30 Nisan 2021
H. G. Wells "kalıcı dünya barışı için uluslararası hükûmet" görüşü Nutuk'ta yer almıştır. Nutuk'tan ilgili kısım şöyledir:
1920 yılında günün en önemli insanlık tarihi kitaplarından olan Outline of History eserini yayımlamıştır. Bu kitap Mustafa Kemal Atatürk tarafından değerlendirilmiş ve "kalıcı dünya barışı için uluslararası hükûmet" görüşü Nutuk'ta yer almıştır. Nutuk'tan ilgili kısım şöyledir:
| " Millete,
şunu da hatırlattım ki, kendimizi, dünyaya egemen sanmak aymazlığı,
artık sürmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki
aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar
yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz." | "Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan, bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri "dünya tarihinin gelecekteki evresi" başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu; "federal bir dünya devleti"dir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, "bütün egemenlikler, tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır" diyor ve "gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk haline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz.", "Kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır." diyor. " |
tr.wikipedia.org
Sinan Meydan "Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sonlarına doğru birgün yine bu yurda gelip çocuklara “Dualarınız kabul oldu çocuklarım, vatanımız kurtuluyor” demiştir.
Mustafa Kemal, Konya Yetimler Yurdu ziyaretinde çocuklarla birlikte yemek yemiş, her birinin tabağından birer kaşık pilav alıp saçlarını ve omuzlarını okşayarak yetim yavruları sevindirmiş, onların gönlünü kazanmıştır. Çocuklar yataklarına giderken Mustafa Kemal onlara, “Çocuklarım her gece dua edin” demiştir.
Birkaç gün sonra çocuklar Mevlana Türbesi’ni ziyarete götürülmüşlerdir. Bu sırada çocukların Mustafa Kemal Atatürk için dua ettikleri gözlenmiştir.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sonlarına doğru birgün yine bu yurda gelip çocuklara “Dualarınız kabul oldu çocuklarım, vatanımız kurtuluyor” demiştir.
Prof. Dr. Kemal Çiçek "Osmanlı Ermenileri’nin 1915’teki Tehciri: Bir Değerlendirme"
Osmanlı Ermenileri’nin 1915’teki Tehciri: Bir Değerlendirme
Önsöz
Barış ve Diyalog Çağrısı
1948 Tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin Çarpıtılması
Tehcir: “Meşru bir Güvenlik Tedbiri”
Ermenilerin Transferindeki Sınırlamalar
Sözde “Ölüm Yürüyüşü” Efsanesi
“Yaşayan Hayaletler” Veya Üzerinde Oynanmış Rakamlar
Devletin Sorumluluğu: Nereye Kadar?
Sonuç
Prof. Dr. Kemal Çiçek
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi
Barış ve Diyalog Çağrısı
Bu bildirinin konusu Ermeni-Türk meselesidir. Ermeni tarihçiliğine göre
her şey, Osmanlı güvenlik güçlerinin Ermeni Devrimci Partisi (EDP)
Taşnaksutyan’ın önde gelen 235 üyesini tutukladığı 24 Nisan 1915
tarihinde başladı. Türk tarih yazıcılığında ise bu iddiaya karşı
çıkılmakta ve meselenin kökeni 1878’de Ermeniler ve Müslümanlar
arasındaki iç çatışmanın dönemin büyük güçleri tarafından uluslararası
bir sorun haline getirildiği Berlin Kongresine kadar götürülmektedir.
Her ne olursa olsun, Türk-Ermeni meselesinin tarih biliminin konusu
olması gerektiği açıktır ve farklı bakış açıları tarihçiler tarafından
ayrıntılı bir şekilde ele alınmalıdır. Bu bakış açısıyla, Türk Başbakanı
10 Nisan 2005’te Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’a resmî bir
mektup göndererek şunları söylemiştir:
“Türk ve Ermeni halkları yalnızca dünyanın hassas bir bölgesinde ortak bir tarihi ve coğrafyayı paylaşmamaktadır, bu halklar aynı zamanda uzun bir zamandır bir arada yaşamışlardır. Yine de, ortak tarihimizin belirli bir döneminde gerçekleşen olaylarla ilgili farklı yorumlar yaptığımız bir sır değildir. Geçmişte uluslarımız için acılı hatıraların izlerini bırakan bu farklılıklar bugün iki ülke arasında dostça ilişkilerin gelişimini engellemeye devam etmektedir. Ülkelerimizin liderleri olarak temel görevimizin gelecek nesillerimize hoşgörü ve karşılıklı saygının hüküm süreceği barışçı ve dostça bir ortam bırakmak olduğuna inanıyorum…
Bu bağlamda, 1915’teki gelişmeleri ve olayları yalnızca Türkiye’nin arşivlerinde değil, aynı zamanda ilgili tüm üçüncü ülkelerin arşivlerinde incelemek ve elde ettikleri bulguları uluslararası kamuoyuyla paylaşmak üzere iki ülkenin tarihçilerinden ve diğer uzmanlarından oluşan ortak bir grubun meydana getirilmesi için ülkenize çağrıda bulunuyoruz. Böyle bir girişimin tarihin tartışmalı bir dönemine ışık tutacağına, ayrıca ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine katkıda bulunma yolunda bir aşama oluşturacağına inanıyorum.”
Bunun, iki ulus arasında yıllardır güvensizlik ve düşmanlığa neden olan bir çatışmayı ele almak için cesur ve yapıcı bir öneri olduğunu düşünüyorum. Maalesef, Ermeni liderleri Osmanlının 1915-1923 yılları arasında İmparatorluk içerisindeki Ermenilere karşı muamelesinin “soykırım” olduğunu ve bu gerçekten şüphe duyulamayacağını ileri sürerek söz konusu öneriyi reddetmişlerdir. Devlet Başkanı Koçaryan resmî olarak verdiği cevapta: “Bugün ve gelecek ele alınmadıkça, geçmişi ele alma öneriniz verimli olamaz” demiş, başka bir teklifte bulunarak iki ülke ilişkilerini engelleyen bu ve diğer problemlerle uğraşacak “hükümetler arası bir komisyon” oluşturmayı önermiştir. Benim görüşüme göre Koçaryan’ın mektubundaki en çarpıcı cümle şudur: “İkili ilişkileri geliştirme sorumluluğu hükümetlere aittir ve bunu tarihçilere devretme hakkına sahip değiliz.” Bu cümleyle Başkan Koçaryan Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunun tarihî değil, siyasî bir sorun olduğunu ima etmiştir. Ermenistan’da bu şekilde düşünen tek kişi o değildir. Aslında Ermenistan’da önde gelen pek çok siyasî grup Başbakan Erdoğan’ın önerisini, uluslararası dikkati, “soykırımın” 90ncı yıldönümü anma faaliyetlerinden başka yöne çekmek için tasarlanmış bir plan olarak gördüklerini açıklamışlardır. Ermeni tarihçileri kendi tarihlerini yazmışlar ve kendi halkını bu tarihte anlatılan gerçeklerin değiştirilemeyecek kadar sağlam olduğuna inandırmışlardır.
2005 yılında Ermenistan’a yaptığım ziyarette maalesef Ermenistan halkının bu resmî görüşü paylaştığı ve 1915-1916 olaylarını “soykırım”dan başka bir terimle tanımlamaya hazır olmadıkları izlenimini edindim. Bu koşullar altında Ermenilerin kendi tezlerine bir dogma (sanal bir din) gibi inandıklarını söylemek abartma olmaz. Tesadüfen bir Türk’e rastladıklarında çok basmakalıp o bilinen soruyu soruyorlar: “Ermeni soykırımına inanıyor musunuz?” Ve genelde bir Ermeni için doğru yanıt olan “evet” yanıtını alamadıklarında o kişiyi derhal “inkârcı” diye nitelendiriyorlar.
1948 Tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin Çarpıtılması
Kaynaklar Ermeni iddialarını hiçbir şüpheye mahal vermeden
ispatlıyor mu? 1915-1916 olaylarıyla ilgili karşı yönde kabul
edilebilir hiçbir şey yok mu? Ermeniler kendi tezlerini neden
sorgulamıyorlar? 1915-1916’da Osmanlı yönetiminin Ermenilere karşı
muamelesi 1948 BM Sözleşmesinde tanımlanan soykırımla aynı mı? Ermeni
tarih yazıcılığına göre, her şey son derece açıktır ve yaşanan olaylar
“soykırım”dır. Gerçekten de öyle midir? Elbette ki değildir ve “her
parlayan altın değildir” diye de bir İngiliz atasözü vardır. Her şeyden
evvel, tarihin bir dönemini ele alıyoruz. Bu nedenle, her gün yeni
belgeler gün ışığına çıktıkça dönemle ilgili bilgilerimizin de değişmesi
normaldir. 1915 ve sonrasında Ermeniler ve Müslümanlar arasında meydana
gelen olayların oluşumu ile ilgili tartışmaya açık pek çok konu ve
ayrıntı bulunmaktadır. Bu açıdan Osmanlı hükümetinin Ermenilere
muamelesini BM’nin 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde
değerlendirmek yanlıştır. Bu ne yasal ne de akademik bir tutum olur.
Uluslararası hukuk çerçevesinden baktığımızda, sözde Ermeni soykırımı
söz konusu iddialar elbette ki uluslararası yetkili bir yargı
kuruluşunun yasal kararlarına dayandırılmadığı için tartışılmaktadır. Bu
önemli bir konudur ve göz ardı edilemez, zira “soykırımın” tanınması BM
1948 Sözleşmesi gereğince yetkili bir uluslararası (ya da yerel) yargı
kuruluşunun vereceği yasal bir kararı gerektirmektedir.
Bu gerçeğin Türkiye’ye yönelik suçlamaların yasa dışı olduğunu göstermeye yetecek olmasına rağmen, BM Sözleşmesi çerçevesinde 1915-1916 olaylarını anlatırken, “soykırım” kelimesinin kullanılmasına şüphe düşüren başka sebepler de mevcuttur. İlk olarak, 1948 tarihli BM Kararına göre, soykırım “ulusal, etnik, ırksal ya da dinî bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyetiyle yapılan eylemler” şeklinde anlatılmaktadır. 1915-1916 olaylarını da bu tanım ışığında değerlendirmek gerekir.
Tehcir: “Meşru Bir Güvenlik Tedbiri”
Yeni ortaya çıkan belgeler ışığında, 1,5 milyon Ermeninin çeşitli sebeplerden ötürü yok edildiğinin ileri sürüldüğü tehcir kanunu uygulamasını daha iyi anlıyoruz. Daha da önemlisi, arşiv belgeleri Osmanlı hükümetinin kendi Ermeni nüfusunu yok etme niyetinin olmadığını ve Ermeni zayiatından dolayı sorumlu tutulamayacağını göstermektedir. Şimdiye kadar tehcirin uygulanmasıyla ilgili yapılan tüm çalışmalar, Osmanlıların Ermenileri tehcir ederek, Birinci Dünya Savaşına girmeden hemen önce, Erzurum, Zeytun ve Bitlis gibi merkezlerde ordu hattının gerisinde başlamış olan topyekûn bir isyanı önlemeye çalıştığını ortaya koymuştur.
Osmanlı ordusu 1914 Ağustosunda seferberlik ilân ettiğinde, EDP’nin ve diğer Ermeni siyasî partilerinin pek çok üyesinin gizli komite toplantılarında kararlaştırıldığı üzere, firar ederek Ruslara katıldığı bilinmektedir. Mesela, Osmanlı Parlamentosunda Ermeni bir mebus, aynı zamanda Taşnak partisinin bir üyesi olan Karekin Pastermadjian, gönüllü Ermeni kuvvetlerine önderlik etmek için bu birliklerden birine katılmıştı. Rus tarihçilerine göre, savaşın en başında Rus ordusu içerisinde Osmanlı Ermeni’si 23 birlik vardı. Bu ise kabaca 11.500 askere karşılık geliyordu. Ayrıca sadece Kafkas bölgesinde Ruslar için savaşan 40.000 silâhlı Ermeni gönüllü vardı.
(Belge-1: Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar Paşa’dan Fransa Dışişleri Bakanlığına)
Aynı zamanda Türkiye’nin her yanına yayılmış Ermeni gönüllü birlikleri vardı. Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki bu kaçakların ve/veya işbirlikçilerinin sayısı asla tam olarak bilinmeyecektir. Bogos Nubar Paşa Fransa Dışişleri Bakanlığına yazdığı mektuplarından birinde yaklaşık 200.000 Ermeni askeriyle Osmanlı İmparatorluğuna karşı İtilâf kuvvetlerinin tarafında savaştıklarını belirtmiştir. Bu rakamlar dikkate alındığında, Osmanlı Ermenilerinin, Osmanlı İmparatorluğunun işgâl edilen topraklarında Rusların “beşinci kolu” haline geldiğini yazan Toynbee’nin ne kadar haklı olduğunu gösterir. Bu “beşinci kol” denen kuvvet açıkçası Ağustos 1914 ve Mart 1916 tarihleri arasında 124.000 Müslüman’ın katledilmesinden sorumluydu. Bu gerçek aynı zamanda Ermenileri ordu hatlarının gerisinden almanın gerekliliğini de açıklamaktadır. Arthur Tremaine Chester, “The New York Times, Current History” adlı dergide dergisinde yayımlanan bir makalesinde tehcir kanununu Amerikan halkına açıklamak için şu satırları yazmıştır:
Ordunun gerisindeki vilayetlerde büyük bir Ermeni nüfusu vardı ve Rusların Türkleri yenilgiye uğratmaları için mükemmel bir fırsat olduğunu hisseden bu insanlar ordunun gerisinde ayaklanarak ve orduyu ikmal üssünden ayırarak bu şansı kesinleştirmeye karar verdiler. Buna paralel hayalî bir tablo oluşturmama izin verin. Meksika’nın savaştığımız güçlü bir rakip ülke olduğunu ve işgâlci düşmanı engellemek için Meksika sınırına ordu gönderdiğimizi düşünün. Bir de yalnızca ordumuzdaki zencilerin düşmana teslim olduğunu değil, aynı zamanda yurt içinde kalanların da teşkilâtlanarak ana ikmâl yolumuzu kestiğini düşünün. Bir halk olarak bizim, özellikle de Güneylilerin zencilere ne yapmasını beklerdiniz? Örneğimizdeki zencilerin Ermenilerin Türklere karşı tutumuyla karşılaştırıldığında beyazlardan nefret etmek için on kat daha fazla sebebi bulunmaktadır.
Ermenilerin Transferindeki Sınırlamalar
“Savaş bölgesi” terimi kullanıldığında, bazıları tehcir kanunu ve bu kanunun Ermenilere uygulanması konusunda tam bir fikre sahip olmayabilir, ancak “savaş bölgesi” ifadesi bazı sebeplerden ötürü önemlidir. İlk olarak, tehcir kanunu yalnızca ordu açısından stratejik önemi olan alanlarla sınırlıydı. İkinci olarak, bu kanun aynı zamanda Ermeni nüfusunun önemli bir kısmını tehcirin dışında bırakmıştır. Aslında dönemin Osmanlı hükümeti Ermeniler için pek çok muafiyet kategorileri tanımlamıştı. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün yayınladığı belgelere göre, aşağıdaki gruplar nakledilmeyecekti:
- Protestan ve Katolik Ermeniler,
(Başlangıçta tehcirden tamamen muaf tutulmuşlardı ancak zaman içerisinde
değişen koşullardan dolayı bazı Katolik ve Protestan gruplarının uzağa
gönderilmesi gerekiyordu. Yine de, bu gruplar arasında büyük nakiller
olmadı.)
- İstanbul, Edirne, Aydın, Bursa, İzmir, Antalya, Kütahya, Kastamonu ve pek çok diğer batı şehirlerinde yaşayan Ermeniler,
- Ermeni askerleri ve aileleri,
- Osmanlı ordusunun sıhhiye kadrolarındaki subaylar ve diğer çalışanlar ve aileleri
- Osmanlı Bankasının İstanbul’daki ve vilayetlerdeki şubelerinde çalışan görevliler,
- Tekel (Reji) ve Duyun-u Umumiye’de çalışanlar,
- Yabancı konsolosluk çalışanları,
- Postane çalışanları,
- Ermeni ve misyoner okullarındaki öğretmenler ve aileleri,
- Hastalar, körler ve diğer özürlüler, vd.
Aslında Amerikan diplomatları ve misyonerlerinin raporları muaf tutulan Ermenilerin sayısının 300.000 – 350.000 arasında vermektedir. Dolayısıyla burada şu kritik sorunun sorulması gerekir: Osmanlı hükümetinin niyeti Ermeni halkını sırf dinî, etnik ya da ulusal kimliklerinden dolayı kısmen ya da tamamen yok etmek olsaydı, bu kadar çok Ermeni’yi neden tehcirden muaf tutmuştur? İstanbul’daki Ermeni nüfusu neden tehcirin dışında tutulmuştur? Bu sorulara cevap vermeden, Osmanlı İmparatorluğunu, Ermenileri etnik ya da dinî kimliklerinden dolayı tehcir etmekle suçlayamayız.
Sözde “Ölüm Yürüyüşü” Efsanesi
Ermeni tarihçiler İttihat ve Terakkinin merkezi kadrolarının bir imhâ programı başlattığını, bu amaçla da Anadolu’daki Ermeni nüfusunu “ölüm yürüyüşü” için Mezopotamya çöllerine gönderdiğini iddia etmektedir. Yolculuk için verilen sürenin çok kısa olduğu, gerekli hazırlıklar yapılmadan kitlelerin nakledildiği ve yetkililerin konvoyları bekleyen tehlikelerin farkında olduğunu iddia etmektedirler. Yine de, Türk ve Amerikan arşivlerindeki belgeler bu iddiaların yalan olduğunu ortaya koymaktadır. Her şeyden evvel, bazı şehirlerde 24 saat ile 48 saat arasında değişen sınırlı bir sürede tehcir edilen Ermeniler vardı. Fakat arşiv belgelerine göre, iki gün içerisinde nakledilenler köylüler değil, Ermeni komite üyeleriydi. Hepsi de erkekti. Güvenlik sebeplerinden ötürü tutuklanarak derhal farklı şehirlerdeki hapishanelere gönderildiler. Bununla birlikte, diğer yerlerde insanlara hazırlık yapmaları için en az iki hafta verildiği inkâr edilemez. Pek çok şehirde ilk konvoylar Temmuz’un ilk haftası içinde yola çıktılar. Bu ise kanunun Resmi Gazetede yayımlanmasından kabaca 35 gün sonrasına denk geliyordu. Bu nedenle, Ermenilerin bir yolculuğa apar topar gönderildikleri, hazırlanmak için yeterli zamanlarının olmadığı ve yolculuk sırasında çok sayıda zayiat verdikleri doğru değildir.
Üstelik tehcir sürecini dışarıdan gözlemleyenler Osmanlı hükûmetinin tehcirin güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesi için talimatlar yayımladığını belirtmişlerdir. Sevk edilecek insanlara yiyecek sağlanması, onları gidecekleri yere ulaştıracak ulaşım vasıtaları (tren ulaşımı dâhil) bulunması, nerelere yerleştirileceklerinin belirlenmesi, onlara yiyecek temin etmek ve geçimlerini sağlamak için gerekli paranın tedarik edilmesi ve buğday yetiştirebilmeleri için kendilerine tohum ve verimli toprak sağlanması için gerekli emirler verilmişti. Konya’daki Amerikan Hastanesi’nde doktor olan Dr. W. M. Post, 3 Eylül 1915’te ABD Büyükelçisine gönderdiği bir raporda, hükûmetin “Ermeni yetişkinlere günde 1 kuruş, çocuklara da 20 para verdiğini” belirtmiştir. Ermeni ve Süryanilere Yardım Komitesi, Kızılhaç ve diğer yardım örgütlerinin Ermenilere Suriye’ye vardıklarında mülteciler için kurulmuş kamplarda ve yerleştikleri yerlerde yaşamlarını devam etmeleri için yardım etmelerine izin verilmişti. Bütün Ermenilerin kamplara yerleştirilmediğini, pek çoğunun Şam, Halep, Ma’an, Resulayn (Ceylanpınar), Rakka ve Deyr-i Zor’daki evlere yerleştirildiğini söylemek gerekir. Yetimler devletin ve misyonerlerin kurduğu yetimhanelere gönderildi. Bunlardan bazıları da ailelerin himayesine verilerek masrafları devlet tarafından karşılandı.
(Fotoğraf-1: Deyr-i Zor’dan bir görünüm)
(Fotoğraf-2: Deyr-i Zor Köprüsü)
Son olarak; bu insanlar iddia edildiği gibi Mezopotamya’nın çöllerine sürülmemişlerdir. Tuğamiral Colby M. Chester, Eylül 1922’de The New York Times’ın çıkardığı aylık Current History dergisine şöyle yazmıştır:
…Ermeniler, yaşamaya elverişsiz ve gelişme imkânlarının olmadığı dağlık bölgelerden Suriye’nin en güzel ve verimli bölgesine gönderildiler. Dağları aşarak gelenler Mezopotamya’ya yönlendirildiler. Burada iklim New Yorklu milyonerlerin her yıl sağlık ve tatil için seyahat ettikleri Florida ve Kaliforniya’daki kadar yumuşaktır. Tüm sevk ve iskân uygulaması çok büyük para ve çabaya mal oldu. Dışarıda hakim olan genel düşünce Ermenilerin hepsinin, veya en azından pek çoğunun, öldürüldüğü yönündeydi… Bu sürede topyekûn katledilmeyen ve hali vakti yerinde olan mülteciler (isteyenler) geri döndüler. Önce Ermenilerin yerleştirildiği, sonra ise tahliye edilen kasabaların birine giden bir İngiliz savaş mahkûmu, bu kasabanın şaşırtıcı şekilde yaşayan hayaletlerle dolu olduğunu söyledi.
(Belge 2: The New York Times Current History, Eylül 1922)
“Yaşayan Hayaletler” Veya Üzerinde Oynanmış Rakamlar
Chester gözlemlerinde haklıydı. Maalesef savaş zamanında İngiliz ve Amerikan propagandaları tüm Osmanlı Ermeni nüfusunun öldüğünü açıklamıştı ve batıdaki insanların dindaşlarının acıklı hikâyelerine ve çetin bir savaş verdiklerine inanmaları sağlanmıştı. Bundan daha çarpıcı olan ise, savaş zamanında yapılan bu propagandanın hâlen itibar görmesi ve tehcir sırasındaki Ermeni zayiatının 1.5 milyon olduğunun iddia edilmesidir. Tüm bunların aksine, bu abartılmış rakamları çürüten nitelikte Batılı kaynaklar da bulunmaktadır. Ermenilerin tehcir yolculuğunun başlangıç noktası olan bazı şehirlerde ve yeni gittikleri bazı yerlerde Amerikan konsoloslukları veya büyükelçilikleri vardı. Bunlar kentten ayrılan ve kente yeni gelen insanların sayısını düzenli olarak rapor ediyorlardı. Örneğin, Halep’teki ABD Konsolosu Jesse J. Jackson şehre trenle veya yaya olarak gelen insanların sayısını her gün elçiliğe rapor ediyordu. Dolayısıyla, bu belgeler tarihçiler için son derece kıymetlidir. Mesela 8 Şubat 1916 tarihli raporunda, Halep’teki kamplara gelen Ermenilerin toplam sayısını şöyle belirtir:
…bu çevredeki, yani burayla [Halep] Şam arasındaki ve civar bölgelerdeki ve Fırat Nehri’nin aşağısından Deyr-i Zor’a kadar olan bölgedeki Ermeni göçmenlerle ilgili güvenilir kaynaklar yaklaşık 500.000 kişinin olduğunu göstermektedir.
(Belge 3: J. B. Jackson’dan ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya, 8 Şubat 1916)
Bu rakamları Bogos Nubar Paşa’nın rakamlarıyla yan yana koyduğumuzda anlamlı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bogos Nubar Paşa 1919’da Paris Barış Konferansında “tehcir edilenlerin sayısının 600-700.000 arasında olduğunu” söylemiştir. Bogos Nubar Paşa ayrıca, Rusya’nın Birinci Dünya Savaşından çekilmesinin ardından 250.000 Osmanlı Ermeni’sinin gönüllü olarak Rusya’ya gittiğini, 40.000 kadarının da İran’a doğru yola çıktığını yazmıştır.
(Belge 4: Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar Paşa’dan Fransa Dışişleri Bakanlığına)
Türkiye’den Kafkasya’ya göç eden Ermeni mültecilerin sayısının 350.000 kadar olduğunu bildiren Near East Relief (Yakın Doğu Yardım Komitesi) gibi kaynaklar bulunmaktadır. Üstelik İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğunun ve Near East Relief temsilcilerinin 1. Dünya Savaşı sonrasındaki nüfus durumuyla ilgili hazırladıkları istatistikler, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan Ermeni mültecilerin sayısının 817.873 kişi olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu belgede, bu sayının Türkiye’de yaşayan 281.000 ve Müslüman olan 95.000 Ermeni’yi kapsamadığı belirtilmektedir.
(Belge 5: Dünyadaki Ermenilerin yaklaşık sayısı, Kasım 1922, NARA 867.4016/816)
Öyleyse, tehcirin ilk zamanlarında 1.000.000 kişinin öldüğü nasıl söylenebilir? Öyle görünüyor ki “gerçek” haline dönüşen rakamlar kaynağa göre değişmektedir ve bunlar kutsal kitapların ayetleri gibi düşünülmemelidir. Bu durum açıkça rakamların çarpıtıldığını ve Ermeni kurbanların sayısının abartıldığını göstermektedir. Ölüm oranını yükseltme yöntemi maalesef nüfus rakamlarını da şişirmekten geçmektedir.
Pek çok bağımsız araştırmacı, 1914’ten önce Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeni nüfusun 1.400.000 ile 1.700.000 arasında olduğunu tahmin etmektedir. Dr. Johannes Lepsius gibi Ermeni yanlısı birisi bile Ermeni Patrikhanesinin öne sürdüğü 2.1 milyon rakamını kabul etmemektedir. Lepsius Ermeni nüfusun 1.845.450 civarında olduğunu hesaplamıştır. Bu rakama, Osmanlı resmî rakamları ile Patrikhanenin rakamlarının ortalaması alınarak ulaşıldığı açıktır. Osmanlı Ermeni nüfusunun 2.1 milyon olduğunu gösteren tek bir belge bile yoktur.
Bu aşamada, iddia edilen 1.000.000 rakamının (daha sonra 1.5 milyon olmuştur) nereden ortaya çıktığı araştırılmalıdır. Ne ilginçtir ki, bu mantıksız rakam ABD’nin Harput konsolosu Leslie Davis’in bir raporundan alınmaktadır. Davis 24 Temmuz 1915’teki raporunda şunları yazmıştır: “Ne kadar Ermeninin öldürüldüğünü söylemek pek mümkün değildir, fakat bu rakamın bir milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir” (NARA 867.4016/269). Bu raporun, tehcir kanununun Resmî Gazetede yayımlanmasından yalnızca 54 gün sonra yazıldığına dikkat edilmelidir. Kısacası bu rakam, tıpkı Halep konsolosu Jackson’ın 19 Ağustos 1915’teki raporundaki rakam gibi sadece tahminîdir. Jackson şöyle yazmıştır: “Meseleyle yakından ilgilenen kişiler, 15 Ağustos’a kadar hayatını kaybeden Ermenilerin sayısının 500.000’den fazla olduğunu düşünmektedirler.” Sonuç olarak, bu rakamlar gerçeğin peşinde olan tarihçiler için bir anlam ifade etmemekte, sadece Ermeni tarihçilerin gerçek olarak gördükleri şeyin tartışılabilir olduğunu ortaya koymaktadır.
Devletin Sorumluluğu: Nereye Kadar?
1915 ve 1916 olaylarını 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi ışığında değerlendirirken gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli nokta da soykırım niyeti olup olmadığı konusudur. BM Sözleşmesi bir durumun soykırım olarak nitelendirilebilmesi için bir grubu yok etmeye yönelik belirgin bir niyetin olmasını şart koşmaktadır. Ulusal, etnik, dinî ve ırksal kimliğinden ötürü bir gruba karşı nefret durumunun söz konusu olması gerekmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin herhangi bir kademesinde Ermenilere karşı bir önyargı olduğu yönünde kanıt yoktur. Ayrıca, hiç kimse Ermenileri yok etmeye yönelik bir planın varlığını kanıtlayamamıştır. Tam tersine, İttihat ve Terakki Cemiyeti önemli ve hatta stratejik konumlarda Ermenileri istihdam etmeye devam etmiştir. 24 Temmuz 1917 tarihli bir memoranduma göre, Osmanlı bürokrasisindeki stratejik görevlerde 522 Ermeni bulunuyordu. Bu da, orduya sadık kalan, Taşnak ve Hınçak örgütleriyle herhangi bir bağlantısı bulunmayan veya Osmanlı hükûmetine bağlılıklarını sürdüren Ermenilerin 1917’de bile ordunun ve bürokrasinin çeşitli kademelerinde hâlen görevlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Bu durum etnik bir grup olarak Ermenilere karşı herhangi bir nefret duygusunun olmadığının açık bir göstergesidir. Daha da önemlisi, İttihat ve Terakki cemiyeti tehcir edilen Ermenilere eşkıyalar, çeteler ve yetkililerce yolda yapılan kötü muamelelere şiddetle tepki göstermiştir.
Kısa süre önce Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğünün yayımladığı belgeler, devletin tehcir konvoylarının güvenliği için her türlü imkânını seferber ettiğini göstermektedir. Her bir konvoyun başına jandarmalar görevlendirilmişti. Kullanılacak yollar mümkün olduğunca önceden belirlenmiş ve güvenlikleri sağlanmıştı. Yol boyunca konvoyların karşılaşacakları yasa dışı olaylardan askerî ve idarî yetkililerin sorumlu tutulacağı ilân edilmişti. Bununla birlikte alınan önlemlere rağmen, maalesef Doğu Anadolu çevresinde zaman zaman korkulan durumlar ortaya çıktı, çünkü o bölgede demiryolu bulunmuyordu ve insanları kağnılarla veya yaya taşımaktan başka çare yoktu.
Bu çok önemli bir noktadır, çünkü devlet o dönemde kanunî sorumluluklarını yerine getiriyor ve Ermenilere yapılan kötü muameleler bu amaç için kurulmuş olağanüstü askerî mahkemeler tarafından şiddetle cezalandırılıyordu. Belgelere göre, 1915 ve 1916’da 1.673 kişi Ermenilere karşı suç işledikleri için tutuklanmış ve Osmanlı askerî mahkemeleri tarafından yargılanmıştır. Bunlardan 67’si idam edilmiş, 524’ü de çeşitli suçlardan dolayı hapse atılmıştır. Ayrıca 68 kişi ağır işlerde çalışmaya mahkûm edilmiştir. Bu yargılamalar ve verilen cezalar Osmanlı devletinin Ermenileri gidecekleri yere varana kadar koruma isteğinin bir kanıtı olarak görülmelidir.
(Belge 6: Askerî Mahkemelerce yargılanan Müslümanların listesi)
Genel olarak, devlet pek çok saldırıyı gerçekleşmeden önce önlemede başarılıydı. Bu güvenlik tedbirleri nedeniyle, eşkıyalar tarafından saldırıya uğrayan Ermenilerin sayısı abartıldığı kadar yüksek olmadı. Bununla birlikte, pek çok Ermeni’nin tehcir sürecinin zorluğuna dayanamadığı ve hayatlarını kaybettikleri doğrudur. Ermenilerin taşınmasında karşılaşılan zorluklar, tehcir edilenlerin verdiği kayıplarda önemli bir faktördür. Mersin’deki Amerikan Konsolosu Edward Nathan, 27 Eylül 1915 tarihinde kaleme aldığı raporunda, “uygun taşıma koşullarının olmayışının bu kötü durumun ortaya çıkmasında en önemli faktör” olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, bulaşıcı hastalıkların yayılması tehcir edilen Ermenilerin içinde bulundukları koşulları daha da kötüleştirmiştir. Ancak, bu zorluklar ve sorunlar sadece tehcir edilen Ermenilere özgü değildir. Hem Türk askerleri, hem de Müslüman mülteciler benzer bir kaderle karşı karşıya kalmıştır. Amerikalı bir askerî tarihçi olan Edward J. Erickson tarafından yapılan gözlemler sorunun bu yönüne ışık tutmuştur:
“Türkler Ermenilere nazik davranmak istemişlerdir; sadece bu kadar büyük bir nüfus transferi gerçekleştirmek için gerekli ulaşım ve lojistik araçlarına sahip değildiler. İlk öncelikli olan askerî taşımacılık bu noktaya bir örnektir; birinci sınıf piyade birlikleri imparatorluğun bir başından öteki başına yolculuk ederken mevcutlarının dörtte birini hastalıklara, yetersiz yiyecek istihkakına ve elverişsiz sağlık koşullarına kurban vermiştir. Bu, iyi donanımlı, sağlıklı gençlerden oluşan ve askerlerin durumuyla yakından ilgilenen komutanlar tarafından yönetilen alay ve tümenlerin de sıkça karşılaştığı bir durumdu.”
Sonuç
Görüldüğü üzere,
tarihçiler arasında tartışılması gereken pek çok husus vardır. Bu yüzden
Türkiye, ilgili tarafları 1915 ve 1916 olaylarının incelenmesi için
tarihî bir komisyon oluşturmaya resmî olarak davet etmiştir. Aslında
Osmanlı Devleti 1919 yılında Hollanda, İspanya ve İsveç’e benzer bir
teklif yapmıştır. Fakat o zaman hiçbiri olumlu bir cevap vermemiştir.
Şimdi, uzlaşma için ikinci bir şans olabilir ve Ermenistan’ı masaya
oturtmak için baskı yapmak barış ve diyaloga zemin hazırlayabilir.
Maalesef, Ermenistan’ın konumu bu noktada uzlaşmacı olmaktan uzaktır.
Sözde 3-T politikası olarak adlandırılan “Tanıma”, “Tazminat” ve
“Toprak” amaçlarına ulaşma düşüncesinde olan Ermenistan, 1915-1916
olayları hususunda diyalog kurmayı reddetmektedir. Üstelik Ermeni
Diasporası, 1973-1984 yılları arasında dünyanın çeşitli yerlerinde
toplam 110 terörist saldırıda 42 Türk diplomatını ve vatandaşını öldüren
ASALA gibi terörist grupları kurmuştur. Aynı gruplar, Ermeni
iddialarına karşı herhangi bir şey yazma cesareti gösteren
akademisyenlere baskı yapmaya devam etmektedirler. Örneğin, Ortadoğu
tarihi konusunda seçkin bir akademisyen olan Bernard Lewis konuyla
ilgili yaptığı araştırmalarının sonuçlarını bilimsel bakış açısıyla
doğru bir yöntemle kaleme aldığı için, kendisi hakkında Ermeniler dava
açmış ve Prof. Stanford J. Shaw’ın evi Ermeni teröristler tarafından
bombalanmıştır. Ermenilerin tüm bu yaptıklarına rağmen, Türkiye ve
Ermenistan’ın bir gün masaya oturması ve 1915-1916 olaylarını yeniden
değerlendirmesi umulmaktadır. Tabi ki bu sürecin gerçekleştirilmesi
Ermenistan’a ve Ermenistan’ın Türkiye üzerindeki tarihsel iddialarından
vazgeçmesi ve komşularıyla barışçıl ilişkiler kurmasına bağlıdır.
BİBLİYOGRAFYA
Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, cilt 1-11, Genelkurmay Yayını, Ankara, 2005.
Artem Ohandjanian, 1915 Irrefutable Evidence: The Austrian Documents on the Armenian Genocide, Erivan, 2004.
Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in
the First World War, Greenwood Pres, Westport, Conn., 2001.
Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, İstanbul, 1987.
Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, A Disputed Genocide, The University of Utah Press, Salt Lake City, 2005.
Haluk Selvi, Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan’a Ermeni Meselesi, Sakarya Üniversitesi yay. Sakarya, 2007.
Hasan Dilan, Fransız Diplomatik Belgelerinde Ermeni Olayları-Les
evenements Armeniens dans Les documents diplomatiques Français,
1914-1918, Ankara, TTK yayını, 2005. cilt 1-VI.
Hikmet Özdemir ve diğerleri., Ermeniler Sürgün ve Göç, [Armenians: Exile
and Migration, Turkish Historical Society Publications], TTK yayını,
Ankara, 2004.
Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler: 1914-1918, Ankara, TTK, 2005.
Hikmet Özdemir (ed.) Türk-Ermeni İhtilafı: Belgeler, TBMM yayını, Ankara, 2007.
Johannes Lepsius, Der Todesgang des Armenischen Volkes, Potsdam 1919.
Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, London, 2001.
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, TTK yayını, Ankara, 1983.
Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü: 1915-1917, [Forced Migration of Armenians], TTK, yayını, Ankara, 2004.
Kemal Çiçek, “Ermenistan Penceresinden Türkiye ile Uzlaşma Şartları”,
Türk-Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası
Sempozyumu Bildirileri, (ed. Hale Şıvgın), Ankara, 2006, ss. 357-362.
Osmanlı Belgelerinde Ermenilerin Sevk ve İskanı, [Relocation and
Resettlement of Armenians in the Ottoman Documents], Başbakanlık Devlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 2007.
R. Colby M. Chester, “Turkey Reinterpreted”, The New York Times, Current
History, vol. XVI., No: 6, September 1922, ss. 939-949. Eylül 1922.
Robert F. Zeidner, The Tricolor Over the Taurus 1918-1922, Turkish Historical Society, Ankara, 2005.
Salahi R. Sonyel, The Great War and the Tragedy of Anatolia, Turks and
Armenians in the Maelstrom of Major Powers, Turkish Historical Society,
Ankara, 2000.
Salahi R. Sonyel, The Turco-Armenian Imbroglio (Türk-Ermeni Anlaşmazlığı), Londra, 2005.
Yusuf Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni iddiaları, [From Exile to
Genocide: A Turk examines the Armenian claims against his country],
Babıali Kültür yay. İstanbul, 2006.
Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler: 1914-1918, Ankara, TTK yay. Ankara, 2002.
Yusuf Sarınay, “Ermeni Tehciri ve Yargılamalar 1915-1916” [Armenian
Relocation and The Trials], Türk-Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915
Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, (ed. Hale Şıvgın), Ankara,
2006, ss. 257-265.
Yusuf Sarınay, “Decree of April 24, 1915 and Armenian Committee Members
Arrested in İstanbul”, Ermeni Araştırmaları 15/16 (2007), ss.69-82.
Prof. Dr. Kemal Çiçek
1965 yılında Kastamonu’da doğan Prof. Dr. Kemal Çiçek, lisans eğitimini 1985 yılında Gazi Üniversitesi Tarih Bölümünde tamamladı. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yurtdışı bursu kazandı ve İngiltere’ye gitti. Burada 1992’de Birmingham Üniversitesi’nden mastır ve doktora derecelerini aldı. 1993-2003 arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinde Osmanlı ve Avrupa tarihi dersleri verdi.
Prof. Çiçek, “The Great Otoman Turkish Civilisation” (4 cilt) ve “Türkler” (21 cilt) gibi pek çok kitabın editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca, TRT için hazırlanan “Tarihin Tanıklığında Türk-Ermeni Meselesi” başlıklı bir belgesel programın danışmanlığını ve metin yazarlığını yaptı.
2002’den beri Türk Tarih Kurumunda Ermenilerin tarihi ile ilgili araştırmalar yapmaktadır.
Prof. Çiçek, Osmanlı Toplumsal ve Ekonomik Tarihi konusundaki kitaplarının dışında, Türk-Ermeni İlişkileri ile ilgili pek çok makale ve kitap da yazmıştır. Konuyla ilgili en son eseri, 2005 yılında TTK tarafından yayımlanan “Ermenilerin Zorunlu Göçü [Forced Migration of Armenians]” adlı kitabıdır.
Muhsin Ertuğrul Türk tiyatro adamı; oyuncu, yönetmen, yönetici, eğitmen, çevirmen, makale yazarı, sinema yönetmeni; çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu.
1909'da profesyonel olarak sahneye çıktı.
Çeşitli tiyatro topluluklarında çalıştı. Paris ve Berlin'e gitti.
Buralarda tiyatro ve sinema konusundaki bilgi ve görgüsünü
arttırdı. 1918'de Berlin'de "Beranien Düşesi" adlı filmde oynadı. Aynı
yıl "Samson", "Kara Lale Bayramı" ve "Şeytana Tapanlar" filmlerini
yönetti.
1921'de Darülbedayi'de yönetmen olarak çalışmaya başladı ve ülkemizin
ilk özel film yapım şirketi olan Kemal Film'in yerli film yapımına
başlaması için yardımcı oldu. Türkiye'de ilk filmini 1922 yılında
(İstanbul'da Bir Facia-i Aşk) yönetti. 1921-24 yılları arasında bu
şirket adına 6 film çekti. 1924'te Sovyetler Birliğine gitti. Orada "Tamilla"
ve "Spartaküs" adlı filmleri çekti. 1923 yılında çektiği Ateşten Gömlek
filminde baş rolde oynayan Neyyire NEYİR ile evlendi.
Türkiye'ye dönüşünde yeniden Darülbedayi'de çalışmaya başladı ve 1928'de
ülkemizin ikinci büyük yapım şirketi olan İpek Film'in kurulmasına
öncülük etti.
İpek Film, 10 yılı aşkın bir süre Türkiye'nin tek film yapım şirketi
olarak kaldı. Yeniliğe açık olmalarıyla tanınan İpekçiler, Ertuğrul'a
her türlü harcama yetkisi vererek çağdaş düzeyde teknolojinin ülkemize
girmesini sağladılar. Böylelikle Ertuğrul 1931 yılında ilk sesli Türk
filmi olan "İstanbul Sokaklarında"yı çekti. Bu filmin hemen ardından
İpekçiler ilk sesli film stüdyosunu kurdular.
1928-41 yılları arasında İpek Film adına 20 film çekti. "Aysel Bataklı
Damın Kızı", "Şehvet Kurbanı", "Bir Kavuk Devrildi" gibi filmler ilgi
gördüyse de genel olarak sinema alanında başarısız kabul edildiler.
Muhsin Ertuğrul, köklü bir tiyatro geleneğine sahip olduğu için
filmlerinde daha çok tiyatral bir tarzla çalışıyordu. Zaten 1947
yılından sonra sinemadan uzaklaşmaya ve tiyatro alanında çalışmalarını
yoğunlaştırmaya başladı.
1953 yılında çektiği ve büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan ülkemizin
ilk renkli filmlerinden biri olan "Halıcı Kız" Muhsin Ertuğrul'un son
sinema çalışması oldu.
SİNEMA FİLMLERİ
AKASYA PALAS
ANKARA POSTASI
ATEŞTEN GÖMLEK - 1923
Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek adlı romanından
uyarladığı filmde kamera önüne geçen Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir
sinema filminde oynayan ilk Müslüman Türk kadınları oldu.
AYNOROZ KADISI
AYSEL, BATAKLI DAMIN KIZI - 1934
BİR KAVUK DEVRİLDİ
BİR MİLLET UYANIYOR - 1932
BOĞAZİÇİ ESRARI - NUR BABA
EVLİ Mİ BEKAR MI ?
FENA YOL - (O KAKOS DROMOS)
HALICI KIZ - 1953
İstanbul Sokaklarında - 1931
İstanbul'da Bir Facia-i Aşk -
1922
KAÇAKÇILAR - 1929 ( Başrol - Feriha TEVFİK )
KAHVECİ GÜZELİ
Kara Lale Bayramı - 1918
KARIM BENİ ALDATIRSA
KISKANÇ
KIZ KULESİNDE FACİA
LEBLEBİCİ HORHOR
MİLYON AVCILARI
NASREDDİN HOCA DÜĞÜNDE
NAŞİT DOLANDIRCI
Samson - 1918
SÖZ BİR ALLAH BİR
SÖZDE KIZLAR
Spartaküs - 1924
ŞEHVET KURBANI - 1940
Şeytana Tapanlar - 1918
Tamilla - 1924
TOSUN PAŞA
YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESELLER
Zafer Yolları - 1923
ÖDÜLLERİ
Türk sineması ilk uluslararası ödülünü Muhsin Ertuğrul'un Leblebici
Horhor adlı filmiyle kazandı. Film, 2. Venedik Film Festivali'nde Onur
Madalyası ile ödüllendirildi.
MUHSİN ERTUĞRUL (1892, İSTANBUL - 1979, İZMİR)
Türk tiyatro adamı; oyuncu, yönetmen, yönetici, eğitmen, çevirmen,
makale yazarı, sinema yönetmeni; çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu.
Devlet görevlisi bir babanın oğlu olan Ertuğrul, 1910'da Burhanettin
Kumpanyası'nda oyuncu olarak tiyatro yaşamına başladı. 1911'de görgüsünü
geliştirmek için Paris'e gitti. Türkiye'ye döndüğünde Ertuğrul Muhsin ve
Arkadaşları topluluğunu kurdu (1912), Millet Tiyatrosu (Yeni Turan
Temsil Heyeti) topluluğuyla etkinliklerini sürdürdü (1913); yeniden
Paris'e gitti, J. Coeau ve Antoeine'ı izledi. Paris dönüşü Ertuğrul
Muhsin ve Arkadaşları topluluğunu kurdu (1914), Darülbedayi'ye sınavla
girdi, öğretmen yardımcısı oldu (1914), kadroya alındı (1915); Berlin'e
gitti (1916), Darülbedayi'de oynadı ve oyunlar sahneledi, yeniden
Berlin'e gitti (1917), döndüğünde Edebi Tiyatro Heyeti adlı topluluğu
kurdu, oyunlar sahneye koydu (Hortlaklar, 1918, Ibsen); Darülbedayi'ye
yeniden katıldı (1919)
İstanbul Film'i kurdu, Almanya'da Ustad Film’in ortağı ve yönetmeni
oldu; Darülbedayi'ye yönetmen olarak gidiyse de çıkarıldı; film
çalışmalarına devam etti; Strimdberg kutlamaları için İsveç'e gitti
(1924)
Darülbedayi'den ayrılan sanatçılarla yine Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları
topluluğunu kurdu, "Ferah Dönemi" diye adlandırılan yenilikçi evrede
(1925), dünya dağarcığından ve yerli yazarlardan oyunlar sahneledi
(İhtilal, Andreyev; Baba, Strindberg; Bir Halk Düşamı, Ibsen; Kreutzer
Sonat, Tolstoy; Othello, Shakespeare; Azarya, Ahmet Vefik Paşa; Yorgaki
Dandini, Ahmet Vefik Paşa), İşşizler, Vedat Nedim Tör; Canavar, Faruk
Nafiz); Sovyetler Birliği'ne gitti; Stannislavski, Nemireviç-Dançenko,
Tayrov, Meyerhold, Teretyakov ve Ayzanitayn gibi yönetmen ve
sanatçılarla tanıştı, çalışmalarına katıldı (1920); Darülbedayi Sanat
Yönetmenliği’ni üstlendi, ilk kez Sahne İçtüzüğü düzenlendi; Türk Güzel
Sanatlar Birliği Tiyatro Bölümü Başkanı oldu; Darülbedayi'yle birlikte
Kahire turnesi yaptı.
ABD'ye gitti (1928), Paramount stüdyolarını gezdi; Darülbedayi'de
yönetmenlik çalışmalarına devam etti (1928-29, Deyyus, Crommelynok;
Karanlığın Kudreti, Tolstoy; Yapma Adamlar (R.U.R.), Çapek; Onikinci
Gece, Shakepeare; Matmazel Juli, Strindberg; 1929-30, Yahudi, Hırçın
Kız, Shakespeare; Haydutlar, Schiller; Bebeğin Evi, Ibsen); Darülbedayi
dergisini yayınlamaya başladı; Tiyatro kitaplığı kurdu; sahneleme
çalışmalarını sürdürdü (1930-31, Mektup, S. Maugham;Aptal, Pirandello;
Venedik Taciri, Shakespeare; 1931-32, Dr. Knock, Romains; Mukaddes Alev,
Maugham; Kafatası, Nazım Hikmet; Akın, Faruk Nafiz; 1932-33, Rose Brend,
Hauptmann; Güneş Batarken, Hauptmann; Bir Ölü Evi, Nazım Hikmet; Üç
Saat, E. ve C. Reşit Rey; 1933-34, Peer Gynt, Ibsen; Volpone, Jonson;
Turandot, Gozzi; Köksüzler, Vedat Nedim Tör); sanat yaşamının 25. yılı
kutlandı, Sovyet Çocuk Tiyatrosu kurucusu N. Saz'la Moskova'da görüştü,
İstanbul'da Çocuk Tiyatrosu'nu başlattı; oyun sahnelemeyi sürdürdü
(Ölçüye Ölçü, Shakespeare; Karamazof Kardeşler, Dostoyevski/Copeau;
Faust, Goethe; Saz-Caz, E. ve C. Reşit Rey; Tohum, Necip F. Kısakürek;
1936-37, Makbet, Shakespeare; Ayaktakımı Arasında, Gorki; Yaban Ördeği,
Ibsen; Kral Lear, Shakespeare); Ankara Devlet Konservatuvarı'na tiyatro
öğretmeni oldu; yine oyunlar sahneledi (Size Öyle Geliyorsa Öyledir,
Pirandello; Prenses Turandot, Gozzi; Kral Lear, Shakespeare); Şehir
Tiyatrosu'nu Anadolu turnesine çıkardı; oyunlar sahneledi (1938-39,
Yanlışlıklar Komedyası, Shakespeare; Anne Karenina, Tolstoy; 1839-40,
İkizler, Plautus; Romeo Jülyet, Shakespeare; Hayat Bir Rüyadır, Calderon;
Leydi Windermere'nin Yelpazesi, O. Wilde; Aptal, Dostoyevski/Noziére;
Şeytan, Molnar; 1940-41, Othello, Shakespeare; Emilia Galotti, Lessing;
1941-42, Hamlet, Shakespeare; Müthiş Aile, Cocteau; Yaşadığımız Devir,
Çapek; 1942-43, Kış Masalı, Shakespeare; Don Carlos, Schiller; Krampton,
Hauptmann; Büyük İhtilal, Roland; İflas, Bjornson; Vişne Bahçesi, Çehov;
Yalancı, Goldoni; Büyük Şehir, Cevat Fehmi Başkut; 1943-44, Nasıl
Hoşunuza Giderse, Shakespeare; İki Efendinin Uşağı, Goldoni;
Marianne'nin Kalbi, Alfred de Musset; Kadınlar Mektebi, Moliére;
1944-45, Atinalı Timon, Shakespeare; Doktorun Hatası, Shaw; Vanya Dayı,
Çehov; 1945-46, Coriolanus, Shakespeare; Maria Stuart, Schiller;
Müfettiş, Gogol; 1946-47, Jül Sezar, Shakespeare; Köyde Bir Ay,
Turgenyev; Dedikoducular, Goldoni; Kral Oidipus, Sophokles; Küçük Şehir,
Cevat Fehmi Başkut)
Perde ve Sinema dergisini çıkarmaya başladı (eşi Neyyire Neyir'le,
1941); Tiyatro Tarihi Matineleri başlattı (1942), Londra'ya giderek
Kraliyet Balesi yöneticisi Dame Ninette de Valois'yla işbirliği
görüşmeleri yaptı. Devlet Tiyatrosu'nu yönetmek amacıyla Ankara Devlet
Konservatuarı Tatbikat Sahnesi'nin başına getirildi, Küçük Tiyatro'yu
(1947) ve Büyük Tiyatro'yu açtı (1948), Devlet Tiyatrosu ve Operası
Genel Müdürlüğü'ne atandı; bu arada, oyunlar sahneledi (Hamlet,
Shakespeare; Satıcının Ölümü, Miller; Büyük Tiyatro); görevinden
ayrılarak İstanbul'da Yapı ve Kredi Bankası'nın çağrısı üzerine Küçük
Sahne'yi kurdu ve oyunlar yönetti (Fareler ve İnsanlar, Steinbeck;
Aşağıdan Yukarı, Vedat Nedim Tör; 1952-53, Ne İsterseniz, Shakespeare;
1953-54, Babayiğit, Synge; Hamlet, Shakespeare; Godot'yu Beklerken,
Beckett); Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü'ne atandı (1954), Üçüncü
Tiyatro'yu (1955) ve Oda Tiyatrosu'nu açtı; Bölge Tiyatroları tasarısı
doğrultusunda İzmir ve Bursa Devlet Tiyatroları açıldı (1957),
görevinden alındı (1958); İstanbul Şehir Tiyatrosu'na başyönetmen olarak
atandı; genç kuşak tiyatrocularla yeni bir dönem başlattı; Üsküdar
Tiyatrosu'nu ve Kadıköy Tiyatrosu'nu açtı (1960-61), Rumelihisar
temsillerini başlattı, Zeytinburnu Tiyatrosu'nu açtı (1965),
başyönetmenlik kadrosunun kaldırılmasıyla açıkta kaldı; ITI Yönetim
Kurulu Başkanlığı'ndan ayrıldı; LCC Tiyatro Okulu'nda sahne dersleri,
İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde tiyatro eleştirisi
dersleri verdi; 60. sanat yılı kutlandı; Şehir Tiyatroları Genel Sanat
Yönetmeni oldu (1974), Gültepe Tiyatrosu'nu ve Bayrampaşa Tiyatrosu'nu
açtı (1974-75), Deneme Sahnesi'ni kurdurdu; görevini bıraktı (1976); Ege
Üniversitesi'nce Fahri Doktor payesi verildi (1979), ölümünden sonra
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Harbiye Sahnesi, Muhsin Ertuğrul
Tiyatrosu adını aldı.
Kendi deyişiyle, "daha düzenli, daha iyi ve daha güzel olana erişmeyi
amaçlamış tiyatro anlayışını (meliorizmi)" benimseyen Ertuğrul, çağdaş
Batı Tiyatrosunu Türkiye'de kurumsallaştıran, 60 yıllık sanat yaşamı
boyunca çağdaş tiyatro kültürünü tüm kurumlarıyla getiren ve uygulayan
kişi olarak anılır.
www.sehirtiyatrolari.com
29 Nisan 2021
Dünya Dans Günü Kutlu Olsun!
Bütün ağırlığınızı taşıyan, nispeten küçük olan o ayağın sihrini bir düşünün. Gerçek bir mucize, ve dans…Bu mucizenin kutlamasıdır...Martha Graham
Mezartaşımda sadece bir kelime yazmasını istiyorum: Dansçı...Agnes de Mille
Dansçıyı danstan nasıl ayırabiliriz ki?...William Butler Yeats
Dans etmek kendinden çıkmaktır. Daha büyük, daha güzel, daha güçlü. Bu güçtür, dünya üzerinde zaferdir ve sizin zaferinizdir...Agnes De Mille
Kimseden daha iyi dans etmeye çalışmıyorum. Yalnızca kendimden daha iyi dans etmeye çalışıyorum...Mikhail Baryshnikov
28 Nisan 2021
M. Kemal Atatürk'ün Farrère ile ilgili konuşması
Claude Farrère Babası bir deniz albayı olan Claude Farrère, 1894 yılında Deniz Akademisi'ne girdi. 1899 yılında teğmenliğe terfi etti. 1918'de kaptan olan Farrère, yazar olabilmek için ordudan istifa etti. 1905 yılında yazdığı Uygar adlı romanla, Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Sık sık Türkiye, Saygon gibi egzotik yerlere seyahatlere çıktı. Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde, Türkiye'ye cephe alan kendi ülkesi Fransa'ya karşı Türkiye'yi destekleyen yazılar yazdı. Turgut Özakman'ın Şu Çılgın Türkler adlı romanında da adı geçen Claude Farrère, Türklere olan sevgi ve ilgisiyle, Türk Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal'i destekledi. Atatürk'e olan hayranlığını dile getirdi. Fantastik öyküler de yazan Farrere, Japonya'ya bağımsız bir yazar olarak davet edildi. İstanbul'da bir caddeye adı Klodfarer olarak Türkçe okunuşuyla verilmiştir
Claude Farrère'in İzmit'e Gelişi ve Mustafa Kemal Paşa- Claude Farrère Mülakatı :
Claude Farrère, önceden kararlaştırıldığı üzere Mustafa Kemal Paşa'yla görüşmek üzere 18 Haziran Pazar günü saat 11'de Tuareg adlı bir Fransız torpidosuyla İzmit'e gelmişti. Yanında mihmandari Ercüment Ekrem, Hilâliahmer Reisi Hamit, Macit ve Ahmet Emin Beyler bulunuyorlardı. Claude Farrère’e İzmit hükümeti adına “hoş geldiniz” demek üzere iskeleden torpidoya doğru hareket eden ilk sandalda Mutasarruf Saadettin Bey, belediye ve müdafaa-ı hukuk reisleriyle, liman reisi ve ayrıca Vakit ve Anadolu'da Yenigün gazetelerinin muhabirleri yer almışlardı. Münir Bey, Salih Bey ve Şükrü Ali Bey'de aynı görevi Mustafa Kemal Paşa adına yapmak üzere ikinci bir sandalla gemiye çıkmışlardı. Claude Farrère’nin her iki heyete minnet şükranlarını ifade etmesinden ve kısa süren bir sohbetten sonra üç sandalla sahile doğru hareket edilmiş, iskeleye çıkan merdivenin iki tarafındaki Türk ve Fransız bayrakları, halkın Türkçe ve Fransızca “yaşasın” nidaları arasında karaya ayak basılmıştı. Askeri bandonun Fransız milli marşını çaldığı sırada İzmit Tütün Şirketi Müdürü Yusuf Osman Bey Fransızca olarak şu konuşmayı yapmıştı: “Aziz üstat. Bu anda size maalesef kesik kollarını açan şu Türk toprağı minnettarlıkla meşbu olarak titriyor. Bütün bir cihan-ı husûmet davâmızın kaybolmasına akurane (azgınca) çalışırken, sizin mütemadiyen yükselen güzel ve her türlü fikr-i menfaatten ârî sadânıza karşı Türk toprağı minnettardır. Siz efkâr-ı umâmiye-i cihâna meydan okuyarak bu güzelliği müdafaadan başka bir şeyle mukayyet olmayan kalbinizin harâret ve asâletiyle bizi aleddevam müdâfaa ettiniz. Bu gün Anadolu eşiğinde sizi yalnız asil ve mümtaz bir ecnebi sıfatıyla değil, kendisince efsanevi bir surette muazzez ve büyük evladından biri gibi der-âguş ediyor. Size beyân-ı hoş- âmedî etmek gibi güzel bir fırsattan istifade ile mensup olduğum irkın tâzimat ve minnettarlıklarını da Fransa'nın diğer büyük evladı Pier Loti'ye iblâğ buyurunuz". Heyecan içinde olan Claude Farrère bu konuşmayı büyük bir ilgi ve teessür içinde dinlemiş, başı üzerindeki Türk bayrağını hürmetle öptükten sonra İzmit halkına hitaben şunları söylemişti: “Ben sizi müdafaa etmekle ancak hak ve hakikati müdafaa etmiş olduğun için minnettarlığa hak kazanmış değilim. Bu vazifede ilelebet devam edeceğim"
Claude Farrère, halkın içten alkışlarına, “yaşasın Claude Farrère” sesleriyle ifade ettiği içten tezahüratına teşekkür etmiş, “Yaşasın Türkiye”, “Yaşasın Kemal Paşa” diye bağırarak karşılık vermişti. İskeleden belediye bahçesinin kapısına kadar yürüyerek gidilmiş, Claude Farrère burada mutasarruf Sadettin, Münir ve Ercüment Ekrem Beylerle birlikte otomobile binmişti. Otomobil, Claude Farrère ikametine tahsis edilen ve İzmit'in en güzel konaklarından biri olan Portakalzâde Hafız Ali Rüştü Beyin evine götürecekti. Yol boyunca Yunanlıların yakıp yıktığı yerlerden geçen otomobil, dik bir yokuşa geldiğinde adeta halkın ellerinde taşınmıştı. Halkın ve öğrencilerin alkışları arasında konağa giren Claude Farrère, kısa bir istirahatı takiben balkona çıkarak uzunca bir süre halkın tezahüratına karşılık vermişti. Kendisine "hoş geldiniz” ziyaretinde bulunan İzmit İstihbarat Müdürü Cevdet Bey, Claude Farrère'e “Türklerin âlîcenập ve asil dostu, hak ve hakikat müdâfii siz muhterem misafirimizin Anadolu'ya teşriflerini Matbuat ve İstihbarat Müdüriyet-i Umâmiyesi namına şükran ile karşılamak ve selamlamakla bahtiyarım” sözleriyle hitap etmişti. Claude Farrère de ilk defa bir meslektaşı tarafından ziyaret edilmesinden dolayı memnun ve bahtiyar olduğunu ifadeyle teşekkürlerini bildirmişti. Daha sonra Anadolu'da Yenigün gazetesi muhabiriyle bir mülakat yapan Claude Farrère40, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere otomobille kasra gitmişti. 18 Haziran Pazar günü yapılan Mustafa Kemal Paşa- Claude Farrère mülakatı iki saat kadar sürmüş, mülakat sonrasında öğle yemeği birlikte yenmişti^l. Görüşmede bulunanların ifadesine göre, Claude Farrère Mustafa Kemal Paşa ile karşılaştığında aşırı heyecanlanmış, bir an için kendisini kaybederek uzun süre konuşamamış, Mustafa Kemal Paşa'ya olan saygısını elleriyle, vücudunun hareketleriyle ifade etmeye çalışmıştı. Sendeleyerek yere diz çökmüş, kendiliğinden gelmediğini, siyasal bir görevle gönderildiğini söylemişti. Mustafa Kemal Paşa da bir yandan kendisini saygıyla yerden kaldırmaya çalışmakla beraber, kolonya serperek rahatlatmaya çalışmıştı. Ancak Claude Farrere’in bu ilk karşılaşmadaki sözleri ve Mustafa Kemal Paşa'nın cevabı bir hayli soğuk bir hava estirmişti. Claude Farrere baygınlığı geçer geçmez Mustafa Kemal Paşa'ya özetle şunları söylemişti: "Ekselans senin yaptıkların, Padişah ve eski rejim aleyhinde yaptıkların korkarım ki senin gibi büyük bir adamı muvaffakiyetsizliğe sevk eder. Seni seven bir adam sıfatıyla rica ederim, bunları yapma. Bu takdirde bütün dünya nazarında büyük olacak ve büyük kalacaksın. Türkleri ve seni seven bir adam sıfatıyla senden bunu rica ediyorum” Claude Farrere’in ağzından dökülen bu sözler adeta ezbere okunan bir ders görünümündeydi. Mustafa Kemal Paşa bu sözler karşısındaki tepkisini gayet yumuşak bir üslupla şu sözlerle ifade etti: “ Muhterem Klod Farer, çoktan beri sizin isminizi işitmekteyim. Ben sizin isminizi işittikçe daima diğer bir ismi de hatırlarım ki o da Piyer Loti'(Pierre Loti)dir. Her ikiniz Türk Milletine ve Türklüğe büyük bir sevda ile bağlı tanınmış bulunuyorsunuz. Sizinle mülakatımda şimdi söylediğiniz sözleri değil, başka türlü sözler işitseydim asla istiğrap etmeyecektim. Mesela siz bana: biz şairler diyebilirdiniz, biz şairler bütün beşeriyette rakik duygular yaratmak için, bütün insanları ince ruhlu yapmak için yüksek hayallerimize geniş kanatlar açarak öyle yazı yazarız. Bu yazılarımıza en temiz ve en merakengiz mevzuları Türkiye'de bulduk. İçlerine asla girmediğimiz kafesler arkasında gizli bir muamma zannettiğimiz hayali, ahenkli, mest, müstağrak, sanki dünya geçmiş gibi görünen hassasiyetli vaziyetlerde gördük deseydiniz, nihayet bir şair olduğunuz için sizi mazur görürdüm. Fakat sizin bana söylediklerinizi esasen kafanızın içinde yeri olmayan ve affınızı rica ederek söylüyorum ki benim kafamdakilerini anlamaktan çok uzak bulunduğunuzu anlatır tarzda size yakışmayan, sizin vasıflarınızla mütenasip görünmeyen sözlerin kaili olmanız beni size karşı ne vaziyet alacağımda mütehayyir kıldı” . Claude Farrere bu cevap karşısında şunun bunun tavsiyesiyle söylediğini itiraf ettiği sözlerinden dolayı af dilemiş,Türk dostluğunda hakiki yolu takip edebilmek için Mustafa Kemal Paşadan en doğru hattı hareketi göstermesini rica etmişti. Kendisini politika çamuruna bulaştıranlara karşı teessüf ve teessürlerini izhar ederek kendi samimi şahsiyetine döndüğünü söylemiş ve Mustafa Kemal Paşanın artık o gözle bakmasını ve konuşmasını istemişti. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa ilk sözler üzerinde fazla durmaya gerek görmemiş, Türklüğün menfaatine hizmet eden herkese olduğu gibi Claude Farrere’den de iltifatlarını esirgememişti. Claude Farrère yemekten sonra kaldığı konağa geri dönmüştü.
Aynı gün İzmit'in en büyük meydanlarından birini teşkil eden Tersane içinde Claude Farrère şerefine askeri oyunlar düzenlenmişti. Misafirler için büyük bir çadır kurularak yerlere halılar serilmiş, koltuklar konulmuştu. Meydan, halk ve öğrenciler tarafından doldurulmuş, bandonun Fransız marşıyla açtığı program dua ile devam etmişti. Daha sonra kule teşkili, süratle soyunup giyinmek, çadır kurmak, çuval koşusu, Karadeniz oyunları, asılı limonları elleri yağlı olduğu halde yemek, yumurta koşusu gibi oyunlar oynanmıştı.
Akşam saat 6.30'da kasrın büyük bahçesinde İzmit halkı tarafından 120 kişilik bir çay ziyafeti verilmişti. Ziyafette sivil bir elbise giymiş olan Mustafa Kemal Paşa'nın sağında Claude Farrère, Hamit Bey, sol yanında Ercüment Ekrem Bey, yanında Yenigün muharriri, onun yanında da Cevat Abbas Bey yer almışlardı. Aralarında kırmızı elbiseli, beyaz baş örtülü, mahzun çehreli Türk kızlarının dikkati çektiği halk ve öğrencilerden oluşan bir kalabalık masanın etrafında toplanmıştı. Kırmızı elbiseli olanları, şehit çocuklarıydı. Mustafa Kemal Paşanın bu çocukları Claude Farrère’e göstererek, “zannediyorum ki şu kırmızı elbiseli kız çocukları babaları Yunanlılar tarafından öldürülen biçarelerdir” sözlerini söylemesi, Fransız edibini heyecanlandırmış ve üzmüştü. Mustafa Kemal Paşa ziyafetin sonlarına doğru Claude Farrère'e sofrayı şereflendirdikleri şu sırada bir kaç söz söyleyeceğini ifade etmiş, Claude Farrère de bunun kendisi için büyük bir şeref olacağını, daha sonra kendisinin de bir kaç söz söylemesine müsaade buyurulmasını rica etmişti. Mustafa Kemal Paşa ayağa kalkarak irticalen yaptığı konuşmasında şunları söylemişti: "Efendiler, Türkiye ’nin ve Türk halkının pek kıymettar dostu olan Monsiegneur Claude Farrère'i şurada daire-i samimiyetimizde görmekten mütehassıl hissiyatimi alenen izhar etmeyi bir vazife addederim. Aziz ve muhterem dostumuz Monsigeneur Claude Farrère, zât-ı necibanenizi, bir kıyısında olsa bile hür ve müstakil Türkiye topraklarında kabul etmekle pek mesrur ve bahtiyarım. Bu sürurum şahsi olduğu kadar, şamil-i umumidir. Muhterem misafirimiz emin olabilirsiniz ki bu dakikada İzmit Körfezi'nden ta Kars kalesine, Bahr-1 Siyah sevahilinden Arabistan vahalarına kadar milletimizin kalbi kıymetli dostumuza karşı aynı hiss-i muhabbet ve takdir ile daraban etmektedir.
Efendiler, Monsiegneur Claude Farrère Türkiye'nin hakikaten ve cidden dostu olduğunu pek bariz bir surette isbat etmiştir. Memleketimiz mühlik dakikalar yaşarken, milletimiz zulümlere maruz bulunurken, dünyanın bütün adaletsizlikleri üzerimize tevcih edilirken, bu zulme karşı semalara yükselen ulvi bir ses, insani bir sadâ işitiliyordu. O sadânın sahibi, huzurunda mesut olduğumuz Claude Farrère 'dir. Efendiler, insanlar adetlerini, ahlaklarını, hislerini, temayüllerini hatta fikirlerini tesmiye ve terbiyede içinde yetiştiği hey'et-i ictimaiyenin temayülat-1 umumiyesinden kurtulamazlar. Fakat bazı büyük hilkatler vardır ki, onlar yalnız mensup oldukları hey’et-i ictimaiyeye karşı değil bütün insaniyete karşı kalplerini ve ruhlarını aynı halde tutarlar. İşte Monsiegneur Claude Farrère bu büyük insanlardan biridir. Dostumuzun bundan başka bir hususiyeti daha vardır. Kendisi, pek necip olan, hürriyet ve istiklalini bütün dünyaya tanıtmak için kanlar döken, inkılâplar yapan büyük bir milletin güzide evladıdır. Türkiye ile ve Türkiye halkıyla bu kadar kalbi alakalara malik olan bir zatın, Türkiye'yi bu gün yaşadığı elemli dakikalarında yakından ziyaret etmek istemesine zaten intizar olunurdu. Dostumuz bu dakikayı pek güzel takdir etmiş ve hakikaten ümit ve intizar olunduğu gibi, İstanbul'dan sonra buraya gelmek zahmetini ihtiyar buyurmuşlardır. Dostumuzun İstanbul'da geçirdiği beş on gün zarfında hasil ettiği intibaatı bilmem, fakat İstanbul'da henüz düşmanların süngüleri ve tehditleri altında yaşayan o zavallı, o bedbaht vatandaşlarımızın kalplerindeki hicranlara elbette temas etmiştir. Bir Türk dostu için bu temasın hasil edeceği intibaatın pek elim ve dertnak olacağını kabul etmek lazımdır. O muhitte senelerden beri, asırlardan beri bu zavallı milletin talihini elinden tutmuş, onun mukadderatıyla oynamış ve sonra kendisini terk edivermiş bir takım bedbahtların bulunması da elemli bir şeydir. Eğer dostumuz Claude Farrère seyahatlerine İstanbul'da hitam verselerdi, bu seyahati natamam kalmış addetmek zaruri olurdu. Türkiye'nin bu günkü hakiki manzarasını görmek için böyle esaret altında bulunan değil, hürriyet ve istiklâlini muhafaza etmekle bahtiyar olan bir muhite gelmek lazım geliyordu.
Efendiler, Türkiye halkı asırlardan beri hür ve müstakil yaşamış ve istiklâli bir lazime-i hayatiye telakki etmiş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet istiklalsiz yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır. Fakat, bu milletin talihini ellerine alan bir takım insanlar, keyfi ve müstebitane su-i idareleriyle onun hayatını imhaya kastetmiş düşmanların icradan hali kalmadığı nüfuz ve tesirat ile adeta onu şaşırtmışlardı. Milletimiz, istiklaline vurulan darbeler ve mevcudiyetine açılan rahneler karşısında göz yaşları döküyordu. Dostla düşmanı tefrik edemeyecek bir hale getirilmişti. Bu manzara karşısında elim düşüncelere müstağrak kalmıştı. İşte, milletimizin bu hal-i istiğrakını, son bir darbe-i imhakar vurmak fırsatını bekleyen düşmanlarımız vesile ittihaz etti ve an-ı lazımın hululüne zahib oldu, karar verildi, hareket başladı. Artık maskeler atıldı. Türkiye parçalanacak, Türkiye halkı esir, zelil, sefil ve perişan edilecekti. Maksat bu idi ve bu gaye-i zalimaneye vasıl olmak için hatır ve hayale gelmeyen her türlü tedbirlere müracaat edildi ve bahusus Garbin bazı hükümetleri ve bazı rical-i siyasiyesi bunun böyle olmasında israr ediyordu. Ve el'an israr ediyor. Bu tarz-ı hareketlerini cihan nazarında mazur göstermek ve hatta kendi milletlerinin gözünden gizlemek için tevessül etmedikleri tedbir kalmadı. Her türlü müfteriyatı icat etmekten daha kolay bir şey olamazdı. Türkler vahşidir, zalimdir, icabat-i medeniyeyi ahz ve kabule gayr-i müstaiddir. Tarzında, esasen vahşilerin, zalim ve müstevlilerin haksız yere icat ettikleri bir formülü terennüm ederek efkar-1 umumiyeyi iğfale kalkıştılar. Bu teşebbüslerinde muvaffak olacaklarını zannettiler. Başka bir tedbire lüzum görmüyorlardı. Çünkü, Türkiye'nin kabiliyet-i hayatiyeden tamamen mahrum olduğunu farz ediyorlardı. Halbuki düşmanlarımız bu zanlarında tamamen aldanmışlardır. Bu muhakkaktır. Filhakika dimağları bir takım hissiyat-ı ihtiraskaranenin telatumgahı olan insanların telakkisi ile ve bir takım batil zanlarla hakikati tebdil ve hakkı itfa etmek mümkün değildi ve bu güne kadar kainatta buna imkan bulunmamıştır. Bütün bu fecayiden sonra milletlerin vicdanlarına müracaat olunursa, şüphe etmem ki necip ve hakkıyla medeni olan milletler bu siyasetçilerin icraat-ı zalimanelerini tel'in ve takbih etmektedirler. Henüz mütereddit görünenler varsa, ben onları da mazur görürüm. Çünkü Türkiye hakkında her gün icat edilen müfteriyatın mahiyet-i asliyesini anlamaya yine o devlet adamlarının mevcudiyeti manidir.
Efendiler, Türkiye halkının bütün fakr-u zaruretine rağmen, gizli veya aşikar düşman elleriyle bu gün içine atılmış olduğu girivenin bütün dehşetine rağmen üç seneden beri kendi mukadderatını eline alarak idare-i hükümette gösterdiği kabiliyet ve kudret, (hazır olan okul öğrencilerini işaretle) şu gördüğünüz çocukları vatana layık yetiştirmek için umur-i maarifte gösterdiği kabiliyet, memleketimizin hemen kamilen hal-i muhasarada bulunmasına rağmen muhafaza-i mevcudiyet için asıl olduğuna kani bulunduğu umur-ı iktisadiyenin tanziminde gösterdiği kabiliyet, şarkta ve garpta muvaffakkiyatı tevali eden ve edeceğine kimsenin şüphe etmemesi lazım gelen muntazam ve muazzam ordular teşkili hususunda gösterdiği en büyük kabiliyet ve kudret, düşmanlarımızın ikinci nokta-i nazarlarında da, yani kabiliyetten mahrum olduğumuz hakkındaki zanlarında da ne kadar aldandıklarını ispata kafi delail değil midir? Fakat efendiler, Garbin bazı zalim ve hakikati görmemek için gözlerini kapayan siyasetçileri, bu hakikat karşısında baş çevirmek istiyor. Necip Fransız milletinin bu hakikati idrakte gösterdiği yüksek misali görmek istemiyor.
Efendiler, varlığını idrak etmiş olan, hürriyet ve esaret farkını takdir eden, ölümü esarete tercih eyleyen ve bunu her gün fiilen ispat ede gelen bir milleti behemehal imha arzu-yı zalimanesine düşmek kadar dünyada vahşet tasavvur olunur mu? Düşmanlarımız maksatlarına behemehal vasıl olmak için her gün yeni vesileler icat etmektedirler. Çünkü, behemehal Türkiye'yi baştan nihayete kadar harabezara çevirmek, burada yaşayan masum halkı, kadınlara ve çocuklarına varıncaya kadar en vahşi işkencelerle, en gayr-ı insani tecavüzlerle katletmek istiyorlar. Bunun için bir taraftan da mukaddes topraklarımıza saldırdıkları Yunanlıların idame-i vahşetini temine çalışıyorlar. Bir taraftan da Türk’ün asalet ve masumiyetini idrak ve asarını göstermeye başlayan milletlerin efkarını teşviş edecek bin türlü iftira ve eracif icat ediyorlar. Bu, pek mâhirane bir taktiktir. Bunu askerler çok yaptıkları için bilirim. Fakat, bunu askerler muharebe meydanlarında düşmana karşı kullanırlar. Düşmana karşı diyorum. Halbuki Garbin bazı rical-i siyasiyesi, bazı hükümetleri bunu, kendilerini insaniyetperver ve amil-i sulh ve sükunet addedenleri işgal ve iğfal etmek için kullanıyorlar.
Efendiler, düşmanlarımız Türkiye'nin Hristiyanlar'a zulüm ettiğini yalancı bir Yavel'in iftiranamesini ileri sürerek cihan-ı medeniyetin efkarını duçar-ı teşevvüş etmek istiyorlar. Türkiye'nin davasındaki kutsiyeti ve Türkiye'nin hakkını teslime mütemayil olanların nokta-i nazarını başka cihete tevcihe çalışıyorlar. Bütün bu müddeiyat, bir sürü kizb ve iftiradan ibarettir. Başka türlü de olamaz. Yeni Türkiye devletinin idare-i mesuliyetini deruhte etmiş olan TBMM bütün icraatından tarihe ve medeniyete karşı hesap vermekte bir an tereddüt etmez. Çünkü, bu hesaptan alnı ak olarak tamamen muzaffer çıkacağından şüphesi yoktur. Fakat geçen sene İnebolu, beş on gün evvel Samsun bombardıman ettirildi. Ayaklanmak üzere, düşmanların teşkil, techiz ve teşvik ettikleri anasir-i muzirranın mülahazat-1 askeriyeye tabi tutulmasında bir kabahat varsa, o kabahatin faillerini Türkiye'de, Ankara'da değil Atina'da ve belki daha büyük bir payitahtta aramak lazımdır. Şurasını da kati olarak beyan ederim ki TBMM hükümeti milletten aldığı en meşru salahiyetleriyle devletin mevcudiyetini ve istiklalini muhafaza ve temin için her müstakil millet ve devlet için meşru olan haklarını, salahiyetlerini biperva istimal eder ve edecektir. Garbın bazı hükümetleri Türkiye ile hal-i muhasamadan çıkmak istemediği, Türkiye'nin mübarek topraklarına saldırdığı, düşmanı takviye ve teşvikten feragata razı olmadığı halde, gûya dünyanın en bitaraf hükümeti imiş gibi memleketimiz içinde zabitlerini dolaştırmak suretiyle tahkikat icrasını ileri sürüyor. Şayan-i teessüftür ki, diğer hükümetleri de bu teşebbüsüne teşrik yollarını buluyorlar. Dünyada bundan daha mantıksız ve daha cüretkarane bir hareket tasavvur edemiyorum. Dünyada müstakil bir devlet tasavvur olunabilirmi ki, umur-ı dahiliyesine henüz düşman sifatını haiz olanların değil, dostlarının dahi müdahalesine müsamaha etsin. Eğer, o rical-i siyasiyye asırlardan beri müstakil yaşamış, istiklâlin timsali olmuş ve bu gün yeni bir intibah-ı milli ile azim ve imanı ve aşk-ı istiklali yükselmiş Türkiye halkının, Türkiye devletinin istiklalini tanımamak ve tanıtmamak istiyorlarsa, biz bunlara karşı hayretlerle mukabele ederiz ve bu ricalin gafletine bütün cihanın nazar-ı istiğrabını davet ederiz. Zavallı milletimiz esir olmaya razı olmadığı için en büyük cezaya mahkum bulunuyor. İdama! Hayır efendiler hayır.. Bütün cihan emin olsun ki bu millet idama, imhaya değil, ihyaya müstehaktır ve elyaktır. TBMM deruhte ettiği bu vazife-i tarihiyeyi kemal-i muvaffakiyetle ifa ediyor ve en yüksek zaferlerle itmam ve ikmal edecektir.
Efendiler, aziz ve muhterem dostumuz Monsiegneur Claude Farrère'i memleketimizin sulh ve sükuna mazhariyetinde kabul etmekle çok müftehir olacaktık. Eğer bugün buna muvaffak olmamış bulunuyorsak, bu husustaki kabahat bizim değildir. Ona memleketimizin her köşesini göstermek ve her köşede kemal-i tevekkül ve masumiyetle ve fakat kalbinde büyük bir iman ve hiss-i gurur-ı istiklâl ile tarlalarını süren, koyunlarını güden vatandaşlarımı yakından tanıtmak isterdim. O vakit, muhterem dostumuz Türkiye halkını daha çok sevecekti ve o vakit böyle bir milletin istiklaline taarruz edenlerin ne kadar bi-his ve ne kadar bi-insaf olduklarını daha derin bir surette takdir edecekti.
Efendiler, samimi dostlarımız sevdikleri tarafından bir işkenceye mahkumdurlar. O işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir. Kıymetli dostumuz bu dakikada o vaziyette bulunuyor. Pek çok arzu ederdim ki, bu acı hakikatlerin müfessiri olmaktan ise, dostumuza șetaretbahş söz söyleyeyim. Fakat bizi mazur görsünler. Biz, hayat ve istiklâl için mücadele eden ve bu kanlı mücadeleler manzarası karşısında bütün cihan-ı medeniyetin bi-his, seyirci kaldığını görmekle dilhun olmuş insanlarız.
Mustafa Kemal Paşanın konuşmasının hararetle ve şiddetle alkışlanmasından sonra, Claude Farrère de şu mukabil konuşmayı yapmıştı: “Paşa Hazretleri'nin irat buyurdukları necip, ulvi efkara tarafımdan ilave edilecek bir şey yoktur. Bu efkara bütün mevcudiyetimle, bütün kalbimle iştirak ediyorum. Kendilerinin beyan buyurdukları vechile İstanbul'a ziyaret ettim. Fakat bu ziyaret beni dağıdar etti ve kalbimi kırdı. Bu büyük payitahtı ve muhitini ecnebi süngüsü altında gördüm. Bu hal benim için gayet hazin bir manzara teşkil ediyordu. Bu millet, Boğazlardan Asya'ya mağrur nazarlarla bakıyordu. Bu milletin hürriyet için ve hürriyetini muhafaza için ölmeye ve bu azim ile yaşamaya karar vermiş olan bir millet olduğunu gördüm. Fakat gördüğüm şey, bunlardan mı ibarettir? Hayır, başka bir şey daha görmüştüm. Bu gördüğüm şey kalbimi ümit ve mahzuniyet ile doldurdu. Bu halk, bu millet yek vücut sağlam, sebatkar ve kavi bir hükümet-i milliyeye malik ve kudsi bir kumandan tarafından idare ediliyordu. Bütün bu ahval, bu milletin zafere varacağına hiç şüphe bırakmıyor. Acaba gördüğüm şeyler yalnız bunlardan mi ibaretti. Başka bir şey daha gördüm. O da hak ve adaletin kendisinde olmasıydı ve bu millet hakkı için harb ediyordu. Düşmanları zalim ve alçak adamlardan ibaret bulunuyordu. O düşmanlar ki, maksatları habis ve çirkin, fikirleri menfaatten başka bir şey değildir. Fakat, hürriyetini muhafaza için ölen, kanını döken bir milleti, hasis menafi takip eden düşmanlar hiçbir vakit mağlub edemezler. Daha başka bir şey söyleyeceğim. O da, yalnız kendilerinin bu hakka sahip olmaları değil, aynı zamanda büyük bir kuvvete malik olmaları hususudur. Cesur, metin bir surette idare edilen bu kuvvet, zaferin en kuvvetli dermanını teşkil eder. Zât-1 samilerine takdim edeceğim ihtiramat ve takdiratim yalnız benim değil, bütün Fransız milletinin tazimat ve hissiyat-ı ihtiramkaranesidir” Claude Farrère’in Fransızca olarak yaptığı bu konuşma Münir Bey tarafından Türkçe'ye çevrilmiş, saat 8'e doğru ziyafet sona ermişti.
Mustafa Kemal Paşa aynı gün, T.B.M.M.'deki muhalif grubun liderleriyle irtibat ve muhaberatta bulunan I. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa'yı görevinden azlederek hakkında yasal işleme devam edilmek üzere Milli Müdafaa Vekaleti emrine almıştı.
Mustafa Kemal Paşanın İzmit'ten Adapazarı’na Dönüşü :
Mustafa Kemal Paşanın İzmit'ten Adapazarı’na döneceği 19 Haziran Pazar günü İzmit'te yer yerinden oynamıştı. Claude Farrère’nin de Paşa'yla birlikte Adapazarı'na gitmesi ve aynı gün dönmesi kararlaştırılmıştı. Bütün İzmit halkı istasyon ve civarında toplanmıştı. İki gün önce gülen, sevinen yüzlerin şimdi üzgün oldukları görülüyordu. Tren hattı boyunda bir ellerinde çocukları, diğer ellerinde bayraklar olduğu halde bekleşen kadınlar, beyaz saçları ve ak sakallarıyla göz yaşı döken ihtiyarlar yer almıştı. Saat 10'a doğru istasyon binasının önünü, daha ilerilerini kaplayan askeri birlikler “Hazır ol” vaziyetini almışlardı. Mustafa Kemal Paşa kendisini selamlayan askeri birliklere mukabele etmiş, öğrencilerin hatırlarını sormuş, halkın ön safında bulunanlarının bir çoğunun ellerini sıktıktan sonra, beraberindekilerle birlikte özel trene binmişti. Bu arada, bir dalga halinde vagonun önüne kadar gelmiş
olan halkı pencereden selamlamaya devam etmişti. Ön safta bulunanlardan Kılıçzâde Hakkı Bey (Kılıçoğlu), Mustafa Kemal Paşa'ya hitaben yaptığı konuşmasında, milletin gazi ve muhterem reisinin İzmit'i şereflendirdiğini, İzmit'e en unutulmaz tarihi günlerini yaşattığını, halkın mücâhede-i milliyeye olan bağlılığını anlattıktan sonra, “Hatif'ten gelen bir sadâ size yürüyünüz diyor, millet sizinle beraberdir" demişti. Mustafa Kemal Paşa bu sözlere cevaben şunları söylemişti: “Muhterem vatandaşlarım! Bütün kalp ve vicdanlarınızla benimle beraber olduğunuza inancım vardır. Bu böyle oldukça ve gittiğimiz yolun hakiki olduğuna inandıkça elbette yürüyeceğiz. Bu yürüyüşümüzle memleketi netice-i hakikiyeye isâl edeceğimize şüpheniz olmasın. Hakkımda gösterdiğiniz âsâr-ı muhabbet ve teveccühe sûret-i mahsûsada takdim-i teşekkürat ederim. Güzel memleketinizde geçirdiğim iki günün kıymetli hâtirâsını ilelebet kalbimde saklayacağım. Gördüğüm tezahürat, tâziyâne-i teşvik oldu. Netice-i hakikiyeye vusül için her türlü tedâbiri düşünmekten bir an hâli kalmadık. Buna emin olunuz. Cümlenize teşekkürler ederim”
Özel tren hareket ettiğinde, halk da bir süre trenle birlikte koşmaya devam etmişti. Bu durumu ne, Mustafa Kemal Paşa'nın kompartimanın penceresinden “artık yorulmayınız” diyerek koşmamalarını rica etmesi, ne de polis ve jandarmanın engellemesi önleyebilmişti. Tren ilerledikçe tarlalarında çalışan köylüler, kadınlarıyla, çocuklarıyla ikişer, üçer hat boyuna diziliyor, Paşa'yı selamlıyorlardı. Derbent istasyonuna varıldığında iki gün önceki tezahürat fazlasıyla tekrarlanmıştı. Sapanca istasyonunda Türk ve Frarsız bayraklarıyla ayrı ayrı iki tak hazırlanmış, ayrıca Fransızca -Yaşasın Dostumuz- yazılı büyük bir bayrak asılmıştı. Önceden hazırlanmış olan büfeye çıkıldığında, Claude Farrère’e pek zarif sûrette süslenmiş bir sepet meyve hediye edilmişti. Burada, öncekinde olduğu gibi bir öğrenci heyecanlı bir konuşma yapmıştı. Sapanca'dan sonra Arifiye'de sıcak bir karşılamaya şahit olunmuştu. Mustafa Kemal Paşa yolculuk süresince her zümreden halkla konuşmuş, kendilerine kasaba ve köylerinin dahili ihtiyaçlarına, mahsûllerinin durumuna dair sorular sormuştu.
İzmit-Adapazarı Yolculuğu Esnasında Mustafa Kemal Paşa ile
Mülakat:
Claude Farrère ile birlikte İstanbul'dan İzmit'e gelen Gazetecilerden biride Vakit gazetesi baş yazarı Ahmet Emin Beydi (Yalman). Babası Osman Tevfik Bey Mustafa Kemal Paşa'nın Selanik Askeri Rüştiyesi'ndeki hüsn-ı hatt-ı Türki öğretmeniydi”. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa daha Mondros Mütarekesi sonrasında Pera Palas’ta kaldığı günlerde Ahmet Emin Bey'i çağırarak Meclis-i Mebusanın çalışmalarını sürdürmesinin ülke için ne kadar gerekli olduğuna ilişkin yayın yapmasını tavsiye etmiş, bu konuda fikirler vermişti. Mustafa Kemal Paşa Ahmet Emin Bey'i bir kenara çekerek kendisiyle birlikte kalması halinde aldanmayacağını söylemiş, Böylece Ahmet Emin Bey Mustafa Kemal Paşa ile özel trenin İzmit'ten ayrılmasıyla başlayan ve Adapazarı’na varmasıyla sona eren bir mülakat yapmıştı. Velit Bey'in (Ebuziyya) de katılmasıyla yapılan ve Vakit gazetesinde yayımlanan bu mülakatı, günün siyasi ve askeri durumuna işık tutması açısından aynen vermeyi uygun gördük.
Soru:Pontus tehcirinin saikleri neden ibarettir?
Cevap: Samsun ve havalisinde bazı anasır-ı muzırrayı mülahazat-ı askeriye icabı olarak harp mintikasından uzaklaştırmaya bizi mecbur eden sevaik, Yunanlıların oradaki teşebbüsleridir. Sevahili bombardıman etmek suretiyle yapmaya çalıştığı teşvikat dahi bu sevaiktendir. Bu baptaki mesuliyet
Yunanlılara aittir.
Soru: Samsun bombardımanı gibi hareketlerin iki taraf için tesiri ne
olabilir?
Cevap: Diğer taraf için tesirini bilmem, fakat bizim için azim ve iman-ı milliyi takviyeye, düşmanlarımızın ne kadar adi, ne kadar sefil ve ne kadar hunhar olduklarını milletimize fiilen tanıtmaya vesile teşkil ediyor.
Soru: Ordumuz ne haldedir? Münasip görüldüğü ve icap ettiği saniyede her türlü harekatı muvaffakiyetle icraya kadir addolunabilir mi?Muhte!if teftişler arasında görülen fark ve ordunun kuvve-i maneviyesi Zat-ı Devletleri üzerinde ne tesir bırakmıştır?
Cevap: Ordumuz, İstiklal mücahedesi yapan kahraman ve azimkar milletimizin amal-i meşruasını emniyetle istihsale kadir bir haldedir. Ordumuz, her türlü vezaif-i taarruziyeyi muvaffakiyetle ifaya hazır ve amadedir. Her teftişte gördüğüm müspet fark ve bilhassa orduda mevcut pek yüksek kuvve-i maneviyse, salabet, azim ve iman, şevk ve şetaret çok defalar gözlerimi meserret yaşlarıyla dolduracak derecede tesir bırakmaktadır.
Soru: Son Kocaeli seyahatinin ve halkla sıkı temasın bıraktığı intibalar ne merkezdedir?
Cevap: Benimle beraber seyahat ettiğiniz için bunun ifade ve izahını size bırakıyorum.
Soru: Dostumuzla (Farrère) olan mülakat ne gibi intibalar bırakmıştır?
Cevap: Monseigneur Claude Farrère pek hassas ve pek ali ruhuyla, beşerden pek az kimseye nasip olan evsaf-ı hususiyesiyle, nezahetin timsal-i müşahhası buldum. Kendisiyle mülakat bende hiçbir vakit unutamayacağım manevi hazlar, kıymetli hatıralar bırakmıştır. Türkiye böyle vefakar bir dosta malikiyeti ile müftehir olabilir.
Soru: Son Amerika notasında bizim eskiden beri müesses haklara riayet etmediğimiz, Amerika müesseselerinin faaliyetine imkan bırakmadığımız ve hukuk-ı tasarrufiyyeyi ihlal ettiğimiz hakkında bir itham vardır. Amerikalılar ve Amerika müesseselerine karşı Büyük Millet Meclisi Hükümeti şimdiye kadar nasıl hareket etmiştir?
Cevap: TBMM hükümetinin Amerika hakkındaki nokta-i nazarı müspettir. Hükümetimiz Harb-ı Umumi esnasında Babıali'nin kat etmiş olduğu münasebat-ı dostaneyi iade ve ihyaya teşebbüsten hali kalmamıştır. Bu teşebbüse kendi taraflarından maddi bir mukabele görülmemiş olmakla beraber, memleketimizdeki Amerika müessesatı, Amerika heyetleri, bir çok Amerikalılar tamamen bir dost memlekette olduğu gibi muhafaza edilmekte ve hürmet görmektedirler. El'an memleketimizin her köşe bucağında Amerikalılar ikamet etmekte, istedikleri gibi, istedikleri yerlerde keşt-i güzar eylemektedirler.
Soru: Şark komşularımızla münasebatımız nasıldır? Rusya ile aramıza bürudet girdiği rivayeti doğru mudur? Rus-Alman itilafına iştirak ettiğimiz hakkındaki rivayetler doğru mudur?
Cevap: Şark dostlarımızla münasebatımız müstenit bulunduğu ciddi samimiyet dairesinde devam etmektedir. Rusya ile aramızda bürudet tevlit edecek mahiyette bir hadise olmamıştır57 Rus-Alman itilafına iştirakimiz hakkındaki rivayet doğru değildir.
Soru: Memleketin iktisadi vaziyeti nedir? Bu seneki mahsul hakkında alman haberler ümitbahş bir maiyette midir?
Cevap: Memleketin vaziyet-i iktisadiyesi şayan-ı memnuniyettir. Bu seneki mahsulat fevkalade feyizlidir.
Soru: istanbul halkının milli mücadeleye karşı olan vaziyeti hakkındaki hissiyatınız ne merkezdedir?
Cevap: İstanbul halkının vaziyeti hakkındaki hissiyatımı izhar için en kıymetli ve en şamil kelimeleri kullanabilirsiniz.
Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere Adapazarı'nda :
Mustafa Kemal Paşa ve refakatindekileri taşıyan özel tren öğleye doğru Adapazarı'na vardığında, İzmit'ten hareket edildiğinde başlayan mülakat da son bulmuştu. Misafirler, istasyon ve civarını dolduran büyük bir kalabalık tarafından karşılanmışlardı. Etraf, yeşillikler ve bayraklarla donatılmış, milli orduya mensup pek düzenli bir askeri birlik yollara dizilmişti. Askeri birliğin düzenli görünüşü ve kıyafetlerinin mükemmelliği görenleri hem şaşırtmış, hem de gururlandırmıştı. İlk defa olarak İstanbul'dan gelenler gözlerine inanamamışlardı. Aralarından geçilirken Claude Farrere hayretle iki tarafına bakmış, şüphesiz gördüklerine memnun olmuş, göğsü kabarmıştı.
Dar'ül-Fünûnlu Şadan Hanım, Adapazarı kadınları adına Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere'e güzel bir hitapta bulunmuş: Şarkın büyük evladı ile Garbın âlî ruhlu edibini bir arada gördüklerinden dolayı Adapazarı kadınlarının ne kadar iftihar ettiklerini pek serbest, pek etkili güzel bir tavır ve dille anlatmıştı. Mustafa Kemal Paşa ve Claude Farrere istasyondan köşke gitmişler, burada kısa bir istirahatten sonra Claude Farrere, beraberinde Mutasarrıf Sadettin Bey, Hamit ve Macit Beyler olduğu halde Sabiha Hanım kız okulunu ziyaret etmişlerdi. Burada öğrencilerin jimnastik hareketleri izlenmiş, el işleri görülmüştü. Öğrenciler Claude Farrere'e çeşitli hediyeler vermişler, gördüklerinden son derece memnun kalan Fransız edibi, okul müdiresi Şehime Yümnü Hanım'la, coğrafya öğretmeni Nimet Hanım'a takdir ve teşekkürlerini iletmişti. Claude Farrere, Sabiha Hanım okulunu ziyaretten sonra Çarkbaşı mesiresine gitmiş, Adapazarı'ndan ayrılmadan önce Mustafa Kemal Paşa'yla ikametgahında birlikte, öğle yemeği yemişlerdi. Yemekte sadece berrak bir su içilmiş, Claude Farrere de bol bol su içmek suretiyle meşrubat konusunda Anadolu kanunlarına uymanın kendisine pek hoş geldiğini göstermişti. İstasyondaki veda pek samimi ve etkili olmuş, Claude Farrere, refakatinde Mutasarrıf Sadettin Bey olduğu halde Mustafa Kemal Paşa, halk, asker ve öğrenciler tarafından uğurlanmıştı. Bu arada Mustafa Kemal Paşa, Claude Farrere'e gümüşle işlenmiş bir kırbaç hediye etmişti.dergipark.org.tr