EDEBİYAT ÖZGÜRLÜĞÜN TA KENDİSİDİR!
EK
Alman Kitapçılar Derneği'nin elli üç yıldan beri çok sayıda yazar, düşünür ve benim kamusal çalışmalarına hayranlık duyduğum örnek insanlara verdiği bu ödülü almak üzere burada, Paulkirsche'de (St. Paul Kilisesi) toplanmış bulunan bu seçkin dinleyici kitlesinin önünde konuşmak (tekrar etmek gerekirse, tarih yüklü bu mekânda bu vesileyle bir konuşma yapmak) benim açımdan gerçekten gururlandırıcı ve esin verici bir deneyim.
Konuşmama başlamadan önce şikayet edebileceğim tek konu, Amerikan Büyükelçisi Daniel Coates'in, Alman Kitapçılar Derneği'nin kendisine bu yılki ödülün sonucunun açıklandığı Haziran ayında yaptığı daveti bir an dahi düşünmeden geri çevirerek, yani tamamen bilinçli bir tercihle bu toplantıya katılmama yolunu seçmesi. Dolayısıyla, büyükelçinin bu tavrının, onun, sıradan bir diplomatik görevi yerine getirerek kendi ülkesinin ve tabii benim ülkemin çıkarlarını ve itibarını temsil etmekten kaçınıp, Bush yönetiminin ideolojik tutumu ile kindar tepkiselliğini onaylamaya daha fazla ilgi duyduğunu gözler önüne serdiğini baştan belirtmek zorundayım.
Büyükelçi Coates'in bu toplantıya katılmamayı seçmesinin nedeni, sanıyorum, benim Amerikan dış politikasında gözlenen yeni radikal yönelişe (ki bunun en somut örneği Irak'ın istila ve işgal edilmesidir) karşı gazete ve televizyon röportajlarıyla kısa dergi makalelerinde dile getirdiğim eleştirilerdir herhalde. Oysa ben, tam da Almanya'da, temsil ettiği ülkesinin bir yurttaşı önemli bir Alman ödülüne layık görüldüğü için, kendisinin bu törende hazır bulunması gerektiği kanısındayım.
Bir Amerikan büyükelçisinin görevi, her şeyden önce, kendi ülkesini ülkesinin tamamını temsil etmektir. Ben tek başıma elbette Amerika'yı temsil etmiyorum; hatta, Bay Bush'un ve onun danışmanlarının yürüttüğü emperyal programa kesinlikle destek vermeyen ve hiç de küçümsenerek burun kıvrılamayacak büyüklükteki bir azınlığı temsil ettiğim de söylenemez. Kaldı ki, edebiyattan (edebiyata dair belirli bir fikri kastediyorum burada) ve vicdandan (yine, vicdan yada vazifeyle ilgili belirli bir yaklaşım biçiminden söz etmekteyim) başka hiçbir şeyi temsil etmediğimi düşünmek benim çok hoşuma gidiyor. Ancak benim, Avrupa'nın önemli bir ülkesinin verdiği bu ödüle, iki kıta arasında bir 'entelektüel elçi' (söylemeye gerek yok ki, sözcüğün en zayıf ve sadece metaforik anlamıyla bir 'elçi') rolü oynamamdan dolayı layık görülmemi vesile sayarak, Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri arasında var olduğu bilinen ve durmadan lafı edilen, bir bakıma kendi ilgilerim ve heyecanlarımın birleştiği bir mesele olan 'uçurum' hakkındaki bazı düşüncelerimi ifade etmenin çekiciliğine karşı koyamadığımı da belirtmek isterim.
Birincisi, bu halihazırda bile arası kapatılmaya gayret edilen bir uçurum mudur? Ya da, bu uçurum aynı zamanda bir çatışmanın varlığına işaret etmez mi? Avrupa hakkında, özellikle de bazı Avrupa ülkeleri hakkında kızgın ve kaba açıklamalar yapmak, şimdilerde Amerikan siyasal retoriğinde bayağı revaçta; tabii bu tarafta, yani en azından kıtanın batı kesimindeki zengin ülkelerde de, Amerikan karşıtı duygular
her zamankinden daha yaygın, daha gür bir sesle ifade edilir ve daha şiddetli tepkilerle dışavurulur durumda. Peki, soralım öyleyse: Bu çatışma nasıl bir şeydir? Bu çatışmanın derinlere kök salmış sebepleri var mıdır? Bana sorarsanız, evet, vardır.
Avrupa ile Amerika arasında her zaman alttan alta yürüyen bir uzlaşmazlık; en azından anne baba ile çocıık arasında gözlendiği türden karmaşık ve belli belirsiz bir husumet olmuştur. Amerika bir neo Avrupa ülkesidir ve son onyıllara kadar da nüfusunun büyük kısmını Avrupa kökenli insanlar oluşturmuştur. Bununla birlikte, Avrupa ile Amerika arasında en sağduyu sahibi yabancı gözlemcileri bile derinden etkilemiş olan farklılıklar da hiç eksik olmamıştır. Yeri gelmişken, bu gözlemciler arasında bilhassa, bu genç ülkeyi 1831'de ziyaret edip, üstünden yaklaşık 170 yıl geçtikten sonra bile benim ülkem hakkımda kaleme alınmış en iyi çalışma olan Democracym Ammen (Amerika'da Demokrasi) başlıklı kitabını yazmak üzere Fransa'ya dönen Alexis de Tocqueville ile bundan 70 yıl önce, Avrupa'nın evlâdı olan Amerika'nın Avrupa'nın antitezi olma sürecine girdiğini, hatta çoktan bu süreci tamamladığını kavrayarak, Amerikan kültürü hakkındaki en ilginç kitabı, çarpıcı ve bazı kesimlere öfkeden saç baş yoldurucu bir metin olan Studies in Classic American Literatüre (Klasik Amerikan Edebiyatı Üzerine İncelemeler) adlı eserini yayınlayan D.H. Lawrence'm adlarını anmakta
fayda vardır.
Roma ile Athena. Mars ile Venüs. Bu antitezleri, Avrupa ile Amerika arasında kaçınılmaz bir çıkar çatışması bulunduğu fikrini savunan son zamanlardaki popüler incelemelerin yazarları icat etmediler. Yabancılar bu konuya uzun uzun kafa patlatmışlar ve James Fenimore Cooper ve Ralph Waldo Emerson'dan Walt Whitman, Henry James,William Dean Howells ve Mark Twain'e kadar on dokuzuncu yüzyıl Amerikan edebiyatının büyük isimlerinin kaleminden, bu antitezin anlaşılmasını sağlayacak zemini yaratmışlar, hatta bu karşıtlığın tınısını veren melodisini yakalamayı başarmışlardır. Amerika'nın masumiyeti ile Avrupa'nın sofistike alışkanlıkları; Amerikan pragmatizmi ile Avrupa'nın
meseleleri entelektüalize etme eğilimi; Amerikan enerjisi ile Avrupa'nın dünyayla uğraşmaktan bıkkınlığı; Amerikan naifliği ile Avrupa sinisizmi; Amerikan iyi kalpliliği ile Avrupa'nın habisliği;
Amerikan ahlâkçılığı ile Avrupa'nın uzlaşma sanatındaki ustalığı bu nağmeleri iyi bilirsiniz.
Bu özelliklerin koreografisini farklı şekillerde de düzenleyebilirsiniz; gerçekten de çalkantılarla dolu geçen son iki yüzyıl boyunca, her türlü değerlendirme ya da eğilimin raks edercesine bu nağmelere eşlik ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Avrupa-yandaşları, yukarıda sözü edilen bu mübarek antitezi Amerika'yı gözünü ticaret bürümüş bir barbarlıkla, Avrupa'yı ise yüksek kültürle özdeşleştirmek şeklinde kullanırlarken; Avrupa-karşıtları da Amerika'nın idealizmden, açıklıktan ve demokrasiden yana olduğu, Avrupa'nın ise gücü kuvveti tükenmiş, züppece bir zerafetin büyüsüne kapılmaya devam ettiği yolunda değişmez ve ısmarlama bir görüşe sahiptirler. Tocqueville ile Lawrence ise bundan daha köklü, daha sıkı bir gözlemde bulunmuşlardı: Amerika demek salt Avrupa'dan ve Avrupa değerlerinden bağımsızlık ilan etmek anlamına gelmiyor, aynı zamanda Avrupa değerleriyle Avrupa gücünün kararlılıkla alt edilmeye çalışıldığı, hatta taammüden ortadan kaldırılmanın yollarının arandığı bir azmi yansıtıyordu. "Eskisini yıkmadan asla yeni bir şeye sahip olamazsınız, " diye yazıyordu Lawrence. "Avrupa artık eski olandır. Amerika ise yeni. Ve yeni olan, eskinin ölümüdür." Dahası, şöyle birkehanette bulunmuştu Lawrence: "Amerika, demokrasiyi özellikle kültürel demokrasiyi, edepli davranma demokrasisini bir araç olarak kullanarak Avrupa'yı yok eden bir misyonla hareket etmektedir. Bu görev tamamlanınca, Amerika artık yüzünü demokrasiden başka bir şeye dönecek konumda olacaktır." (Belki de şimdilerde yaşanan süreç tam da bu öngörünün bir doğrulanmasıdır.)
Referanslarımı yalnızca ve yalnızca edebi kaynaklardan aldığım için beni anlayışla karşılamanızı rica ediyorum. Ne de olsa, edebiyatın (mühim edebiyatın, gerekli edebiyatın) işlevlerinden birisi, kâhince fikirler yürütmektir. Şimdi önümüzde duran ve yaldızlı harflerle okuduğumuz şey ise, antik olanlar ile modern olanlar arasındaki eskiden beri süregelen edebi kültürel kavgadır.
Geçmiş dediğimiz şey Avrupa'dır (ya da Avrupa'ydı); Amerika da engelleyici ve boğucu bir miras gözüyle baktığı, ayrıca benimsediği itaat ve üstünlük anlayışıyla, neyin 'üstün' ve neyin 'en iyi' olduğu konusundaki kendi standartlarıyla temelde demokratik olmayan; daha doğrusu, günümüzde bunun eşanlamlısı olarak görülen bir nitelemeyle 'elitist' saydığı bir geçmişten kopma fikrine dayanarak kurulmuştur.
Muzaffer bir Amerika'dan dem vuranlar, Amerikan demokrasisinin Avrupa'yı reddetmeyi ve, evet, belli anlamlarda özgürleştirici, faydacı bir barbarlığı içerdiğini ima etmeyi sürdürmektedirler. Eğer bugün, çoğu Amerikalının gözünde Avrupa, 'elitist'ten daha çok 'sosyalist' bir kıta olarak görülüyorsa, bu bakış açısı Avrupa'yı Amerikan standartlarına göre inatla eski standartlara (yani, refah devletine) bağlı, bu sebeple de durmadan gerilemekte olan bir kıta konumuna oturtmaktadır. Dolayısıyla, "Yenilenin!" demek sadece kültürel zemini gözeten bir slogan değildir, aynı zamanda daima ileriye giden ve tüm dünyayı kapsayan bir ekonomik makineyi tanımlamaktadır.
Öte yandan, eğer gerekirse, 'eski'nin bile 'yeni' ismi takılarak yeniden vaftiz edilebilmesi mümkündür.
Aksi hiçbir görüşe kulak asmayıp burnunun doğrultusuna gitmeyi matah bellemiş Amerikan Savunma Bakanlığı'nın 'eski' Avrupa (kötü) ile 'yeni' Avrupa (iyi) arasında hafızalarda kalıcı iz bırakan bir ayrım yaparak, Avrupa'nın bağrına çomak sokmaya çalışması tesadüfi değildir. Nasıl olur da Almanya, Fransa ve Belçika 'eski' Avrupa kategorisine sokulurken, İspanya, İtalya, Polonya, Ukrayna, Hollanda, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan kendilerini 'yeni' Avrupa'nın bir parçası olarak bulabilirler? İşte cevap: Bugünkü askeri ve siyasal gücünün sahneye çıktığı her olayda Amerika Birleşik Devletleri'ni desteklemek, tanımı gereği, benimsenmeye daha yatkın bir kategori olan 'yeni' sınıfına geçmeye yetmektedir. Yani: Bizimle birlikte olan herkes 'yeni'dir.
Bütün modern savaşlar (bölgesel genişleme ya da kıt kaynakların ele geçirilmesi gibi en geleneksel dürtülerle çıkarılanlar bile), her bir tarafın kendine üstün bir konum atfedip, diğerini 'barbar' diye nitelediği bir medeniyetler çatışması kültür savaşları olarak gösterilmekteydi.
Düşman değişmez biçimde 'bizim hayat tarzımız'a bir tehditti; düşman her zaman bir kâfir, kutsal değerlere saygısı olmayan bir münafık, mundar ve pislik torbasıydı. Militan İslami fundamentalizmden kaynaklanan gerçek tehdide karşı şu anda yürütülmekte olan savaş, buna çok açık bir örnektir. Burada özellikle dikkat çekmekte yarar olan şey, Avrupa ile Amerika arasındaki uzlaşmazlığın altında aynı aşağılama mantığının daha ılımlı bir versiyonunun yattığıdır. Yine akılda tutulmalıdır ki, tarihsel bir perspektifle bakıldığında, Avrupa'da bugüne dek rastlanan en keskin Amerikan-karşıtı söylemin (bu suçlamanın özünü 'Amerikalıların barbarlar olduğu' görüşü oluşturuyordu) kaynağının 'sol' diye adlandırılan kesimlerden değil, bizzat aşırı sağın kendisinden geldiğiydi. Gerek Hitler gerekse Franco, Amerika'nın bir nevi varoluş sebebi olan 'iş yapma' değerlerini hedef alarak, Avrupa uygarlığını kirletmeye çabalayan bir Amerika'ya (ve dünya Yahudiliğine) karşı koyu bir düşmanlığı kışkırtıyorlardı.
Elbette, Avrupa kamuoyunun hatırı sayılır bir kısmı 'modern olma'nın Amerikan versiyonunu temsil eden 'Amerikan enerjisi'ne hayranlık duymayı sürdürmektedir.Yine elbette, Amerikan kültürünün katı ticari önyargılarından kurtuluşu Avrupa'nın eski sanatlarında bulan ve Avrupa'nın kültürel ideallerinin peşinden giden Amerikalı gezginlere de her zaman rastlanmıştır (bunlardan biri şu anda karşınızda duruyor). Tabi i bu madalyonun bir de Amerikancı ters yüzü vardır: Şöyle ki, tam da Avrupa'dan farklı bir âlemi temsil etmesi sebebiyle Amerika Birleşik Devletleri'nden büyülenen, kendinden geçen ve Amerika'yı yere göğe sığdıramayan Avrupalılar her zaman çıkmıştır.
Amerikalıların gördükleri şey, Avrupa-severlerin klişesinin neredeyse tam zıttıdır: Amerikalılara göre, kendileri medeniyeti savunmaktadırlar. Barbar sürüler artık çitlerinin dışında dolaşmayıp içimize girmiş, medeni insanlara nasıl zarar vereceklerine dair komplolar tasarlayarak, bütün kalkınmış şehirlerde cirit atar durumdalar, diye düşünüyorlar. 'Çikolata üreten' ülkelerin (Fransa, Almanya, Belçika) kenara çekilmekten başka çareleri yokken, 'irade' sahibi olan (ve Tanrı'nın kendi yanında saf tuttuğu) bir ülke terörizme (artık 'barbarlık'la eşanlamlı sayılmaktadır) karşı kararlılıkla mücadele etmektedir. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'a göre, eski Avrupa'nın (bazen bu sözle sadece Fransa kastediliyor gibidir) ABD'nin başını çektiği fatihler koalisyonunun kazandığı toprakları idare etmekte bir rol üstlenmeye heveslenmesi gülünç bir durumdur. Avrupa'nın buna yetecek ne askeri kaynağı vardır, ne şiddet zevki buna uygundur; ayrıca, bu konuda fazlasıyla barışçı ve şımarık nüfusunun desteğine sahiptir. Amerikalıların ise buna haklan vardır. Avrupalılar böyle bir rol üstlenmek için şart olan koyu misyoner yani, kavgacı bir ruh halinden yoksundurlar.
Gerçekten de, bazen rüya görmediğimi anlamak için kendimi çimdiklemek zorunda kalıyorum: Benim kendi ülkemde şimdi çok sayıda insan, neredeyse bir asır boyunca dünyaya dehşet salmış bir ülke olan Almanya'ya karşı bir tutum takmıyor. Sanki yeni bir 'Alman sorunu' ortaya çıktı ve enteresan olan, bu 'sorun'un Almanların savaştan uzak durmasından kaynaklanması, Alman kamuoyunun büyük bölümünün şimdi fiilen pasifist, barışçı olması!
Peki, Amerika'yla Avrupa hiç mi yol arkadaşı, dost olmadılar? Tabii ki oldular. Gelgelelim, Amerika'yla Avrupa'nın birlik yaptığı (ortak duygularla hareket ettikleri) dönemlerin kural olmaktan çok, istisna teşkil ettiği saptaması herhalde daha doğrudur. Böylesi dönemlerden birisi, İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkılıp Soğuk Savaş'ın başladığı zamanlara kadar geçen süreydi ve bu zaman diliminde Avrupalılar, etkili müdahalesinden, kendi imdatlarına yetişmesinden ve verdikleri destekten dolayı Amerika'ya derin bir minnet besliyorlardı. Amerikalılar da kendilerini Avrupa'nın kurtarıcısı rolüne uygun görmekten hoşnuttular. Ama daha sonra, Amerika'nın Avrupalılardan ebedi minnettarlık bekleyeceği anlaşıldı. Zaten Avrupalıların hâlâ aynı minnet duygularını taşıdıklarını da herhalde hiç kimse iddia edemez.
'Eski' Avrupa'nın gözüyle bakıldığında, Amerika, Avrupalıların çoğunun kendisine karşı hissettiği hayranlık ve minnet duygusunun içine etmiş görünüyor. Benzer biçimde, 11 Eylül 2001'deki saldırıların hemen akabindeki günlerde Amerika Birleşik Devletleri'ne duyulan sempati de son derece sahici ve gerçek bir duyguyu yansıtmaktaydı. (En azından Almanya'da bunun ne ölçüde samimi ve cömert bir duygu olarak hissedildiğine kendim tanıklık edebilirim; o sırada Berlin'deydim çünkü.) Ancak daha sonraki günler ve aylarda yaşananlar, her iki tarafta da gittikçe artan bir yabancılaşmanın beslenmesinden başka bir sonuç vermeyecekti.
Tarihin en zengin ve en güçlü ülkesinin yurttaşları bilmeliler ki, Amerika sevilen, kıskanılan ...ve hınç duyulan bir ülke. Ülke dışına çıkmış olan pek çok kişi, Avrupalıların bazılarının Amerikalıları kaba, sıkıcı, kültürsüz bulduklarını bilirler ve bu önyargıları, bir zamanlar onların sömürgesi olmanın hıncını akla getiren davranışlara bağlamakta duraksamazlar. Amerika Birleşik Devletleri'ni ziyaret etmekten ya da orada yaşamaktan hoşlanan kültürlü. Avrupalıların bazıları da Amerika'ya, oldukça küçümseyerek, 'kendi evleri'ndeki kısıtlamaların ve yüksek kültürün ağır külfetinden kurtulmaya imkân sağlayan bir sömürgenin özgür kılıcı erdemlerini atfederler. Bir zamanlar San Francisco'da yaşayan bir Alman film yapımcısının bana söylediği bir sözü hatırlıyorum: "Amerika'da yaşamayı seviyorum, çünkü sizin burada hiç kültürünüz yok." Fakat, Amerika'nın büyük bir kaçış olduğunu söyleyen Avrupalılar da vardı (ki bunlar içinde, 1915'te, Amerika'da yaşama planları yapan bir dostuna,"orada hayat köklerden geliyor, kaba ama dirimsel," diye yazan D.H. Lawrence özellikle hatırlanmalıdır). Ve tersi: Avrupa da 'kültür' arayan pek çok Amerikalı nesil için büyük kaçış yeriydi. Kuşkusuz burada sadece azınlık bir kesimden, üstelik ayrıcalıklı bir azınlıktan bahsediyorum. (Bir yazar, bir film yapımcısı, tanımı gereği daima ayrıcalıklı kesim içinde yer alır.)
Toparlarsam, Amerikalılar kendilerini medeniyetin savunucusu ve Avrupa'nın kurtarıcısı olarak görürlerken, kalın kafalı Avrupalıların bunu niçin idrak edemediğine de bir türlü anlam veremiyorlar. Avrupalılar ise Amerikalıları pervasızca savaşçı bir devlet olarak görüyorlar. Amerikalılar da buna karşılık Avrupa'yı Amerika'nın düşmanı sayıyorlar; nitekim ABD'de giderek daha sık biçimde duyulmaya başlanan bir yorum, Avrupa'nın sırf Amerika'nın gücünü zayıflatmak için barış yanlısı gibi davrandığıdır. Tabii özellikle de Fransa'nın, dünya meselelerine yön vermekte kendini Amerika'nın eşiti, hatta ondan daha üstün bir konumda gördüğü düşünülmekte. Bu doğrultuda, New York Times'daki bir köşe yazarı, Fransa'nın egemenlik kurma hevesini tanımlamak için yazısının başlığına "Amerika Operasyonu Fiyaskoyla Sonuçlanmalı" ismini uygun görmüştü. Fransa böylece, Amerika'nın Irak'ta alacağı bir yenilginin 'Bağdat'tan Paris'in Müslüman kenar mahallelerine kadar yayılmış radikal Müslüman grupları cesaretlendirmekten başka işe yaramayacağını görmezlikten gelmiş oluyor!
Dünyayı ('onlar7 ve 'biz' şeklinde) kutuplara ayırmadan görmek zor. Bu terimlerin, geçmişte Amerikan dış politikasındaki izolasyonist politikayı olduğu gibi artık emperyalist temayı kuvvetlendirdiğini de bilmek gerek. Amerikalılar dünyayı düşmanlarla birlikte düşünmeye alışkındırlar. Hem bu düşmanlar hep başka bir yerdedir; savaş hep 'ötelerde' bir yerde olur. Eskiden 'hayat tarzımızı tehdit edenler Rus ve Çin komünizmiyken, bugün de İslami fundamentalizmdir. Üstelik 'terörist','komünist'ten daha esnek bir sözcüktür; çok geniş kapsamdaki mücadeleleri ve çıkarları birleştirebilecek bir içeriğe sahiptir. Bunun bir anlamı, sonsuza dek sürecek bir savaş olacağıdır (yani, her zaman yoksulluğun ve kanserin olması gibi, her zaman terörizm de olacaktır). Başka bir ifadeyle, zayıf tarafın, şiddetin genellikle sivil tarafını hedef alan bu şeklini kullanacağı asimetrik çatışmalar hiç eksik kalmayacaktır. Amerika'da hâkim olan ruh hali değilse bile retorik de, haklılık uğruna verilen mücadele hiç bitmeyeceğinden, bu talihsiz seçenekten yana ağır basacaktır.
'Eski'den çok 'yeni'ye kıymet biçen bir muhafazakâr düşünce biçimi geliştirmek, Avrupalıların hayal edemeyeceği derecede muhafazakârlığın derin kökler saldığı bir ülke olan Amerika Birleşik Devletleri'nin dehasıdır. Ancak, belirtilmesi gereken başka bir nokta, ABD'nin son derece muhafazakâr göründüğü yerlerde (örneğin, bir konsensüs sağlama becerisi ile kamuoyu ve medyanın pasifliği ve konformizminde), aynı zamanda (yine Avrupalıların hayallerinde bile göremeyecekleri bir derecede) radikal, hatta devrimci bir yönünün bulunmasıdır.
Yap bozun parçalarından biri, kuşkusuz, resmi söylem ile yaşanan gerçeklikler arasındaki kopuklukta kendini göstermektedir. Amerikalılar durmak bilmez biçimde 'gelenekleri överler; her politikacının söyleminin esasını aile değerlerine düzülen övgüler oluşturur. Buna rağmen, Amerika'nın kültürü, aile hayatını; daha doğrusu, daha geniş bir farklılık, işbirliği ve yeniliğe açık olma modelini yansıtan ve 'kimlikler' olarak yeniden tanımlananlar haricindeki bütün gelenekleri son derece aşındırıp çürütücü bir niteliğe sahiptir.
Yeni (aslında o kadar 'yeni' de değildir ya!) Amerikan radikalizminin herhalde en önemli kaynağı, muhafazakâr değerlerin de kaynağı sayılabilecek olan dindir. Birçok yorumcu, Amerika Birleşik Devletleri ile çoğu Avrupa ülkesi (Amerika'nın şimdiki ayrımına göre hem 'eski' hem de 'yeni' ülkelerdir bunlar) arasındaki herhalde en büyük farklılığın, ABD'de dinin toplumda ve gündelik hayatta hâlâ merkezi bir rol oynamasında yattığının altım çizmişlerdir. Ancak bu, Amerikan tarzı bir dindir; şöyle ki, burada dinin kendisinden ziyade bir 'din fikri'nden söz etmek daha isabetli olacaktır.
Nitekim, 2000 yılındaki başkanlık kampanyası sırasında bir gazeteci George Bush'a 'en sevdiği filozofun kim olduğunu sorduğunda aldığı cevap (ki burada, herhangi bir Avrupa ülkesinde merkezde yer alan partilere mensup bir aday böyle bir karşılık verse herhalde onu duyan herkes kahkahadan kırılırdı) tam da bunu doğrular bir ilginçlikteydi: Hz. İsa. Elbette Bush'un bu cevabını hiç kimse, eğer başkanlığa seçilirken kendi yönetiminde Isa'nın fiilen savunduğu değerler ile toplumsal hedeflerin yerine getirilmesine bağlı kalacağı şeklinde anlamaya kalkmamıştı.
Amerika Birleşik Devletleri bir din toplumudur, ama herhangi bir dine mensup olduğunuz sürece bunun hangi din olduğuna da önem verilmeyen türde bir din toplumu. Takdir edileceği üzere, ABD için sadece Hıristiyanlardan (ya da Hıristiyanlığın bir mezhebinden) meydana gelen bir hâkim dinden, hatta bir teokrasiden söz etmek anlamsız kaçacaktır. Amerika'da din bir tercih meselesidir. Bu modern, görece içeriksiz ve bir bakıma tüketici tercihi doğrultusunda algılanan din fikri. Amerikan konformizminin, kendi kendine biçtiği haklılığı ve ahlâkçılığının (Avrupalıların genellikle yanıldıkları ve aşağılayıcı bir dille Puritenizmle karıştırdıkları bir ahlâkçılık) temelini oluşturmaktadır. Farklı Amerikan dinsel kümelerin temsil ettiklerini savundukları tarihsel inançlar nasıl bir içerikte olursa olsun, hepsi de benzer şeyler vazetmektedirler: Kişisel davranışların ıslah edilmesi, başarının değeri, cemaat içinde işbirliği, başkalarının tercihlerine hoşgörüyle yaklaşma. (Bunların hepsi de tüketim kapitalizminin devamlılığını ve düzgün biçimde işlemesini sağlayan erdemlerdir.) Dindar olmak fiili bir durum olarak saygınlık getirmekte, bir düzen oturtmakta ve ABD'nin dünyaya liderlik etme misyonuna erdemli anlamlar yüklemeye yaramaktadır.
Yayılmakta olan şey (buna ister demokrasi deyin, isterse özgürlük ya da medeniyet) hem azimle sürdürülmekte olan ilerleme çabalarının bir parçası, hem de bu sürecin, ilerlemenin ta kendisidir. Aydınlanma'nın 'ilerleme' rüyası, kendisine Amerika'dan başka dünyanın hiçbir köşesinde bu ölçüde bereketli bir toprak bulabilmiş değildir.
Öyleyse, bizi bu derecede ayrı kılan şey nedir? Avrupa ile Amerika'nın kültürel bakımdan daha önce hiç olmadığı kadar birbirine benzediği bir çağda, böylesine derin bir ayrılığın gözlenmesi çok garip değil midir?
Zengin Avrupa ülkelerindeki yurttaşlar ile Amerikalıların gündelik hayatlarında gözlenen bütün benzerliklere rağmen, Avrupa deneyimi ile Amerikan deneyimi arasındaki uçurum, tarihten gelen önemli farklılıklara, kültürün rolüyle ilgili yaklaşımlara, gerçek ve hayali hafızalara dayalı somut bir uçurumdur. Atlantik'in her iki yakasındaki çok sayıda insanın taşıdığı iyi niyetlere rağmen, iki taraf arasındaki bu uzlaşmazlık (evet, böyle bir uzlaşmazlık vardır) yakın bir gelecekte çözülemez. Kaldı ki, bu kadar çok ortak nokta varken çelişkileri derinleştirmek için elinden geleni esirgemeyenlere de üzülmekten başka bir şey yapamıyor insan.
Amerika'nın hâkimiyeti, üstünlüğü bir olgudur. Ancak Amerika, şimdiki yönetimin de anlamaya başladığı gibi, her şeyi tek başına yapamaz. Dünyamızın (hep birlikte paylaştığımız dünyanın) geleceği bağdaştırıcı ve karışık bir gelecektir. Hiç birimiz diğerimizden kopanlayız. Hatta tam tersine, her geçen gün birbirimizin içine daha fazla sızmaktayız.
Sonuç olarak, bir anlaşmaya (uzlaşmaya) varmamızı sağlayabilecek modelin esenliği,'eski' ile 'yeni' arasındaki o köklü karşıtlığa daha fazla kafa yormaya bağlıdır. 'Medeniyet' ile 'barbarlık' arasındaki karşıtlık, esasen koşullu bir zıtlıktır; yine de, bazı gerçeklikleri ne kadar iyi yansıtırsa yansıtsın, bu karşıtlığı koşullu düşünmek son derece sakatlayıcı bir yaklaşımı benimsemek anlamına gelir. Çünkü 'eski' ile 'yeni' zıtlığı çok somuttur, tümüyle ortadan kaldırılması mümkün değildir ve deneyim diye adlandırdığımız sürecin merkezinde yer alan bir olgudur.
'Eski' ile 'yeni', dünyadaki bütün duyguların, bir tarafa yönelme duygusunun iki zıt kutbunu temsil ederler. 'Eski' olmadan yapamayız, çünkü bütün geçmişimiz, bilgi birikimimiz, belleğimiz, kederimiz ve gerçekçilik duygumuz geçmiştedir. Fakat 'yeni'ye inanç duymadan da yapamayız, çünkü bütün enerjimiz, iyimserlik kapasitemiz, kör biyolojik özlemlerimiz ve onsuz hiçbir şeyle barışmamızın mümkün olmadığı iyileştirici gücü somutlayan unutma yeteneğimiz geleceğe yöneliktir.
İçsel hayat, yeni olana güvenmemeye meyillidir. Dolayısıyla, güçlü biçimde beslenmiş bir içsel hayat yeniye karşı özellikle direnç gösterecektir. Bize hep eski ile yeni arasında bir seçim yapmamız gerektiği söylenir. Aslında biz, ikisini birden seçmeliyiz. Hayat, eski ile yeni arasındaki bir dizi anlaşmadan ibaret değilse başka nedir ki? Bence herkes, bu keskin karşıtlıkları dile getirip durmadan onlar üzerinde konuşarak kendini bu sürecin olumsuzluklarından sıyırmanın yollarını aramalıdır.
Yeniye karşı eski, kültüre karşı doğa; kültürel hayatımızın büyük efsanelerinin zamanı geldikçe yalnızca tarihten değil, coğrafyadan da silinmesi herhalde kaçınılmaz bir olgudur. Onlar birer efsane, klişe ve kalıp olarak varlıklarını korurlar, ama hepsi o kadar; gerçekler artık çok daha karmaşıktır.
Benim hayatımın önemli bir kısmı, kutuplaştırın ve zıtlık yaratıcı düşünme biçimlerinin üstündeki esrar perdesini kaldırmaya çalışmakla geçti. Politikaya tahvil edildiğinde de bunun karşılığı, çoğulcu ve dünyevi, seküler olan her şeyi desteklemekti. Bazı Amerikalılar ve Avrupalılar gibi ben de, çoktaraflı bir dünyada (kendiminki dahil tek başına hiçbir ülkenin egemen olmadığı bir dünyada) yaşamayı fazlasıyla tercih ederim. Bu noktada, yeni bir aşırılıklar ve korkular yüzyılı olmaya doğru son sürat ilerleyen bir yüzyılda, dünyanın gidişatının iyiye gidebileceğini içeren her türlü düşünceye (özellikle de, Virginia Woolf’ un 'hoşgörünün melankolik erdemi' diye nitelendirdiği türden görüşlere) sonsuz destek verdiğimi ve vermeye devam edeceğimi özellikle vurgulamak isterim.
Burada öncelikle bir yazar olarak, edebiyat denilen uğraşın bir savunucusu olarak konuşmama katlanmayı sürdürmenizi arzu ederim, çünkü benim yetkin olduğum tek alan edebiyat.
Benim içimdeki yazar 'iyi yurttaş','entelektüel elçi,'insan hakları eylemcisi' gibi sıfatlara (onlara ne kadar yürekten bağlı olsam da, bu ödülün bana verilmesi vesilesiyle kendime atfedilen rollere) hiçbir şekilde güvenmez. Yazar, doğru olan şeyi yapmaya çalışan kişilerden daha şüphecidir; kendine bile daha bir şüpheyle yaklaşır.
Edebiyatın görevlerinden birisi, sorular formüle etmek ve hükmünü sürdüren sofuluklara karşı açıklamalar ortaya atmaktır. Sanat, muhalif olmadığı zamanlarda bile, aykırı olmaya doğru çekilir. Edebiyat diyalogtur; bir şeye tepki vermek, karşılık vermektir. Edebiyat, kültürler evrim geçirip birbirleriyle etkileşim içine girdikçe, insanın canlı olan şeylerle ölmeye yüz tutan şeylere verdiği karşılıkların, tepkilerin bir tarihi olarak tarif edilebilir.
Bu ayrılık klişelerini, farklı olduğumuz klişelerini çürütmek için yazarların ellerinden gelebilecek şeyler mutlaka vardır; çünkü yazarlar sadece mitleri, efsaneleri iletip aktaran kişiler değil, aynı zamanda onları yaratanlardır da. Tıpkı hayatın bize deneyimlerin yanı sıra karşı-deneyimleri (düşündüğünüz, hissettiğiniz ya da inandığınızı sandığınız şeyleri boşa çıkartan deneyimleri) de sunması gibi, edebiyat da yalnızca mitleri değil, karşı-mitleri de serer gözlerimizin önüne.
Bir yazar, kanımca, dünyada neler olup bittiğiyle ilgilenen birisidir; yani, insanoğlunun ne kadar sefil olabileceğini anlamaya, bunu içselleştirmeye ve bu gerçekle bağ kurmaya çalışan, ama bu anlama çabasıyla da yozlaşmamaya, sinik ve yüzeysel biri olarak kalmamaya gayret gösteren birisidir. Edebiyat, bize dünyanın neye benzediğini anlatabilir.
Edebiyat, dil ve anlatı aracılığıyla birtakım standartlar getirip, derin bilgileri başkalarına aktarmamızı sağlayabilir.
Edebiyat, bizim ya da bizden olmayanlar için ağlama yetimizi eğitebilir ve harekete geçirebilir.
Bizim ya da bizden olmayanlara karşı bir sempati besleyemezsek nasıl insanlar oluruz? En azından bazı anlarda kendimizi unutmayı başaramazsak nasıl insanlar oluruz? Yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı bilemezsek nasıl insanlar oluruz? Ya affetmeyi bilemezsek? O zaman olduğumuzdan başka bir şey haline gelmez miyiz?
Şimdi de, bu şerefli ödülü, bu kıymetli Alman ödülünü almam vesilesiyle, size kendi hayat serüvenimle ilgili bir şeyler anlatmak istiyorum.
Ben Hitler'in iktidara gelişinden iki hafta önce, Polonya ve Litvanya Yahudisi bir ailenin kızı, üçüncü kuşaktan bir Amerikalı olarak doğdum. Almanya'dan çok uzakta bir yerde, Amerika'nın Arizona ve California eyaletlerinde büyüdüm. Buna rağmen bütün çocukluğuma Almanya'nın, Almanya'nın canavarlığının, benim hayatıma ciddi ve yoğun olan şeyleri getiren Alman kitapları ve müziğinin damgasını vurduğunu söyleyebilirim.
Bach, Beethoven, Schubert ve Brahms'ı bilmeden önce birkaç Alman kitabıyla tanıştım. Güney Arizona'daki küçük bir kasabada gittiğim ilkokuldaki öğretmenlerimden Bay Starkie'yi hatırlıyorum şimdi. Meksika'da Pancho Villa'ya karşı Pershing'in ordusunda savaştığını anlatarak öğrencilerin korkulu saygısını kazanan ve anlaşılan o zamanki Amerikan emperyalizminin eski gazilerinden olan bu kır saçlı Bay Starkie, Alman edebiyatının idealizminden o kadar etkilenmişti ki, benim de kitaplara duyduğum açlığı fark ettiğinden ilk fırsatta elime Goethe'nin Genç Werther'in Acıları ile Theodor Storm'un lmmensee kitaplarını tutuşturuvermişti.
Çocukluğumda çılgınca okuduğum günler, beni, korkuyu ve adaletsizliği keşfettiğim bir metin olan Kafka'nın Ceza Kolonisi gibi tesadüfen başka Alman kitaplarıyla da tanıştırdı. Birkaç yıl sonra, Los Angeles'ta lise öğrencisiyken de, bir Alman romanında bütün Avrupa'yı buluverdim. Açık yüreklilikle söylemek isterim ki, hayatımda, Avrupa medeniyetinin kalbindeki idealler çatışmasını anlatan Büyülü Dağ’dan daha önemli hiçbir kitap olmadı. Daha sonra da, Alman yüksek kültürüyle haşır neşir olarak uzun bir hayat sürdüm. Aslında, içinde yaşadığım kültürel çölde bana fiilen gizli deneyimler tattıran kitaplarla müziğin yanı sıra, bir de gerçek deneyimlerim vardı. Ben Alman kültürel diasporasının kıymetini bilme fırsatına kavuşmuş son örneklerden biri olduğumdan, 1930'lardan itibaren Hitleı'den kaçarak Amerika'ya gelip bizim ülkemizi ve özellikle de üniversitelerini zenginleştiren, son derece parlak yeteneklere sahip yazarlar, sanatçılar, müzisyenler ve bilim adamlarıyla tanışıp kendileriyle sohbet etmek ve birlikte çalışmak gibi bir ayrıcalıktan da yararlanmıştım. Onun için, onlu yaşlarımın sonlarıyla yirmili yaşlarımın başlarında arkadaşım sayma ayrıcalığına kavuştuğum iki kıymetli insanın ismini burada vermek istiyorum: Hans Gerth ve Herbert Marcuse. Ayrıca, hepsini de birer ciddilik timsali olarak gördüğüm ve ayrı ayrı hafızamda derin izler bırakmış olan, Chicago ve Harvard üniversitelerinde birlikte mesai yaptığım Christian Mackauer, Paul Tillich ile Peter Heinrich von Blanckenhangen'in, özel seminerlerde karşılaştığım Aron Gurwitsch ve Nahum Glatzeriin, nihayet, yirmili yaşlarımın ortalarında New York'a taşındıktan sonra tanıştığım Hannah Arend'in isimlerini mutlaka anmak isterim.
Yine de hepsinin arasında, Alman kültürü ve Alman ciddiliğiyle beni tanıştıran kişi olan, ben on yaşındayken öğretmenim olup daha sonra kendisini bir daha hiç görmediğim Bay Starkie'yi (ki onun ilk adını hâlâ bilmiyorum) ölene kadar unutmayacağımı anlamış olmalısınız.
Bunlar beni, konuşmamı bağlamamı sağlayacak olan ve ben esasen bir kültür elçisi de kendi hükümetimin (sadece iyi bir Amerikan yurttaşı olarak yerine getirmeye çalıştığım bir görev duygusuyla benimsediğim) ateşli bir eleştirmeni de olmadığım için, konuşmamın burasına çok uygun düşen bir öyküye getiriyor. Hem ne de olsa ben bir hikâye anlatıcısıyım.
On yaşındaydım; Bay Starkie'nin verdiği Goethe ve Storm'un eserlerinde çocuk olmanın bunaltıcı yüklerinden bir kaçış yolu bulan ve o kitaplar sayesinde nefes atan bir çocuktum. O zamanlar 1943 yılından söz ediyorum Arizona'mn kuzey kısmında binlerce Alman askerinin (elbette onların Nazi askerleri olduğunu düşünüyordum) tutulduğu bir esir kampı bulunduğunu biliyordum. Kendim de bir Yahudi olduğumdan (sadece lafta, çünkü ailem tamamen seküler düşünceli insanlardı ve son iki kuşaktır hep bu kafa yapısına sahip olmuşlardı, ama öte yandan Naziler için de benim kâğıt üzerinde Yahudi olmam yeterliydi tabii) sürekli gördüğüm bir kâbus; rüyamda, Nazi askerlerinin kamptan kaçıp, kasabanın dışında, annem ve kız kardeşimle birlikte yaşadığımız küçük evimize gelip beni öldürmeye çalışmalarını görmem beni kelimenin tam anlamıyla alt üst ediyor ve bütün ruhsal dengemi bozuyordu.
Oradan yıllar sonraki bir zamana, kitaplarımın Hanser Verlag tarafından yayımlanmaya başladığı ve Şubat 1999'da ölümüne kadar Hanser'deki editörüm olan kıymetli dost Fritz Arnold'u (yayınevine 1965'te katılmıştı) tanımaya başladığım 1970'li yıllara gelelim.
Bir araya geldiğimiz ilk zamanlardan birinde, Fritz bana savaş sırasında neler yaptığını anlatmak istediğini söyledi (sanırım bunu, ikimizin arasında bir dostluğun gelişebilmesinin önkoşullarından biri sayıyordu). Ben de kendisine bana böyle bir açıklama yapmak zorunda olmadığım hatırlattım. Fakat bu konuyu açışının bana çok dokunduğunu da eklemeliyim. Fritz Arnold, tanışmamızdan kısa süre sonra, bana savaş sırasında neler yaptığını anlatmakta ısrar eden kendi kuşağından tek Alman da olmamıştı üstelik. Kaldı ki, daha sonraları dinlediğim diğer hikâyeler, Fritz'den duyacaklarım kadar masum da olmayacaktı.
Her neyse, Fritz önce Münih'te, daha sonra Köln'de edebiyat ve sanat tarihi okuyan bir üniversite öğrencisiymiş. Savaş patlak verince onbaşı rütbesiyle Wehrmacht'a gönderilmiş. Ailesi elbette Nazi yanlısı değilmiş. Babası Kari Arnold, Simplicissimus'un efsanevi siyasi karikatürcülerinden biriymiş, ama başka bir yere göç etmeyi aklının ucundan bile geçirmiyormuş. Bu yüzden Fritz, askere gitmeyi korkarak da olsa kabul etmiş; bütün umudu, birini öldürmek zorunda kalmadan ve kendisi de ölmeden savaşın sona ermesiymiş.
Fritz şanslı olanlardan biriymiş. Gerçekten şanslıymış; önce (üstünün kendisini teğmenliğe yükseltme teklifini reddettiği) Roma'da, daha sonra Tunus'ta görevlendirilecek, savaş boyunca hep cephe gerisinde kalıp tek bir mermi bile atması gerekmeyecek ve son olarak, eğer şans sözcüğü buraya denk düşerse, 1943'te Amerikalılar tarafından esir alınıp, ele geçirilen diğer Alman askerlerle birlikte Atlantik'in öbür yakasına, Virginia, Norfolk'a nakledilecek, en son da savaşın sonuna kadar trenle kıtanın öbür tarafında, kuzey Arizona'nın küçük bir kasabasındaki bir esir kampında tutulacak kadar şanslı, yani.
Bunları dinleyince kendisine, hayretle içimi çekerek (bu adamı çoktan sevmeye başlamıştım çünkü), bu sohbetin hem sağlam bir dostluğun hem de yoğun bir mesleki ilişkinin başlangıcı olduğunu söylemenin; o kuzey Arizona'da savaş esiriyken benim aynı eyaletin günev bölgesinde oturduğumu, oradaki (yani, Almanya'daki) Nazi askerlerinden inanılmaz derecede korktuğumu, nereye gitsem Nazilerden kaçamayacağımı düşündüğümü anlatmanın hazzını yaşamıştım.
Sonra Fritz bana, Arizona'daki esir kampında geçirdiği üç yıla yakın sürede ağır koşullara katlanmasını sağlayan tek şeyin kitap okumasına izin verilmesi olduğunu da anlattı. O yıllarını İngiliz ve Amerikan klasiklerini tekrar tekrar okuyarak geçirmişti. Ben de kendisine, Arizona'da büyümeyi bekleyen, daha geniş bir gerçeklik dünyasına kaçmayı bekleyen bir okul çocuğuyken beni kurtaran şeyin kitap okumak, hem İngilizce yazılmış hem de çeviri kitapları okumak olduğunu anlattım.
Edebiyata (dünya edebiyatına) ulaşmak, ulusal kibrin, dargörüşlülüğün, zoraki taşralılığın, anlamsız müfredat eğitiminin, tamamlanmayan kaderlerin ve kötü şansın meydana getirdiği hapishaneden kaçmaktı. Edebiyat, daha büyük bir hayata, yani özgürlük alanına giriş pasaportuydu.
Edebiyat özgürlüktür. Özellikle de birer değer olarak okumanın ve içedönüklüğün ayaklar altına alındığı bir çağda edebiyat, özgürlüğün ta kendisidir!
*
"Savaş, iç deşer; savaş, bağırsakları boşaltır. Savaş, teni yakıp kavurur. Savaş, organları bedenden koparır. Savaş, yıkıp yok eder. Ve savaş, insan türünün doğasından gelir." Böyle diyor Susan Sontag, 'tefekkür nesneleri olarak' savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı bu sarsıcı kitabında. Daha sonra da, Goya'nın "Savaşın Felaketleri" serisinden Amerikan İç Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Nazi ölüm kamplarının fotoğrafik belgelerine ve daha yakın tarihimizde Bosna, Sierra Leone, Ruanda, İsrail, Filistin ve 11 Eylül 2001 New York City trajedilerine, zaman içinde bir gezintiye çıkıp, asıl olarak şu soruyu yöneltiyor bizlere: "Savaşın ve dehşetin yüzünü sergileyen fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz?" Başkalarının Acısına Bakmak, kesintisiz görüntü bombardımanının tüm hayatımız kuşattığı bir çağda, Susan Sontag'ın savaş fotoğrafçılığının misyonu ve başkalarının acılarıyla ıstıraplarına duyarlı olmak üzere bir insanlık dersi verdiği son başyapıtı.