğim: güçlü kişilerin bu işin üstesinden geldiği tellim görülmüştür. Bir yığın örnek var. Başaramayan, tuttuğu yolun sapıklığından değil, güçsüzlüğünden başaramamıştır. Yazmazsa kimseler bir şey kaybetmiş olmaz.
Bizi durmadan yanıltan, aldatan alışkanlıklarımız oluyor. Yahut bizi tembelliğe götüren. Durmadan alıştığımız biçimlerle, alıştığımız duygulanma, düşünme çevrelerinde yazmak bizi sonunda bıkkınlığa, inanmışlığa, kolaylığa götürür. Daha güzelini Steinbeck şöyle söylüyor: “Alışılmış roman tarzında yazmak istemiyorum.” Alışılmış kişiler sanatçıyı alışılmış özlere zorlar. Bir konuyu alışılmış biçimlere uyduğu için işlemek. Akla karşı günahtır bu? Ben de öyle düşünüyorum. İnsan yeni şeyleri ancak yeni biçimlerde söyleyebilir ya da insanı yeni biçimler, ister istemez yeni şeyler söylemeye zorlar. Birçok şairimizin kırkından sonra yazmaktan vazgeçmeleri bu yüzdendir. Değişen zaman karşısında yenilgiyi kabullendiklerindendir. Yazılarına artık saygı duymadıklarındandır. Ondan sonra oturur akıl hocalığı ederler. Oysa ben şiirin bir gençlik hevesi değil, daha çok bir olgunluk, bir yaşlılık uğraşı olduğu kanısındayım. Hiç değilse her çağın kendine göre bir şiir vardır sanıyorum. Gençlik yıllarında üç beş fukara aşk şiiri, bir iki kahramanlık manzumesi yazmış, adı iyi kötü şaire çıktıktan sonra susmuş bunca şairimiz var. Bir çoğu yaşıyorlar. Neredeler şimdi? Dünyada ‘şiiriyet’ mi kalmadı? Ben kırkından sonra artık yazmayan şairlerimizin, hayatın yükü, geçim derdi, falan gibi sebeplerle değil, artık çağa uymak gücü kalmadığından, söylenecek şeyleri kalmadığından, yahut şiirle söylenebilecek taze şeyler bulamadıklarından, kendilerini yeniden icat edemediklerinden sustuklarına inanıyorum.
Burada şöyle düşünüyorum. İnsan bu çıkmaza ancak ustalığa yönelmekle düşebilir. Usta olmak için ister istemez bir yön, belirli bir gidişi tutturmak zorundasınız. Okuyucu sizin bir önceki havanızı bilmeli, alışmalı size. Yani şiirinizde ne okuyacağını aşağı yukarı kestirmeli. Bir taş alıp yontacaksınız. Her gün bir çekiç, her gün bir çekiç, sonunda süslü, özentili bir anıt çıkaracaksınız. Vurduğunuz darbelerin her gün biraz daha yerini bulduğunu bakanlar görecekler. Sonuna doğru “İşte!” diyecekler.
Halbuki acemilik. Efendimiz acemilik. Bir taş alacaksınız. Yontmaya başlayacaksınız. Şekillenmeye yüz tutmuşken atacaksınız elinizden. Bir başka taş, bir başka daha. Sonunda bir yığın yarım yamalak biçimler bırakacaksınız. Belki başkaları sever tamamlar. Ama her taşa sarılırken gücünüz, aşkınız, korkunuz yenidir, tazedir. Başaramamak endişesinin zevkiyle çalışacaksınız.
Gelin böyle yapın demiyorum. Durduğum yerde kalmaktan korkuyorum. Şiir bir sanat olayı değildir. Bir yaşama çabasıdır önce. Yaşadığımıza tanıklık eder. Her gün yeni bir dünya içinde, her gün yeniden ve başka etkilerle duygulanan insan, her gün bunları yeni biçimlerle söylemelidir.
Diyeceksiniz ki; böylece ancak bir azınlığa seslenmiş olacaksınız. Bir kere, bu işin kötü yönleri hiç mi hiç korkutmuyor, ikincisi, sanat bir ceht işidir, eğitim işidir. Tembel kalabalığın keyfine uymak istemiyorum. Sanatçı nasıl uzun çabalamalarla yetişiyorsa okuyucudan da bu gayreti bekler.
Çağımızın insanı gitgide rahatına daha düşkün olmaya başladı. Belki her çağda böyleydi. Ama bugünkü kadar mıydı bilemem? Bunda bilimin, endüstrinin büyük payı var. Herkes birbirinin örneği olmayı hiçbir çağda bu kadar istemedi. “Yeni Dünya”nın gerçekleşmesi yakın belki de. Birörnek giyimler, birörnek şarkılar, birörnek aşklar. Uçaklar, radyolar, sinemalar durmadan bizi birbirimize benzetmeye çabalıyorlar. Kişiliksiz bir yaşamayı, baş tacı ettik. Gönüllüyüz. Kişiliksiz bir çağın şiiri de ister istemez kişiliksiz olmak zorundadır. Bu kadar yenilenmiş bir çağın şiiri, şiirin kelimeleri ne kadar eski, bir düşündünüz mü? Hâlâ uçağı, hâlâ “Penicilin”i, hâlâ 70 katlı evleri, hâlâ hesap makinelerini, asfaltları, otoları şiire rahatça yerleştiremedik. Bunları kelime olarak düşünce/duygu hayatımıza getirdikleri değişmelerle hâlâ şiire getiremedik. Barlarda kadınlarla saygısızca sevişiyoruz, sokakta açık saçık gördüğümüz kadınları hayvanca istiyoruz, ama şiirde âşık olduk mu hâlâ ağlıyoruz.
Bir de bir kenarda sessiz sedasız bir insanoğlu var. Uyamadığı, maddi manevi tüm imkânsızlıkları ile uyamadığı değişmenin farkında önünden iyice kavrayamadığı bir şeyler akıp gidiyor. Durmuş da eskiye hasret mi çekiyor. Hayır. Kendisi ile çekişiyor. Ağır aksak yaşamasının hesabını vermeye çalışıyor. Dünyadan bildik tanıdık şeyler yakalamaya çalışıyor kısacası.
Mesele, bir şiir meselesi değildir. Yaşama meselesidir. Zaten ben hiçbir zaman şiiri hayattan ayrı düşünmedim. Hayatımızda olmayan mesele, şiirimizde de olamaz.
Evet, değişmek. Anlamlı bir yaşama için değişmek. Bu bir ölüm kalım meselesidir. Ne dersiniz?
Sonsuz ve Öbürü
en değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
sağolunuz efendim
gökyüzünün sonsuz olduğunu bana öğrettiniz
öğrendim
yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
hayatın sonsuz olduğunu öğrettiniz
öğrendim
zamanın boyutlarının sonsuzluğunu
ve havanın bazan kuşa döndüğünü öğrettiniz
öğrendim efendim
ama sonsuz olmayan şeyleri öğretmediniz
efendim
baskının zulmun kıyımın açlığın
bir yerlere kıstırılıp kalmanın susturulmanın
aşk mutluluğunun ve eski hesapların
aritmetiğin bile
bunları bulmayı bana bıraktınız
size teşekkür ederim.
24 Ekim 2013
Dostoyevski - Suç ve Ceza
Carl Gustav Jung - Keşfedilmemiş Benlik
Onu okurken, kendinizi dünyanın en büyük psikiyatristlerinden birinin yanında oturuyor ve insanın en önemli sorunlarından birisi üzerine söyleşisini dinliyor gibi oluyorsunuz.
*
Normal denilen insanın kendini tanıma derecesi çok sınırlıdır.
Her birey yaşamı boyunca bilinçli alanında- farkında olduğu- çeşitli deneyimler yaşar ve bu deneyimlerden akılda kalıcı dersler çıkarır. O deneyimlerin farkında olduğu için tekrar kullanması gerektiğinde, tecrübelerini ustalıkla kullanır. Ancak bireyin mutlaka kendisi ile baş başa kalmayı ve daha derin sularda yüzmeyi de öğrenmesi gerekir. Jung’a göre, yetişkin bir insan kendini bilme durumu üzerine düşünür. Bir çok insan kendini tanımayı bilinç düzeyindeki ego kişiliğinin bilgisi ile karıştırır. Biraz ego bilincine sahip herkes kendini tanıdığından emindir. Ama ego sadece kendi içeriğini bilir. Bilinç dışını ve onun içeriğini bilemez.
Karamazov Kardeşler - Dostoyevski
Kahramanım Aleksey Fyodoroviç Karamazov’un
hayat hikâyesine başlarken duraksıyorum biraz. Nedeni de şu: Aleksey
Fyodoroviç’i kahraman olarak alırken, onun hiç
de büyük bir adam
olmadığını pekâlâ biliyorum. Bu yüzden, “Aleksey Fyodoroviç’imizi ne
gibi özelliklerinden ötürü kahraman seçtiniz?”, “Neler yapmış bu adam;
nerede, nesiyle ün kazanmış?”, “Ben bir okur olarak, onun hayatıyla
ilgili bir sürü olay konusunda kafa patlatıp ne diye vakit öldüreyim?”
gibi sorularla karşılaşacağım muhakkak.
En zorlusu da şu son soru… Çünkü bu soruyu ancak, “Bunu, romanı okuyunca anlarsınız!” diye yanıtlayabilirim, ama ya romanı bitirdikten sonra da, Aleksey Fyodoroviç’imde ne özellikler olduğunu görmez, kabul etme istemezlerse? Üstelik, bunun böyle olacağını şimdiden, üzülerek kestirebiliyorum. Bence bu adamda bazı özellikler var, ama bunu okurlara kanıtlayıp kanıtlayamayacağımdan pek emin değilim…
- - -
Dostoyevski, yaşamının son yıllarında başyapıtı Karamazov Kardeşler'i tamamladığında, Rus yazınında 'felsefe düzeyinde roman-tragedya denen türün de temelini attığının bilincinde değildi. Dostoyevski'nin yaşam birikiminin tümünü ve sanat gücünün doruğunu içeren bu roman, gerçekte insanı insan yapan ne varsa, onlara adanmış bir destan niteliğini taşır. Yazar, hiçbir romanında "Karamazov Kardeşler"de olduğu denli insan ruhuna inmemiş, insanoğlunu bu denli kesitler biçiminde, içgüdülerinin ve istencinin tüm görünümüyle sergilenmiştir. Bir aileyi konu alan ve bir felaketler zinciri olarak gelişen olay örgüsü, bireysel öğelerin yanı sıra, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki Rus toplumunu da geçirdiği sarsıntıların tümüyle, dünya edebiyatında bir eşi daha bulunmayan bir sanat aynasından yansıtır.
Budala - Dostoyevski
Cezasını tamamlayıp Sibirya’dan döndükten sonra Petersburg’da Vremya dergisini çıkarmaya başladı, yazdığı romanlarla tekrar eski ününe kavuştu. En önemli eserlerinden Budala 1868-1869 yıllarında Russki Vestnik dergisinde tefrika edildi. Dostoyevski bu romanında insan ruhunun labirentini çılgınlık, tutku ve hastalık prizmasında kırılan görüntüsüyle sergilemiştir.
Oruç Aruoba - Denizde
Haldun Sevel " Pusulanın İbresi "
"Öyle olmayı çok isterdim.. Boş bir yürekten nefret ediyorum, kendi yüreğim olsa bile. Keşke küçücük, ufacık da olsa, bir pusula ibresi olabilsem..."
"Olacaksın, gözlerin öyle söylüyor..."
"Ben mi ? Ama nasıl ?"
"Zamanla öğreneceksin ! "
"Ama nasıl ?"
"Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğreneceksin.. Çevreni aydınlatabilmek için, önce kendi yüreğini aydınlatabilmek gerektiğini öğreneceksin... Düşünmeyi öğreneceksin... Sonra kalıplar içinde düşünmek öğretilecek sana. Sağlıklı düşünmenin o kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu ve gitmeyi öğreneceksin bir gün. Sonra dayanamayıp dönmeyi... Daha sonra ise kendine rağmen gitmeyi.. Ve sevdiklerini ve seslenebildiklerini peşinden çekmeyi öğreneceksin. Sevdiklerine ve seslenebildiklerine bir pusula ibresi gibi yön göstereceksin... Anladın mı ? "
" Bu kadarı yeterli değil . Ben daha ne biliyorum ki ne anlatacağım ?
Hangi yönü göstereceğim ? Niçin ? "
"Gün ışıyınca o güzel doğa bütün çirkinlikleri yutar. Bunu bilir misin ? Durgun ve sessiz denizin fırtınayaı nasıl beklediğini bilir misin ? Denizin o kalabalık dalgaları gelip gelip gönlünün kapısını nasıl çalarlar bunu bilir misin ? "
" Elbette , köpük köpük dalgalar görünce ben gülmeye başlarım. Çocukluğumda ilk öğrendiğim o şiir gelir aklıma. Dedem öğretmişti, kaptandı. "
'Dalgalar teknemin üstünden aşıyor'
'Ölmüş bütün denizcilerin ruhu bende yaşıyor'
Haldun Sevel
www.denizlerden.com
22 Ekim 2013
Hacı Bektaş Veli - Okunacak En Büyük Kitap İnsandır
Bertolt Brecht - Me - ti
ME-Tİ ÜZERİNE
Her türlü açıklamadan önce, belki de şu soruyu sormak gerekiyor: Brecht neyi kanıtlar Meti'yle?
Me-ti, bütünüyle kendine özgü, yöntemi alışılmamış bir felsefe yapıtı, çok ilginç bir düşünce ürünüdür. Brecht, bu çağa, günümüze, çağımızın büyük toplumsal değişimlerine ilişkin çok önemli şeylerden söz açarken, İsa'dan epey önce doğmuş bir Çin filozofundan yararlanır. Zamanı geçmişe kaydırır, ama irdelediği sorunlar çağımızı ilgilendirmektedir. Çin filozofu Mo ti (Me-ti), «bilimsel çağ»da yaşamaktadır artık; üstelik Lenin'le, Engels'le, Rosa Luxemburg'la ve daha birçok kişiyle konuşur, tartışır; Brecht kendi düşüncelerini, görüşlerini bu filozofun ağzından dile getirir. Bu davranışın nedeni nasıl açıklanabilir? Sürekli değişimin sanatçısı Brecht, belli bir çizgiye, dizgeye ve kalıpçı düşünceye bağlı kalamazdı kuşkusuz. Onun bakış açısında, diyalektik çağlar boyu nasıl bir gelişim gösterdiyse öylece ve bütünsellik içinde yansıtılmalıdır. Dolayısıyla söz konusu zaman kaydırması, temel bir anlamı içermektedir.
En kısa deyişle, Brecht'in bu yapıtı insanoğlunun aydın düşünceye ulaşma ve insanca yaşama mücadelesini tarihsel boyutuyla kanıtlar. Brecht'in yer yer düşüncelerinden yararlandığı, yer yer de çağımızın düşüncelerinin, eylemlerinin sözcüsü yaptığı Çin filozofu Mo Ti, eldeki bilgilere göre, İ.Ö. 479–381 yılları arasında yaşamıştır. Mo Ti tutucu okullar karşısında en büyük ve güçlü seçenek durumundaydı.
Mo Ti'nin tutuculuk karşıtı olması, sanırız, her şeyden Önce ilgisini çekmiştir Brecht'in. Bunun yanı sıra, Çin filozofu, Konfüçyüs düşüncesine ve ayrıca bu okulun yandaşlarına karşı daha özgür bir dünyayı, sınıf farklılaşmalarının elden geldiğince ortadan kalktığı, eşitlik düzeninden temellenen tanrısal yazgıya inançsızlığı savunmuş ve mohizm okulunu kurmuştu.
Konfüçyüs Okulu, bütünüyle, eski derebeylik toplum düzenine bağlıydı; birkaç zorunlu yenilikle yetiniyor, yürürlükteki düzeni açıkça benimsiyordu. Mo Ti'nin dünya görüşü ise bu düzeni, neredeyse, bütünüyle değiştirmeğe yöneliktir. Mo Ti, çağma göre, ilerici bir düşünce dizgesi geliştirmiş, savaşların ve barışların nedenlerini gözüpeklikle araştırmış, yoksulluğun toplumsal açıklamasına girişmiş, ortaklaşa yaşamın koşullarını, olanaklarını irdelemiştir. Böylelikle toplumsal alandaki aksaklıklar, egemenlerin düzen anlayışına ve yanılgılarına bağlanmaktadır. Bu, ilk elde, bireylerin birleşmesi temeline dayanan bir felsefedir. Aynı meslekten kişilerin, özellikle çalışanlar'ın birleşmesi, loncalar kurması gerekir. Bireyler, birbirlerine akraba, arkadaş gibi davranmanın eğitiminden geçmelidirler. Dolayısıyla mohistler, apayrı bir öbekleşmede buluşmuşlar ve yardım etme düzeninin en büyük savunucuları olmuşlardır.
Çin felsefesiyle, hemen hemen marksizme eğildiği yıllarda yoğun biçimde uğraşan Brecht, uzak doğu uygarlık tarihinde böyle bir diyalektik düşünce yanlışıyla karşılaşınca, onu günümüze değin yaşatmıştır. Bu, Brecht'in tiyatrodaki tutumuna çok bezer: Ortaya çıkarılan metin, ancak çağı içinde ilerici sayılabilecek Mo Ti'ninkinden hem apayrı, hem tarihsel boyutunu onda bulan, hem de bizimkisine benzeyen bir dünyada yansılanmış bir oyun gibidir. Kanıtlayabilmek için bir yargıya başvuralım: Brecht üzerine ilginç yaşam-öykülerinden birini yazmış olan Marianne Resting şöyle diyor: «Brecht, yalnızca tiyatro anlayışını uygulama alanına sokmakla kalmamış, (çalışma mekânı olarak) tiyatro içersinde kendine özgü ideal bir devlet kurmuştu. (...) Bu tiyatronun yardımıyla, kendi dünya modelini biçimliyordu. Bu dünya, gerçekte hiçbir yerde raslanmayan bir dünya idi; ama insanı beklenmedik şekilde hepimizin dünyasına götürebiliyordu.»
1) Me-ti açısından da durum farklı değildir. Okur, özellikle Brecht'in deyişiyle «göze hoş görünen kabuğun altındaki kaynar tufanı» algılayabilen, toplumdaki türlü eşitsizliklerden ve aksaklıklardan gönenmeyen, tedirgin okur Me-ti'de gününün dünyasını çıplak konumuyla bulmakta güçlük çekmeyecektir. Me-ti metinleri, ilk planda, Brecht'in, Mo Ti'nin Öğretisi karşısındaki tutumunu sergiler. Ancak bu sınırlar içersinde kalmayan yapıt, aynı zamanda Brecht'in kaleminden çıkma ve çağımızın en önemli politik olaylarını marksist görüşle, fakat tabiî «Çinli giysileri içersinde» çözümleme amacını güden bir deneme niteliğindedir.
2) Bu yapıtı kavrayabilmek için bir kez daha Mo Ti'ye ve mohizmc eğilme zorunluğu var. Mo Ti'nin ethik-felsefe dizgesi, özellikle İ. Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda büyük önem kazanmıştı. Bu önem, belirtildiği gibi Konfüçyüs okuluyla taoizmin taşıdığı önemin gerisinde değildi. Konfüçyüs okulunun tutuculuğu gibi, taoistler de toplum gerçeklerine bir anlamda sırt çevirmişler, kişinin azla yetinip kendi kendine yetmesini yeğlemişlerdi. Mohist düşünce ise, yüksek tabakaya ses yöneltmekle birlikte, temelde, anti-aristokratik bir düşünce dizgesini geliştirmeğe koyulmuştur. Mohizm dizgesi içersinde «yararlılık» ve «topluma hizmet» kavramları odak noktası niteliğindedir. Paylaşılamayacak her türlü lüksün mahkûm edilmesi, bu tutumun doğal sonucudur. Mohizm dizgesinde toprak ele geçirme amacıyla, salt bu amaçla savaşmağa çok kötü gözle bakılması, çağdaş Çin düşünürlerinin mohistleri kendi düşünce gelenekleri içersinde değerlendirmelerinin belli başlı nedenidir. İ. S. 2. yüzyılda hemen hemen tümüyle silinen mohizm, 18. yüzyılda Konfüçyüs okulu karşısında bir yeniden doğuş dönemi geçirmeğe başlamıştır.
3) Me-ti, Brecht'in ancak ölümünden sonra yayımlanabilen yapıtları arasındadır. Yapıt, Brecht'in «Me-ti» başlığını taşıyan çeşitli dosyaları arasından derlenmiştir. Mo Ti'nin özgün yapıtının Alfred Forke tarafından yapılan 1922 basımlı Almanca çevirisi de Brecht'in ölümünden sonra, 6ayfa kenarlarında yazarımızın notlarıyla birlikte bulunmuştur. Yapıt başlangıçta «Davranış Öğretileri İçin Kitapçık» genel başlığını taşımaktaydı. 1939 Mayısında ilk kez «Özdeyişler Kitabı» (Buch der Wendungen) başlığı kullanılmıştır. Metnin oluşturulmasında Brecht'in bir oyuncu arkadaşıyla, ahlâk ve materyalizm üzerine yaptığı tartışmalar da işlev kazanmıştır. 1942 başlangıcında Brecht, «Özdeyişler Kitabı»na «Bir Yazı Üzerine Düşünceler» adlı bir bölüm eklemeği tasarlamıştır. Ama bu tasarımını, daha sonra Ka çokların Konuşmalarına aktarmıştır.
Brecht'm yaşamöyküsü yazarlarından Frederic Ewen, Me-ti için şu bilgiyi verir: «Bu yapıt, Brecht için felsefî, politik ve ethik nitelikte bir el kitabıydı, ya da kendi deyişiyle 'toplumsal davranışlara ilişkin yönerimler içeren bir kitapçık'tı. Almanya'dan kaçışından hemen sonra yazılmasına başlanan kitap, ancak yazarın ölümünden on yıl sonra yayımlanabildi. (...) Brecht'in kitapta ele aldığı konular arasında Rusya'da özgürlük sorunuyla Stalin-Troçki çatışması vardır. Brecht, bu konularda kendi içersinde bir uzlaşmaya varabilmiş değildir; Rusya'daki endüstrileşme ve tarımın kolektifleştirilmesi süreci sırasında, bu süreci gerçekleştirebilmek amacıyla yönetiminin tek kişi yönetimine dönüşmesinden kesin bir endişe duyar. Stalin davalarına kuşkuyla bakar. (...) Bu arada (Me-ti gibi) kargaşa döneminde yaşamış, ama ileriye yönelik umutlarını yitirmemiş olan Marx, Engels ve Lenin gibi büyük 'klasiklerle' özdeşleşir Brecht...»
4) Çevirinin gerçekleştirilişinde Almanca «Verein» sözcüğü, Türkçe karşılığında değiştirilerek kullanılmıştır. Bu sözcüğün dilimizdeki kesin karşılığı «dernek» olmakla birlikte, «parti» sözcüğü kasıtlı olarak yeğlenmiştir. Metinde anlatılan olayların ve durumların çağımızla ilintili olması, bu değiştirimi zorunlu kılmıştır. Kuşkusuz böyle bir değiştirim Brecht'in eski zamanı çağrıştıran esprisine ters düşüyor. Öte yandan okurun metinle ilişkisini güçlendirmek açısından da gerekliydi. Me-ti'de Brecht, kurulu dizgelerden değişik düşünceleri alan ve bunları birleştirerek kendi öğretisi kılan bir seçmeci olarak ortaya çıkmaz. Yaptığı işin eklektizmle ilintisi yoktur. Henning Rischbieter, Brecht'in kendi zamanına kadar biriken malzemeyi nasıl değerlendirdiğine ilişkin olarak şunları yazar: «Bulduğunu alıp yeni bir üretimde kullanmak üzere değiştirir. Avrupa ve Asya edebiyatlarında işine yarayabileceğine inandığı ne varsa alır... Ama Brecht'in kendi zamanına kadar uzanan gelenekten bir şeyler almasının nedeni, yalnızca bir toplama, saklama, ayakta tutma amacı gütmek değildir. Başka deyişle Brecht'in amacı bir «müze» oluşturmak değildir; yansıtmak istediğine açıklık ve etkinlik kazandırabilecek ne varsa almaktan çekinmez... Ama bunları, ancak, amaçları için yararlı bulduğu ölçüde özgünlükleriyle korur...»
5) Kendi çağına değin birikenin tümünden yararlanmak, değiştirmekten, kalıplar kurmaktan hiçbir zaman çekinmemek: Bu tutumun bir tek amacı vardır, o da, çağının tanığı olabilmektir. Hem de tanık istemeyen bir çağın tanığı olabilmek...Brecht yaşamı boyunca istenmeyen tanıklıkların mücadelesini ödünsüz verebilmiş ender sanatçılardandır. Onun yapıtları arasında bu savaşımı en açık biçimde belgeleyen Me-ti ise, gerçekliklerin, davranışların, eğilimlerin saklanmasına, örtbas edilmesine alışılmış ülkemizde, okura yepyeni boyutlar kazandıracak niteliktedir. Kuşkusuz bu yapıt, insana yaraşır bir düzeni, her türlü yönsemesinde irdelemektedir. Dikkatle okunduğunda, okur, yalnız toplumsal davalara ilişkin sorunların değil, öte yandan toplumla bağlantılı bireysel sorunların da çözümlendiğini görecektir bu yapıtla. Kültür hayatımız için asıl yeni olan da budur demek, yanlış bir sav olamaz.
Ahmet Cemal
21 Ekim 2013
Thomas More " zindan bekçiliği "
“Ailemden yana pek kaygım yok” dedi Raphael, “onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında, ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şey tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim. Bana bencil demeye dilleri varmaz herhalde; daha fazla para kazanmak için benim bir krala kölelik etmemi isteyemezler.”
“Yanlış anlamayın,” dedi Peter; “ben sizin kral yanına uşak olarak değil, bakan olarak girmenizi söylemek istedim.”
“Krallar, dostum, ikisini pek ayırmazlar birbirinden. Bakanı da kendilerine hizmet eden bir adam diye görürler.”
(…)
Öylesine ezer ki onları, boyunduruklarını sarsmaya güçleri kalmaz.’ Böylesi düşüncelere karşı ayaklanıp kralın heybetli bakanlarına şöyle desem: Bu düşünceleriniz korkunç: Kral için yüzkarası, halk için cehennem arıyorsunuz. Efendinizin şerefi ve sağlığı kendinin değil, halkın zengin olmasına bağlıdır. İnsanlar kralları insanların yararı için başa getirdiler, kralların yararı için değil. Kendilerini rahat yaşatacak, saldırıdan, sövgüden koruyacak güçlü bir dayanak istediler. Kralın en kutsal ödevi, kendininkinden önce halkın mutluluğunu düşünmektir. Sadık bir çoban gibi kendini sürüsüne vermeli, onu en besleyici otlaklara sürmelidir. Halkın yoksulluğunu, krallığın güveni saymak kabaca ve açıkça yanlıştır: Kavgalar, kan dökmeler, en çok dilenciler arasında olmuyor mu? Bir devrimi en candan isteyen kimdir? Bugün en yoksul durumda olan değil mi? Devleti yıkmakta en fazla atılganlık gösterecek olan kimdir? Yitirecek bir şeyi olmayıp da sadece kazanç sağlayacak olan değil mi?
Yurttaşların kin bağladığı, hor gördüğü bir kral; halkı ezerek, soyarak, dilenci durumuna düşürerek tahtında tutunabilecekse, bıraksın krallığı insin gitsin tahtından. Bu yollarla belki kral adını elinde tutar; ama ne yiğitliği kalır, ne büyüklüğü. Kral yüceliği dilencilerin değil, zengin ve mutlu insanların başında kalmakla kazanılır.
Büyük yürekli Fabricius bu soylu düşünceyle söylemişti şu sözü: ‘Kendim zengin olmaktansa, zenginlere baş olmak isterim. Bir halkın acıları, iniltileri ortasında keyif sürmek krallık değil, zindan bekçiliği etmektir.’
19 Ekim 2013
Cemal Süreya & H. Hüseyin Korkmazgil
Saatler saatleri kum saatiyle açıklayabiliyor.
Açıklanmayan tek şey aşk: En büyük sayrılık ve en büyük sağlık.
Günü tam gelmemiş olarak bir yanını gizleyen duygu.
Denetçi anlamaz, tarihçi atlar, terzi bir araya getiremez, sanatçı elden kaçırır.
Kent yıkılıyor. Sokaklar uçtan uca kazılmış. Sesimiz radyasyon içinde. Mühendisler geldiler; kedi resmini bile cetvelle çizerler. Gözlem evinde art arda mevsimler sökülür.
Mahşerin ortalık yerinde size rastladık. Elinizi şuramıza koydunuz.
Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.
Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu.
Kuzular için özel bir bölüm açmayı da hiç unutmayan.
Saatlerle yaşadınız. Düşlerinizde doğulu bir ressamın elinden çıkmış ağırlıksız yapraklar.
Kızböceği de göründü. Gece de uçmaya başlamış.
Bakır kaptan günlük kokusu yayılır.
Geceyle birlikte.
Gece de.
Sen Serpin, sen Nuri, orda burda nasıl dolaştırdınız. Benziyordunuz. Aynı kişi miydiniz?
İki din var: siyah ve beyaz. Gerisi? ...Cemal Süreya
seni hangi türkü ağlatıyorsa
hangi söz vuruyorsa taa yüreğinden
oradadır işte o
iyi bak ona !...Hasan Hüseyin Korkmazgil
Aile Çay Bahçesi - Yekta Kopan
Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı. O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.
Anladım ki, söylenmesi gerekeni hep o söyledi. Ben sadece düşündüm. Zihnimde tartıştım insanlarla. Ne yaşadıysam kabuğumun altında yaşadım. Uykusuz gecelerde kavga provaları yaptım; işten çıkaran patronla, yağmurlu havada ıslatıp geçen taksiciyle, tiyatroda gelip yerime oturan çiğ suratlı kadınla, posta kutumu karıştıran apartman yöneticisiyle zihnimde savaştım. Karşılarına dikilip edeceğim lafları düşündüm. “O bunu derse böyle derim, şunu derse şöyle yapıştırırım cevabı,” diye hesap yaptım. Şehrin kokuşmuşluğuyla, insanların kabalığıyla, yolların pisliğiyle, binaların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlamasıyla, kedilerin çöp karıştırmasıyla, kadınların sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı yalanlarıyla didiştim durdum aklımın karanlık koridorlarında. Sonra sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.
O mutlu günlerimde düşünmediğim bir gerçek var oysa. İnsan karanlıkla bir kere tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.
Ama Nejat Bey, çirkinliklerini gönlünce sergileyebilir. Ne de olsa o, çirkinlikleri, arızaları, hataları, yalanları örtbas edilen erkekler ülkesinin değerli bir üyesi. O bir erkek. Hayriye Hanım hep görülmeyen bir yerden konuşan, inildeyen bir ses. O bir kadın.
Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an.
Başka çocukların anneleri üst baş kirleten oyunlara kızardı ama babaannem hiç ses çıkarmazdı. “İyidir toprağı avuçlamak,” derdi, “toprağı seven, insanı da sever.”
Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkânın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma.
Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının… Sahi ben, babamın neyiydim?
Bidonun dibinden tutup varlık nedenime su vermiştim. Ölülerin de susayabileceğini o gün öğrendim.
Gidemezdi annem. Pencere önündeki divana demir atmıştı. Babamın yolunu gözlediği nöbet noktasından ayrılamazdı. Beni ders başına yolladıktan sonra, hemen bir sigara yakar, uçkuruna sahip çıkamayan kocasını beklemeye devam ederdi. Ömrüm boyunca görmediğim, adlarını bilmediğim Almanya’daki uzak kuzenlerin hayaliyle otururdu bütün gece. Hem sonra karnındaki vardı. Çiğdem vardı. Gidemezdi.
Beyaz çoraplarımın içinde bir pençe gibi kıvrılmış ayak parmaklarımla, yere, dünyaya tutunmaya çalışırdım. Gözümden ne zaman aktığını bilmediğim bir damla yaş, biçki-dikiş kursu mezunu annemin diktiği beli lastikli eteğime düşerdi.
Neye dokunduysam kuruttum kızım. Anam öldü, babam öldü, büyükbabam, babaannem öldü. Bir Müzehher teyzem vardı, o da baban olacak adamla evlenmeme dayanamadı, kahrından öldü. Hepsini ben öldürdüm. Bir kendimi öldüremedim. Almadı ki Allah canımı, kurtulayım her şeyden…
Garip ama o anda çok sevmiştim onu. Bana bütün erkekleri bir anda anlattığı için boynuna atlayıp öpmek istemiştim. Zavallı. Korkak. Yalancı. Aklı sikinde.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.