24 Mayıs 2013

Maksim Gorki "Yemelyan Pilyay"


Tuza gitmekten başka çare kalmadı! Bu iş bize çok tuzluya oturacak ya, hiç yolu yok kardeşçik. Bu gidişle açlıktan kuyruğu titreteceğiz yoksa.
Arkadaşım Yemelyan Pilyay bunu söyleyip elini tütün kesesine attı, sabahtan beri belki onuncu kez çıkarıp baktı. Onun tıpkı dünkü gibi bomboş olduğuna aklı kesince içini çekti, tükürdü, sırtüstü uzandı. Kızgın bir güneşle aydınlanan bulutsuz göğe bakarak ıslık çalmaya koyuldu.
Odesa'dan üç verst ötede, deniz kıyısında bir kumsala uzanmış, aç karnına yatıyorduk. Ne kadar aradıysak iş bulamamıştık orada. Yemelyan, başını bozkıra, ayaklarını denize vererek uzanmıştı. Kıyıya doğru birbiri arkasına  koşup  gelen  dalgalar,  onun  çıplak ve kirli ayaklarını  yumuşak  bir  hışırtıyla yakıyor;  arkadaşım
güneşten kamaşan gözlerini kırpıştırarak kâh bir kedi gibi geriniyor, kâh vücudunu denize doğru biraz daha kaydırıyordu. O zaman dalgalar neredeyse omuz başlarına kadar çıkıyor, bu da pek hoşuna gidiyordu onun.
Ben limandan yana bakıyordum. Mavi, yoğun bir duman tabakasıyla örtülü direkler yığını görünüyor; çapa zincirlerinin  boğuk  şangırtıları,  lokomotiflerin  çığlıkları  bize  kadar  ulaşıyordu.  Orada,  karnımızı doyurma konusunda sönüp giden umudumuzu canlandıracak bir şey göremeyip ayağa kalktım; Yemelyan'a:
-
Davran öyleyse! dedim. Tuzlaya gidiyoruz.
Yemelyan, gözlerini gökyüzünden ayırmadan:
-
İyi ya, git!.. dedi. Bakalım üstesinden gelebilecek misin bu işin?
-
Orada belli olur.
O, parmağını bile kıpırdatmadan:
-
Demek gidiyoruz ha? diye söylendi.
-
Gidiyoruz dedik ya!
-
Pekâlâ!  Ne  yapalım?  İştir...  gideceğiz...  Yerin  dibine  batası  Odesa  da  burada,  olduğu  yerde  kalacak!
Şeytanlar götürsün onu!.. Liman kentiymiş!.. Hıh!.. Allah belasını versin!..
-
İyi, iyi... Anladık... Kalk da gidelim. Sövüp saymakla karnımız doymaz.
-
Nereye gidiyoruz? Tuzlaya mı? Peki... gideriz... Fakat orada da elimize bir şey geçmeyeceğini unutma kardeşçik...
-
"Gidelim" diyen sendin.
-
İyi ya... Sözümü geri alacak değilim... Ama yine de elimize bir şey geçmeyecek!...
-
Niye?
-
Niye ha?.. Orada bizi dört gözle beklediklerini, varır varmaz: "Hoş gelip safalar getirdiniz Yemelyan ve
Maksim  efendiler;  eşek  sudan  gelinceye  kadar  çalışın  ve  paracıklarımızı  alın!..."
diyeceklerini  mi sanıyorsun? Yok azizim... Hiç öyle olmayacak! Şu anda her ikimiz de derilerimizin sahibiyiz; bunu unutma!...
-
Anladık... Uzun etme... Kalk da gidelim artık...
-
Dur bakalım!... Orada ne olacak biliyor musun? Dosdoğru tuzla müdürünün karş
ısına çıkacak, son derece saygılı bir tavırla: "Sayın soyguncu, merhametli kan içici!" diyeceğiz. "Derilerimizi işkembenize sunmaya
geldik! Altmış kapik karşılığında onları yirmi dört saat yüzmek lütfunda bulunmaz mısınız?" Eh... Be
lki o zaman işe alırlar
bizi...
-
İnceldiği yerden kopsun... Hadi, davran da gidelim... Akşam üstü dalyana uğrar, ağların ayıklanmasına yardım ederiz. Bakarsın akşam yemeğini çıkarırız böylece.
-
Akşam yemeği ha? Bak bu olabilir! Balıkçılar yiğit insanlardır. Doyururlar bizi. İyi ya... gidelim öyleyse...
Fakat  elimize  bir  şey  geçmeyeceğini  de  aklından  çıkarma  kardeşcik.  Bu  hafta  işimiz  hep  ters  gitti.
Düzeleceği de yok...
Sırılsıklam bir halde kalktı; silkindi. İki un çuvalının birbirine eklenmesiyle yapılmış pantolonunun ceplerini araştırdı; bomboş çıkan ellerini yüzüne yaklaştırarak ağlamaklı bir sesle:
-
Zırnık bile yok!.. dedi. Dört gündür arıyorum; hiçbir şey çıkmıyor! İşler pek kötü kardeşcik!..
Ara sıra laflaşarak kıyı boyunca yürümeye başladık. Ayaklarımız küçük deniz hayvanlarının kabuklarıyla kaplı  yumuşak  kumsala  batıp çıkıyor,  dalgalar  uyumla  hışırdıyordu.  Denizin  taşıyıp  getirdiği  ağdalaşmış denizanalarına; şişmiş, kararmış ağaç parçalarına ve küçük balıklara raslıyorduk kimi zaman... Serin, taze bir meltem denizden bozkıra doğru esiyor, kumları tozutarak uzaklaşıyordu.
Neşeli bir adam olan Yemelyan bugün sıkıntılıydı. Onu eğlendirmek için:
-
Yemelyan, bir şeyler anlatsana! dedim
-
Anlatırdım anlatmasına ya, insanın midesi boş olunca dili de dönmüyor kardeş! Şu dünyada
çeşit çeşit insana raslarsın; ama midesi olmayana raslayamazsın! İnsanın midesi doldu mu, ruhu da canlanır! Her şeyin başı midedir...
Sustu. Sonra:
-
Eh, kardeşcik... diye sözlerini sürdürdü. Şimdi şu deniz bin ruble fırlatıverseydi bana! Hey anam be
! Hemen
bir meyhane açardım. Seni yanıma yamak alır, kendime de tezgahın arkasında bir döşek serdirip birşarap fıçısını hortumla ağzıma bağlatırdım. Canım biraz neşelenmek istedi miydi, "Hey Maksim!" diye bağırırdım,
"Aç şu musluğu" Lık
-
lık
-
lık... İç babam içerdim... Oğlum Yemelyan, yutkun bakalım... Ne hoş olurdu be!..
Köylü milletine, o toprak sahiplerine de bilirdim yapacağımı... Soyup soğana çevirir, derilerini yüzer yüzer de içine saman teperdim!.. "Yemelyan Pavlıç! Veresiye bir kadehcik içsem!.." "Ha?.. Ne
dedin?.. Veresiye mi?..
Veresiyemiz yok arkadaş!.." "Yemelyan Pavlıç!.. Acı bana!.." "Peki, önce biraz terle de bir düşüneyim; sonra bir kadehcik veririm belki..." Hah! Hah! Hah! Bilirdim o şeytanlara yapacağımı...
-
Bu kadar merhametsiz olmanın sebebi ne
? Görmüyor musun, köylü de aç!..
-
Ne? Köylü de aç, öyle mi? Peki, ben aç değil miyim? Ha?.. Kardeşcik... Doğdum doğalı açım ben... Hem
de hiçbir kanun maddesi söz etmez bundan... Ya!.. Köylü açmış... Niçin? Kıtlıktan mı? Kıtlık onun kendi kafasında!.. Tarladaki kıtlık sonra gelir, anladın mı?.. Niçin yabancı ülkelerde kıtlık olmuyor? Çünkü ordaki insanların kafası ense kaşımak değil, düşünmek için yaratılmış!.. Ya... Kardeşcik... Oradaki insanlar istedilermi bugünün yağmurunu yarına ertelerler. Güneş yakıcı olmaya başladı mı onu da bir bulutla örtüverirler. Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Hiç!.. Neyse, canı cehenneme!.. Şimdi bin rublem olsa da bir meyhane açsaydım, gerisi vız gelirdi...
Sustu, elini alışkanlıkla yine tütün kesesine attı. Çıkardı, evirip çevirdi, baktı... baktı... öfkeyle tükürdü ve denize fırlattı onu.
Dalgalar  bu  kirli  armağanı  önce  bir  parça  açığa  sürüklediler,  fakat  az  sonra  gerisin  geri  getirip  kıyıya bıraktılar.
-
Demek almıyorsunuz ha? Şimdi görürüz!..
Yemelyan ıslak keseyi yerden aldı; içine bir taş koydu; kolunu hızla sallayarak denizin uzaklarına fırlattı.
Güldüm.
-
Hey!.. Niçin dişlerini gösteriyorsun?.. Ne insanlar be!.. Kitap okuyor, hatta onları yanında taşıyor, ama bir insanı anlayamıyor! Dört gözlü hayalet!..
Banaydı bu söz. Yemelyan'ın adamakıllı kızgın olduğunu anladım. Çünkü ancak herkese ve her şeye karşı nefretle dolu olduğu zamanlar gözlüklerime dil uzatırdı. Yoksa, elimde olmaksızın taşıdığım bu süs, onun gözünde özel bir saygı kazandırmıştı bana. Tanıştığımız ilk günlerde, hatta bir Romanya gemisine birlikte kömür  yüklerken,  ikimiz  de  şeytan  gibi  kapkara  kesildiğimiz,  ikimiz  de  paçavralar  ve  yara  bere  içinde
olduğumuz halde, bana hep "Siz" demekten kendini alamamış, hep saygılı bir tavırla konuşmuştu.
Özür diledim ve onu bir parça olsun yatıştırabilmek için yabancı ülkelerden söz açtım. Az önce yağmur ve güneş için söylediklerinin gerçeklere dayanmadığını, bunların mitolojiden çıkma şeyler olduklarını anlatmaya koyuldum.
Yemelyan arada bir:
-
Bak hele!.. Vay canına!.. Demek öyle!.. diye söylenip duruyordu ya, onun şu sırada ne yabancı ülkelere, nede orada yaşayan insanlara aldırış etmediğini seziyordum. Bu konu kendisini her zaman ilgilendirdiği  halde, o sırada beni hemen hemen hiç dinlemiyor; gözlerini kısmış, uzaklara bakıyordu.
Bir ara eliyle belirsiz bir hareket yaparak:
-
Varsın  öyle  olsun,  dedi.  Ben  senden  şunu  sormak  istiyorum:  Şimdi  paralı  bir  adam  çıksa  karşımıza, (yüzüme yandan bir göz attı, sözcüklerin üstüne basa basa tekrarladı) hem çok paralı bir adam; şu dünyada biraz da insanca yaşamak için eşekler cennetine gönderir miydin onu?
-
Şüphesiz ki hayır! diye karşılık verdim. Hiç kimse mutluluğunu bir başkasının hayatıyla satın alma hakkına sahip değildir.
-
Ya!.. Öyle mi dersin... Bunlar kitap laflarıdır oğlum; kitaplarda yazar. Bu saçmaları ilk olarak yumurtlayan efendi, başı darda kalsa, gözünü kırpmadan canını alırdı bir başkasının. Hiç kuşkum yok bundan.
 
Hak!
Senin hak dediğin şey budur işte!..
Yemelyan'ın iri yumruğu burnumun dibinde bitiverdi.
-
Herkes şu ya da
bu biçimde işte bu hakka dayanarak işini yoluna koyar! Anladın mı?
Gözlerini kıstı, soluk renkli kaşlarını çatarak sustu.
Ben de susuyordum. Kızdığı zaman ona karşı çıkmakla bir şey elde edilemeyeceğini öğrenmiştim artık.
Dalgaların getirip ayaklarının dibine bıraktığı bir ağaç parçasını denize fırlatarak içini çekti:
-
Şimdi bir parça tütün olsaydı...
Baktım, sağımızda, bozkırda iki çoban oturuyor. Yemelyan:
-
Merhaba delikanlılar! diye seslendi. Bir parça tütününüz yok mu?
Çobanlardan biri arkadaşına döndü; çiğnediği ot parçasını tükürerek:
-
İşittin mi Mihail, tütün istiyorlar, dedi.


Mihail bizimle konuşmadan önce izin almak istermiş gibi gökyüzüne baktı, sonra bize dönerek:
-
Merhaba! dedi. Nereye gidiyorsunuz?
-
Oçakov'a. Tuzlaya.
-
Vay anasını!
Adamların yanında bir yere oturarak sustuk.
-
Hey Nikita! Şu heybeni toparla da kargalar gagalamasın...
Nikita, bıyık altından gülerek heybesini toparladı. Yemelyan dişlerini gıcırdattı.
Mihail:
-
Demek tütün istiyorsunuz? diye sordu.
Ben:
-
Çoktandır içmedik, dedim.
-
Ne yapalım, içseydiniz!..
Yemelyan gözlerini belerterek:
-
Hey, Ukraynalı şeytan! diye kükredi. Eğleniyor musun bizimle? Piç! Bozkırda dolaşmaktan insanlığını da mı  yitirdin yoksa? Tepene yumruğu indirirsem gık demeden geberirsin.
Çobanlar sıçrayıp  kalktılar. Ellerinde uzun sopaları, yan yana durdular.
-
Hey ahbaplar, canınız dayak istiyor galiba!.. Haydi, yaklaşın da görelim...
Ukraynalı  şeytanların  canı  dövüşmek  istiyordu.  Besbelliydi  bu.  Sıkılmış  yumruklarına,  çakmak  çakmak  parlayan gözlerine bakılırsa, Yemelyan da kavgadan kaçıcı değildi. Benimse, hiç niyetim yoktu böyle bir  çatışmaya. Tarafları uzlaştırmaya çalışarak:
-
Kardeşler, durun! dedim. Arkadaş sinirlendi, hepsi bu. Siz de eğer verebilirseniz bir parça tütün ve
rin, yolumuza gidelim.
Çobanlar birbirlerine bakıp gülüştüler:
-
Şunu daha önce söyleseydiniz ya!
Mihail elini yeleğinin cebine soktu, kocaman bir tütün kesesi çıkarıp bana uzattı.
-
İstediğin kadar al!
Nikita da heybesinden büyük bir ekmek parçasıyla bolca tuzlanmış bir yağ topağı çıkarıp uzattı. Aldım.
Mihail güldü; biraz daha tütün verdi.
Nikita:
-
Sağlıcakla kalın! dedi.  Teşekkür ettim.
Yemelyan öfkeyle toprağa çöktü; adamların duyabilecekleri bir sesle:
-
Domuz oğlu domuzlar! diye homurdandı.
Ukraynalı çobanlar salına salına, arada bir bize göz atarak bozkırın derinliklerine doğru çekip gittiler. Ben de
Yemelyan'ın yanıbaşına çöktüm, onlara artık aldırmadan, büyük bir iştahla ekmekle yağı yemeye koyulduk.
Yemelyan  ağzını  şiddetle  şapırdatıyor,  burnundan  hızlı  hızlı  soluk  alıyor  ve  nedense  gözlerini  benden  kaçırmaya çalışıyordu.
Akşam olmak üzereydi. Denizin enginlerinde bir karanlık belirdi; az sonra dalgalar bulanık, koyu mavi bir renge  büründüler.  Altınımsı  bir kızıllıkla  çevrelenmiş  sarı ve  leylak  renkli  akşam  bulutları  ufka  dizildiler.
Gitgide koyulaşan karanlık, bozkıra doğru kaydı. Ötede, bozkırın en uzak noktasında, batan günün ışı
nları erguvan renkli kocaman bir yelpaze gibi açılarak toprağı ve gökyüzünü yumuşak, tatlı bir aydınlıkla ışıttı.
Dalgalar uyumlu bir hışırtıyla kıyıya çarpıyordu. Kıyıda pembemsi, enginlerde koyu mavi bir renge bürünen deniz, şaşılacak kadar güzel ve görkemliydi.
Yemelyan:
-
Şimdi tütünümüzü içelim işte! dedi. Şeytan götürsün sizi, Ukraynalılar! (Ve Ukraynalı çobanları kafa
sından büsbütün silmenin ferahlığıyla derin bir soluk alarak.) Daha gidelim mi, yoksa burada mı geceleyelim? diye sordu.
Yürümeye üşeniyordum.
-
Burada geceleyelim! dedim.
-
İyi ya...
Toprağa sırtüstü uzandı, gözlerini gökyüzüne dikti. Arada bir tükürerek sigarasını tüttürüyor, bense akşamın güzelliğini  içime  sindire  sindire  çevreme  bakıyordum.  Dalgaların  tekdüze  ezgisi, hışırdayarak  bozkıra yayılıyordu.
Yemelyan ansızın:
-
Paralı bir adamı zokalamak hiç de yabana atılacak şey değil! dedi. Hele işi iyi ayarlarsan..
-
Boş lafı bırak
! diye karşılık verdim.
-
Boş laf mı? Ne boş lafı? Kırk yedi yaşındayım ve yirmi yıldır bu işe yoruyorum kafamı. Benim hayatım hayat mıdır? Bir köpek hayatı! Hatta ondan da kötü!.. Onun bir kulübesi, kemirecek bir parça kemiği vardır
hiç  değilse!..  Ben  bir insan  mıyım?  Hayır  kardeş,  değilim.  Bir  solucandan,  vahşi  bir  hayvandan  daha kötüyüm.  Beni  kim  anlayabilir?  Hiç  kimse!  Peki...  Eğer  insanların  rahat  bir  hayat  yaşayabileceklerini  biliyorsam, niçin ben de öyle yaşamayayım? Ha? Hayat sadece o iblisler için midir?

Ansızın yüzüme baktı, çabuk çabuk:
-
Biliyor musun,  dedi.  Bir  gün  az  kalsın  oluyordu  bu  iş...  Ama  Allah  kahretsin!  Bir  budalaydım,  aptalın
tekiydim!.. Acıyacağım tuttu! İster misin anlatayım sana bu hikâyeyi?
Tabii üsteletmedim. Yemelyan bir sigara
daha sararak başladı:
Kardeşcik; Poltava'da oldu bu iş... Sekiz yıl önce, bir kereste tüccarının yanında çalışıyordum. İşe
 gireli bir yıl olmuştu; durumum da kötü sayılmazdı. Ansızın kendimi içkiye kaptırıp patronun altmış rublesini bu işe yatırdım. Üç ay hapse attılar beni. Çıktığımda ne yapacağımı şaşırıp kaldım. Nereye gidersin? Ne üstte var, ne  başta.  On  param  yok.  Kentte  tanıyorlar;  kimse  iş  vermez.  Karanlık  işler  çevirmekle  ün  yapmış  bir adamdan söz edildiğini işitmiştim. Bir meyhane işletiyor, kentin
serserilerine yataklık ediyordu. Gidip onu buldum. İyi yürekli, son derece akıllı ve dürüst bir delikanlı çıktı karşıma. Büyük bir kitaplığı vardı. Çok okuyan, hayatın bütün cilvelerini bilen bir kimseydi.
-
Pavel Petroviç, yardım edin bana! dedim.
-
Tabii, diye karşılık verdi. Görevimiz. Aynı hamurdan yapılmış insanlar birbirlerine yardım etmelidir. Burasını evin belle. Yaşa, ye, iç, dünyada olup bitenleri gözetle!
Kardeşcik, çok akıllı bir adamdı bu Pavel Petroviç! Kendisine büyük saygım vardı. O da çok
severdi beni. Kimi zaman bütün bir gün tezgahın arkasında oturur, Fransız haydutlarının serüvenlerini anlatan kitaplar okurdu yüksek sesle. Zaten bütün kitapları haydutluk, soygunculuk, adam öldürme işleri üzerine dönerdi.
Hayran kalırdım bu Fransızlara. Hikâyelerini dinlerken kendimden geçerdim... Olağanüstü çocuklardı bunlar; olağanüstü işler çevirirlerdi. Kafa ve kol işiydi yaptıkları. Ah, ne yiğit adamlardı be! Fakat bir yerde mutlaka çuvallar, kitabın sonunda birdenbire adaletin pençesine düşüverirlerdi. Her şey tuzla buz olurdu...
Pavel Petroviç'in hikâyelerini dinleyerek iki ay geçirdim orada. Meyhaneye karanlık delikanlılar girip çıkar; birtakım parlak şeyler, saatçikler, bilezikler, buna benzer incik boncuk getirirlerdi. Yaptıkları işin kendilerine bir hayrı dokunmadığını görüyordum. Pavel Petroviç getirilen eşyaları yarı fiyatına satın alırdı. Bu konuda hiç hile hurda yapmaz, parayı tıkır tıkır sayardı. Sonra bir şenliktir başlar; içki ısmarlamaydı, bağırıp çağırmaydı derken, soygunu yapan delikanlının cebinde metelik kalmazdı. Ufak işlerdi bunlar kardeşcik! Kah biri, kah öteki, adaletin pençesine düşerdi. Hem de ne için? Yüz ruble çalınmış da, ondan! Yüz ruble! Bir insanın hayatı yüz rubleden fazla etmez mi acaba? Sersemler!
Bir gün Pavel Petroviç'e
:
-
Bütün bunlar çok ahmakça şeyler, dedim. İnsan bu gibi işler için kolunu bile kıpırdatmamalı.
Bana:
-
Hım!..  diye  karşılık  verdi.  Şimdi  bunu  nasıl  anlatmalı  sana?  İnsanların  kendilerine  saygısı  yok;  işte meselenin düğüm noktası burada! Kendi değerini bilen bir adam yirmi kapik uğruna bir kilit kırarak elini kirletir mi? Asla! Beni ele alalım: Şimdi ben, Avrupa kültürü almış bir insan olarak, yüz rubleye satar mıyım kendimi?
Ve kendini bilen bir insanın nasıl davranması gerektiği konusunda bana çeşitli örnekler verdi. Böylece uzun süre konuştuktan sonra:
-
Pavel Petroviç, dedim. Çoktandır şansımı denemek istiyorum ben de. Bu düşünce aklımdan çıkmıyor.
Görmüş geçirmiş bir insan olarak bu konuda benden öğütlerinizi esirgemeyin.
-
Hım!.. Niye esirgeyeyim... diye karşılık verdi bana. Fakat bir iş adamı olarak karını ve zararını kendine göre hesaplaman gerektiğini de unutma!. Neyse... Obaimov'u tanırsın. Kereste deposundan Vorskla yoluyla hep tek başına döner. Bildiğin gibi, paracıkları da hep üstündedir. Kahyad
an haftalık geliri almıştır çünkü. Günde üç yüz rublelik, hatta daha çok satış yaptıklarına göre, gerisini sen hesapla! Ne dersin bu işe?
Düşünceye  daldım. Obaimov  eski  patronumdu.  Bir  taşla  iki  kuş vurmuş  olacaktım.  Hem  bana  yaptığını ödetecek, hem de iyi bir vurgun vuracaktım.
-
İyice bir düşüneyim, dedim.
Pavel Petroviç:
-
Zaten başka türlü olmaz,  diye karşılık verdi.
Yemelyan sustu; sigarasını ağır ağır parmakları arasında döndürdü. Güneşin son ışınları da hemen hemen sönmüştü. Sadece küçük, pembe bir ışık demeti; gittikçe kararan gökyüzüne tiftik tiftik yayılan yumuşak bir bulutun  ucunu  süslüyordu.  Bozkır  kederli,  derin  bir sessizliğe  gömülmüştü.  Dalgaların  kesiksiz,  tekdüze şıpırtısı, bu kederli sessizliği daha da belirginleştiriyordu. Denizin üstündebirbiri arkasına yıldızlar parlamaya başladı. Bunlar o kadar parlak, o kadar ışıl ışıldılar ki, güneyin kadife gibi göğünü süslesinler diye daha dün yapılmışlardı sanki."İşte  kardeşcik...  Bu  işi  kafamda  iyice  tasarlayıp  aynı  gece  Vorskla  yolu  kıyısındaki çalılıklarda  pusuya yattım. Kalın bir demir çubuk vardı elimde. Aklımda yanlış kalmadıysa, ekim sonlarında oluyordu bu iş.
Gece, bir insanın kalbi kadar karanlıktı... Pusuya yatmak için daha elverişli bir yer bulamazdım. Hemen ilerde, nehrin üzerinde bir köprü vardı. Ucundaki tahtalardan birkaç tanesi eksik olduğu için yayan geçmek zorundaydı buradan. Öylece sinmiş, bekliyordum. İçim o kadar kötülükle doluydu ki, bir değil bin tüccar gelse temizlerdim! Kafamda en ufak bir pürüz yoktu. Bir vuruş, tamam!.. Ya!.. Her şey bu kadar basitti işte! Bütün sinirlerim yay gibi gerilmiş, bekliyordum. Tek bir vuruş! Paralar cebe! Evet! Tek bir vuruş! Bundan  daha kolay bir şey olamazdı.

Sen, insan istediği şeyi yapabilir diye düşünüyorsundur belki. Yok kardeşcik, yok! Yarın ne yapacağını söyle  bakayım. Saçma! Hangi yöne gideceğini bile söyleyemezsin. Ben orada pusuya yatmış, kereste tüccarının geçmesini bekliyordum. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Öyle bir işle karşılaştım ki, dünyada aklına gelmez.
Baktım,  kent  yönünden bir  gelen var.  Elinde  bastona  benzer  bir  şey,  sarhoş  gibi  sendeleye  sendeleye ilerliyor. Bir yandan da birbirini tutmaz bir şeyler mırıldanıp hıçkırıyor. Biraz daha yaklaşınca ne göreyim: Bir kadın!  Evet,  bir  kadındı  bu!  Hey  gidi  kör  şeytan!..  Az  daha  yaklaş  da  boynunu  bir  okşayıvereyim!  diye düşünürken, o dosdoğru köprüye yürüyüp birdenbire:
-
Dostum niçin, niçin? diye haykırmasın mı!..
Kardeş, öyle bir haykırıştı ki bu, içim parçalandı. Hay Allah! Ne iştir!.. Kadın tam benim bulunduğum yere doğru geliyordu. Toprağa sımsıkı abanmış, tir tir titriyordum. Az önceki kararlı adam ben değildim sanki.
Yaklaştı...Yaklaştı... Neredeyse ayağı bana takılacak. Yine birdenbire, yürek paralayıcı bir sesle:
-
Niçin? Niçin? diye haykırdı ve ansızın oracığa, hemen yanıbaşıma yuvarlandı.
Öylesine hıçkırıyordu ki kardeş, anlatamam. Onu dinlerken içim paralanıyor, fakat soluk bile almadan öylece yatıyordum. Hıçkırıklar dinmek bilmiyordu. İçimi bir keder kapladı. Kalk, kaç buradan diye düşündüm.
 Tam o sırada ay bulutların arasından çıktı. O kadar parlaktı ki, ortalık gün gibi aydınlandı. Dirseklerimin üzerinde doğrulup ona bir göz attım. İşte o zaman, kafamdaki bütün tasarılar uçup gitti; yüreğim duracak gibi oldu...
Minnacık bir genç kızdı bu, kardeşcik. Çocuk denebilecek kadar küçük bir şeydi. Şakaklarında buklecikleri, akça pakça bir çocuk. İri iri açılmış gözlerinden kocaman yaşlar yuvarlanıyor... Omuzcukları titriyor, titriyor...
İçim cız etti kardeşcik. Yüreğimi bir ateş dağladı sanki. Öhö! Öhö! Öhö! diye öksürdüm.
Kızcağız:
-
Kim o? Kim o? Kim var burada? diye bağırdı.
Korkmuştu besbelli... Hemen ayağa kalkıp:
-
Benim, dedim.
-
Siz kimsiniz?
Gözleri korkudan bir kat daha  büyümüştü. İncecik bedeni rüzgâra tutulmuş, küçük bir yaprak gibi tir
tir
titriyordu. Ya!.. İşte böyle!
.. "Kimsiniz?" diye sordu bana...
Yemelyan güldü.
-
Kim miyim? İlkin, benden korkmayın küçük hanım. Size bir kötülüğüm dokunmaz. Ben baldırıçıplaklar takımından biriyim. Anlarsınız ya...Sonra da bir yalan uydurdum tabii. Orada adam öldürmek için pusu yattığımı söyleyecek değildim ya!..
-
Benim için hepsi bir, diye hıçkırdı. Ben kendimi nehre atmaya geldim. Kardeş; öyle bir sesle söyledi ki bunu, yüreğim titredi. Dediğini yapacağı besbelliydi. Çok kötü bir durumda kalmıştım. Onun için ne yapabilirdim acaba?
Yemelyan ellerini kederle iki yana açtı; pırıl pırıl bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
Ansızın konuşmaya başladım kardeşcik. Neler söylediğimi bilmiyorum. Fakat sözlerimi dinlerken ben de heyecanlanıyordum.  Anlatmak  istediğim,  onun  o  kadar  genç  ve  güzel  oluş
uydu.  Gerçekten  de  güzeldi,
kardeşcik, çok güzeldi! Eh, neyse!.. Adı Liza'ydı. Ne söylediğimi bilmeden konuşup duruyordum. Konuşan kalbimdi. O, gözlerini açmış, beni şaşkın şaşkın dinlerken, ansızın gülümseyiverdi!..
Yemelyan,  yüreği  dağlanmış  gibi,  bozkırı  çınlatan  bir  sesle  haykırdı.  Gözlerinde  yaşlar  tanelenmiş, yumruklarını havaya kaldırmıştı.
O gülümseyince, içim eridi sanki. Önünde diz çöktüm:
-
Küçük hanım! Küçük hanım! dedim.
Başkaca bir söz çıkmadı ağzımdan. O, kardeşcik, başımı ellerinin arasına aldı, yüzüme bakarak tıpkı bir resim gibi gülümsedi. Dudakları kımıldıyor, bir şeyler söylemek istiyordu. Sonunda gücünü toplayarak
:
-
Sevgili dostum, siz de benim gibi mutsuzsunuz, değil mi? dedi. Öyle değil mi? Ha? Söyleyin, iyi dost
!
İşte böyle söyledi.
Ve kardeşcik, beni alnımdan, tam şuracıktan öptü! Anlıyor musun? Hey Tanrım! Öptü
beni!.. Dostum! Kırk yedi yıllık hayatımda bundan daha güzel bir şey olmadı! Ya? İşte böyle! Oysa ben hangi niyetle gitmiştim oraya! Eh, hayat!..
Başını ellerinin arasına alarak sustu.
Bu tuhaf öykü çok etkilemişti beni. Derin uykuya dalmış bir insan gibi geniş göğsü düzenle inip kalk
an denize bakarak susuyordum.
Sonra kalkıp:
-
Beni eve kadar götürün, dedi.
Yan  yana  yürümeye  başladık.  Sanki  bulutların  üstünde  yürüyordum.  O  da yanıbaşımda  hikâyesini anlatıyordu bana. Zengin bir ailenin tek kızıymış. Şımarık büyütülmüş, anlarsın ya? 
Ders versin diye bir öğrenci tutmuşlar. Çocuklar birbirlerine âşık olmuş. Sonra oğlan gitmiş; kız da onu beklemeye başlamış.
Anlaşmaları böyleymiş.
Okulu bitirdikten sonra evleneceklermiş. Fakat gidiş o gidiş; oğlan dönmemiş bir
daha.  Kıza  da  "Sen  bana  yaramazsın"  diye  bir  mektup  göndermiş.  Kızın  onuru  kırılmış  tabii.  Kendini öldürmeye karar vermiş.

Hikâyesi buydu işte. Böylece evlerinin önüne kadar geldik. Bana:
-
Dostum, elveda! dedi. Yarın gideceğim buradan. Paraya ihtiyacınız var mı? Ha? Çekinmeyin, söyleyin.
-
Hayır küçük hanım, dedim. Hayır. Teşekkür ederim.
O durmadan:
-
Ne olur çekinmeyin, söyleyin! diye ısrar ediyor; bense:
-
Hayır, ihtiyacım yok küçük hanım, diyordum.
Kardeş, dünya gözümde değildi o sırada. Vedalaşıp ayrılırken tatlı bir sesle:
-
Seni hiçbir zaman unutmayacağım, dedi. Ne kadar tanımıyorsam da... umurumda değil!"
Yemelyan içini çekerek bir sigara daha sardı.
Gitti. Ben kapılarının önündeki bir sekiye oturdum. İçim hüzün doluydu. Gece bekçisi gelip:
-
Ne arıyorsun burada, dedi. Bir şey yürütmek niyetindesin, değil mi?
Bu sözler yüreğime ok gibi değdi. Suratının ortası budur deyip bir yumruk yapıştırdım bekçiye! Bağır
malar, düdükler... Haydi bakalım karakola! İyi ya, gideriz... Umurumdaydı sanki!.. Yolda bekçiye bir yumruk daha indirdim. Gece nezarette kaldım. Sabahleyin salıverdiler. Doğru Pavel Petroviç'in yanına gittim.
Gülerek:
-
Nerelerde sürttün? dedi.
Baktım, dünkü adamdı.
Fakat yine de yeni bir şey görür gibiydim onda. O güne kadar fark etmediğim bir şey.
Olup biteni bir bir anlattım. Beni asık bir yüzle dinledi, sonra:
-
Yemelyan Pavlıç! Siz bir budala ve bir hayvansınız, dedi. Defolup gitmek lütfunda bulununuz!
Ne olmuş?
Adam haklı değil miydi sanki? Çıkıp gittim. Ya! Başımdan işte böyle bir olay geçmişti kardeşçik!"
Sustu; ellerini boynunda kenetleyip uzandı, gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Gök kadife gibi, yıldızlar cıvıl  cıvıldı.  Dört  bir  yanımız  derin  bir  sessizliğe  gömülmüştü.  Dalgaların  şimdi  daha  hafiflemiş,  yumuşamış hışırtısı; uykulu, ölgün bir iç çekiş gibi geliyordu kulaklarımıza.
1893

Yol Arkadaşım "öyküler" 
Makar Çudra