Virginia Woolf’un sonunda kendi canına kıymasına neden olan delilik nöbetlerinde, çocukluğunda geçirdiği travmanın daha on üç yaşındayken çok sevdiği annesini ağır bir grip yüzünden yitirmesinin de büyük bir payı vardı. Ölümün gölgesi Virginia’nın üstüne düşmüştü bir kez.
“Mutsuzluk her yerde; tam kapının arkasında; ya da mutsuzluktan beter olan ahmaklık”
Annesinin ölümünden iki yıl sonra,
Virginia on beş yaşındayken, anne bir kardeşi Stella ansızın öldü. Bu
gencecik kız, annesi Julia Stephen’ın ölümü üzerine, üvey babası Sir
Leslie Stephen’ın evinin hanımı olmuş, bu kalabalık ailenin
sorumluluğunu yüklenmişti. Stella ansızın ölünce, Virginia, annesini
ikinci kez yitirmiş gibi oldu. Derken, 1906’da, Virginia yirmi dört
yaşındayken, kendisinden ancak bir yaş büyük, dolayısıyla ona en yakın
olan erkek kardeşi Thoby, birlikte gittikleri Yunanistan’da yakalandığı
tifodan ölüverdi. Virginia Woolf and her Works’ün (Virginia Woolf ve
Yapıtları) yazarı Jean Guignet’ye göre, Thoby, dünyada en çok sevdiği
erkekti belki de ve Virginia’nın mutsuzluğu, bunalımları, kardeşini
yitirmesinden de kaynaklanıyordu. Jacob’s Room’da gencecik ölen Jacob’u,
The Waves’de gene gencecik ölen Percival’ı, Thoby’den esinlenerek
yaratmıştı.
Virginia Woolf ilk depresyonunu (depresyondan da öte, bir delirme
nöbetiydi bu) 1895’te on üç yaşındayken annesinin ölmesi üzerine
geçirdi. Bu delirme nöbetleri, intiharına kadar, belirli aralıklarla
yinelendi. 1904’te gene ağır bir bunalıma girdi. Bir pencereden attı
kendini. İyi ki, pencere çok yükseklerde değildi. Bu nöbetlerden haberi
olmayan Leonard Woolf ile evlendikten bir yıl sonra, 1913’te, gene
hastalandı. Bir şişe uyku hapı yuttu. Leonard Woolf, onu hemen
hastahaneye götürdü, midesi yıkandı. Ona bakmak için üç dört kadın
tutulduğu halde, hastabakıcıları onunla başa çıkamadılar. Virginia’yı
özel bir hastahaneye kapatmak zorunda kaldılar. Bu nöbet 1915’e kadar
sürdü. 1925’de Mrs. Dalloway’ı bitirip To the Lighthouse’a başladığı
sırada ve daha sonraları da ağır nöbetler geçirdi. 1936’da iki ay hasta
kaldıktan sonra “1913’ten beri uçuruma hiçbir zaman bu kadar
yaklaşmamıştım” diye yazdı güncesinde.
Virginia Woolf, her zaman biraz deli olanlardan değil, ya düpedüz
deliren ya da aklı tam başında olanlardandı. İyi olduğu sıralarda, onu
en yakından tanıyanlar bile anlayamazdı bazen haftalarca, hattâ aylarca
aklını yitirdiğini. 15 Ağustos 1924 güncesinde, beynini ışık dolu
odalara benzetti. Bu odaların kimi zaman korkunç bir karanlığa
gömüldüğünü hiç hesaba katmadan, “Bir odadan ötekine geçmeyi severim.
Beynim benim için öyledir: Aydınlık odalar” diye yazdı.
Virginia Woolfa “manic depressive” teşhisi konulmuştu. Ancak birkaç
hekim şizofreniden söz etti. Hogarth Press, yani Woolf’ların kendi
matbaaları Freud’un Collected Papers’ını (Toplu Yazılar) yayınladığı
halde, psikanalize karşı biraz alaycı bir tutum benimseyen Virginia
Woolf, psikolojik yöntemlerle tedaviye hiçbir zaman başvurmadı. Onun
üzerine kitap yazanların bir kısmı -örneğin, Doroty Brewster ya da
Monique Nathan- akıl hastalığı sanki ayıp bir şeymiş gibi, Virginia
Woolf’un delirme nöbetlerine hiç değinmezler. Oysa Jean Guignet,
Novalis’in delirmesi ya da Edgar Allan Poe’nun dipsomanisi göz önünde
tutulmadan onları anlamanın yolu olmadığı gibi, Virginia Woolf’un da ara
sıra delirdiğini hesaba katmadan, onu anlamanın yolu olmadığını söyler
haklı olarak. Lytton Strachey’nin kardeşinin eşi olduğu için Virginia’yı
yakından tanıyan psikiyatri uzmanı Alix Strachey, Virginia Woolf’un
düşgücüyle deliliğinin iç içe olduğunu; deliliği tedavi edilseydi belki
düşgücünü de yitireceğini söyler.
Virginia Woolf, şiddetli baş ağrılarıyla başlayan bu delirme
nöbetlerinde, iğrenç ve korkunç sesler duyardı. Bu sesler, akıllara
sığmayacak kadar çirkin sözler söylerdi ona. Güncesinde anlattığına
göre, kimi zaman “Londra’nın ortasından biri bağırırdı” Kimi zaman da bu
sesler birbirilerine karışır “garip bir müzik, deli müziği, şangırdayan
kırık dökük sesler” çıkarırdı. Virginia Woolf, bayılma nöbetleri de
geçirirdi. 17 Ağustos 1932 tarihli güncesinde bunlardan birini anlatır:
“Gene bayıldım… Geçen Perşembe gecesi Leonard ile taraçada otururken, dört nala giden atlar azdı kafamda… Yüreğim zıpladı ve durdu; sonra yeniden zıpladı… Nabzım kafama fırladı ve vurdu, vurdu; gittikçe daha vahşice, daha hızlı… Bu böyle devam ederse, kafamda bir şey patlayacak sandım. Sonra, çok sevecen bir ana gibi davranıp, parçalanmış, kıymık kıymık olmuş bedenime egemen olmaya çalışarak, yattım.”
Delilik nöbetlerinde, bahçedeki kuşlar
Yunanca şarkılar söylerdi Virginia Woolf’a. Ya da çiçeklerin arasına
saklanan Kral Yedinci Edward, ağza alınmayacak küfürler ederdi.
Hekimlerin, hastabakıcıların, herkesin ona kötülük ettiğini sanırdı.
1915’te Leonard Woolf’a karşı bile düşman kesilmiş, iki ay yüzünü görmek
istememişti. Kendi bedeninden de tiksinir; yediklerinin dışkıya
dönüşeceğini düşünerek, ağzına bir lokma yiyecek koymaz, kendini
açlıktan öldürmeye kalkardı. Leonard Woolf’un kendi özyaşamöyküsünde
anlattığına göre, kimi zaman da, hastalığının işlediği bir suçtan
kaynaklandığı, tam olarak ne olduğunu bilmediği bu suç yüzünden
cezalandırıldığı evhamına kapılırdı. Abuk sabuk sözler söyleyerek,
günlerce hiç durmadan konuşurdu. Sonra, koma gibi bir uykuya dalar, bu
uykudan bitkin uyanır, yavaş yavaş toparlanırdı.
Virginia Woolf, ara sıra delirdiğini bilirdi. Güncesinde “when I was
mad” (ben deliyken) diye yazmaktan çekinmezdi. Hattâ bir yazar olarak,
bu delilik nöbetlerinin yararını gördüğünü bile söylerdi. “They are most
fruitful artistically… One becomes fertilized” (Sanat açısından bunlar-
yani delilik nöbetleri- son derece verimli… İnsan daha bereketli
oluyor) derdi. Ne var ki, zaman zaman delirmenin sanatına olumlu bir
etkisi olduğunu düşünerek avunmaya çalışmasına karşın, akıl dengesini
her an yitirebileceği korkusu hayatını zehir ediyordu. 1926’da
güncesinde der ki:
“Saat üçtü belki, uyandım. Ah başlıyor, geliyor… İğrençlik… Dalgalar çarpıyor, keşke ölsem- bu iğrençliğe dayanamıyorum artık. Benim üstümden konuşan bir dalga bu.”
25 Ekim 1920 güncesinde sorar:
“Yaşam neden bu denli trajik? Neden bir uçurumun üstündeki küçük bir kaldırım şeridine benziyor? Aşağıya bakıyorum, başım dönüyor. Sonuna dek nasıl yürüyebileceğim diye merak ediyorum… Bir tarlanın ortasına konulan bir fener gibi, ışığım karanlığa boğuluyor… Mutsuzluk her yerde; tam kapının arkasında; ya da mutsuzluktan beter olan ahmaklık.”
Birkaç hafta sonra, 10 Kasım 1920 tarihli güncesinde, aşağıdaki uçuruma düşmeden, bu daracık kaldırımda biraz ilerleyebildiğini yazar. Tarihsiz bir mektubunda, sırtında çok ağır bir yükle bir çölde ilerlemek zorunda kalan küçük bir eşeğe benzetir kendini:
“Çölü aşan uzun bir kervanın son eşeği… Sırtına yüklenen denkleri… anıları, sahip olduğu şeyler, geçmişin erkeklerle kadınlarının sırtına yükledikleri… Ayağa kalk, küçük eşek, diyorlar, sırtında yükün, yürü yolunda… Yatmak yok; yüklerini bir yana bırakmak yok; unutmak da yok.”
Ne var ki, Virginia Woolf çektiği
acıları açığa vuramazdı. Eniştesi Clive Bell’e göre, konuşurken herkesi
büyüleyen, neşeli, pırıl pırıl, “göz kamaştıran” (“dazzling”) bir
kadındı. Onu intiharından birkaç ay önce gören Christopher Isherwood,
Virginia’nın hem neşeyle ışıldadığını söyler; hem de “bir büyünün
etkisinde kalmış bir peri masalı prensesine” benzetir onu.
Delireceği korkusuyla her an ruhsal bir gerilim içinde yaşamak, Virginia
Woolf’a yalnız acı çektirmekle kalmıyor; huyunu olumsuz etkiliyor, onu
insanlardan uzaklaştırıyor, insanlara karşı katı ve acımasız yapıyordu.
Eylül 1921 güncesinde, insanları pek sevmediğini kendi de itiraf eder.
İki yıl sonra, 27 Haziran 1923’te daha da açıkça dile getirir bu
duygusunu:
“İnsanları sevmiyorum, nefret ediyorum onlardan, yürüyüp geçiyorum yanlarından. Pis yağmur damlaları gibi, üstüme düşüp dağılmaya bırakıyorum onları.”
Ne var ki, bu sevgisizliğe karşın, Joan Russel Noble’un derlediği Recollections of Virginia Woolf’tan (Virginia Woolf üzerine Anılar) anlaşıldığı gibi, Virginia, insanlara karşı sonsuz bir merak duyar, onları soru yağmuruna tutmaktan kendini alamazmış. Bu romancının, romandan çok yaşamöyküleri okumasını da buna bağlayabiliriz belki. Sorguya çektiği sayısız kişilerden biri olan Vita Sackville- West’in oğlu Nigel Nicolson’ın anlattığına göre, küçükken ilk karşılaşmalarından birinde, Virginia Woolf o gün ne yaptığını sormuş.
Çocuk, yatılı okuldan çıkıp eve geldiğini söyleyince, Virginia Woolf, bu kadarının yetmediğini, tâ başlangıçtan anlatmaya başlaması gerektiğini bildirmiş. Sürekli sorular sorarak, kaçta uyandığını, nasıl uyandığını, uyandıktan sonra ne yaptığını, o günü nasıl geçirdiğini tüm ayrıntılarıyla bir bir öğrenmek istemiş. Psikiyatr Alix Strachey’ye bakılacak olursa, bu aşırı merak, Virginia Woolf’un gerçek yaşamdan zaman zaman koptuğunu bilmesinden, gerçeklere tümüyle yabancılaşmamak için büyük bir çaba göstermesinden kaynaklanıyordu. Ama bu çabalarına karşın, insanlarla tam bir iletişim kurmakta zorlanıyordu gene de. Onu tanıyan eleştirmen Lord David Cecil şöyle der:
“Bir denizkızı gibiydi biraz. Hepimize şöyle bir bakmak için denizden yüzerek gelen güzel bir denizkızıydı diye düşünürdüm- çok meraklıydı, çok ilgiliydi. Ama bir denizkızı gibiydi.”
Bize kalırsa Virginia Woolf, ancak kendi düşgücüyle yarattığı insanlara sevgiyle yaklaşır; bir denizkızı gibi, onlara uzaktan bakmazdı. Örneğin, “An Unwritten Novel” (Yazılmamış Bir Roman) adlı öyküsünde ele aldığı anayla oğulu taparcasına sever:
“Gizemli kişiler. Ana oğul. Neredesiniz?… Gizmli kişiler, nereye gitsem sokağın köşesini döndüğünüzü görüyorum. Analar ve oğullar. Evet, siz, siz, siz. Acele ediyorum, peşinizden gidiyorum… Siz bilinmeyen kişiler, taptığım sizsiniz. Kollarımı açarsam, sizi kucaklıyorum, sizi bağrıma basıyorum.”
Ne var ki, Virginia Woolf, gerçek
yaşamda gördüğü insanlara kollarını açmıyor, onları bağrına basmıyordu.
Yeğeni Quentin Bell’in anlattıklarına göre, çektiği akıl hastalığı
zamanla onu kötü yönden etkilemiş, insanlara karşı kırıcı ve acımasız
yapmıştı. Virginia Woolf’un, James Joyce ve Katherine Mansfield
konusunda sözleri bizi fena halde tedirgin eder: Virginia Woolf, James
Joyce’un roman türünün değişmesinde ne denli büyük bir rol oynadığını
bilir; ileride göreceğimiz gibi onun bilinç akımı yönteminden
yararlanır; Ulysses’in bir bölümünün Hogarth Press’te yayınlanmasını
ister; hattâ makalelerinde Joyce’un avant-garde romanın en değerli
temsilcisi ve Ulysses’in bir başyapıt olduğunu yazardı. Gelgelelim,
güncesindeki tutumu bambaşkadır. Kendi kendini yetiştirmiş bir aşağı
sınıf aydını saydığı Joyce’u yüksek sınıftan bir aydının kibirli
tavrıyla hor görür. Böylelerini “çiğ, çarpıcı ve eninde sonunda mide
bulandırıcı” (“raw, striking and ultimately nauseating”) bulur. Kin
saçarak, Joyce’u, ergenlik sivilcelerini kaşıyan bir yeni yetmeye
benzetir. Ulysses, kültürden yoksun, müstehcen bir kitaptır. T.S.
Eliot’un böyle bir yapıtı Savaş ve Barış kadar önemsemesine şaşar.
Ulysses’in ancak ilk iki yüz sayfasını okuyabilmiş ve “sözle ifade
edemeyeceği bir can sıkıntısı” (“an unutterable boredom”) çekmiştir.
Tümünü zorla okuyup bitirdikten sonra da, Ulysses’in “hedeflediğini
yapamadığı” (“I think it is a misfire”) kanısına varır. Lytton
Strachey’ye bir mektubunda da Joyce’u alaya alır: “First there is a dog
that pisses, then a man that farts, and one can be monotonous even on
that subject” (İlkin çiş yapan bir köpek var. Sonra, osuran bir adam.
Böyle konuları ele alırken bile, insan tekdüze olabilir.) Rebecca West,
Virginia Woolf’u, James Joyce üzerine, “insanı şaşırtan, nerdeyse
ahmakça” (“astonishing, almost stupid”) sözler söylemekle suçlamakta
haklıdır. Bunun nedeni de, Joyce’u kıskanmasıdır aslında. Bu kıskançlık,
Jacob’s Room’u yazarken, güncesinde, “what I am doing is probably
better done by Mr Joyce” (her halde Mr. Joyce benim yaptığımın daha
iyisini yapıyor) demesinden de anlaşılır. İşin içine kadınlar arasındaki
rekabet sorunları da girdiği için, Virginia Woolf’un Katherine
Mansfield ile ilişkisinde, kıskançlık daha da belirgindir. Virginia
Woolfun güncesini okurken onu yıllar yılı sanatın ermişlerinden biri
sayan bizler gibi saf insanlar, çağdaşı yazarların en değerlilerinden
biri olan Katherine Mansfield’i nasıl rezil etmeye kalktığını görünce
şok geçirir.
Leonard Woolf, çok sağduyulu davranmış, eşinin 1915’den ölünceye dek
tuttuğu, el yazısıyla yirmi altı ciltlik güncesinden, ancak yazarlığıyla
ilgili bölümleri, 1953’de A Writer’s Diary (Bir Yazarın Güncesi) adıyla
yayınlamıştı. Virginia Woolf’un da istediği buydu aslnda:
“Dün kendi kendime sordum, ölürsem ne olacak bütün bu günceler? Leo ne yapacak bunları? Yakmak istemeyecek; yayınlayamaz da. Eh, bunlardan bir kitap çıkarıp, geri kalanı yakmalı bence.”
Leonard Woolf, eşinin düşündüğünü
yapmakla, Virginia Woolf’un yazar olarak anlaşılması için özenle
okunması gereken bir kitap çıkardı ortaya. Çünkü A Writer’s Diary’de,
onun her romanını nasıl tasarladığı, nasıl yazdığı, değişiklikler
yaparak nasıl tekrar tekrar üstünden geçtiği ayrıntılı olarak anlatılır.
Üstelik Virginia Woolf bir yandan yazarken, bir yandan da sürekli
okuduğu için, bu kitap, edebiyat üzerine birbirinden ilginç eleştiri
parçalarıyla ve değerlendirmelerle doludur.
Virginia Woolf’u yakından tanımamız için, A Writer’s Diary yeter de
artar da bizlere. Gelgelelim, yazarın yeğeni Quentin Bell’in eşi Anne
Oliver Bell, bir işgüzarlık yaptı: Hem A Moment’s Liberty (Bir Anlık
Özgürlük) adıyla Virginia Woolf’un güncesinden parçaları; hem de 1977’de
başlayarak, bütün günceyi cilt cilt yayınlamaya koyuldu. Ne yazık ki,
bu günce, yer yer çok ilginç olmakla birlikte, Virginia Woolf gibi büyük
bir yazarın, insan olarak olumsuz, kötü niyetli, dedikoducu, fitne
demeyelim de hınzır yanlarını gözler önüne serer. Romanlarının
kişilerinde, Mr. Dalloway’de, To the Lighthouse’daki Mrs. Ramsay’de,
Between the Acts’daki yaşlı Mrs. Swithin’de bunca gelişmiş olan
sevecenliğin ve merhamet duygusunun onda ne denli eksik olduğunu
gösterir bizlere. Kusurlu ve eksik yanlarının kendi de bilincinde olduğu
için, kendini “despicable” (hor görülmesi gereken) bir insan bulduğu
olur. Katherine Mansfield’in ölümünden sonra, onu kıskandığını da itiraf
eder: “I am jealous of her writing – the only writing I have ever been
jealous of” (Onun yazdıklarını kıskanıyordum… ömrümde kıskandığım tek
yazılardır onlar. ) Katherine Mansfield’in ona hayran olduğunu da
anlatır. Onunla dostluk kuramamasının pişmanlığı içindedir; çünkü
onunla, yeryüzünde başka hiçbir kimseyle olmayan ortak bir yanı
bulunduğuna inanır.
Virginia Woolf’un, yalnız James Joyce’a ve Katherine Mansfield’e karşı
değil, başkalarına karşı tutumu da bizi fena halde üzer. Örneğin, sanat
tarihçisi ve ressam Roger Fry, onun en yakın dostlarından biridir. Roger
Fry ölünce, Virginia Woolf 1940’da onun üzerine uzun bir kitap da
yazmıştır. Ama güncesinde, Fry’ın sergisinde ancak üç dört küçük desenin
satıldığını; öteki tabloların, bir baloda hiç kimsenin dansa
kaldırmadığı çirkin kızlar gibi duvarda asılı kaldığını söyler. Ve “kötü
resimler satılmaz” (bad pictures don’t sell) diye ekler acımasızca.
Akıl hastalığının ne korkunç bir dert olduğunu kendi bildiği halde, aynı
acımasızlığı, T.S.Eliot’un akıl hastası ilk eşi Vivien’e gösterir:
“Making me almost vomit, so scented, so powdered, so egotistic, so
morbid, so weakly” (Öyle parfümlü, öyle pudralı, öyle bencil, öyle
sağlıksız, öyle güçsüz ki, nerdeyse kusacaktım) der. Londra’da gezintiye
çıkarılan bir geri zekâlılar kafilesini iğrenç bulup, “they should
certainly be killed” (bunları mutlaka öldürmek gerek) diye kesip atar.
Kendisinin de bunu yazdıktan birkaç ay sonra aklını yitireceğini
bildiğimiz için, bunu okuyunca çok fena oluruz.
Virginia Woolf ile ilgili anılarını anlatanların yazdıklarından
anlaşıldığı gibi, sanki dilinin ucunda sivri bir iğne varmışcasına,
herkes ona çekinerek yaklaşırmış. Çünkü sözleri yalnız iğneleyici değil,
çok da güldürücü olduğundan, dilden dile dolaşır, kolayca unutulmazmış.
Hogarth Press’te çalışan Frances Marshall “insanın ödünü koparan”
dediği yazarın, onun bağrına sapladığı dikenli oklara bile hayran
kaldığını söyler. Virginia Woolf’un yeğeni Angelica Bell’e göre,
teyzesinde “saydam bir güzelliğin bir ifritin diliyle birleşmesi” (“this
combination of limpid beauty and a demon’s tongue”) çevresindekileri
şaşkına döndürürmüş. Örneğin, tatlı haller takınıp, yakın dostu T.S.
Eliot’un bir ara banka memuru olmasına değinerek, “Ne yazık ki, Tom, bir
bankada kalacağına, şair olmaya kalktın. Şimdi İngiltere Bankasının
müdürü olabilirdin” dermiş. Virginia Woolf’un böyle hınzırca sözler
söylemesinin ve güncesinde sağa sola çatmasının nedeni, her an
delirebileceği korkusuydu belki de. Kendi akıl sağlığına güvenini
yitirdikçe, başkalarından hıncını almak istiyordu her halde.
Bu saldırganlığı bir yana, Virginia Woolf’un kişiliğinin bizi en çok
üzen yanlarından biri de, anti-semitizmi, yani Yahudilere karşı
neredeyse ırkçı tutumudur. Buna yalnız üzülmekle kalmayız, çok da
şaşarız; çünkü o kadar sevdiği o eşsiz kocası Leonard Woolf da
Yahudidir. Onunla evlenmeden önce, Virginia bu yüzden bir hayli tedirgin
olmuş, bir mektubunda “you seem so foreign to me” (bana öyle yabancı
görünüyorsun ki) demişti. Eşinin ailesiyle tanıştıktan sonra da, sanki
Yahudilerin sesleri ve gülüşleri Hıristiyanlarınkin-den farklıymış gibi,
“I do not like the Jewish voice; I do not like the Jewish laughter”
(Yahudi sesini sevmiyorum; Yahudi gülüşünü sevmiyorum) diye yazmıştı.
Ne var ki, kendisi gibi Yahudilerden hoşlanmayan Hitler’in iktidara
gelişi, İtalya ve Almanya’da faşizmin egemenliği Virginia Woolf’u
perişan etti. Üstelik ayrıca düşkün olduğu yeğeni Julian Bell, İspanya
İç Savaş’ında faşistlere karşı çarpışırken öldürülmüştü. Aynı yıl
İspanya’dan kaçan cumhuriyetçi kadınların, çocuklarıyla birlikte
Londra’da düzenledikleri yürüyüşü seyrederken, hüngür hüngür ağladı.
Faşizme karşı makaleler yazmak istedi. Faşizmin sonucunun ikinci bir
dünya savaşı olacağını o kadar iyi biliyordu ki, 1935’te “The Next War”
(Bundan Sonraki Savaş) adlı bir makale yazdı ve daha sonraları, bunu The
Three Guineas’e (Üç Gini) ekledi. 1936 Aralık ayında komünist Daily
Worker gazetesinde “Why Art Follows Politics” (Sanatın Politikanın
Peşinden Gitmesinin Nedeni) adlı bir makalesi çıktı. Bu yüzden de Nazi
şeflerinden Himmler’in kara listesine girdi. Naziler İngiltere’yi işgal
etseydi, Bertrand Russell, E.M. Forster, G.B. Shaw, eşi Leonard Woolf ve
başka İngiliz aydınlarıyla birlikte hapse atılacaktı.