Cioran insana, insanlığa, insan oluşa lanetler yağdırmaya devam ediyor. En başa dönüyor, çünkü ona göre hata en başa ait: İnsan yanlış ağacın, hayat ağacı yerine bilgi ağacının meyvesini yedi. Ebediyetten zamana düşüş, yani Tarih’i başlatan adım böyle atıldı.
Kökleri çok eskiye uzanan bir felsefi geleneğin parçası olan Cioran, insanın varoluşunu küçümseyerek bütün “başarıları”na, “ilerleme”ye de eleştirel yaklaşıyor. Uygarlık eleştirisine girişiyor, ama amacı uygarlığın veya modernliğin foyasını meydana çıkarmaktan ibaret değil; asıl derdi insanın yanlışlığı. Acımasızca çalışıyor onun yumuşak karnına, yüzüne vuruyor kusurlarını.
Başka türlü düşünme imkânını hatırlamamız için duruyor Cioran yanı başımızda, belki de karşımızda.
Hayat Ağacı
İnsanın her saniye insan olduğunu hatırlaması iyi değil. Kendi üzerine eğilmek zaten kötü; saplantılı bir işgüzarlıkla türün üzerine eğilmek ise daha beter: İçe bakıştaki keyfi sefilliklere nesnel bir zemin ve felsefi bir haklılık atfetmek bu. Benliğimizi ezip öğüttükçe, bir kaprise kurban olduğumuzu düşünmekten medet umarız; bütün benlikler bitmek bilmez bir geviş getirmenin merkezi haline gelir gelmez, bir dolambaç üzerinden kendi durumumuzdaki mahzurları umumileşmiş buluruz; kendi kazamız evren düzeyinde geçerli durum, kaide mertebesine erişir.
Önce var olmanın ham gerçeğindeki anormalliği, sonra özgül durumumuzdakini idrak ederiz: İnsan olma şaşkınlığından önce, olma şaşkınlığı gelir. Mamafih şaşakaldıklarımızın ilk verisini halimizdeki uygunsuzluk oluşturuyor olmalı: İnsan olmak, sadece olmaktan daha az doğal. İçgüdüsel olarak hissederiz bunu; nesnelerin mutlu mesut uykusuyla özdeşleşmek için kendimizden yüz çevirdiğimiz her seferinde alınan o haz da buradan gelir. Kendinin karşısına dikilip, hiçbir şeye, garabetimize bile denk gelmediğimizde gerçekten kendimiz oluruz ancak. Bizi bunaltan lanet, yüzünü bilgi ağacına doğru dönmesinden hayli önce ilk atamıza da yük olmaktaydı zaten. Kendinden hoşnut değildi, bilincinde olmadan gıpta ettiği Tanrı’dan ise hiç hoşnut değildi; yıkımının failinden ziyade yardımcısı olan ayartıcının marifetleri sayesinde varacaktı bu bilince. Bilginin içine doğmasıyla, kendinden habersiz bir ilmin içinde, bizden daha kısmetli olanlarla alışverişin doğurduğu kıskançlığın tomurcuklanıp çiçek açmasına elverişli sahte bir masumiyet içinde yaşamaktaydı önceden; üstelik Tanrı’yla görüşme halindeydi atamız, ikisi de birbirini gözetliyordu. Bunun sonucu katiyen iyi bir şey olamazdı.
“Bahçedeki bütün ağaçlardan yiyebilirsin, ama iyiyi ve kötüyü bilme ağacından yemeyeceksin; zira ondan yediğin gün, kesinlikle öleceksin.” — Yukarıdan gelen ikazın aşağıdan gelen telkinlerden daha az etkili olduğu ortaya çıkmıştır: Psikologluğu daha iyi olan yılan kazanmıştır. Kaldı ki, insanın tek hedefi ölmekti; Yaratıcı’sıyla ölümsüzlük değil de bilgi yoluyla aşık atmak isterken, hayat ağacına hiç yaklaşma arzusu duymuyordu, ilgilenmiyordu bile; Yehova da fark etmişti bunu zahir; çünkü ona yaklaşmayı engellememişti dahi: Bir cahil’in ölümsüzleşmesinden niye çekinsindi ki? O cahil iki ağaca da saldırıp hem ebediyete hem ilme sahip olsa her şey değişirdi. Âdem suç sayılan meyveyi tadar tatmaz, başına kiminle iş aldığını nihayet anlayan Tanrı, paniğe kapıldı. Bilgi ağacını bahçenin ortasına yerleştirip, onun meziyetlerini, özellikle de tehlikelerini abartırken vahim bir temkinsizlikte bulunmuş, yaratığın en gizli arzusuna yol göstermişti. Ona öteki ağacı yasaklamak daha iyi bir politika olabilirmiş. Bunu yapmamış olması, insanın sinsice bir dev vakarına heves ederek şu haliyle fazla erişilebilir ve fazla sıradan olan ölümsüzlük perspektifinden cezbolmayacağını muhtemelen bilmesindendi: Oranın yasası, statüsü değil miydi ölümsüzlük? Buna mukabil başka türlü bir çekiciliği olan ölüm, yeniliğin itibarını da kuşandığında, onun için kendi huzurunu ve güvenliğini tehlikeye atmaya hazır bir serüvencinin merakını uyandırabilirdi. Hayli izafi bir huzur ve güvenlik, doğru; zira düşüşün öyküsü, soyumuzun başlatıcısının Aden’in ortasındayken bir rahatsızlık duymuş olması gerektiğini sezdirebilir bize; böyle olmasa, şeytana bu kadar kolay uymasını nasıl açıklardık? Uymuş mudur? Kendi kaşınmıştır daha ziyade. O mutlu olma beceriksizliği; hepimize miras kalan, o mutluluğu taşıyamama hali zaten görülmekteydi onda. Elinin altındaydı, ilelebet sahiplenebilecekken reddetti ve o gün bugündür bulamadan peşindeyiz; bulsak da yapamazdık onunla. Bir bilgelik ihlaliyle, Yaratıcı’nın bize pay ettiği cehalet yeteneği'ne bir sadakatsizlikle başlamış bir kariyerden başka ne beklenir? Bilgi tarafından zamana itilince, aynı anda bir kader bahşolunmuştur bize. Zira kader ancak cennetin dışında olur.