27 Mayıs 2013

Ana - Maksim Gorki

 
"Her şeyi bilmemiz gerektiğini söyleyenler doğru söylüyorlar. Evin ışığı bizleri de aydınlatmalıdır.Eğer karanlık içinde bulunanları aydınlatmak istiyorsak, bütün bunları dürüstlükle,gerçeğe uygun bir biçimde yanıtlayabilmeliyiz. Bütün doğruları ve yalanları bilmemiz gerek."


 

25 Mayıs 2013

Kara Kuvvet - Nazım Hikmet

Asırlar vardır ki, bu memleketin
En sade, en temiz gönüllerine,
Göklerin ezeli ruhu yerine,
Zulmeti siniyor kara kuvvetin.

Asırlardan beri bu kara kuvvet,
Bir yara ki ruhumuzda kanıyor,
Susuz bir kurt gibi homurdanıyor,
Bir nura koşuyorsa eğer memleket.

Bu kara kuvvetin elleri
Böyle sarılırken boğazımıza,
Gönüllerimizde biz bu hırsıza,
Hala veriyoruz en kutsi yeri,
Nankördür imanlı gönüller bütün,
Şükranla secdeye varmazsa eğer,
Gençliğin nurunu çalan bu eller,
Hırsız eli gibi kesildiği gün! 


1921

 …Kemalist hareketin yöneticileri arasında, Anadolu burjuvazisi ve Anadolu aydınlarının temsilcilerinin yanı sıra, derebeyleri, mollalar ve hatta kabile şeyhlerinin de bulunuşuydu. Bu çevreler, Kemalist harekette Osmanlı İmparatorluğu’nun, dolayısıyla da kendi ayrıcalıklarının güvencesini görüyorlardı. Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin başlangıç evresinde bu feodal ve dinci çevrelerin etkisi henüz çok güçlüydü. Bunlar hareketin bir tarım devrimine dönüşmesinden korkarak, onu sadece yabancı işgalcilere karşı bir savaşın sınırları içinde tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Nazım Hikmet, “kara kuvvet” diye adlandırıyordu bu sarıklıları…


Nazım Hikmet, Yaşamı ve Yapıtları

Ahmet Taner Kışlalı ABD Atatürk'e Niçin Karşı?

Önceki yazımda bazı somut bilgiler vardı.

ABD’li bazı “servis”lerin, Türkiye’ye yönelik çabaları ile ilgili bilgilerdi bunlar. Atatürk’ü ve Kemalizm’i yıkmak için gösterilen çabalar yanyana geldiğinde, ortaya yadsınamayacak bir tablo çıkıyordu. Ama bu tabloya eklenecek, birkaç fırça darbesi daha kalmıştı.

Varan bir   :
“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor; ama “yeni dünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür… Aydınların imam hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir…

Atatürk’e “deccal” diyen Said – i Nursi ve Nurcular ilericidir… Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler…

Varan iki   :
Samuel Huntington gibi “bazı” ABD’li yazarlar, Kemalizme karşı “ılımlı İslam”a sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin batı ile bütünleşmesini istemiyorlar. Türkiye’nin “yeni dünya düzeni” içindeki yerinin “ılımlı İslam” olması gerektiğini düşünüyorlar. Batının çıkarının bunu gerektirdiğini savunuyorlar…

Varan üç   :
CIA Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller de, üç yıl önce bir Türkiye raporu hazırlıyor… Ve özellikle “Kürt sorunu”na elatıyor:

Irak’ın “üniter” yapısını koruması ABD çıkarlarına uygun değildir. Türkiye Kürtlere özerklik verirse, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bir bütünleşme gerçekleşebilir. En kötü şey, Türkiye’nin Irak’a yakınlaşmasıdır.

Şimdi gelelim sorunun yanıtına: ABD “servis”leri Atatürk’e niçin düşman?

Bunun dört temel nedeni var.

Birincisi…
Laik – demokratik Kemalist model, “ihraç” etmeye elverişli değildir. Türkiye’nin toplumsal kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar. “Ilımlı İslam” ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, ABD çıkarlarına daha uygundur!

Üstelik, petrol zengini Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin varlığını koruması açısından, Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Bu rejimlerin varlığı, Amerikan çıkarlarının güvencesindedir!

İkincisi…
Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ise, ABD’nin ve genel olarak batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğuda büyük bir güç olmamalıdır!

Üçüncüsü…
Türkiye’nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir.
Bir adım sonrası ise, komşu devletlerin de parçalanması ile, “bağımsız” bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Her zaman ABD’ye muhtaç böyle bir devlet… Amerikan çıkarları için en iyi çözümdür. Ama bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye’de Atatürk’ün ve ilkelerinin yıkılmasıdır!

Dördüncüsü…
Yeni dünya düzeninde, uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel “ulusal devlet”tir. Türkiye’de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı ise bir gerçektir!

24 Mayıs 2013

Zahir - Paulo Coelho


Gözden kaybolmuştu ama ancak şimdi anlıyordum ki Zahir, bir nesneyi takıntı haline getirmiş bir adamdan çok daha öte bir şeydi, Borges’in öyküsünde bahsettiği Kurtuba camiinin bin sütunundan sadece biriydi, ya da iki senedir korkunç biçimde tecrübe ettiğim üzere, Orta Asya’da bir kadındı. Nesilden nesle aktarılmış her şeye yönelik bir takıntıydı Zahir, hiçbir soruyu cevapsız bırakmıyor, bütün boşluğu dolduruyor, her şeyin değiştiği gerçeğini hesaba katmamıza asla izin vermiyordu.

Savaş muhabiri karısı bir gün ansızın kayıplara karışan ünlü bir yazar… Paris gecelerinde gizli buluşmalar… Şamanlar ve berduşlar… Yoksulluklarına rağmen hayatı dolu dolu yaşayanlar… Yazgılarının peşinden koşanlar… Yüreğini pusula ederek yollara düşen bir âşık…

Paulo Coelho’nun en samimi romanlarından Zahir, Santiago Yolu’nda filizlenip Paris sokaklarından geçerek Orta Asya’nın bozkırlarına uzanan büyüleyici bir aşk hikâyesi.

Aşk vahşi bir güçtür. Zapt etmeye çalışırsak bizi mahveder. Hapsetmeye çalışırsak bizi köle eder. Anlamaya çalışırsak bizi şaşkına çevirir.

* * *

  "Seni kendimden bile daha çok seviyorum." Eğer bunu söyleyebilirsem kendimle barış içinde yaşamayı sürdürebilirim, çünkü bu aşk beni rehin aldı.

Ünlü, başarılı, zengin bir yazarın savaş muhabirliği yapan karısı Esther bir gün ansızın ortadan kaybolur. Esther kaçırılmış mıdır, öldürülmüş müdür, yoksa kocasını mı terk etmiştir? Çok sevdiği karısını bulmak için yanıp tutuşan yazar, Esther'in en son birlikte görüldüğü Kazak genci Mikhail'le birlikte Fransa'dan İspanya'ya, Hırvatistan'dan Orta Asya steplerine uzanan bir yolculukta bulur kendini. Bu büyülü yolculuk giderek bir "iç yolculuğa" dönüşecek, yazar yazgının gücü ve aşkın doğasını yeniden keşfedecek, yaşamına yeni değerler biçecektir... Günümüzün en çok okunan yazarlarından Paulo Coelho, daha önce yayınladığımız Simyacı, On Bir Dakika, Veronika Ölmek İstiyor gibi romanlarından sonra Zâhir'de de, okurlarını bir ruh yolculuğuna çıkarıyor. Zâhir'i okuduğunuzda, kendinizi daha derinden tanıyacaksınız.

 
Güneşin, denizlerin, rüzgarların enerjisinden yararlanabiliriz.Ancak, insanoğlunun sevginin enerjisinden yararlanmayı öğrendiği gün, ateşin keşfedildiği gün kadar önemli olacak...Zâhir
 
Biz bir isyanın içinde doğduk. Tüm hevesimizi onun içine boşaltıyoruz, yaşamlarımızı ve gençliğimizi riske atıyoruz ve birden korku duyuyoruz; ilk anda duyduğumuz keyif, yerini yorgunluk, monotonluk, kendi yeteneklerimizden kuşkulanmak gibi baş etmemiz gereken gerçek zorluklara bırakıyor: Bazı arkadaşlarımızın çoktan vazgeçtiğini fark ediyoruz.

Bazı şeylerin gitmesini izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir. Onları serbest bırakmak. Gevşek olanı kesmek. İnsanların hiç kimsenin işaretli kağıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamında yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişi olmayı bırak ve şu anda kimsen o ol.
 

Maksim Gorki "Yemelyan Pilyay"


Tuza gitmekten başka çare kalmadı! Bu iş bize çok tuzluya oturacak ya, hiç yolu yok kardeşçik. Bu gidişle açlıktan kuyruğu titreteceğiz yoksa.
Arkadaşım Yemelyan Pilyay bunu söyleyip elini tütün kesesine attı, sabahtan beri belki onuncu kez çıkarıp baktı. Onun tıpkı dünkü gibi bomboş olduğuna aklı kesince içini çekti, tükürdü, sırtüstü uzandı. Kızgın bir güneşle aydınlanan bulutsuz göğe bakarak ıslık çalmaya koyuldu.
Odesa'dan üç verst ötede, deniz kıyısında bir kumsala uzanmış, aç karnına yatıyorduk. Ne kadar aradıysak iş bulamamıştık orada. Yemelyan, başını bozkıra, ayaklarını denize vererek uzanmıştı. Kıyıya doğru birbiri arkasına  koşup  gelen  dalgalar,  onun  çıplak ve kirli ayaklarını  yumuşak  bir  hışırtıyla yakıyor;  arkadaşım
güneşten kamaşan gözlerini kırpıştırarak kâh bir kedi gibi geriniyor, kâh vücudunu denize doğru biraz daha kaydırıyordu. O zaman dalgalar neredeyse omuz başlarına kadar çıkıyor, bu da pek hoşuna gidiyordu onun.
Ben limandan yana bakıyordum. Mavi, yoğun bir duman tabakasıyla örtülü direkler yığını görünüyor; çapa zincirlerinin  boğuk  şangırtıları,  lokomotiflerin  çığlıkları  bize  kadar  ulaşıyordu.  Orada,  karnımızı doyurma konusunda sönüp giden umudumuzu canlandıracak bir şey göremeyip ayağa kalktım; Yemelyan'a:
-
Davran öyleyse! dedim. Tuzlaya gidiyoruz.
Yemelyan, gözlerini gökyüzünden ayırmadan:
-
İyi ya, git!.. dedi. Bakalım üstesinden gelebilecek misin bu işin?
-
Orada belli olur.
O, parmağını bile kıpırdatmadan:
-
Demek gidiyoruz ha? diye söylendi.
-
Gidiyoruz dedik ya!
-
Pekâlâ!  Ne  yapalım?  İştir...  gideceğiz...  Yerin  dibine  batası  Odesa  da  burada,  olduğu  yerde  kalacak!
Şeytanlar götürsün onu!.. Liman kentiymiş!.. Hıh!.. Allah belasını versin!..
-
İyi, iyi... Anladık... Kalk da gidelim. Sövüp saymakla karnımız doymaz.
-
Nereye gidiyoruz? Tuzlaya mı? Peki... gideriz... Fakat orada da elimize bir şey geçmeyeceğini unutma kardeşçik...
-
"Gidelim" diyen sendin.
-
İyi ya... Sözümü geri alacak değilim... Ama yine de elimize bir şey geçmeyecek!...
-
Niye?
-
Niye ha?.. Orada bizi dört gözle beklediklerini, varır varmaz: "Hoş gelip safalar getirdiniz Yemelyan ve
Maksim  efendiler;  eşek  sudan  gelinceye  kadar  çalışın  ve  paracıklarımızı  alın!..."
diyeceklerini  mi sanıyorsun? Yok azizim... Hiç öyle olmayacak! Şu anda her ikimiz de derilerimizin sahibiyiz; bunu unutma!...
-
Anladık... Uzun etme... Kalk da gidelim artık...
-
Dur bakalım!... Orada ne olacak biliyor musun? Dosdoğru tuzla müdürünün karş
ısına çıkacak, son derece saygılı bir tavırla: "Sayın soyguncu, merhametli kan içici!" diyeceğiz. "Derilerimizi işkembenize sunmaya
geldik! Altmış kapik karşılığında onları yirmi dört saat yüzmek lütfunda bulunmaz mısınız?" Eh... Be
lki o zaman işe alırlar
bizi...
-
İnceldiği yerden kopsun... Hadi, davran da gidelim... Akşam üstü dalyana uğrar, ağların ayıklanmasına yardım ederiz. Bakarsın akşam yemeğini çıkarırız böylece.
-
Akşam yemeği ha? Bak bu olabilir! Balıkçılar yiğit insanlardır. Doyururlar bizi. İyi ya... gidelim öyleyse...
Fakat  elimize  bir  şey  geçmeyeceğini  de  aklından  çıkarma  kardeşcik.  Bu  hafta  işimiz  hep  ters  gitti.
Düzeleceği de yok...
Sırılsıklam bir halde kalktı; silkindi. İki un çuvalının birbirine eklenmesiyle yapılmış pantolonunun ceplerini araştırdı; bomboş çıkan ellerini yüzüne yaklaştırarak ağlamaklı bir sesle:
-
Zırnık bile yok!.. dedi. Dört gündür arıyorum; hiçbir şey çıkmıyor! İşler pek kötü kardeşcik!..
Ara sıra laflaşarak kıyı boyunca yürümeye başladık. Ayaklarımız küçük deniz hayvanlarının kabuklarıyla kaplı  yumuşak  kumsala  batıp çıkıyor,  dalgalar  uyumla  hışırdıyordu.  Denizin  taşıyıp  getirdiği  ağdalaşmış denizanalarına; şişmiş, kararmış ağaç parçalarına ve küçük balıklara raslıyorduk kimi zaman... Serin, taze bir meltem denizden bozkıra doğru esiyor, kumları tozutarak uzaklaşıyordu.
Neşeli bir adam olan Yemelyan bugün sıkıntılıydı. Onu eğlendirmek için:
-
Yemelyan, bir şeyler anlatsana! dedim
-
Anlatırdım anlatmasına ya, insanın midesi boş olunca dili de dönmüyor kardeş! Şu dünyada
çeşit çeşit insana raslarsın; ama midesi olmayana raslayamazsın! İnsanın midesi doldu mu, ruhu da canlanır! Her şeyin başı midedir...
Sustu. Sonra:
-
Eh, kardeşcik... diye sözlerini sürdürdü. Şimdi şu deniz bin ruble fırlatıverseydi bana! Hey anam be
! Hemen
bir meyhane açardım. Seni yanıma yamak alır, kendime de tezgahın arkasında bir döşek serdirip birşarap fıçısını hortumla ağzıma bağlatırdım. Canım biraz neşelenmek istedi miydi, "Hey Maksim!" diye bağırırdım,
"Aç şu musluğu" Lık
-
lık
-
lık... İç babam içerdim... Oğlum Yemelyan, yutkun bakalım... Ne hoş olurdu be!..
Köylü milletine, o toprak sahiplerine de bilirdim yapacağımı... Soyup soğana çevirir, derilerini yüzer yüzer de içine saman teperdim!.. "Yemelyan Pavlıç! Veresiye bir kadehcik içsem!.." "Ha?.. Ne
dedin?.. Veresiye mi?..
Veresiyemiz yok arkadaş!.." "Yemelyan Pavlıç!.. Acı bana!.." "Peki, önce biraz terle de bir düşüneyim; sonra bir kadehcik veririm belki..." Hah! Hah! Hah! Bilirdim o şeytanlara yapacağımı...
-
Bu kadar merhametsiz olmanın sebebi ne
? Görmüyor musun, köylü de aç!..
-
Ne? Köylü de aç, öyle mi? Peki, ben aç değil miyim? Ha?.. Kardeşcik... Doğdum doğalı açım ben... Hem
de hiçbir kanun maddesi söz etmez bundan... Ya!.. Köylü açmış... Niçin? Kıtlıktan mı? Kıtlık onun kendi kafasında!.. Tarladaki kıtlık sonra gelir, anladın mı?.. Niçin yabancı ülkelerde kıtlık olmuyor? Çünkü ordaki insanların kafası ense kaşımak değil, düşünmek için yaratılmış!.. Ya... Kardeşcik... Oradaki insanlar istedilermi bugünün yağmurunu yarına ertelerler. Güneş yakıcı olmaya başladı mı onu da bir bulutla örtüverirler. Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Hiç!.. Neyse, canı cehenneme!.. Şimdi bin rublem olsa da bir meyhane açsaydım, gerisi vız gelirdi...
Sustu, elini alışkanlıkla yine tütün kesesine attı. Çıkardı, evirip çevirdi, baktı... baktı... öfkeyle tükürdü ve denize fırlattı onu.
Dalgalar  bu  kirli  armağanı  önce  bir  parça  açığa  sürüklediler,  fakat  az  sonra  gerisin  geri  getirip  kıyıya bıraktılar.
-
Demek almıyorsunuz ha? Şimdi görürüz!..
Yemelyan ıslak keseyi yerden aldı; içine bir taş koydu; kolunu hızla sallayarak denizin uzaklarına fırlattı.
Güldüm.
-
Hey!.. Niçin dişlerini gösteriyorsun?.. Ne insanlar be!.. Kitap okuyor, hatta onları yanında taşıyor, ama bir insanı anlayamıyor! Dört gözlü hayalet!..
Banaydı bu söz. Yemelyan'ın adamakıllı kızgın olduğunu anladım. Çünkü ancak herkese ve her şeye karşı nefretle dolu olduğu zamanlar gözlüklerime dil uzatırdı. Yoksa, elimde olmaksızın taşıdığım bu süs, onun gözünde özel bir saygı kazandırmıştı bana. Tanıştığımız ilk günlerde, hatta bir Romanya gemisine birlikte kömür  yüklerken,  ikimiz  de  şeytan  gibi  kapkara  kesildiğimiz,  ikimiz  de  paçavralar  ve  yara  bere  içinde
olduğumuz halde, bana hep "Siz" demekten kendini alamamış, hep saygılı bir tavırla konuşmuştu.
Özür diledim ve onu bir parça olsun yatıştırabilmek için yabancı ülkelerden söz açtım. Az önce yağmur ve güneş için söylediklerinin gerçeklere dayanmadığını, bunların mitolojiden çıkma şeyler olduklarını anlatmaya koyuldum.
Yemelyan arada bir:
-
Bak hele!.. Vay canına!.. Demek öyle!.. diye söylenip duruyordu ya, onun şu sırada ne yabancı ülkelere, nede orada yaşayan insanlara aldırış etmediğini seziyordum. Bu konu kendisini her zaman ilgilendirdiği  halde, o sırada beni hemen hemen hiç dinlemiyor; gözlerini kısmış, uzaklara bakıyordu.
Bir ara eliyle belirsiz bir hareket yaparak:
-
Varsın  öyle  olsun,  dedi.  Ben  senden  şunu  sormak  istiyorum:  Şimdi  paralı  bir  adam  çıksa  karşımıza, (yüzüme yandan bir göz attı, sözcüklerin üstüne basa basa tekrarladı) hem çok paralı bir adam; şu dünyada biraz da insanca yaşamak için eşekler cennetine gönderir miydin onu?
-
Şüphesiz ki hayır! diye karşılık verdim. Hiç kimse mutluluğunu bir başkasının hayatıyla satın alma hakkına sahip değildir.
-
Ya!.. Öyle mi dersin... Bunlar kitap laflarıdır oğlum; kitaplarda yazar. Bu saçmaları ilk olarak yumurtlayan efendi, başı darda kalsa, gözünü kırpmadan canını alırdı bir başkasının. Hiç kuşkum yok bundan.
 
Hak!
Senin hak dediğin şey budur işte!..
Yemelyan'ın iri yumruğu burnumun dibinde bitiverdi.
-
Herkes şu ya da
bu biçimde işte bu hakka dayanarak işini yoluna koyar! Anladın mı?
Gözlerini kıstı, soluk renkli kaşlarını çatarak sustu.
Ben de susuyordum. Kızdığı zaman ona karşı çıkmakla bir şey elde edilemeyeceğini öğrenmiştim artık.
Dalgaların getirip ayaklarının dibine bıraktığı bir ağaç parçasını denize fırlatarak içini çekti:
-
Şimdi bir parça tütün olsaydı...
Baktım, sağımızda, bozkırda iki çoban oturuyor. Yemelyan:
-
Merhaba delikanlılar! diye seslendi. Bir parça tütününüz yok mu?
Çobanlardan biri arkadaşına döndü; çiğnediği ot parçasını tükürerek:
-
İşittin mi Mihail, tütün istiyorlar, dedi.


Mihail bizimle konuşmadan önce izin almak istermiş gibi gökyüzüne baktı, sonra bize dönerek:
-
Merhaba! dedi. Nereye gidiyorsunuz?
-
Oçakov'a. Tuzlaya.
-
Vay anasını!
Adamların yanında bir yere oturarak sustuk.
-
Hey Nikita! Şu heybeni toparla da kargalar gagalamasın...
Nikita, bıyık altından gülerek heybesini toparladı. Yemelyan dişlerini gıcırdattı.
Mihail:
-
Demek tütün istiyorsunuz? diye sordu.
Ben:
-
Çoktandır içmedik, dedim.
-
Ne yapalım, içseydiniz!..
Yemelyan gözlerini belerterek:
-
Hey, Ukraynalı şeytan! diye kükredi. Eğleniyor musun bizimle? Piç! Bozkırda dolaşmaktan insanlığını da mı  yitirdin yoksa? Tepene yumruğu indirirsem gık demeden geberirsin.
Çobanlar sıçrayıp  kalktılar. Ellerinde uzun sopaları, yan yana durdular.
-
Hey ahbaplar, canınız dayak istiyor galiba!.. Haydi, yaklaşın da görelim...
Ukraynalı  şeytanların  canı  dövüşmek  istiyordu.  Besbelliydi  bu.  Sıkılmış  yumruklarına,  çakmak  çakmak  parlayan gözlerine bakılırsa, Yemelyan da kavgadan kaçıcı değildi. Benimse, hiç niyetim yoktu böyle bir  çatışmaya. Tarafları uzlaştırmaya çalışarak:
-
Kardeşler, durun! dedim. Arkadaş sinirlendi, hepsi bu. Siz de eğer verebilirseniz bir parça tütün ve
rin, yolumuza gidelim.
Çobanlar birbirlerine bakıp gülüştüler:
-
Şunu daha önce söyleseydiniz ya!
Mihail elini yeleğinin cebine soktu, kocaman bir tütün kesesi çıkarıp bana uzattı.
-
İstediğin kadar al!
Nikita da heybesinden büyük bir ekmek parçasıyla bolca tuzlanmış bir yağ topağı çıkarıp uzattı. Aldım.
Mihail güldü; biraz daha tütün verdi.
Nikita:
-
Sağlıcakla kalın! dedi.  Teşekkür ettim.
Yemelyan öfkeyle toprağa çöktü; adamların duyabilecekleri bir sesle:
-
Domuz oğlu domuzlar! diye homurdandı.
Ukraynalı çobanlar salına salına, arada bir bize göz atarak bozkırın derinliklerine doğru çekip gittiler. Ben de
Yemelyan'ın yanıbaşına çöktüm, onlara artık aldırmadan, büyük bir iştahla ekmekle yağı yemeye koyulduk.
Yemelyan  ağzını  şiddetle  şapırdatıyor,  burnundan  hızlı  hızlı  soluk  alıyor  ve  nedense  gözlerini  benden  kaçırmaya çalışıyordu.
Akşam olmak üzereydi. Denizin enginlerinde bir karanlık belirdi; az sonra dalgalar bulanık, koyu mavi bir renge  büründüler.  Altınımsı  bir kızıllıkla  çevrelenmiş  sarı ve  leylak  renkli  akşam  bulutları  ufka  dizildiler.
Gitgide koyulaşan karanlık, bozkıra doğru kaydı. Ötede, bozkırın en uzak noktasında, batan günün ışı
nları erguvan renkli kocaman bir yelpaze gibi açılarak toprağı ve gökyüzünü yumuşak, tatlı bir aydınlıkla ışıttı.
Dalgalar uyumlu bir hışırtıyla kıyıya çarpıyordu. Kıyıda pembemsi, enginlerde koyu mavi bir renge bürünen deniz, şaşılacak kadar güzel ve görkemliydi.
Yemelyan:
-
Şimdi tütünümüzü içelim işte! dedi. Şeytan götürsün sizi, Ukraynalılar! (Ve Ukraynalı çobanları kafa
sından büsbütün silmenin ferahlığıyla derin bir soluk alarak.) Daha gidelim mi, yoksa burada mı geceleyelim? diye sordu.
Yürümeye üşeniyordum.
-
Burada geceleyelim! dedim.
-
İyi ya...
Toprağa sırtüstü uzandı, gözlerini gökyüzüne dikti. Arada bir tükürerek sigarasını tüttürüyor, bense akşamın güzelliğini  içime  sindire  sindire  çevreme  bakıyordum.  Dalgaların  tekdüze  ezgisi, hışırdayarak  bozkıra yayılıyordu.
Yemelyan ansızın:
-
Paralı bir adamı zokalamak hiç de yabana atılacak şey değil! dedi. Hele işi iyi ayarlarsan..
-
Boş lafı bırak
! diye karşılık verdim.
-
Boş laf mı? Ne boş lafı? Kırk yedi yaşındayım ve yirmi yıldır bu işe yoruyorum kafamı. Benim hayatım hayat mıdır? Bir köpek hayatı! Hatta ondan da kötü!.. Onun bir kulübesi, kemirecek bir parça kemiği vardır
hiç  değilse!..  Ben  bir insan  mıyım?  Hayır  kardeş,  değilim.  Bir  solucandan,  vahşi  bir  hayvandan  daha kötüyüm.  Beni  kim  anlayabilir?  Hiç  kimse!  Peki...  Eğer  insanların  rahat  bir  hayat  yaşayabileceklerini  biliyorsam, niçin ben de öyle yaşamayayım? Ha? Hayat sadece o iblisler için midir?

Ansızın yüzüme baktı, çabuk çabuk:
-
Biliyor musun,  dedi.  Bir  gün  az  kalsın  oluyordu  bu  iş...  Ama  Allah  kahretsin!  Bir  budalaydım,  aptalın
tekiydim!.. Acıyacağım tuttu! İster misin anlatayım sana bu hikâyeyi?
Tabii üsteletmedim. Yemelyan bir sigara
daha sararak başladı:
Kardeşcik; Poltava'da oldu bu iş... Sekiz yıl önce, bir kereste tüccarının yanında çalışıyordum. İşe
 gireli bir yıl olmuştu; durumum da kötü sayılmazdı. Ansızın kendimi içkiye kaptırıp patronun altmış rublesini bu işe yatırdım. Üç ay hapse attılar beni. Çıktığımda ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Nereye gidersin? Ne üstte var, ne  başta.  On  param  yok.  Kentte  tanıyorlar;  kimse  iş  vermez.  Karanlık  işler  çevirmekle  ün  yapmış  bir adamdan söz edildiğini işitmiştim. Bir meyhane işletiyor, kentin
serserilerine yataklık ediyordu. Gidip onu buldum. İyi yürekli, son derece akıllı ve dürüst bir delikanlı çıktı karşıma. Büyük bir kitaplığı vardı. Çok okuyan, hayatın bütün cilvelerini bilen bir kimseydi.
-
Pavel Petroviç, yardım edin bana! dedim.
-
Tabii, diye karşılık verdi. Görevimiz. Aynı hamurdan yapılmış insanlar birbirlerine yardım etmelidir. Burasını evin belle. Yaşa, ye, iç, dünyada olup bitenleri gözetle!
Kardeşcik, çok akıllı bir adamdı bu Pavel Petroviç! Kendisine büyük saygım vardı. O da çok
severdi beni. Kimi zaman bütün bir gün tezgahın arkasında oturur, Fransız haydutlarının serüvenlerini anlatan kitaplar okurdu yüksek sesle. Zaten bütün kitapları haydutluk, soygunculuk, adam öldürme işleri üzerine dönerdi.
Hayran kalırdım bu Fransızlara. Hikâyelerini dinlerken kendimden geçerdim... Olağanüstü çocuklardı bunlar; olağanüstü işler çevirirlerdi. Kafa ve kol işiydi yaptıkları. Ah, ne yiğit adamlardı be! Fakat bir yerde mutlaka çuvallar, kitabın sonunda birdenbire adaletin pençesine düşüverirlerdi. Her şey tuzla buz olurdu...
Pavel Petroviç'in hikâyelerini dinleyerek iki ay geçirdim orada. Meyhaneye karanlık delikanlılar girip çıkar; birtakım parlak şeyler, saatçikler, bilezikler, buna benzer incik boncuk getirirlerdi. Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı. Sonra bir şenliktir başlar; içki ısmarlamaydı, bağırıp çağırmaydı derken, soygunu yapan delikanlının cebinde metelik kalmazdı. Ufak işlerdi bunlar kardeşcik! Kah biri, kah öteki, adaletin pençesine düşerdi. Hem de ne için? Yüz ruble çalınmış da, ondan! Yüz ruble! Bir insanın hayatı yüz rubleden fazla etmez mi acaba? Sersemler!
Bir gün Pavel Petroviç'e
:
-
Bütün bunlar çok ahmakça şeyler, dedim. İnsan bu gibi işler için kolunu bile kıpırdatmamalı.
Bana:
-
Hım!..  diye  karşılık  verdi.  Şimdi  bunu  nasıl  anlatmalı  sana?  İnsanların  kendilerine  saygısı  yok;  işte meselenin düğüm noktası burada! Kendi değerini bilen bir adam yirmi kapik uğruna bir kilit kırarak elini kirletir mi? Asla! Beni ele alalım: Şimdi ben, Avrupa kültürü almış bir insan olarak, yüz rubleye satar mıyım kendimi?
Ve kendini bilen bir insanın nasıl davranması gerektiği konusunda bana çeşitli örnekler verdi. Böylece uzun süre konuştuktan sonra:
-
Pavel Petroviç, dedim. Çoktandır şansımı denemek istiyorum ben de. Bu düşünce aklımdan çıkmıyor.
Görmüş geçirmiş bir insan olarak bu konuda benden öğütlerinizi esirgemeyin.
-
Hım!.. Niye esirgeyeyim... diye karşılık verdi bana. Fakat bir iş adamı olarak karını ve zararını kendine göre hesaplaman gerektiğini de unutma!. Neyse... Obaimov'u tanırsın. Kereste deposundan Vorskla yoluyla hep tek başına döner. Bildiğin gibi, paracıkları da hep üstündedir. Kahyad
an haftalık geliri almıştır çünkü. Günde üç yüz rublelik, hatta daha çok satış yaptıklarına göre, gerisini sen hesapla! Ne dersin bu işe?
Düşünceye  daldım. Obaimov  eski  patronumdu.  Bir  taşla  iki  kuş vurmuş  olacaktım.  Hem  bana  yaptığını ödetecek, hem de iyi bir vurgun vuracaktım.
-
İyice bir düşüneyim, dedim.
Pavel Petroviç:
-
Zaten başka türlü olmaz,  diye karşılık verdi.
Yemelyan sustu; sigarasını ağır ağır parmakları arasında döndürdü. Güneşin son ışınları da hemen hemen sönmüştü. Sadece küçük, pembe bir ışık demeti; gittikçe kararan gökyüzüne tiftik tiftik yayılan yumuşak bir bulutun  ucunu  süslüyordu.  Bozkır  kederli,  derin  bir sessizliğe  gömülmüştü.  Dalgaların  kesiksiz,  tekdüze şıpırtısı, bu kederli sessizliği daha da belirginleştiriyordu. Denizin üstündebirbiri arkasına yıldızlar parlamaya başladı. Bunlar o kadar parlak, o kadar ışıl ışıldılar ki, güneyin kadife gibi göğünü süslesinler diye daha dün yapılmışlardı sanki."İşte  kardeşcik...  Bu  işi  kafamda  iyice  tasarlayıp  aynı  gece  Vorskla  yolu  kıyısındaki çalılıklarda  pusuya yattım. Kalın bir demir çubuk vardı elimde. Aklımda yanlış kalmadıysa, ekim sonlarında oluyordu bu iş.
Gece, bir insanın kalbi kadar karanlıktı... Pusuya yatmak için daha elverişli bir yer bulamazdım. Hemen ilerde, nehrin üzerinde bir köprü vardı. Ucundaki tahtalardan birkaç tanesi eksik olduğu için yayan geçmek zorundaydı buradan. Öylece sinmiş, bekliyordum. İçim o kadar kötülükle doluydu ki, bir değil bin tüccar gelse temizlerdim! Kafamda en ufak bir pürüz yoktu. Bir vuruş, tamam!.. Ya!.. Her şey bu kadar basitti işte! Bütün sinirlerim yay gibi gerilmiş, bekliyordum. Tek bir vuruş! Paralar cebe! Evet! Tek bir vuruş! Bundan  daha kolay bir şey olamazdı.

Sen, insan istediği şeyi yapabilir diye düşünüyorsundur belki. Yok kardeşcik, yok! Yarın ne yapacağını söyle  bakayım. Saçma! Hangi yöne gideceğini bile söyleyemezsin. Ben orada pusuya yatmış, kereste tüccarının geçmesini bekliyordum. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Öyle bir işle karşılaştım ki, dünyada aklına gelmez.
Baktım,  kent  yönünden bir  gelen var.  Elinde  bastona  benzer  bir  şey,  sarhoş  gibi  sendeleye  sendeleye ilerliyor. Bir yandan da birbirini tutmaz bir şeyler mırıldanıp hıçkırıyor. Biraz daha yaklaşınca ne göreyim: Bir kadın!  Evet,  bir  kadındı  bu!  Hey  gidi  kör  şeytan!..  Az  daha  yaklaş  da  boynunu  bir  okşayıvereyim!  diye düşünürken, o dosdoğru köprüye yürüyüp birdenbire:
-
Dostum niçin, niçin? diye haykırmasın mı!..
Kardeş, öyle bir haykırıştı ki bu, içim parçalandı. Hay Allah! Ne iştir!.. Kadın tam benim bulunduğum yere doğru geliyordu. Toprağa sımsıkı abanmış, tir tir titriyordum. Az önceki kararlı adam ben değildim sanki.
Yaklaştı...Yaklaştı... Neredeyse ayağı bana takılacak. Yine birdenbire, yürek paralayıcı bir sesle:
-
Niçin? Niçin? diye haykırdı ve ansızın oracığa, hemen yanıbaşıma yuvarlandı.
Öylesine hıçkırıyordu ki kardeş, anlatamam. Onu dinlerken içim paralanıyor, fakat soluk bile almadan öylece yatıyordum. Hıçkırıklar dinmek bilmiyordu. İçimi bir keder kapladı. Kalk, kaç buradan diye düşündüm.
 Tam o sırada ay bulutların arasından çıktı. O kadar parlaktı ki, ortalık gün gibi aydınlandı. Dirseklerimin üzerinde doğrulup ona bir göz attım. İşte o zaman, kafamdaki bütün tasarılar uçup gitti; yüreğim duracak gibi oldu...
Minnacık bir genç kızdı bu, kardeşcik. Çocuk denebilecek kadar küçük bir şeydi. Şakaklarında buklecikleri, akça pakça bir çocuk. İri iri açılmış gözlerinden kocaman yaşlar yuvarlanıyor... Omuzcukları titriyor, titriyor...
İçim cız etti kardeşcik. Yüreğimi bir ateş dağladı sanki. Öhö! Öhö! Öhö! diye öksürdüm.
Kızcağız:
-
Kim o? Kim o? Kim var burada? diye bağırdı.
Korkmuştu besbelli... Hemen ayağa kalkıp:
-
Benim, dedim.
-
Siz kimsiniz?
Gözleri korkudan bir kat daha  büyümüştü. İncecik bedeni rüzgâra tutulmuş, küçük bir yaprak gibi tir
tir
titriyordu. Ya!.. İşte böyle!
.. "Kimsiniz?" diye sordu bana...
Yemelyan güldü.
-
Kim miyim? İlkin, benden korkmayın küçük hanım. Size bir kötülüğüm dokunmaz. Ben baldırıçıplaklar takımından biriyim. Anlarsınız ya...Sonra da bir yalan uydurdum tabii. Orada adam öldürmek için pusu yattığımı söyleyecek değildim ya!..
-
Benim için hepsi bir, diye hıçkırdı. Ben kendimi nehre atmaya geldim. Kardeş; öyle bir sesle söyledi ki bunu, yüreğim titredi. Dediğini yapacağı besbelliydi. Çok kötü bir durumda kalmıştım. Onun için ne yapabilirdim acaba?
Yemelyan ellerini kederle iki yana açtı; pırıl pırıl bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
Ansızın konuşmaya başladım kardeşcik. Neler söylediğimi bilmiyorum. Fakat sözlerimi dinlerken ben de heyecanlanıyordum.  Anlatmak  istediğim,  onun  o  kadar  genç  ve  güzel  oluş
uydu.  Gerçekten  de  güzeldi,
kardeşcik, çok güzeldi! Eh, neyse!.. Adı Liza'ydı. Ne söylediğimi bilmeden konuşup duruyordum. Konuşan kalbimdi. O, gözlerini açmış, beni şaşkın şaşkın dinlerken, ansızın gülümseyiverdi!..
Yemelyan,  yüreği  dağlanmış  gibi,  bozkırı  çınlatan  bir  sesle  haykırdı.  Gözlerinde  yaşlar  tanelenmiş, yumruklarını havaya kaldırmıştı.
O gülümseyince, içim eridi sanki. Önünde diz çöktüm:
-
Küçük hanım! Küçük hanım! dedim.
Başkaca bir söz çıkmadı ağzımdan. O, kardeşcik, başımı ellerinin arasına aldı, yüzüme bakarak tıpkı bir resim gibi gülümsedi. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylemek istiyordu. Sonunda gücünü toplayarak
:
-
Sevgili dostum, siz de benim gibi mutsuzsunuz, değil mi? dedi. Öyle değil mi? Ha? Söyleyin, iyi dost
!
İşte böyle söyledi.
Ve kardeşcik, beni alnımdan, tam şuracıktan öptü! Anlıyor musun? Hey Tanrım! Öptü
beni!.. Dostum! Kırk yedi yıllık hayatımda bundan daha güzel bir şey olmadı! Ya? İşte böyle! Oysa ben hangi niyetle gitmiştim oraya! Eh, hayat!..
Başını ellerinin arasına alarak sustu.
Bu tuhaf öykü çok etkilemişti beni. Derin uykuya dalmış bir insan gibi geniş göğsü düzenle inip kalk
an denize bakarak susuyordum.
Sonra kalkıp:
-
Beni eve kadar götürün, dedi.
Yan  yana  yürümeye  başladık.  Sanki  bulutların  üstünde  yürüyordum.  O  da yanıbaşımda  hikâyesini anlatıyordu bana. Zengin bir ailenin tek kızıymış. Şımarık büyütülmüş, anlarsın ya? 
Ders versin diye bir öğrenci tutmuşlar. Çocuklar birbirlerine âşık olmuş. Sonra oğlan gitmiş; kız da onu beklemeye başlamış.
Anlaşmaları böyleymiş.
Okulu bitirdikten sonra evleneceklermiş. Fakat gidiş o gidiş; oğlan dönmemiş bir
daha.  Kıza  da  "Sen  bana  yaramazsın"  diye  bir  mektup  göndermiş.  Kızın  onuru  kırılmış  tabii.  Kendini öldürmeye karar vermiş.

Hikâyesi buydu işte. Böylece evlerinin önüne kadar geldik. Bana:
-
Dostum, elveda! dedi. Yarın gideceğim buradan. Paraya ihtiyacınız var mı? Ha? Çekinmeyin, söyleyin.
-
Hayır küçük hanım, dedim. Hayır. Teşekkür ederim.
O durmadan:
-
Ne olur çekinmeyin, söyleyin! diye ısrar ediyor; bense:
-
Hayır, ihtiyacım yok küçük hanım, diyordum.
Kardeş, dünya gözümde değildi o sırada. Vedalaşıp ayrılırken tatlı bir sesle:
-
Seni hiçbir zaman unutmayacağım, dedi. Ne kadar tanımıyorsam da... umurumda değil!"
Yemelyan içini çekerek bir sigara daha sardı.
Gitti. Ben kapılarının önündeki bir sekiye oturdum. İçim hüzün doluydu. Gece bekçisi gelip:
-
Ne arıyorsun burada, dedi. Bir şey yürütmek niyetindesin, değil mi?
Bu sözler yüreğime ok gibi değdi. Suratının ortası budur deyip bir yumruk yapıştırdım bekçiye! Bağır
malar, düdükler... Haydi bakalım karakola! İyi ya, gideriz... Umurumdaydı sanki!.. Yolda bekçiye bir yumruk daha indirdim. Gece nezarette kaldım. Sabahleyin salıverdiler. Doğru Pavel Petroviç'in yanına gittim.
Gülerek:
-
Nerelerde sürttün? dedi.
Baktım, dünkü adamdı.
Fakat yine de yeni bir şey görür gibiydim onda. O güne kadar fark etmediğim bir şey.
Olup biteni bir bir anlattım. Beni asık bir yüzle dinledi, sonra:
-
Yemelyan Pavlıç! Siz bir budala ve bir hayvansınız, dedi. Defolup gitmek lütfunda bulununuz!
Ne olmuş?
Adam haklı değil miydi sanki? Çıkıp gittim. Ya! Başımdan işte böyle bir olay geçmişti kardeşçik!"
Sustu; ellerini boynunda kenetleyip uzandı, gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Gök kadife gibi, yıldızlar cıvıl  cıvıldı.  Dört  bir  yanımız  derin  bir  sessizliğe  gömülmüştü.  Dalgaların  şimdi  daha  hafiflemiş,  yumuşamış hışırtısı; uykulu, ölgün bir iç çekiş gibi geliyordu kulaklarımıza.
1893

Yol Arkadaşım "öyküler" 
Makar Çudra

Masumiyet Kehanetleri - William Blake

görmek bir kum tanesinde bir dünya
ve bir cennet bir yaban çiçeğinde
tutmak sonsuzluğu avucunda
ve ebediyeti bir saatin içinde
bir gerçeği kötü niyetle söylemişsen
daha kötüdür uydurabileceğin tüm yalanlardan
neşenin ve kederin örgüsü çok incedir
her kederin ve özlemin altında
ipekle örülmüş bir neşe yatar aslında
Kanısını asla değiştirmeyen adam durgun su gibidir ve zihnin sürüngenlerini besler.
soru soran kişi, ki oturuşu pek muzipçedir
yanıt vermesini asla bilemeyecektir
şüphe taşıyan sözleri yanıtlayan kişi
söndürür bilginin ışığını
daha değerlidir yoksulun çeyrek peni'si
tüm altınlardan afrika sahillerindeki
bir tutkunun içinde olmak sana iyi gelebilir
ama tutku senin içindeyse bu hiç iyi değildir
Eğer algının kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü: Sonsuz. 
Çünkü insan kendisini kapattı; ta ki tüm şeyleri mağarasındaki dar çatlaklardan görene dek.
aşk, özgür aşk, bağlanamaz asla
toprakta büyüyen bir ağaca
dostluğun yüreğimde çok kez sebep oldu acıya
düşmanım ol n'olursun -dostluk adına
aşk kördür hep kusurlara
yönelip durur hep hazza
kural tanımazdır, sınırsız ve uçarı
ve kırar her benliğin zincirlerini
Karşıtlar olmadan ilerleme yoktur. 
Çekicilik ve iticilik, akıl ve enerji, aşk ve nefret insanın varoluşu için gereklidirler. 
Bu karşıtlardan dindarların iyi ve kötü olarak adlandırdıkları şeyler doğar. 
İyi, akla uyan edilgen yöndür. 
Kötü, enerjiden doğan etken yöndür. 
İyi cennettir. Kötü cehennemdir.
eğer bir çember yarattıysan içine girilsin diye
kendin gir oraya ve bak bakalım gidiyor mu hoşuna
ne yaparsan yap bu yaşam bir kurgudur
ve çelişkilerden oluşur
Karşı çıkış gerçek dostluktur. 

23 Mayıs 2013

Cemal Süreya Üstü Kalsın

ŞİİR
Daha bir dokunaklı gelir şarkı şarkıdan 
Daha bir duygulu oluruz, ağlarız 
Bulutlar geçmedeyken, beyazken gürültüsüz 
Olan umudumuzla kalakalırız ortalıkta 
Bizim bu insanca üzgünlüğümüz dillere destan.
Daha bir yumuşak uçar kuş kuştan 
Gecelerin yanısıra iyimser, yavaş 
Yaşamanın mutluluğu sarar içimizi, serinleriz 
Kalıverdik mi bütün utancımızı, yoksulluğumuzu 
Başlar yeniden aramızda kadınlık, erkeklik, sevgililik 
Sevdalanırız yeni baştan.
Daha bir sevgili gelir gün günden
Daha bir yaşanacak buluruz yeryüzünü
İçimizde bir titreme hep öyle kalan
İnsanlığımızdan ötürü, güzelliğimizden, çirkinliğimizden
Bize kavun karpuz veren Tanrıyı
Sevmek gerektiğini biliriz.
(Mülkiye, Sayı: 22, Şubat 1954)

Murathan Mungan - Aşkın Cep Defteri

 
“Yazınca da Geçmiyor”, “Kedi Kapısı”, “Fal Metinleri”, “Bende Kalanlar” ve “Aşkın Cep Defteri” başlıklı beş bölümden oluşan ve bilinen edebi türlerden birine kolay dahil edilemeyecek olan kitapta şiir, öykü, metin ve aforizmalar yer alıyor. Bir deftere yazılabilecek şeyler... Aşk her zaman ardında okunacak bir şeyler bırakır.
🌹
- Aşk, bin defa.

 - Kimine hiç, kimine bin defa.

- Farklı yaşların ceplerinde unutulmuş, kâğıda dökülen ya da kâğıttan dökülmüş hatıralarıyla, aşk bin defa.

- Aşk demek, belki bu sefer olur, demek.

- Aşk kendini tekrarlayarak kanıtlar. En çok da sahibine.

- Kalbinden emin olmak iyidir. Sahibini sağlamlaştırır.

- Aşk öğretir, aynı hataları yinelememen için, ama yine aşk yüzünden yinelersin.

- Aşkın insana öğreteceği pek çok şey ve pek az şey vardır. Aşk da hayatın diğer öğretmenleri gibi büyük ölçüde öğrencisine bağlıdır.

- Kırk altı yaşında yazmaya başlıyorum bu metni ve yıllar sonra yeniden âşığım, sevgilim yirmi bir yaşında ve aramızda duran zaman hem çok var, hem hiç yok, bir gidip bir gelerek katediyoruz aramızda yaratılmış yeni zamanı.

- Bu yaşımda acıyla öğrendiğim bir gerçek. (Neden şuncacık bir gerçeği bile öğrenebilmek için, bunca yıl bekler insan? Yalın kural: Hayat her şeyi bir kerede öğretmiyor.)

Çok iyi bir âşığım ben. Harika bir âşığım. Tutku, ateş, incelik doluyum. Ama ne yazık ki iyi bir eş değilim. Âşık olmak başka bir şey, eş olmak başka... İlişki dediğin de eşle yaşanıyor. İlişkideki hızımın, kurgularımın, beklentilerimin karşı tarafa ne yaptığının hesabını her seferinde iyi yapabildiğimi söyleyemeyeceğim. Bir arkadaşımın dediği gibi, karşı taraftan kendi hızımı bekliyorum. 

 -Yalnızca bana değil, benim aşkıma da âşık oluyorlar. Onlara nasıl âşık olduğuma.

Kaç kez böyle oldu bu. Artık biliyorum.

- Öncesiz çiçekler birdenbire açılıveren aramızda

Yine mi, daha mı, hâlâ mı aşk

Ümit var mı hâlâ aşktan, hayattan

Kime ne, sana ne, bana ne, bana ne

Yalnızca aşk olsun istiyor insan

MURATHAN MUNGAN; AŞKIN CEP DEFTERİ

22 Mayıs 2013

Sean Penn'in gözünden Charles Bukowski

 
Sert Erkekler Şiir Yazar
Sean Penn'in gözünden Charles Bukowski


Interview, Eylül 1987.
Editörün notu: Time dergisi Charles Bukowski'yi "Amerikan ayak takımının mümtaz şairi," olarak nitelendirdi. Ancak şair gerçek hayran kitlesini Avrupa'da bulmuş. Bukowski bugün dünyanın en çok okunan şairlerinden biri. Kitapları sadece Almanya'da iki milyonun üzerinde satmış.
Bugün 66 yaşında olan Bukowski'nin 32 şiir kitabı, 5 öykü derlemesi ve 4 romanı var. En iyi bilinen eserleri Ekmek Arası, Kadınlar, Sıcak Su Müziği, Ölüler Böyle Sever, Postane, Sıradan Delilik Öyküleri ve Bana Aşkını Getir.
İlk senaryosundan yapılan film Barsineği sonbaharda tüm ülkede gösterime girecek. Başrollerinde Mickey Rourke ve Faye Dunaway'in oynadığı, yönetmenliğini Barbet Schroeder'in yaptığı film Bukowski'nin gençlik döneminden birkaç günü kapsıyor. Barsineği'nin iki esas karakteri Henry ve Wanda Amerikan toplumunun yakasına yapışan mumyalanmış yaşam tarzından kaçmaya çalışan iki kişidir," Bukowski'ye göre. "Henry ile Wanda teslimiyetin canlı ölümünü kabullenmeyi reddederler. Bu film onların cesur deliliklerine odaklanmaktadır."
Oyuncu ve şair Sean Penn'den Bukowski'yi ziyaret etmesini ve büyük adamın cesur deliliğine odaklanmasını istedik.
BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık - benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.
ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.
SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:
Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, " Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!" diye geçirirdim.
DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. "Tamam lan, gel bakalım," dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: "Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?" Ben de, "Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir," dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.
KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.
KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle:) NEREYE GİDİYORSUN? "Kaçıyorum burdan, bebeğim!" Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. "Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!" Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu.
YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. "Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?" diye sordu. "Tabii ki, hayır," dedim, "ben hayatı fotoğraflarım." Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. "Duman" benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir.
ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken "şair" ya da "şiir" sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık.
Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)
Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici.
CELİNE ÜZERİNE:
Celine'i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.
SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. "Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!" diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.
OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer'da şöyle bir şey okudum: "Kocanız eşcinsel mi?" Linda bir keresinde bana, "İbne gibi sesin var!" dedi. Ben de, "Öyle mi, hep merak ederdim," dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. "Kaşlarını yoluyor mu?" İçimden, hasiktir, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İbneyim! Tamam. The National Enquirer'a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.
MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber'dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr'ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber'dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… "komik bir uç," diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?
Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, "seni seviyorum," derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…
Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?... Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.
Hayatımda hiç ata binmedim.
Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.
HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.
Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, "Delilik bu, tam bir delilik!" diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor:)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!
İNSANLAR ÜZERİNE:
İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.
Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
"Hey, n'aber, moruk?" diye sorar.
"Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar."
"Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz."
"Şu işi bir düşüneyim, Frank."
"Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım."
"Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank."
"İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız."
"Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi'ndeolurduk."
"Doğru!"
HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. "Affedersiniz?" dedi. "Evet, ne istiyorsun?" diye sordum. "Siz Bukowski misiniz?" dedi. "Hayır!" dedim. "İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?" dedi. "Evet!" dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!
ŞÖHRET ÜZERİNE:
Öğütür insanı. Fahişedir, kancıktır, tüm zamanların en büyük öğütücüsüdür. Ben şanslıyım, çünkü Avrupa'da büyük bir şöhretim var, burdaysa fazla tanınmıyorum. Dünyanın en talihli adamlarından biriyim. Şanslı bir köpek. Şöhret korkunç bir şey gerçekten. Sıradanlık cetvelinde bir ölçüdür, birinci viteste çalışan beyinler. Değersizdir. Seçkin bir seyirci çok daha iyidir.
YALNIZLIK ÜZERİNE:
Hiç yalnız hissetmedim kendimi. Bir odada tek başıma kaldım, intiharın eşiğinde. Kendimi çok kötü hissettiğim oldu, ama hiçbir zaman birinin odaya girip kendimi daha iyi hissetmemi sağlayacağını düşünmedim… ya da birkaç kişinin. Başka bir deyişle, yalnızlık beni hiçbir zaman rahatsız etmemiştir, çünkü yalnız kalmaya doyamam. Ben kendimi insan dolu bir odada ya da tezahürat yapan seyircilerle dolu bir tribünde en yalnız hissederim. Ibsen'den bir alıntı yapacağım: "En güçlü insanlar genellikle yalnızdır." Hiçbir zaman içimden, "şuh bir sarışın içeri girip beni düzecek, taşaklarımı ovacak ve kendimi daha iyi hissedeceğim," diye geçirmedim. Hayır, onun hiçbir yararı olmaz. İnsanları bilirsin, "Hey, Cuma akşamı, ne yapacağız? Burda kös kös oturacak mıyız?" Evet, kesinlikle. Çünkü yok dışarıda bir şey. Aptallık sadece. Aptal insanlarla fingirdeyen aptal insanlar. Geceye koşa koşa çıkmak gibi bir ihtiyaç içinde olmadım hiçbir zaman. Barlarda gizlendim, çünkü fabrikalarda gizlenmek istemiyordum. Hepsi bu. Milyonlarca insan adına özür dilerim, ama ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim. Kendimden hoşnutum. Bildiğim en iyi eğlence kendimim. Biraz daha şarap içelim!
TEMBELLİK ÜZERİNE:
Önemlidir -tembellik etmeyi bilmek lazım. İşin özü tempodur. Yaptığından tamamen uzaklaşıp doğru zamanda mola almazsan her şeyi kaybedersin. İster aktör ol, ister ev kadını, fark etmez… Doruk noktalarının arasında hiçbir şey yapmadığın boşluklar olmalı. Yatağa uzanıp tavanı seyret. Bu çok, çok önemlidir… Hiçbir şey yapmamak, çok çok önemli. Ve bu çağdaş toplumda kaç kişi yapıyor bunu? Çok az. Bu yüzden herkes kaçık, saldırgan, öfke ve nefret dolu. Eskiden, evlenmeden önce, bütün perdeleri çekip yatağa girer, üç-dört gün yataktan çıkmazdım. Sıçmak için kalkar, konserve fasulye yiyip tekrar yatağa girerdim. Üç-dört gün yatakta kalırdım. Sonra kalkar, giyinir ve dışarı çıkardım. Pırıl pırıl bir güneş olurdu dışarda, harikulade sesler. Güçlü hissederdim kendimi, şarj edilmiş bir akü gibi. Ama canımı sıkan ilk şey ne olurdu, biliyor musun? Kaldırımda gördüğüm ilk insan yüzü. Şarjımın yarısını kaybederdim o anda. Kapitalizmle yüklü devasa, boş, aptal ve duygusuz bir yüz -"öğütülmüş" Ve içimden, "Ahhhh, yarısını götürdü!" derdim. Yine de değerdi ama, öteki yarısı benimdi. Evet, tembellik. Öyle derin düşüncelere dalmaktan filan da söz etmiyorum. Serbest düşünce, bir yere varmaya çalışmadan… salyangoz gibi. Harikuladedir.
GÜZELLİK ÜZERİNE:
Güzellik diye bir şey yok, özellikle insan yüzünde… fizyonomi dediğimiz şey. Hatlar arası uyum söz konusudur, matematikseldir. Burun fazla göze batmasın, yanlar modaya uygun olsun, kulak memeleri fazla iri olmasın, saçlar uzun… Genellemelerden oluşmuş bir serap. Kimileri bazı yüzleri harikulade bulur, ama gerçekte, son kertede, değillerdir. Sıfıra eşitlenmiş cebirsel bir denklem. "Gerçek güzellik", tabii ki, kişilikte yatar. Kaşların biçiminde değil. Pek çok kadın bana beni harikulade bulduklarını söylemiştir… oysa benim yüzüme bakmak bir kase çorbaya bakmaktan farksızdır.
ÇİRKİNLİK ÜZERİNE:
Yoktur çirkinlik diye bir şey. Biçimsizlik vardır, ama dışa dönük bir çirkinlik yoktur… Ben konuştum.
BİR ZAMANLAR:
Kışın ortasıydı, New York'taydım. Yazar olmaya çalışıyor, açlıktan ölüyordum. Üç-dört gündür ağzıma lokma girmemişti. Sonunda, "kocaman bir torba patlamış mısır yiyeceğim," dedim. Tanrım, uzun zaman olmuştu bir şey tatmayalı, lezizdi. O patlamış mısır tanelerinin her biri biftekti sanki! Çiğniyordum ve zavallı mideme iniyorlardı. "TEŞEKKÜR EDERİM TEŞEKKÜR EDERİM TEŞEKKÜR EDERİM!" diyordu midem. Cennetteydim. Yürürken iki kişi geçti yanımdan ve biri diğerine "Tanrım!" dedi. Diğeri, "Ne oldu?" diye sordu. O da "Patlamış mısır yiyen adamı görmedin mi? Tanrım, korkunçtu!" Patlamış mısırın tadı biraz kaçtı bunu duyduğumda. Ne demek, korkunç, diye geçirdim. Korkunç mu? Cennetteyim lan ben. Biraz pejmürde bir halim vardı gerçi. Hapı yutmuş birini hissederler onlar.
BASIN ÜZERİNE:
Saldırıya uğramaktan hoşlanırım aslında. "İğrenç Bukowski!" Gülümserim bunu görünce, biliyor musun, hoşuma gider. "Ah, berbat bir yazar!" Bu beni daha da sevindirir. Beslenirim bununla. Ama biri bana, "Hey, seni bilmem hangi üniversitede ders olarak okutuyorlar," dediğinde ağzım açık bakakalırım. Bilmiyorum… fazla kabul görmek ürkütücü. Bir yerlerde yanlış bir şey yaptın demektir.
Hakkımda söylenen kötü şeyler eğlendirir beni. Kitap satışlarını artırır ve beni kötü kılar. Kendimi iyi hissetmeye ihtiyacım yok, çünkü iyi biriyim zaten. Ama kötü? Bu yeni bir boyut katıyor bana. (Sol elinin serçe parmağını kaldırarak) Bu parmağı fark ettin mi daha önce? (Parmak felce uğramış gibi aşağı doğru kıvrık) Bir gece sarhoşken kırdım. Nasıl kırdım bilmiyorum, ama doğru kaynamadı gördüğün gibi. Gel gör ki klavyenin "a" tuşu için mükemmel… ve neden gizleyeyim… kişiliğime katkıda bulunuyor. Gördün mu, şimdi hem kişiliğim hem de farklı bir boyutum var. (Gülüyor.)
CESARET ÜZERİNE:
Cesur insanların çoğunun hayal gücü zayıftır. İşler yolunda gitmezse başlarına gelecekleri kestiremezler sanki. Gerçekten cesur olanlar hayal güçlerini yenip yapmaları gerekeni yapanlardır.
KORKU ÜZERİNE:
Hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
ŞİDDET ÜZERİNE:
Şiddetin çoklukla yanlış yorumlandığını düşünüyorum. Belli bir şiddet gereklidir. Hepimizin içinde çıkmayı talep eden bir enerji var. O enerji bastırılırsa deliririz. Hepimizin arzuladığı o mutlak huzur hali arzulanacak bir bölge değildir. Bir şekilde yapımıza uygun değil. Boks maçlarını seyretmeyi bu yüzden seviyorum, gençliğimde de bu yüzden severdim arka sokaklarda dövüşmeyi. "Enerjinin şerefli bir biçimde dışa vurulması," bazen şiddet olarak yorumlanır. "İlginç delilik" ve "iğrenç delilik" vardır. Şiddetin de iyi ve kötü biçimleri var. Yani belirsiz bir sözcük şiddet. Başkalarına fazla zarar vermedikçe yerine göre iyi olabilir.
FİZİKSEL ACI ÜZERİNE:
Çocukluğumda matkapla deldiler beni. İri çıbanlarım vardı. Fiziksel acıya karşı dayanıklılık kazanabiliyorsun. Hastaneye gidiyordum ve beni deliyorlardı, bir gün içeri biri girdi ve "ömrümde matkaba bu kadar dayanıklı birini görmedim," dedi. Cesaret değil bu -çok fazla fiziksel acıya maruz kalırsan, teslim olursun- bir süreçtir, uyum sağlarsın.
Zihinsel acıya uyum sağlanmaz ama. Benden uzak olsun.
PSİKİYATRİ ÜZERİNE:
Psikiyatri hastalarını ne bekler? Fatura.
Psikiyatr ile hastası arasındaki temel sorun psikiyatrın kitabı harfiyen uygulamasıdır, oysa hasta hayatın ona yaptıkları için oradadır. Kitapta bazı doğrular olmakla birlikte, sayfalar hep aynıdır, oysa her hasta biraz farklıdır. Kişisel sorunların çeşitliliği sayfa sayısından çok daha fazladır. Anlıyor musun? "saati şu kadar dolar, zil çaldığında seans bitmiştir," diyemeyeceğin kadar çok deli var ortalıkta. Bunu duymak insanı yarı yarıya delirtir zaten. Tam kendilerini daha iyi hissedip açılmaya başladıklarında psikiyatr, "Hemşire, bir sonraki randevuyu ayarlayın," der ve hasta buz gibi kalır. İğrenç bir dünya. Tek düşündükleri paranı almak. Seni tedavi etmek değil. Para, para. Zil çalınca bir sonraki deliyi getirin. Hassas deli zil çaldığında bir güzel düzeleceğini bilir. Deliliği tedavi etmenin sınırı yoktur, faturası da olmamalı. Benim gördüğüm psikiyatrların çoğunun birkaç tahtası eksik zaten. Ama fazla rahatlar… hepsi fazla rahat. Bence hasta biraz delilik görmek ister, çok değil ama. Offf! (Sıkılıyor) PSİKİYATRLAR TAMAMEN YARARSIZDIRLAR! Sıradaki soru lütfen?
İNANÇ ÜZERİNE:
İnanan insanlar için iyidir inanç. Benim sırtıma yüklemeyin ama. Bir tesisatçıya kutsal ruhtan daha fazla inancım var benim. Tesisatçılar son derece yararlı bir iş yaparlar. Bokun akmasını sağlarlar.
OLUMSUZLUK ÜZERİNE:
Her zaman olumsuz olmakla suçlandım. Çamur atma sanatından başka bir şey değildir olumsuzluk. Zayıflıktır bence. " Her şey yanlış! HER ŞEY YANLIŞ!" demekten başka bir şey değildir. "Bu doğru değil!" "O doğru değil!" İnsanın o anda olup bitene uyum sağlamasına engel olan bir zayıflıktır olumsuzluk. Evet, kesinlikle zayıflıktır, aynı iyimserlik gibi. "Güneş parlıyor, kuşlar ötüyor, gülümse." O da palavra. Gerçek ikisinin arasında bir yerde yatıyor. Her şey olması gerektiği gibi. Baş etmeye hazır değilsen… geçmiş olsun.
GELENEKSEL AHLAK ANLAYIŞI ÜZERİNE:
Cehennem olmayabilir, ama yargılayanlar bir tane yaratabilir. İnsanlara çok fazla şey öğretildiğini düşünüyorum. Her şey fazla öğretiliyor. Başına gelenlerden öğrenebilmelisin, tepkinden. Tuhaf bir sözcük kullanmak zorundayım burda… "İyi". Nerden geldiğini bilmiyorum, ama hepimizin içinde doğuştan bir iyilik damarı olduğunu düşünüyorum. Tanrı'ya inanmıyorum, ama içimizdeki o iyilik damarına inanıyorum. O damarı beslemek mümkün. Tampon tampona trafikte biri sana yol verdiğinde sihirdir her seferinde… Umut verir insana.
SÖYLEŞİLER ÜZERİNE:
Köşeye sıkışmak gibi. Mahcubiyet verici. Bu yüzden her zaman bütün doğruyu söylemem. Doğrunun etrafında dolanıp kafa bulmayı severim, bu yüzden de eğlendirmek ve palavra adına bazen yanlış bilgi de veririm. Beni tanımak istiyorsan asla söyleşilerimi okuma. Bunu da yok say. 


Çeviri Avi Pardo, "Güneş İşte Burdayım"dan

Taş Parçaları - Birhan Keskin

III
Madem arkandan ağlamamı bile çok gördün bana
Al bu taşlar senin olsun… O halde ve bundan böyle
Bütün davullar vursun, telleri kopsun sazların
boşluğa bağırsınlar, birlikte;
Kan kusacağız.
Kan kusacağız.
Madem dünya bunca zalim
Madem yakışmıyor kalbimize.

Bütün davullar gümlesin
Boşluktan gelen, boşluğu dolduranı
Boşluğa böğüreni
Vursunnnn.

Bak! nasıl kan kusuyor külde uyuyan
Dünya görsün.
IV
Her kezim ben
Küle ne öğretebilirse hayat
Onu öğretti bana da.
(…)
Ben külün içinde çok uyumuşum.
Ben külün içinde çok uyudum.
Ben külün içinde çok uyudum.
II
İçerde tıkanan çığlık dışarda inliyor
Sabaha karşı
Uyku kabul etmiyor beni
Dışardan bir yerden uzuuuuunnnnuzun
Bir inilti kopuyor.
İçimde zulmün duvarları.
Uykuuuuuuuu
alsana beni koynuna.

Kalktığımda,
Banyoya seyirttiğimde gözümden sesler boşanıyor.
İçerde,
sonra bu sessizce akan yaşlar senin, diyor. İçimin duvarlarında
bu taşlar oturuyor,
çıkaramadığım bir ses var, benden onu çıkarıyor,
Taşın sessizliğinde:
Kalın, ilkel, boşluğa doğru, gecenin kovuğundan
Dışşşşarı doğğğruuuu:
Seni bu yalan dünyaya saldım sonunda
acıyor çoooooookkkkkkkkkkkkk,
VI
Ben seni hep sevgilim ben seni hep
yüzünden geçen dalgalardan okudum.
Gözlerine sevgi okudum ellerine şefkat okudum
Annen seni inkâr etmişti
Aldım etime dokudum.
V
Yanmamı bekleme benden
Ben ne çok yandım, biliyorsun.
Yanamam ben yanamam
yanamam küllerim uçuyor.
Rüyamda sapladığın jiletler etimde
Kanamıyor acımıyor.
Acımıyor
Bu dünya buz, bu buz
zzzzzzzzzzzda
Hiçbir şey acımıyor.
Bunlar yalan,
Yalan söylediklerim
Yalan söylediklerin
Bunlar sadece dünyaya yakışıyor.

Küldüm ben zaten
Küldüm zaten küldüm zaaaateeeen
Kalmışsa eğer
Külün içinde şimdi insanım
uyanıyor.

Dünya görsün şimdi.
Bembeyazzzz
dünya.
Yoluna baş koyup buzzzdaaaaaaa
Kan kusanı.
I
Tek tek dururken onlar
Öbürü henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor:
O ikisi yan yana, alt alta geldiklerinde
Dünya böylece daha geniş oluyor.
Biri ötekine ateş sunuyor
ve eski kitaptan çıkıp başka bir anlam
oldukları gibi oluşlarını da beraberlerinde taşıyarak
çoook eski bir kitapta, ısınsın diye
masalı tetikliyor
ama yine de olduklarının ötesine taşan bir başka masal oluyor.
Öbürü, henüz yanına gelmemiş olanı çağırıyor:
Masal mıydılar, soruyor…
Maaaasssssssaaaaallllllllllllllll…
VII
Dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
Düşsün, olsun, bırak,
içinde yıldızlar patlıyor.
Kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
Yoluna baş koymak diyoruz
Biz barbarlar buna.
VIII
Kırdım, evet, o yalan mekânı kırdım
Çıksın diye ortaya
Çırrrrrrrrıııllçıpplaaaaaaak:

Sen benim yuvamsın,
Yuvanım ben senin.
IX
Beni bilmediğim bir dünyaya attı…

Bir cümlem yok darrrrrğğmadaaaaaaanıım, bundan.

Bir düşümüz vardı, “birlikte yaşamak” koymuştuk adını,
çok acıyor, belki bundan. Aşkî bir cümle mi bekliyorsun benden.
Beklemeeeeeeeee.
Mutfakta reçel yapan iki kadın. Kırmızı biberleri filan.
Rüzgâr alan biraz tepe bir yer. Bakınca, iki yandan da
uffffffffffffuk filan.
Dünya yuvarlak değil de hafif elipsmiş gibi.
Kaldı ki iki kadın, dünyanın yuvarlağını zaten anlamayan.
Böyle. Kendime inandığım gibi inanmıştım ona da.
Aşk olanın ötesinde bir aşktan söz etmek, aaaaaaah
Bir inançtı desem.
Bu kadar dağılmam kendimi şimdi
bu dünyaya fırlatılmış gibi hissetmem, bundan.
Ne söylememi bekliyorsun
Hava aldıkça sızlayan bir diş var içimde.
Susmam bundan, konuşmam bundan.
Ben zaten o ilk acıyla ölmediğimde çok gücenmiştim hayata.
İnsan olmuştum ilk o zaman.
Ya da bozmuşlardı beni yenidoğandan.
Kendimi acıya teslim ettiğimde hatırladım,
ölünmüyordu, hatırladım.
Ölünmüyoooooorrrrrrrrrrdu.
XI
Acı çekerken de adil ol, diyor bana.
Adil ol. Sen değil misin inanan
hayatın büyük bir kader olduğuna,
kaderi yönlendirmek bile o büyük Kader’in
içindedir filllllllllllan.
O yüzden şimdi adil ol.
Sus. Söyleme böyle şeyler! Adil ol.

İnanmıyorsun değil mi?
Beni bilmediğim bir dünyaya attı,
diyyyyyyyorum.

Diyorum ki,
Sözde kalıyor her şey. Sözzzzzzzzde kalıyor.
Bir de bana adil ol, diyorsun.
X
Ey duymayan insanı,
Ey hayat dedikleri büyük kusur.


Ey kimselere değişmediğim
Ayrılığın neden bunca ağır?
Hani adalet?
Bir kasım’dan öteki kasım’a
Bir yanım kör bir yanım sağır.
XIII
Darmadağınım.
Darmadağğğnıııımmmm ve
Hepsi burada; Aprın Çor Tigin
Haşim, Kadı Burhaneddin
Hepsi burada, kör, topal, haşin
Bağğğğrrrrıyorlar:
Bırak soğusun,
Bırrrak soğusssuuun
bırak soğusun parçaların
tekrar bitiştiğinde
başka bir şey olacaksın.
XV
Ben başka bir şey olmak istememmm
İstemedim başka şey.
Sabırla sevgilim sabırla
Acılarımız eşitlensin bu şehirde
diye diye.
Bu şehirde etten geçip kalbe erişene
dek sabırla. Tek, sabırla.

Kaç kişi var bu şehirde
Ruhunu sana kubbe,
kubbeeeeeeeeeeeeeeeee
etmiş!
XIV
Büyük keder içerirmiş, gördüm, anladım
Etten geçip aşka varanın sevgisi.
Bunun yanında sevgilim bunun yanında
etin ihaneti, kısaca
hiçbir şeydir.
XII
Şimdi bir masaldan bir peri
Sessizce dinlesin beni,
Alsın yorgun başımı
Alsın cümlemi
Usulca kalbine koysun.

Benim cümle taşıyacak halim
yooooooğğğğğğğ.
XXXI
Katlanan, insanın birbirine yapışan yaralarından
bir yuva inşa etmektir aşk da, varla yok arasından
Ve ahşabı kemiren de ahşaba dahildir,
değil dışarıdan.
Beyhude insanın yuva arayışı ama
yine de yuva arar insan.

Dışarısı sevgilim, dışarısı senin
kendini sürekli kaçak kılacağın yollardan başka nedir?
Yollar ki hep gider, hep yatay.
Ah ben bu kubbe fikrine o yüzden
takılmışım; kubbe ki yüzseksen derece bir şey,
büyük bir arzuyla mümkün.
Gayret’in bildiğimiz ve unuttuğumuz anlamıyla örülen.
XVI
İn ordan, in ordan
İnnnnnnnnn, diyor bana
Zamanın ensesinden.

Ey Adalet’ten söz eden zalim
Şimdi bi dur, düşün:
Ev ki, en büyük mahremiyetti
Kimdi vuran, kimi, en mahreminden?
XVIII
En acısını sevgilim en acısını
tadayım istedin:

En acısı buydu.
XVII
Omurgamı aldın benim.
Omurgamı aldın.
Omurgamı aldın.
Omurgamı.

Niye?
XIX
Varla yok arasındayım
Varla yok arasındayım
Hep, varla yok arasındaydım.
Zaten.
Ben bilmedim ki
Niye teyelliyim, niye?

Varla yok arasında
Varla yok arasında
Elimde bir kırık testi

Elimde bir kırık testi
Nereye bırakayım!
XX
Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum
Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep
Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine.

Bilemem, belki bu yüzden
Ben sana yanlış bir yerden edilmiş
bir büyük yemin gibiydim.
Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve
Yine de döneyim döneyim istedim.
XXI
Ah benim sesimle
Söylesem de, inanmazlar
Benzemiyor çünkü bir dile.

Döndüğüm, döndüğüm ama döndüğüm
Döndüğüm bu semâ sensin. Dönnnnnnnnn
düğüm.

Sen benim kara ömrüme vuran
Suyumu harelendiren sevincimdin.
XXXV
Onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
Titreme daha fazla kalbim.

Bağışla kendini artık onu da
Bırak gitsin.
Bırak gitsin.

O senin ezel gününden kaderin
Sen onu nasılsa bin kere daha
Seveceksin.
XXII
Günler öylece kendi kendine geçsin diye
Bir camın arkasında durdum
Bana dokunmasın hiçbir şey
Hiçbir şey yarama merhem olmasın
İyileşecekse, hiçbir şeysiz iyileşsin diye
Bir camın arkasında durup
Akan hayata ve zamana baktım.

Bilirdim, biliyordum, biliyorum,
Bittiğinde, geçtiğinde,
Azaldığında sızı, iyileştiğimde,
O saman tadıyla karıştığında;
Her şey daha acı olacak.
XXXIII
Ne sanıyorsun?
Ne sanıyorsun?
Benim olan artın
Senin de kaderin:

Dağbaşı,
Oradaki yaralı ıssızlık.
XXIII
Biz iyileşemeyiz diyor İlhan
Biz iyileşemeyiz bunu bil, diyor,
Biliyordum: ağırdı
Biliyordum: çok ağrıdı
Biliyordum: adım adım


Ben seninle sevgilim
Mutsuz ama bahtiyardım.
XXIV
Bir masal
bir taş ağırlığında olabilir mi?
Olurmuş meğer

Birlikte bir masala inanmak istedim
Ben seninle, sadece bu.
Sen beni tek
Tek
Tek
Bıraktın.
Benim artık taş taşıyacak,
Taş kaldıracak, taş atacak
halim mi var!
XXV
Evet kara bir ömür bu benimki.
Kara bir toprak.
Gerçekle değil, hakikatle değil,
Kalbimin aklıyla kurduğum
Kara bir ömür.

Yalnız değilim, biliyorum
Binlercesi var, onbinlercesi vardı.
Kara bir ömürle buradan geçen.

Sen bundan böyle
Gerçeğin yan yana getirilmiş
yamalarıyla yaşayacaksın.
Ben çoktan çıvdırılmış bir şeydim
Sevgilim.
XXVII
Gözlerimde bir çita oturuyor birazdan deppppp
parrrrrrrrrrrrrrrrrr.

İçimdeki çilekeş Fuji’yi tırmanıyor sana
Eski bir mektuptan gözlerime yağma
Dünyanın bütün neonları yanıyor sönüyor
Ve bir fotoğraf iki jiletle paramparça.

Bir su aygırı kadar yaralıyım dünyadan
Anlıyor musun?
İçimde uzağa bakan bir zürafa var
Hayat orda burda her yerde kaynıyor.

Birazdan öleceğim, içeceğim su nerde?
XXX
Kar şiddetle rüzgârla büyük bir kırgınlıkla
vardı gece yarısı dağlarına. Gelemem artık yanına.
Ben kaybettiğime ağlayayım sen kaybettiğine ağla.
XXVIII
Ömrümü adadımdı.
Elimden aldığın ve parçaladığın şey bu!
Adaletin adını neden anmıyorsun burada da?
O yüzden büyük yaram
O yüzden büyük öfkem
O yüzden dinmiyor
İçimde hepsi, hıncahınç.

Hıncahıııııııııııınnnnnnç.
XXVI
O kadar uzun yol geldik ki seninle
Şimdi, sen ayrı ben ayrı olan o yolu
Nasıl yürüyeceğiz?

(Biz seninle yoldayken
yanımızdan ovalar, ağaçlar; titreşen
rüzgârlar akmıştı. Bir yolumuz olduğunu,
yol kazılarını, yol yorgunluğunu
o zamanlar biliyor muyduk?)
XXXII
Ömrü gurbette geçenler gibiydim senin yanında
Duymadın mı, çok söyledim?
O uzun gurbette,
Ben senin “adalet” diye diye nasıl unufak olduğunu
gördüm.
Göre göre, duya duya
yine de bigâne olarak her şeye.

Bilmedin ki; ben senin gurbetinde delirmemek için
Kalbimin aklıyla ördüğüm bir yıldızlı kubbede yaşadım.

Tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?

Adaletin içinde bir zalim oturur.
XXIX
Sonra, çoook sonra, bu parçaların sonunda
Sen beni kızını çok seven
Bir anne olarak hatırla.

Ben ki hiç kavuşamamıştım sana.
XXXXII
Ve huzurla, içerde bir yumuşak ışık
Dışarda dağların etrafını saran kızıllık vardı.
Durmak için dünyanın dışında iyi bir sebep
Ve bir ana enstrüman;
İncecik bir müzikle piyanonun tuşlarına vuran.
Yüzünde yeryüzünü gördüğüme duyduğum bir şükran.
Her şeyin sertliğini gömen ve uyutan bir kış,
San ki, de ki Grand Teton’a kar yağdı.
O karın ortasında önümüzden bir nehir
karla karışık akardı.

Sarartma beni.
Sarartma beniiiiiiiiiiiii.. sarartma.
XXXXIII
Fazla insansın sen sevgilim fazla insan
Bir barbarım ben oysa, bir hayvan
Dilim bağışlamaktan söz eder benim
Seninki adalet ve intikam.

Söylemeye gerek var mı sevgilim
Söylemeye gerek var mı şimdi
Yetiştirdiğim en iyi nişancı vurdu beni
Klimanjaro’nun karları sevgilim
Klimanjaro’nun karları
İnnnnniiiiiiyor aşağı.
XXXIV
Birini seviyorsan onu öldürme! demek kolay
Oysa her âşık önce kendine sonra yanındakine cellat.
Ve aşkta ölümün bir anlamı vardır, görklü kılınan
Bozulsun diye im
Her ateş önce kendi yanını yoklar sevgilim.

Bundan böyle ne vakit bir yangından artakalan
İsle kararmış bir şair gölgesi görsen
Başıboş, duran, susan, içinden yanan:
Ya da bir kızkardeş, ağlayan kekliğine,
Uzak ve göğsünde klarnet sesiyle dolaşan.
XXXVI
Bunca zaman sonra, neden ona dokunmadığımı
Neden çekmediğimi silahlarımı kınından
Olanı biteni kalbime koyup kendimi çektiğimi
soruyorsan…

Dokunmadıysam tek bir sebepledir…

Bir barbar ancak eşitine dokunur.
XXXVII
Akan sokaklarda yan yatmış otlara benziyorum
Rüzgârla yana savrulan dallara.
Aşk için ihanetle vuran aşk aşkm’ôla?
Ah ciğerimin köşesi, kavrula kavrula
Kopuyor gönülbağım, sen bağla.
XXXXI
Bir nefeslik can kalsaydı sana üflerdim canımdan
Diyecekler; çok yüksekti ondaki zindan
Görmeli, eline almalı, sıvazlamalıydın, öğretemeden
Yazgına kanat ol kol ol diyemeden ayrı düştüysem senden.
Buna yanarım çok, en çok buna yanarım inan.
Onaramazdım kırdığım yerleri
Onaramazdın kırdığın yerleri.

Son bir nefesle sana sarıldımdı.
En acısı buydu.
En acısı buydu.
XXXIX
Aşk iki kişi arasında asla eşitlenmeyendir
Ben bir Divan şairi değilim ki sevgilim
Sana bercesteler düzeyim
Yine de giderayak, gözlerine, ellerine, ayaklarına
Tutulmuşluğumu herkes bilsin isterim.
Ben bu çıldırmış vaktin, ben bu yılan zamanının
Paramparça edilmiş şairiyim. Ne diyeyim!
Yine de içimde, çok eskiden kalma bir
Ya leyl… ya leyyyllllllllllllle.
Bir çöl gecesine ismini bırakayım.
XXXVIII
Bir dalda iki kiraz gibi
aşk ile öfke arasında
yanayana.
Dursun bu aşk. Aşk, mola!
Ey yaban!
ayaklanacağım
ayaklanacağım!

Dizlerimin bağını bağla.
XXXX
Sözde kalır sevgilim
Sözde kalır bütün sözler
Aşk çünkü, aşk çünkü kendine
Bir yol, bir ideoloji ister.

Bilirim, çöl rüzgârında çalıdır bazı yaşlar.
Sen sevgilim ilerde, biraz daha ilerde
Bir tarihe başlayacaksın, orası işte
Benim tarihimle başlar.

Ve say, geriye doğru, tek tek

Sende kalsın şimdi al bu taşlar.
 
(“Y’ol” kitabından)
Şiirdeki tüm imlâlar Birhan Keskin’in kendi tercihidir ve uzatmalardaki harf sayıları da dahil, hiçbir şey değiştirilmemiştir. (E.D.)