30 Kasım 2020

Bütün Masallar, Bütün Öyküler - Oscar Wilde


Mesel Milyoner

Takdir Yazısı

Zengin  olmadıktan  sonra,  sevimli  bir  adam  olmanın  hiçbir  faydası  yoktur. Aşk  ve  romantizm,
işsizlerin uğraşı değil, zenginlerin imtiyazıdır. Yoksullar pratik ve gerçekçi olmalıdır, insanın sürekli
bir geliri olması, büyüleyici olmasından iyidir. Bunlar, çağımızın hayatına ilişkin, Hughie Erskine’in
asla anlayamadığı temel gerçeklerdir. Zavallı Hughie! Kabul etmek gerekir ki, pek müthiş bir zekâya
sahip değildi. Hayatı boyunca bir tek parlak, hattâ kötü niyetli söz söylediği duyulmamıştı. Ne var ki,
o kıvırcık kumral saçları, düzgün profili ve ela gözleriyle, harikulade yakışıklıydı. Kadınlar kadar,
erkekler  tarafından  da  beğenilir,  sevilirdi  ve  para  kazanmak  dışında  her  türlü  beceriye  sahipti.
Babası ona miras olarak süvari kılıcını ve on beş ciltlik Yarımada  Savaşı  Tarihi’ni bırakmıştı.
Hughie kılıcı aynasının üstüne astı, kitapları bir rafa, spor dergilerinin, Ruff’s Rehberi ile Bailey’s
Dergisi’nin arasına yerleştirdi ve yaşlı bir teyzesinin kendisine tahsis ettiği, iki yüz sterlin yıllık
gelirle geçinmeye başladı. Her şeyi denemişti. Altı ay boyunca Borsa’da çalışmıştı, ama bir kelebek,
sürekli  yükselip  alçalan  değerler  arasında  ne  yapabilirdi?  Altı  aydan  biraz  daha  uzun  bir  süre boyunca da çay tüccarlığı yapmış, ama kısa zamanda pekoe’den, suçong’dan sıkılmıştı. Sonra sert
sherry satmaya girişmişti. O da olmamıştı; sherry biraz fazla sert kaçmıştı. Sonunda bir hiç haline
gelmiş, profili mükemmel, mesleksiz, hoş ve boş bir delikanlı olmuştu.

Bütün  bunlar  yetmiyormuş  gibi,  bir  de  âşık  olmuştu.  Sevdiği  kız,  Laura  Merton,  sinirleri  ve
sindirimi  Hindistan’da  bozulmuş,  bir  daha  da  düzelmemiş  emekli  bir  albayın  kızıydı.  Laura
Hughie’ye bayılıyordu, Hughie de onun kulu kölesiydi. Londra’nın en güzel çiftiydiler ve meteliğe
kurşun atıyorlardı. Albay, Hughie’yi çok seviyor, ama nişanın sözünü bile ettirmiyordu.

“Bak oğlum, kendi namına on bin sterlinin olduğu zaman gel karşıma, o zaman konuşuruz,” derdi;
böyle günlerde Hughie’nin yüzü asılır, teselli bulmak için Laura’ya koşardı mecburen.

Bir sabah, Merton’ların oturduğu Holland Park’a giderken, yakın arkadaşı Alan Trevor’a uğradı.
Trevor  ressamdı. Aslında  günümüzde  pek  az  kişinin  kaçınabildiği  bir  durum. Ama  Trevor  aynı
zamanda sanatçıydı; sanatçılara ise oldukça ender rastlanıyor. Yüzü çillli, kızıl, dağınık sakallı, tuhaf,
kaba  görünümlü  bir  adamdı. Ama  eline  fırçayı  aldığı  an,  gerçek  bir  usta  kesilirdi  ve  resimleri revaçtaydı.  Başlangıçta,  Hughie,  kabul  etmek  gerekir  ki,  sırf  çekici  görünümüyle,  Trevor’ı  çok cezbetmişti. Trevor, “Bir ressam, sadece bête ve güzel olan kişilerle, bakması sanatsal bir haz veren,  konuşması  zihni  dinlendiren  kişilerle  tanışmalıdır,”  derdi.  “Dünyaya  hükmeden,  züppe
erkekler ve cici hanımlardır; en azından öyle olması gerekir.” Bununla birlikte, Trevor Hughie’yi
daha  yakından  tanıyınca,  neşeli,  iyimser  yapısını,  cömert,  pervasız  mizacını  da  çok  sevmiş  ve
atölyesine sınırsız giriş hakkı tanımıştı ona.

Hughie içeri girdiğinde, Trevor, bire bir ölçekte, harika bir dilenci resmine son fırça darbelerini
vurmaktaydı. Dilencinin kendisi de atölyenin bir köşesinde, yüksekçe bir platformun üzerinde, ayakta
duruyordu. Yüzü kırışmış parşömene benzeyen, ifadesi son derece hazin, bumburuşuk bir ihtiyardı.
Omzuna yırtık pırtık, paçavraya benzer, kaba kumaştan, kahverengi bir harmani atmıştı; yamalı kalın
çizmelerine pençe vurulmuştu; bir eliyle şekilsiz bir sopaya dayanmış, öbür elindeki eski püskü
şapkayı da, sadaka toplamak üzere öne uzatmıştı.

“İnanılmaz bir model!” diye fısıldadı Hughie, arkadaşıyla el sıkışırken.

“İnanılmaz  bir  model  mi  dedin?”  diye  var  gücüyle  bağırdı  Trevor.  “Hem  de  nasıl!  Böyle
dilencilere  her  gün  rastlayamazsın.  Bir  trouvaille,  mon  cher,  canlı  bir  Velázquez!  Bir  düşün
Rembrandt bundan nasıl bir aside yedirme baskı yapardı!”
“Zavallı ihtiyar!” dedi Hughie. “Ne kadar sefil görünüyor! Ama herhalde siz ressamların gözünde,
yüzü bir servet değerinde, değil mi?”
“Gayet tabii,” diye cevap verdi Trevor, “bir dilencinin mutlu görünmesini ister misin?”
“Modeller poz verme karşılığı kaç para alıyor?” diye sordu Hughie, bir divanın üzerine rahatça
yerleşerek.
“Saatte bir şilin.”
“Peki sen resmine karşılık kaç para alıyorsun, Alan?”
“Bu resim için iki bin alıyorum!”
“Sterlin mi?”
“Altın. Ressamlar, şairler ve hekimler daima altın alırlar.”
“Doğrusu bence, modellerin yüzde alması gerekir,” dedi Hughie gülerek; “onlar da senin kadar çok
çalışıyor.”
“Saçma, çok saçma! Sırf boya sürmenin, gün boyu şövale başında ayakta durmanın yorgunluğu
yeter!  Sen dışarıdan bakıp konuşuyorsun  Hughie, ama emin ol, bazen sanat, el emeği seviyesine
ulaşıyor neredeyse. Neyse, gevezeliği bırak şimdi, çok işim var. Bir sigara yak ve sessiz ol.”
Bir süre sonra hizmetkâr içeri girip Trevor’a, çerçevecinin kendisiyle görüşmek istediğini haber
verdi.
“Sakın yok olma Hughie,” dedi Trevor dışarı çıkarken, “hemen döneceğim.”
Yaşlı dilenci, Trevor’ın yokluğundan yararlanıp biraz dinlenmek üzere arkasındaki ahşap banka
oturdu. O kadar umutsuz ve perişan görünüyordu ki, Hughie ister istemez adama acıdı, ceplerini
yoklayıp ne kadar parası olduğuna baktı. Bir altınla birkaç peniden başka bir şey bulamadı. “Zavallı
ihtiyar,” diye düşündü kendi kendine; “onun benden çok ihtiyacı var bu paraya, ama iki hafta boyunca
faytondan vazgeçmem gerekecek.” Sonra da atölyenin karşı köşesine gidip altını dilencinin avcuna
sıkıştırdı.
İhtiyar  önce  irkildi,  sonra  solgun  dudakları  hafif  bir  tebessümle  aralandı,  “Teşekkür  ederim
beyefendi,” dedi, “çok teşekkür ederim.”
Trevor  gelince,  Hughie  yaptığından  ötürü  biraz  yüzü  kızararak  izin  isteyip  ayrıldı.  Gününü
Laura’yla birlikte geçirdi, cömertliği için sevimli bir azar işitti ve eve yürüyerek dönmek zorunda
kaldı.
O gece saat on bir sularında Palette Kulübü’ne uğradı ve tek başına sigara salonunda oturmuş, Ren
şarabı ve soda içen Trevor’ı gördü.

“Söyle bakalım Alan, resmi bitirdin mi?” dedi bir sigara yakarak.
“Bitirdim, çerçevelendi bile!” diye cevap verdi Trevor. “Biliyor musun, ihtiyar modelimin gönlünü
fethettin.  Sana  enikonu  bağlandı.  Seninle  ilgili  her  şeyi  öğrenmek  istedi  kim  olduğunu,  nerede
oturduğunu, gelirini, geleceğe yönelik planlarını...”
“İlahi Alan!” diye haykırdı Hughie, “Eve döndüğümde ihtiyar beni bekliyor olacak herhalde. Merak
etme, şaka yaptığını biliyorum. Zavallı adam! Keşke onun için bir şey yapabilseydim. Bir insanın bu
kadar sefil olması korkunç bir şey. Evde bir yığın eski giysim var, ilgilenir mi dersin? Üstündeki
paçavralar lime limeydi.”
“Ama o paçavralar içinde muhteşem görünüyor,” dedi Trevor. “Dünyayı verseler onun redingotlu
bir  resmini  yapmazdım.  Senin  paçavra  dediğin  şeye  ben  şiirsellik  diyorum.  Sana  yoksulluk  gibi
görünen şey, benim için özgünlük. Yine de teklifini iletirim.”
“Alan,” dedi Hughie ciddiyetle, “siz ressamlar ne kadar kalpsizsiniz!”
“Sanatçının kalbi, beynidir,” diye cevap verdi Trevor; “ayrıca, bizim işimiz, dünyayı gördüğümüz
gibi betimlemektir, bildiğimiz gibi düzeltmek değil. À chacun son métier. Anlat bakalım, Laura nasıl?
Yaşlı modelim onunla çok ilgilendi.”
“Ona Laura’dan bahsettiğini söylemeyeceksin herhalde,” dedi Hughie.
“Tabii ki bahsettim. Amansız albayı, güzeller güzeli Laura’yı, on bin sterlini, hepsini biliyor.”
“İhtiyar dilenciye özel hayatımı ayrıntısıyla anlattın, öyle mi?” diye haykırdı Hughie, kıpkırmızı,
öfkeli bir yüzle.
“Sevgili dostum,” dedi Trevor gülümseyerek, “senin ihtiyar dilenci dediğin adam, Avrupa’nın en
zengin adamlarından biri. Yarın istese hesabındaki parayla Londra’nın tamamını satın alabilir. Her
başkentte bir evi vardır, altın tabaklarda yemek yer ve canı istediğinde Rusya’nın savaşa girmesine
engel olabilir.”
“Ne demek istiyorsun?” dedi Hughie hayretle.
“Aynen söylediğim gibi,” dedi  Trevor. “Bugün atölyede gördüğün ihtiyar,  Baron  Hausberg’dü.
Yakın dostumdur, bütün resimlerimi satın alır; bir ay önce, dilenci kılığında bir portresini ısmarladı
bana. Que voulez-vous? La fantaisie d’un millionaire!1 Doğrusu paçavralarıyla harika bir tip oldu;
benim paçavralarımla demem daha doğru olur, İspanya’dan almıştım o partal kıyafeti.”
“Baron Hausberg ha!” diye haykırdı Hughie. “Aman Tanrım! Ona bir altın verdim!” Ve yılgınlığın
canlı timsali olarak bir koltuğa çöktü.
Trevor, “Ona bir altın mı verdin?” diye bağırıp kahkahalarla gülmeye başladı. “Sevgili dostum, o
altını bir daha göremeyeceksin. Son affaire c’est l’argent des autres.”

“Önceden söyleseydin ya Alan,” dedi Hughie somurta-rak, “kendimi rezil etmemi önleyebilirdin.”
“Hughie,  her  şeyden  önce,”  dedi  Trevor,  “etrafa  böyle  fütursuzca  sadaka  dağıttığını  hiç
düşünmemiştim. Güzel bir modeli öpmeni anlayabilirim, ama çirkin bir modele bir altın vermeni,
asla!  Ayrıca,  bugün  hiçbir  ziyaretçi  kabul  etmiyordum;  sen  geldiğinde,  Hausberg’ün,  adının
söylenmesinden hoşlanıp hoşlanmayacağını bilemedim. Biliyorsun kıyafeti uygunsuzdu.”
“Benim geri zekâlı olduğumu düşünüyordur!” dedi.

Hughie.
“Hiç de değil. Sen gittikten sonra çok neşeliydi; kendi kendine gülüp, buruşuk ellerini birbirine
sürtüp durdu. Seninle niye bu kadar ilgilendiğini anlamamıştım; şimdi anlıyorum. O altınla senin
adına  yatırım  yapacak  Hughie;  altı  ayda  bir  sana  faizini  ödeyecek  ve  akşam  yemeğinden  sonra,
anlatacak enfes bir hikâyesi olacak.”
“Ben talihsiz herifin tekiyim,” diye homurdandı Hughie. “En iyisi gidip yatayım; sevgili Alan, lütfen
bu olayı kimseye anlatma. Hyde Park’ta yüzümü göstermeye cesaret edemem sonra.”
“Saçmalama! Bu olay senin insancıl mizacını yansıtıyor, hakkında son derece olumlu bir izlenim
yaratır. Öyle kaçma hemen. Bir sigara daha yak, Laura’dan gönlünce bahsedebilirsin.”
Ama Hughie daha fazla kalmayıp kendini müthiş bedbaht hissederek, yürüyerek eve döndü; Alan
Trevor’ı kahkahalarıyla baş başa bıraktı.
Ertesi sabah kahvaltı ederken, hizmetkârı bir kartvizit getirdi; üzerinde, “Baron Hausberg adına, Mösyö Gustave Naudin,” yazılıydı. “Özürlerimi sunmam
için gelmiş olmalı,” diye düşündü Hughie ve hizmetkârına, ziyaretçiyi içeri almasını söyledi.
Altın  çerçeveli  gözlük  takmış,  kır  saçlı,  yaşlı  bir  beyefendi  odaya  girdi  ve  hafif  bir  Fransız
aksanıyla konuştu: “Mösyö Erskine’le görüşme şerefine mi nail oluyorum?”
Hughie eğilerek selam verdi.
“Baron Hausberg adına geliyorum,” diye devam etti yaşlı beyefendi. “Baron...”
“Beyefendi, içtenlikle özür dilediğimi Baron’a iletmenizi rica ederim,” diye kekeledi Hughie.
Yaşlı beyefendi gülümseyerek, “Baron bu mektubu size vermemi istedi,” dedi ve mühürlü bir zarf
uzattı.
Zarfın dışında, “Yaşlı bir dilenciden Hugh Erskine ve Laura Merton’a düğün hediyesidir,” diye
yazılıydı ve içinde de on bin sterlinlik bir çek vardı.
Evlendiklerinde Alan Trevor sağdıç oldu. Baron da düğün kahvaltısında bir konuşma yaptı.
“Milyonerlerin model olması, pek nadir rastlanan bir durumdur,” dedi Alan, “ama mesel olması,
daha da nadir rastlanan bir durum!