Aranızda bazıları, yalnızlığın korkusuyla konuşkan birini ararlar; Çünkü, tek başına olmanın sessizliği, gerçek ve çıplak kendilerini gözleri önüne serer ki onlar bundan kaçarlar.
Görmek ve duymak olmasaydı, ışık ve ses, karmaşa ve titreşimden ibaret olurdu. Aynı şekilde, sevdiğiniz şu kalp olmasaydı, rüzgârın savurduğu ve etrafa saçtığı toz olurdunuz.
İçimdeki hayatın sesi senin içindeki hayatın kulağına erişemez, ama ne olursa olsun, yalnızlığın ürküntüsünü hissetmemek için konuşalım.
Yalnızlığın elleri yumuşak, ipeksidir. Ama güçlü parmaklarıyla yüreği yakalar ve hüzünle acıtır. Yalnızlık, ruhsal coşkunun müttefiki olduğu kadar, hüznün de yandaşıdır.
Düşünce, boşlukta uçan bir kuş gibidir; kelimelerin kafesinde kanatlarını açabilir ama uçamaz.
Bana sessizliği ver ki, bilinmezliklerine dalayım gecenin.
Cehaletimin sebebini bilseydim, âlim olurdum.
Konuşmayı seven bazılarınız vardır ki, bilgisizce ve önceden düşünmeden, kendilerinin bile anlamadığı bir gerçeği ifşa edebilirler.
Sarhoş bir adam gördüğünde, “Belki bu adam sarhoşluktan daha kötü bir şeyden kurtulmak için içiyordur,” de.
Ancak bazılarınız ise içlerinde gerçeği taşır, ama onu kelimelerle dile getirmezler. Böylelerinin sinelerinde ruh, ritmik bir sessizlik içinde dinlenir.
Gerçekte biz kendi kendimizle konuşuruz; ama ara sıra diğerleri de bizi işitebilsin diye sesimizi yükseltiriz.
Akıllı insanlar tarafından söylenen sözleri ezberleyin, yaşayın. Gündelik yaşamınızda uygulayın onları, fakat olur olmaz yerlerde ezbere okumayın. Yoksa sırtına kitap vurulmuş bir eşekten farkınız kalmaz.
Bana kulak ver ki, sana ses verebileyim.
Yaşamın özüne ulaştığında, her şeyde güzellik bulursun, hatta güzelliği görmezden gelen gözlerde bile.
Hayatın gizemleri, aynı zamanda hayattan daha derin gizemlerin perdeleridir.
Her çalışma nafiledir, aşk olduğu zaman başka. Ve her ne zaman aşkla çalışırsanız kendinizi kendiniz raptedersiniz ve ötekine ve Allah’a.
Bir yaşam tarzı olarak “ortayı” övenlere yanıtım şudur; Kim; sıcakla soğuk arasında ılık, ölümle yaşam arasında titrek ya da ne katı ne sıvı, pelte olmak ister?
Hayat büyük bir tören alayıdır. Yavaş yürüyen ona baktığında çok hızlı olduğunu sanır ve bu yüzden ondan uzak durur. Hızlı yürüyen onu yavaş zanneder ve o da uzak durur ondan.
Hayatın bütün esrarını çözdüğün vakit ölümü arzularsın. Çünkü o da hayatın sırlarından biridir.
Hayatın adaletine duyduğum inancı nasıl kaybedebilirim ki! Ben biliyorum ki kuş tüyünde uyuyanların düşleri toprak üstünde uyuyanlarınkinden daha güzel değil.
Yaşamın gerçekliği yaşamın kendisidir. Onun başlangıcı rahimde, sonu da mezarda değildir.
Yaşam yaşayan şeylerin hepsinden daha eskidir. Güzelliğin, dünyada güzel doğmaktan önce de var olduğu gibi.
Yaşam bizim sessizliğimizde şarkı söyler ve uykularımızda rüya görür.
Bir şey söylemeye geldim ve şimdi onu söyleyeceğim. Eğer beni ölüm engellerse, o yarın tarafından söylenecektir. Çünkü yarın sonsuzluğun kitabında hiçbir sır barındırmaz.
Herkesin yanında ve herkesin uğruna olmaya geldim ve bugün benim tek başıma yaptıklarım yarın yığınlardan yankılanacaktır. Şimdi neler söylüyorsam tek yürekten, yarın binlerce yürek tarafından söylenecektir.
Yenik ve düşkün olduğumuzda bile ağladığımız zaman, yaşam bize gülümser ve biz zincirlerimizi sürürken bile özgürdür.
Ölüm de, tıpkı yaşam gibi, yaşlıya yeni doğandan daha yakın değildir.
Öleceğim ve ruhum bir süre dinlenecek ve sonra bir kadın gebe kalacak bana ve yeniden dünyaya geleceğim.
Bir şey söylemeye geldim ve şimdi onu söyleyeceğim. Eğer beni ölüm engellerse, o yarın tarafından söylenecektir. Çünkü yarın, sonsuzluğun kitabında hiçbir sırrı saklamaz.
Bir hayvanı öldürdüğünde içinden şunları geçir: ”Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldürecek ve ben de senin gibi tüketileceğim. Seni benim ölümcül ellerime gönderen yasa, beni de daha güçlü bir ele teslim edecek. Senden ve benden akacak kanlar, ölümsüzler âlemindeki ağ köklerine inen birer damladan başka bir şey değildirler.”
Doğa, hoş geldin diyen kollarıyla uzanır bize ve onun kadınsı güzelliğinden haz almaya çağırır bizi; ama biz onun sükûnetinden ürker, kalabalık kentlere akın ederiz ve orada tıpkı vahşi bir kurdun önünden kaçışan koyunlar gibi birbirimizi sıkıştırarak yaşarız.
Doğa kanaat hakkındaki öğütlerimizi dinleseydi, ne bir denize akar ne de bir kış bahara dönerdi. Ve doğa, tutumlulukla ilgili bütün nasihatlerimize kulak verseydi, aramızda bu havayı soluyan kaç kişi kalırdı?
Toprağın neresini kazarsan kaz, bir define bulacaksın. Ancak bir çiftçinin inancıyla kazmalısın.
Kurbağaların sesi, sığırlarınkinden daha yüksek olabilir. Fakat kurbağalarla ne tarlayı sürebilirsin, ne üzüm sıkma cenderesini döndürebilirsin, ne de derilerinden ayakkabı yapabilirsin.
Bir balık istediğin halde sana bir yılan verenlerin ellerinde yılandan başka verecek bir şeyleri olmayabilir. Bu durumda onların davranışları bir özveri ve cömertlik sayılır.
Sırtını güneşe çevirirsen gölgenden başka bir şey göremezsin. Onlara güneşi işaret ettim, onlar parmaklarıma baktılar.
Gündüzün güneşinin önünde özgürsün sen. Gecenin ayının ve yıldızlarının önünde özgürsün. Güneş, ay ve yıldızlar olmadığında yine özgürsün. Dahası, bütünüyle varlık gözlerinden silindiğinde de özgürsün. Ama sevdiğine kölesin, çünkü onu seversin. Bir de seveninin kölesisin, çünkü seni sever.
Güneşin ışınlarını ve esen yeli teninizin daha fazlasıyla ve giysilerinizin daha azıyla karşılayabilseniz ne iyi olurdu. Çünkü hayatın soluğu güneşin ışığında ve eli de esen yeldedir.
Aranızdan bazıları şöyle diyorlar, “Giydiğimiz giysileri dokuyan kuzey rüzgârıdır.” Ben de diyorum ki, doğrudur, onları dokuyan kuzey rüzgârıdır. Ama tezgâhı utanç, kullandığı iplik sönük ve cansızdı. Üstelik işini bitirdikten sonra ormanın kuytuluğuna çekilip gülmüştü.
Giysileriniz güzelliklerinizin büyük bölümünü gizler de güzel olmayanları pek örtemez. Gerçi sizler giysilere bürünmekle bireysel gizliliğinizin özgürlüğünü arıyorsunuz, ama onların içinde bulacağınız, vücudunuza vurulan koşumlar ve prangalardan başka bir şey olmayabilir.
Unutmayın ki, alçak gönüllü ve gösterişsiz olmak, temiz ve saf olmayanın bakışlarından korunabilmeye yarayan bir kalkandır. Hem, temiz ve saf olmayan ortadan kaldırılabilse, alçak gönüllü ve gösterişsiz olmak aklı kirleten ve aşağılayan bir zincir vurucudan başka nedir ki? Ve yine unutmayın ki, yeryüzü, sizlerin çıplak ayaklarınızı bağrında duymaktan hoşlanır ve rüzgâr da saçlarınızla oynaşmayı özler.
Kaplumbağalar yollar hakkında tavşanlardan çok daha fazla şey anlatabilirler.
Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat arkana bakma. Kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de. Unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez. Yolcuya bakıp, yolunu tanıma. Yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.
Vahim olan, yolun yolcusuz olması değil; asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır; yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal.
“En doğru yol: en dikensiz yoldur” diyenler seni aldatıyorlar. Onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.
Aldırma, ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir. Dikenine katlanmaktan söz edenler, âşıkmış gibi davrananlardır. Gerçek âşık olanlarsa, dikenini de sever.
Dostum, yollar yürümek içindir fakat şu gerçeği de hiç unutma: yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
Dostum, güneşe bak, toprağa bak, suya bak, buluta bak; fakat, arkana bakma....
kimin geldiği önemli değil, kimin gelmediği de...
unutma, yolcu değişir, yol değişir, ama menzil değişmez.
yolcuya bakıp, yolunu tanıma.
yola bak, yolcuyu tanı, yolcu hakkındaki kıymet hükmünü ona göre ver.
vahim olan, yolun yolcusuz olması değil;
asıl vahim olan yolcunun yolsuz olmasıdır;
yolsuz, hedefsiz, amaçsız, şaşkın, hercai ve seyyal....."en doğru yol: en dikensiz yoldur" diyenler seni aldatıyorlar.
onlar, karanlık evlerinde kaybettiklerini sokak lambasının altında arayan şaşkınlardır.
aldırma....ayağına batan dikenler, aradığın gülün habercisidir.
dikenine katlanmaktan söz edenler, aşıkmış gibi davrananlardır.
gerçek aşık olanlarsa, dikenini de sever.
dostum, yollar yürümek içindir.
fakat, şu gerçeği de hiç unutma:
yürümekle varılmaz, lakin varanlar yürüyenlerdir.
yol boyunca; yola çıkıp da yürümeyenleri,
yola oturup, gelen-geçenin ayağına çelme takanları,
yoldan metafizik uyuşturucularla keyif çatanları,
tel örgülerle çevirdiği yolu kendisine zindan edip volta atanları,
maratona 100 metre koşucusu gibi hızlı gidip, 50. metrede yola yatanları,
yürüyüşün uzun ve yolun zahmetli olduğunu görünce, yolculuk üzerine zor atanları,
yürümeyi bırakıp, yol-yolcu ve menzil üzerine kalem oynatanları,
ayağına batan tek bir dikenin faturasını çıkarıp, ömür boyu tafra satanları,
beyaz atlı kurtarıcıyı gözlemek için ufka bakıp bakıp dağıtanları,
yanlış kılavuzlara kızıp yolu satanları göreceksin.
aldırma, yürü.
göğsüne yüreğinden başka muska takma.
vahiy haritan,
nebi kılavuzun,
akıl pusulan,
iman sermayen,
amel azığın,
sevgi yakıtın,
ahlâk karakterin,
edep aksesuarın,
merhamet sıfatın,
şeref ve izzet adın olsun.
Doğru yol: insanların çoğunun gittiği yol değildir, düşünen öz akıl sahiplerinin yoludur.
Yolda vereceğin her molayı öz eleştiri durağında vermelisin. Unutma, tövbe özeleştiridir. Her molada yolda olup olmadığını, yürümen gereken menzil istikametinde yürüyüp yürümediğini kontrol etmen, pişman olmaman için elzemdir. Yön tayini sık sık gerekli olabilir. Haritayı saklayabileceğin en güvenilir yerin yüreğindir.
Mevsim sonbahara erdiğinde, bağından üzümleri toplayıp da cendereye doldurduğunda, içinden şunları geçir: “Ben de sizler gibi bir asmayım ve benim yemişim de bir gün toplanıp aynı cendereye doldurulacak. Ve tıpkı yeni bir şarap gibi sonsuzluğun fıçılarında saklanacağım.”
Mevsim kışa erdiğinde, hazırladığın şarabı içerken, doldurduğun her kadeh için yüreğinde bir şarkı olsun. Ve o şarkıda, sana hasat günlerini, üzüm bağını ve cendereyi anımsatan sözcükler bulunsun.
Nasıl bir meyvenin çekirdeği, kalbi güneşi görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz. Meşe ile çınar birbirlerinin gölgesinde büyümezler.
Eğer sırrını rüzgâra açarsan, sırrını ağaçlara söyledi diye rüzgârı suçlayamazsın.
Senin işlediğin suçun yarı sorumluluğunu üstlenen kişi, gerçek bir dindardır.
Kaç defa asla işlememiş olduğum suçları yükledim omzuma, sırf kendimi benimle arkadaşlık eden kötülerden daha iyi göstermemek için.
Birlikte güldüğün birini unutabilirsin ama birlikte ağladığını asla!
Eğer biri seni incitirse bunu unutabilirsin; ama sen onu incitirsen bunu hep hatırlarsın. Aslında öteki, senin başka bir bedendeki en duyarlı benliğindir.
Bir tilki gün doğarken gölgesine bakıp dedi ki, “Bugün öğle yemeği için bir deve bulacağım” ve bütün sabahı bir deve arayarak geçirdi. Öğle üzeri tekrar gölgesini gördü ve “Bir fare bana yeter” dedi.
Bir elmayı dişlediğinde de içinden şunları geçir: “Tohumların benim vücudumda boy atacak, senin geleceğinin tomurcukları, benim yüreğimde yeşerecek, senin kokun, benim soluğum olacak ve her mevsimi birlikte karşılayıp, birlikte kutlayacağız.”
Doğuştan gelen kusurlarını sonradan edindiğin erdemlerinle örtmeye kalkma ne olur. Ben küçük kusurlarıma son derece bağlıyım. Çünkü onlar, bana has birer zenginliktir.
Kaynağı adalet olan bir dünya, kaynağı merhamet olan bir dünyadan daha büyüktür.
Adaletin yarısı merhamettir. Ey siz, doğruluktan yana olması gereken yargıçlar, dış görünüşüyle dürüst, fakat ruhen hırsız biri için nasıl bir ceza düşünürsünüz? Gövdesi ile katil, ruhuyla kurban olan biri için hangi cezayı uygun görürsünüz? Olay sırasında hain ve saldırgan davranmış olan, bir o kadar da incitilmiş ve öfkelendirilmiş olan birini nasıl sorguya çekersiniz? Sonra, çektiği pişmanlık yaptığı hatalardan kat be kat yüksek olanları nasıl cezalandırırsınız? Hem, pişmanlığı tattırmak sizlerin hizmet edebilmeye uğraştığınız kanunun öngördüğü Adalet’in hedefi değil mi?
Eğer aranızdan biri çıkar da ihanet etti diye bir zevceyi yargılanmak üzere ortaya getirirse, O kadının kocasının kalbi de teraziye konsun ve ruhu ölçeklerle ölçülsün. Suçluyu tokatlayacak olan kimse, suçun işlenmesine neden olan kimsenin de yüreğine baksın. Aranızdan biri çıkıp ta hak saydığı için kötü bir ağaca baltasını indirmeye kalkarsa, ilkin köklerine de bir göz atsın. Çünkü orada, toprağın sessiz yüreği
içinde, iyi ve kötü, bereketli ve bereketsiz köklerin bir arada sarmaş dolaş bulunduklarını görecektir.
Öldürülen, kendi ölümünden dolayı sorumsuz değildir. Ve soyulan, soyguna uğradığı için suçsuz değildir. Doğru olan, kötülerin yapıp ettiklerine bakılarak masum sayılamaz.
Nasıl ki bir yaprak, tüm ağacın sessiz bilgisi olmadan sararmazsa, hata işleyen de sizlerin tümünün gizli isteği ve onayı olmadan hata işleyemez. Tıpkı bir sürecin kendi başına işleyişi gibi, sizler de hep birlikte Tanrısal benliğinize doğru ilerliyorsunuz. Bu ilerleyiş de, yol da, yolcu da sizlersiniz. Aranızdan biri tökezler de düşerse, arkasından gelenler için düşmüş demektir; onun ayağına takılan taş arkasındakilere uyarı olmalıdır. Aynı şekilde, düşen, önde sağlam ve hızlı adımlarla yürüyenler için de düşmüş demektir; çünkü onlar geçip giderlerken taşı bir kenara itmemişlerdir.
Sadece kovalandığında hızlı koşabilirsin.
Sizin Tanrısal benliğiniz, tıpkı bir okyanus gibi, hiçbir zaman kirletilemez. Ve tıpkı yaşamın gücü gibi, ancak kanatları olanları yüceltir. Tanrısal benliğiniz hatta bir güneşe bile benzetilebilir; O güneş ki ne köstebeğin dolambaçlı yollarını bilir, ne de yılanın deliğini arar.
Aranızdan çoğu, içleri sıra insanlaşmışsa da, birçoğu henüz insanlaşabilmiş değildir. Bu gibiler, sisler arasında amaçsızca dolaşarak uyanışını arayan biçimsiz vücutlu bir cüceye benzerler.
Ruhunuzun rüzgârın önüne katılıp gittiği zamandır ki, yalnız ve bekçisiz kalarak, bir başkasına, dolayısıyla da kendinize karşı bir hata işlersiniz. Ve işlenen bu hata nedeniyledir ki, kutsallığın kapısını çalmak ve bir süre önemsenmeden beklemek zorundasınız.
Ne kadar güzelsin, Dünya, ne kadar görkemli! Işığa itaatin ne kadar kusursuz ve güneşe teslimiyetin ne kadar asil! Ne kadar sevgi dolusun, gölgenin altında yüzün ne kadar cazibeli, bilinmezlikle maskelenmiş! Şafağın şarkısı ne kadar huzur verici ve ne kadar haşin akşamının övgüleri! Ne kadar kusursuzsun, Dünya, ne kadar büyük!
Bilinmeyen hazinenizi tartmak için tartı aramayın ve bilginizin derinliğini değnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayın. Çünkü kişi, ölçüsüz ve sınırsız bir deniz gibidir. “Tek doğruyu buldum’ değil, “Bir doğruyu buldum” deyin. “Ruha giden yolu buldum” değil, “Kendi yolumda yürürken ruhu buldum” deyin. Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamış gibi dümdüz büyür. Ruh, sayısız taç yaprakları olan bir lotus çiçeği gibi açılır.
Kendimi senin bildiklerinle doldurmuş olsaydım, bilmediklerimi hangi odama yerleştirirdim.
Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir!
Pek çok insan kendimi savunayım derken, kendini öldürür. Kendimi savunmak, çoğu kez beni nefrete sevk etti. Ama daha güçlü olsaydım, böyle bir çareye sığınmazdım.
Yürüyenlerle birlikte yürümeyi yeğlerim, durup yürüyenlerin geçişini seyretmeyi değil.
Hakikat parçalanamaz. Hakikat iki kişiye muhtaçtır: biri onu dillendiren, diğeri onu anlayan.
Hakikate kulak veren, hakikati dillendirenden daha basit değildir.
Ben hakikati bilmiyorum. Ama cehaletimin önünde tevazuuyla eğiliyorum. Övüncümde bundadır, kazancım da.
Gerçek, bir çocuğun en içten gülüşü ya da bir sevgilinin öpüşüyle donanmış olarak seslenir bize; ama biz sevginin kapısını onun suratına çarpar ve sanki düşmanımızmış gibi davranırız.
Bir gerçek her zaman bilinmek, ama ara sıra söylenmek içindir.
Asıl gerçek, içimizde sessiz; kulaktan dolma bilgilerse, gevezedir.
Doğa’yı aşabilen yüce gerçek, bir varlıktan diğerine insanoğlunun sözleriyle aktarılamaz.
Gerçek, ne demek istediğini seven gönüllere aktarabilmek için sessizliği seçer.
Bir adam bir düş gördü ve uyandığında yorumcuya giderek düşünü kendisi için yorumlamasını istedi. Yorumcu adama dedi ki, “Bana uyanıkken gördüğün düşlerle gel ki anlamlarını söyleyebileyim. Ama uykunun düşleri ne benim bilgeliğime aittir ne de senin imgelemine.”
Kişinin hayal gücüyle, düşlerinin gerçekleşmesi arasındaki mesafe, yalnızca tutkuyla aşılabilir.
İyi zevk, doğru tercihi yapmakta değil, nitelik ile nicelik arasındaki doğal bütünlüğü algılamaktadır.
Sonsuzluğu istiyorum. Çünkü yazılmamış şiirlerim ve çizilmemiş resimlerimle buluşacağım orada.
Bana, “Siz bir sanatçı ve şairsiniz, ve bir şair ve sanatçı olmaktan dolayı da memnun olmalısınız” diyorsunuz. Ama ben, ne bir sanatçı, ne de bir şairim... Günlerimi ve gecelerimi resim çizmek ve yazı yazmakla geçirdim, ama ‘ben’ (yani Benliğim) ne günlerimde ne de gecelerimde
bulunmakta. Ben bir pusum. Her
şeyi örten, ancak hiçbir zaman bir araya getirmeyen bir pus. Yağmur suyu haline dönmeyen bir pus. Ben bir pusum; ve pus benim yalnızlığım, tek başıma oluşumdur, ve bunların içinde açlığım ve susuzluğumdur.
Sanat çalışması, bir şeklin içine dökülmüş sistir.
Sanat, tabiatın sonsuzluğa attığı bir adımdır.
Büyük güzellik beni tutsak eder, ama daha da büyük olanı kendimden dahi özgürleştirir.
Güzellik bütün bir hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir.
İçinde güzellik olmayan ne bir din vardır ne de ilim.
Güzelliği türküleriyse eğer söylediğin, çölün ortasında bile olsan seni dinleyen birilerini bulursun.
Yalnızca güzelliği keşfetmek için yaşarız, başka her şey bir bekleyişten ibarettir.
Güzel’in kendisi yolunuza çıkmaz ve kılavuzunuz olmazsa güzeli nerede ve nasıl ararsınız?
Arzulayanın kalbinde güzellik, onu görenin gözlerinkinden daha fazla parıldar.
Güzel’e dair söylediğimiz bunca söz, gerçekte güzel için değil, doyurulmamış eksiklikler içindir. Oysa güzel, bir gereksinim değil, bir doygunluğun kıvancıdır. Ne susuz kalmış bir ağız, ne de açılmış boş bir
eldir. Bir yürektir tutuşmuş, bir Can’dır büyülenmiş. Ne göze görünür bir tasarım, ne de kulaklarınızın duyacağı bir türküdür. Ne ağacın soyulan kabuğunun altından akan öz suyu, ne de bir pençeye takılmış kanattır. Sonsuza değin çiçekli kalacak bir bahçe, sonsuza değin gezinecek bir melekler birliğidir.
Güzel, görkemliliğin tahtına oturur oturmaz gösterir kendini bize; ama biz şehvet adına ona yaklaşır, onun saf ve temiz tacını parçalarız, çirkin girişimlerimizle kirletiriz, üstündeki şalı.
Hiçbir zaman girmek istemediğin birinin yüreğine, hiçbir zaman ulaşmaya çabalamayışın değil midir senin çirkinlik dediğin?
Eğer çirkinlik diye bir şey varsa, o da, gözlerimizdeki önyargılı ölçekler ve kulaklarımızı tıkayan balmumunun ta kendisidir.
Şiir, birazı sözcükten; çoğu sevinç, acı ve hayretten oluşan bir şeydir. Şiir bir düşüncenin ifadesi değildir. O, kanayan bir yaradan veya gülümseyen bir ağızdan yükselen bir şarkıdır.
Şiir, bütünü anlamaktır. Bunu sadece bir parçasını anlayana nasıl anlatabilirsiniz?
Şiir, yürekteki bir alevdir, ama hitabet sanatı, kar taneleridir. Alev ve kar nasıl bir arada olabilir?
Şiir, ruhun sırrıdır; neden bunu sözlerle açığa çıkarasınız ki?
Kalbi büyüleyen bir felsefedir şiir. Felsefe, fikir şarkıları söyleyen bir şiirdir. İnsanın kalbini büyüleyip aynı anda fikir şarkılarını da söyleyebilseydik, o zaman Tanrı’nın gölgesinde yaşayabilirdik.
Bir defasında bir şaire dedim ki: “Senin değerini, ancak sen öldükten sonra anlayacağız.” Onun yanıtı şöyle oldu: “Evet, ölüm gerçeğin yüzündeki perdeyi kaldırır daima. Ama gerçek değerimi ölümümle anlamayı temenni ediyorsanız, bu olamaz. Çünkü dilimdekinden fazlası kalbimdedir ve elimde olandan fazlası özlemlerimde.”
Eğer şiir yazma gücü ile yazılmamış olanın tutkusu arasında seçim yapmam gerekseydi, tutkuyu seçerdim. Çünkü tutku şiirden üstündür. Ama sen ve bütün komşularım ve tanıdıklarım kötü olanı seçtiğime eminsinizdir her zaman.
Yazmak için içinde bir istek duyuyorsan -ki bu isteğin sırrını sadece azizler bilir-sende şunlar bulunmalı; bilgi, sanat ve büyü: yani kelimelerin müziğinin bilgisi, sadelik ve içtenlik sanatı, okurlarını sevmenin büyüsü.
Sözler zamansızdır. Onları zamansızlıklarını bilerek söylemeli ya da yazmalısın.
Sözlerimizin hepsi aklımızın ziyafetinden arta kalan kırıntılardır ancak.
Kalemlerini yüreklerimizin kanına batırırlar, sonra da ilham iddiasında bulunurlar.
Esin daima şarkı söyler; asla açıklamaya çalışmaz.
Ağaç hayat hikâyesini yazabilseydi, onun öyküsü, herhangi bir kavmin tarihinden farklı olmazdı.
Ağaçlar yeryüzünügök kubbeye yazdığı şiirlerdir. Ama biz onları devirir ve boşluğumuzu kaydedebilmek için kâğıda dönüştürürüz.
Sözcüklerin dalgası hep üstümüzde olsa da, derinliklerimiz daima dinginliğini korur.
Sözcükler, ne dili ne de kendilerine kanat takan dudakları yanında götürebilirler. Yapayalnız dağılırlar boşluğa ve yapayalnız ararlar yaşamın gücünü.
Kulağa gelen müzik tekse de, onu oluşturan notalar farklıdır.
Ey Müzik, içimizin derinliklerinde yüreklerimizi ve canlarımızı gizleriz. Sensin öğreten bize, kulaklarımızla görmeyi ve yüreklerimizle işitmeyi.
Yüreğimin sevdiceğiyle oturdum yan yana ve onun sözlerini dinledim. Evrenin bir düş, bedenin de daracık bir hapishane gibi göründüğü sonu belirsiz mekânlar içinde gezindi ruhum. Doldu yüreğime sevdiceğimin büyülü sesi. Ah dostlar, müzik budur işte. Çünkü ben; onu sevdiğimin iç çekişlerimden ve dudaklarından belli belirsiz dökülen sözcüklerden bildim.
Dostlarım; Müzik ruhların dilidir. Onun nağmesi, sazın tellerini sevgiyle titreten tatlı melteme benzer. Müziğin zarif parmakları duygularımızın kapısını çaldığında, geçmişin derinliklerine gömülüp kalmış olan anılar uyanır. Müziğin gamla yüklü olanı yaslı ve sakin olanı da mutlu anıları getirir bize. Tellerden çıkan ses sevdiğimiz birinin ayrılışında ağlatır bizi ya da gülümsetir, Tanrı’nın bağışladığı huzurdan ötürü.
Tanrı, insanı yarattığında ona tüm dillerden farklı bir dil olan Müziği verdi. İlk insan yabanıl çevresi içinde söyledi onun görkemini ve o hükümdarların yüreğini oynatıp tahtlarından etti onları.
Ruhlarımız, Yazgı’nın sert rüzgârlarının merhametindeki çiçekler gibidirler. Sabah melteminde titreşir ve gökyüzünden dökülen kırağının altında boyunlarını eğerler.
Kuşların cıvıltısı insanoğlunu uykusundan uyandırır ve onu, kuşların cıvıltısını yaratmış olan Sonsuz Zekâ’nın görkemi için söylenen kutsal şarkılara katılmaya çağırır. Bu tür müzik, kendi kendimize kadim kitaplarda yer alan sırların anlamlarını sormaya iter bizi.
Kuşlar cıvıldadıkça acaba tarlalardaki çiçeklere mi seslenmektedirler? Yoksa ağaçlarla mı konuşmaktadırlar? Yoksa derelerin mırıltısını mı yansıtmaktadırlar? Çünkü insanoğlu kendi anlayışı ile kuşların ne söylediklerini, derelerin ne mırıldandıklarını ve dalgaların kıyıya usul usul çarparken ne demek istediklerini bilemez.
İnsanoğlu kendi anlayışıyla yağmurun ağacın yapraklarına ya da pencerenin kenarlarına düştüğünde ne dediğini anlayamaz. Bilemez meltemin tarlalardaki çiçeklere ne dediğini. Ama insanoğlunun yüreği kendi duyguları üstünde oynaşan bu seslerin anlamını duyar ve içinde saklar. Sonsuz Zekâ, çoğu kez gizemli bir dille konuşur ona. Ruh ve doğa kendi aralarında bu söyleşiyi sürdürürken insanoğlu dikilip kalmıştır, şaşkın ve suskun, bir kenarda. Ama insanoğlu bu sesleri hiç mi duymamış ya da ağlamamıştır? Onun döktüğü gözyaşları eğer bir anlayış değilse nedir?
Büyük şarkıcı, sessizliğimizin şarkılarını söyleyendir.
Eğer ağzın yemekle doluysa, şarkı söyleyemezsin. Ve altınla doluysa elin, kaldıramazsın onu şükür için.
Derler ki, bülbül aşkının şarkısını söylerken, bir dikenle bağrını delermiş. Hepimiz onun gibiyiz. Başka türlü olsa nasıl şarkı söyleyebilirdik?
Dâhilik, geç gelen baharın başında bir kuşun söylediği şarkılardır.
Deli de senin benim kadar müzisyendir. Ne var ki, onun çaldığı alettenmelodi sesi gelmiyor.
Ve deliliğimde hem özgürlüğü hem güvenliği buldum; yalnızlığın özgürlüğü ve anlaşılmazlığın güvenliğini, bizi anlayanlar bizden bir şeyleri tutsak ederler çünkü.
Karnı aç olana şarkı söylersen, seni midesiyle dinler.
Bir şarkıcı, söylediği şarkıdan zevk almıyorsa, asla dinleyicisini mutlu edemez.
Tanrı’nızı tanımak için muammaları çözmeye kalkışmayın. Daha fazla etrafınıza bakınız, çünkü O, sizin çocuklarınızla oynuyor.”
Tanrı, veren kimselerin elleriyle konuşur ve onların gözleri içinden bütün dünyaya gülümser.
Tanrı kendisinin insanlardan gizli kalmasına, ne de sözlerinin insanın yüreğindeki cehennemde üstü örtülü yatmasına dayanamaz.
Tanrı’ya yakın olabilmek için halka yakın olun.
Ey Tanrım, tavşanı bana av yapmadan önce beni aslanlara av yap.
Çiy damlaları ve gözyaşlarıyla beraber hepimizi içecek Tanrımız, kutlu susuzluğunda.
Göğsümün bir yanında Hz.İsa, diğer yanında ise Hz. Muhammed oturur.
İçinde saklı olanı bilseydi Hz. İsa’nın dedesi, kendi kendisinden dehşete kapılmaz mıydı?
Kardeşimiz İsa’nın kitapta yazılmamış üç mucizesi vardır. İlki, O, senin ve benim gibi bir insandı. İkincisi, kıvrak zekâ ve espri gücüne sahipti; üçüncüsü, yenildiği halde bir galip olduğunu biliyordu.
Bunlar ve diğer öğretilerden söz edişim nedeniyledir ki cezaya çarptırılıp, sürgüne gönderildim ve kilise tarafından aforoz edildim. Geçirdiğim yıllarda hiçbir pişmanlığa kapılmış değilim. Gerçeği arayıp da onu insanlara açıklayan herkes acı çekmeye mahkûmdur.