İnsanlar şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcıdırlar. Yakından tanıdığınız, bencil ve aptal sandığınız bir kişi günün birinde, öyle güzel bir şey yapar, öyle duyarlı, öyle derin bir söz söyler ki, afallayıp kalırsınız. Bunun tam tersi de olur ne yazık ki.
Ben insanları sadece sevmekle yetinmem. Tanıdıklarıma da, tanımadıklarıma da sonsuz bir merakla bakarım. Tanıdıklarımı daha çok, daha iyi anlamaya çalışır, uzun uzun incelerim. Tanımadıklarıma -örneğin vapurda karşımda oturan kişi fazla sevimsiz değilse- ona bakar bakar, hakkında çeşili öyküler uydurur, senaryolar kurgularım. İflah olmaz faşistleri, kendi inandıklarına inanmayanları kesmeye hazır köktendincileri ve doğuştan kötü yüreklileri kesinlikle dışlayarak, insanları severim. Kutsal Kitap’da çok güzel bir sözcük vardır, “loving-kindness.” işte ben insanlara, hem sevgiyle, hem de iyi yürekli olarak yaklaşmak isterim. Eğer biri faşist, köktendinci ya da kötü yürekli değilse; ama ben onu gene de sevemiyorsam, kusuru o insanda değil, kendimde bulurum ve ne yapıp yapıp, onu sevmenin yolunu bulurum sonunda.
Kaldı ki, insanlardan uzakta nefret etmek kolaydır da, onları kendi gözümüzle yakından görünce nefret etmek pek o kadar kolay değildir. Bunu Bodrum yarımadasının Karaincir kumsalında yaşadım. Yanımdaki arkadaşım, “bak, seninki orada” dedi. “Seninki” dediği tiksindiğim bir politikacıydı. Üniversitede meslektaşlarına doğru yolu gösterirken, “nabza göre şerbet vermeyin” gibi sözler söylemiş, sonra sağcı bir partinin milletvekili olmuştu. İkide birde televizyonlara çıkar, soğuk ve alaycı gözlerle, kendi söylediklerine kendi de inanmadığını belli ederek konuşur dururdu. Öfkeyle dönüp adama baktım. Onu canlı olarak ilk kez görüyordum. Yanında ona “baba” diyen küçük bir çocuk vardı. Oysa, kızı doğum yaparken öldüğü için, o çocuğun babası değil, dedesiydi. Sevgi dolu herhangi bir dede gibi, torununu yüzdürüyor, denizden çıkınca onu özenle kuruluyor, kumsalın kır gazinosunda tatli sözler söyleyerek ona yemek yediriyordu. Kinimin yok olduğunu hayretle anladım. Çünkü artık karşımda nefret ettiğim bir kavram değil, yani ahlâk düşkünü çirkin bir politikacı değil, etiyle kanıyla bir insan vardı. Artık çirkin politikacıyı değil; evlât acısı çekmiş babayı, sevecen dedeyi görebiliyordum sadece.
İnsanlar şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcıdırlar. Yakından tanıdığınız, bencil ve aptal sandığınız bir kişi günün birinde, öyle güzel bir şey yapar, öyle duyarlı, öyle derin bir söz söyler ki, afallayıp kalırsınız. Bunun tam tersi de olur ne yazık ki. Duyarlı ve zeki sandıklarınız, aklın alamayacağı kötülükler ya da aptallıklar yapabilirler. Hele tanımadıklarınızın dış görünüşlerine hiç, ama hiç aldanmamak: Bir gün Taksim’de otobüs bekliyordum. Demin söylediğim gibi, insanlar bende hep merak uyandırdıkları için, duraktakilere dikkatle bakıyordum gene. Bir genç kadın fena halde sinirime dokundu. Aşın süslüydü, rüküştü, kötü makiyajlıydı. Bayağılık akıyordu her bir yanından. On beş santimlik topuklarının üstünde zor durabildiğini belli ederek, aptal aptal sırıtıyor; çevresini, özellikle beyleri çapkın gözlerle süzüyordu. Derken, yanımızdaki elektrik direğini onaran orta yaşlı bir işçi direğe dayadığı yüksek merdivenden düştü. Bizler polise haber verilmesi, bir ambulans gelmesi için telâşlanırken, son derece sevimsiz sandığım o genç kadın, süslü giysilerinin kirlenmesine hiç aldırmadan, çamurlu kaldırıma oturdu. İnleyen işçiyi kucağına alıp, acı çeken çocuğunu avutan bir anne gibi, ona mırıl mırıl bir şeyler söyleyip durdu. Ambulans gelinceye kadar, yani bir hayli zaman, kucağından bırakmadı yaralı işçiyi. Ben defasına dikildim, içimden hep özür dileyerek, genç kadınla birlikte bekledim ambulansı.
O genç kadını bir tek kez gördüğüm halde hiç unutamadım. Çok eskiden Alanya’da gene bir tek kez gördüğüm Osman Efendiyi de unutamadım. Bir rakı sofrasmdaydık ve Osman Efendi herkesten çok içiyordu. O masada oturanların biriyle ilgili, şimdi ne olduğunu anımsamadığım ve sevecenliğini açığa vuran, çok ince, çok derin bir söz söyledi. Ben de “ne kadar iyi yüreklisin, Osman Efendi” deyince, “yüreğim temizdir; çünkü onu her akşam rakıyla yıkarım” dedi.
Öğrenciliğimde Üniversitenin kayak ekibiyle Uludağ’a yaya çıkarken, Karabelen’den sonra bize refakat eden Karadenizli Mustafa Çavuşu da ancak birkaç kez gördüğüm halde, hiç unutamam. Okuması yazması kıt bu köylü, doğuştan bir aristokrattı. Her sözünde, her davranışında ortaya çıkardı soyluluğu. 1930’lu yılların bir çavuşu değil, Rönesans’tan kalma bir şövalyeydi. Örneğin Uludağ’dan Bursa’ya inerken, bir çam ormanından geçtiğimiz sırada, bana bir çam dalı koparmasını rica ettim. Uzun boylu olduğu için, kolunu kaldırıp, karşısına gelen ilk ağaçtan bir dal koparacağını sandım. Oysa Mustafa Çavuş başını kaldırıp etrafa bakındı bir süre. Sonra diz çöktü, tüfeğini omuzuna dayadı ve çamların en yükseğinin en tepesindeki o tek dala nişan alıp, tam isabet bir tek kurşunla, bir bıçakla ke-sercesine, ağacın gövdesinden kesti. Önümde eğilip, “buyrun” diyerek, tepedeki o dalı bana uzatınca, birdenbire bir kraliçe hissettim kendimi. Sir Walter Raleigh, Kraliçe Elizabeth’in ayakları kirlenmeden geçebilsin diye, sırtındaki pelerini çıkarıp Çamurlu yere serince, Elizabeth nasıl onurlandınldıysa, ben de öyle onurlandırıldım sanki.
İnsanlar, kişilikleri ya da davranışlarıyla sadece şaşırtıcı olmakla kalmazlar; akıllara sığmaz yücelikleri de vardır onların. Bir genç kadın, uzun süre birlikte olduğu erkekten ayrılır. Sevgilisi başkasına âşık olmuş; ya da kendini âşık sanmıştır. Aradan üç yıl geçer. Kadın ona ihanet eden erkeğe sağlıksız bir saplantısı olmadığından, yeni bir sevgili de bulmuştur kendine. Derken eski sevgili ölümcül bir hastalığa tutulur. Genç kadın o zaman, hastanın kardeşten öte anası olur. Onu evine alır. Kendi işini ihmal ederek, ancak bir annenin duyabileceği hayranlık uyandıran bir sabırla, tam bir özveri ve sevecenlikle, hasta ölünceye kadar, ona iki yıldan fazla bakar.
Çoğu insanlar mutsuzdur. Walt Whitman’dan sonra on dokuzuncu yüzyılın en büyük Amerikalısı Thoreau’nun dediği gibi, “most people lead lives of quiet desperation.” Acılarına sessizce katlanırlar; bedensel sakatlıklarına da yiğitçe dayanırlar. Bir yakın arkadaşım üç dört kez beyin ameliyatı geçirdi, her ameliyattan sonra, beyni eskiden olduğundan bile daha iyi işlemeye başladı sanki. Bir yanı felç oldu, ancak bir bastonla birkaç adım atabilmeye, çoğu zaman bir koltukta oturmaya mahkûmdu artık. Ağzını açıp da bir tek kez “ben neden böyle oldum” diye yakınmadı. Dünyaya küsmedi. Hiçbir şey olmamış gibi, ülkesinin sorunlarını yakından izleyerek, kitap okuyarak, eşinin dostunun dertlerine çare arayarak, çevresine sevgi dağıtarak, yaşamını dirençle sürdürdü. Arkadaşım Server Tanilli, tekerlekli sandalyesinde hiç yakınmadan oturur; sürekli çalışmaya, sürekli üretmeye devam eder. Üstelik umutla ışıldayan gözlerle bakar dünyaya. Bir genç avukat tanırım. Bir kaza sonucu bebekliğinden beri hiç göremiyor. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiş, yakışıklı bir adam. Evinde tek başına oturur; otobüslerle vapurlarla tek başına işine gidip gelir. Bir gece bir dost evinden dönerken, sözde onu korumak için koluna girdim. Ama ben onu değil, o beni korudu. “Dikkat edin, burada bir çukur var” dedi gülümseyerek. Başımız biraz ağrısa, sızlanıp dururuz. O görmeyen genç ise hep gülümser.
Zaten insanlar gülümseyerek mutsuzluklarını hem gizlemesini, hem de biraz yenmesini öğrenirler. Gülümsemeyi, gülmeyi/ gülmece yeteneğini, “humour” denilen şeyi, yani başkalarının halinden çok kendi haline gülebilmeyi işte bu yüzden önemserim. Bu gülmece yeteneğinden yoksun olanlar, kendilerini hafiften alaya alamayanlar, tam insan değildirler benim gözümde.
Ben insanları sadece sevmekle yetinmem. Tanıdıklarıma da, tanımadıklarıma da sonsuz bir merakla bakarım. Tanıdıklarımı daha çok, daha iyi anlamaya çalışır, uzun uzun incelerim. Tanımadıklarıma -örneğin vapurda karşımda oturan kişi fazla sevimsiz değilse- ona bakar bakar, hakkında çeşili öyküler uydurur, senaryolar kurgularım. İflah olmaz faşistleri, kendi inandıklarına inanmayanları kesmeye hazır köktendincileri ve doğuştan kötü yüreklileri kesinlikle dışlayarak, insanları severim. Kutsal Kitap’da çok güzel bir sözcük vardır, “loving-kindness.” işte ben insanlara, hem sevgiyle, hem de iyi yürekli olarak yaklaşmak isterim. Eğer biri faşist, köktendinci ya da kötü yürekli değilse; ama ben onu gene de sevemiyorsam, kusuru o insanda değil, kendimde bulurum ve ne yapıp yapıp, onu sevmenin yolunu bulurum sonunda.
Kaldı ki, insanlardan uzakta nefret etmek kolaydır da, onları kendi gözümüzle yakından görünce nefret etmek pek o kadar kolay değildir. Bunu Bodrum yarımadasının Karaincir kumsalında yaşadım. Yanımdaki arkadaşım, “bak, seninki orada” dedi. “Seninki” dediği tiksindiğim bir politikacıydı. Üniversitede meslektaşlarına doğru yolu gösterirken, “nabza göre şerbet vermeyin” gibi sözler söylemiş, sonra sağcı bir partinin milletvekili olmuştu. İkide birde televizyonlara çıkar, soğuk ve alaycı gözlerle, kendi söylediklerine kendi de inanmadığını belli ederek konuşur dururdu. Öfkeyle dönüp adama baktım. Onu canlı olarak ilk kez görüyordum. Yanında ona “baba” diyen küçük bir çocuk vardı. Oysa, kızı doğum yaparken öldüğü için, o çocuğun babası değil, dedesiydi. Sevgi dolu herhangi bir dede gibi, torununu yüzdürüyor, denizden çıkınca onu özenle kuruluyor, kumsalın kır gazinosunda tatli sözler söyleyerek ona yemek yediriyordu. Kinimin yok olduğunu hayretle anladım. Çünkü artık karşımda nefret ettiğim bir kavram değil, yani ahlâk düşkünü çirkin bir politikacı değil, etiyle kanıyla bir insan vardı. Artık çirkin politikacıyı değil; evlât acısı çekmiş babayı, sevecen dedeyi görebiliyordum sadece.
İnsanlar şaşırtıcı, hem de çok şaşırtıcıdırlar. Yakından tanıdığınız, bencil ve aptal sandığınız bir kişi günün birinde, öyle güzel bir şey yapar, öyle duyarlı, öyle derin bir söz söyler ki, afallayıp kalırsınız. Bunun tam tersi de olur ne yazık ki. Duyarlı ve zeki sandıklarınız, aklın alamayacağı kötülükler ya da aptallıklar yapabilirler. Hele tanımadıklarınızın dış görünüşlerine hiç, ama hiç aldanmamak: Bir gün Taksim’de otobüs bekliyordum. Demin söylediğim gibi, insanlar bende hep merak uyandırdıkları için, duraktakilere dikkatle bakıyordum gene. Bir genç kadın fena halde sinirime dokundu. Aşın süslüydü, rüküştü, kötü makiyajlıydı. Bayağılık akıyordu her bir yanından. On beş santimlik topuklarının üstünde zor durabildiğini belli ederek, aptal aptal sırıtıyor; çevresini, özellikle beyleri çapkın gözlerle süzüyordu. Derken, yanımızdaki elektrik direğini onaran orta yaşlı bir işçi direğe dayadığı yüksek merdivenden düştü. Bizler polise haber verilmesi, bir ambulans gelmesi için telâşlanırken, son derece sevimsiz sandığım o genç kadın, süslü giysilerinin kirlenmesine hiç aldırmadan, çamurlu kaldırıma oturdu. İnleyen işçiyi kucağına alıp, acı çeken çocuğunu avutan bir anne gibi, ona mırıl mırıl bir şeyler söyleyip durdu. Ambulans gelinceye kadar, yani bir hayli zaman, kucağından bırakmadı yaralı işçiyi. Ben defasına dikildim, içimden hep özür dileyerek, genç kadınla birlikte bekledim ambulansı.
O genç kadını bir tek kez gördüğüm halde hiç unutamadım. Çok eskiden Alanya’da gene bir tek kez gördüğüm Osman Efendiyi de unutamadım. Bir rakı sofrasmdaydık ve Osman Efendi herkesten çok içiyordu. O masada oturanların biriyle ilgili, şimdi ne olduğunu anımsamadığım ve sevecenliğini açığa vuran, çok ince, çok derin bir söz söyledi. Ben de “ne kadar iyi yüreklisin, Osman Efendi” deyince, “yüreğim temizdir; çünkü onu her akşam rakıyla yıkarım” dedi.
Öğrenciliğimde Üniversitenin kayak ekibiyle Uludağ’a yaya çıkarken, Karabelen’den sonra bize refakat eden Karadenizli Mustafa Çavuşu da ancak birkaç kez gördüğüm halde, hiç unutamam. Okuması yazması kıt bu köylü, doğuştan bir aristokrattı. Her sözünde, her davranışında ortaya çıkardı soyluluğu. 1930’lu yılların bir çavuşu değil, Rönesans’tan kalma bir şövalyeydi. Örneğin Uludağ’dan Bursa’ya inerken, bir çam ormanından geçtiğimiz sırada, bana bir çam dalı koparmasını rica ettim. Uzun boylu olduğu için, kolunu kaldırıp, karşısına gelen ilk ağaçtan bir dal koparacağını sandım. Oysa Mustafa Çavuş başını kaldırıp etrafa bakındı bir süre. Sonra diz çöktü, tüfeğini omuzuna dayadı ve çamların en yükseğinin en tepesindeki o tek dala nişan alıp, tam isabet bir tek kurşunla, bir bıçakla ke-sercesine, ağacın gövdesinden kesti. Önümde eğilip, “buyrun” diyerek, tepedeki o dalı bana uzatınca, birdenbire bir kraliçe hissettim kendimi. Sir Walter Raleigh, Kraliçe Elizabeth’in ayakları kirlenmeden geçebilsin diye, sırtındaki pelerini çıkarıp Çamurlu yere serince, Elizabeth nasıl onurlandınldıysa, ben de öyle onurlandırıldım sanki.
İnsanlar, kişilikleri ya da davranışlarıyla sadece şaşırtıcı olmakla kalmazlar; akıllara sığmaz yücelikleri de vardır onların. Bir genç kadın, uzun süre birlikte olduğu erkekten ayrılır. Sevgilisi başkasına âşık olmuş; ya da kendini âşık sanmıştır. Aradan üç yıl geçer. Kadın ona ihanet eden erkeğe sağlıksız bir saplantısı olmadığından, yeni bir sevgili de bulmuştur kendine. Derken eski sevgili ölümcül bir hastalığa tutulur. Genç kadın o zaman, hastanın kardeşten öte anası olur. Onu evine alır. Kendi işini ihmal ederek, ancak bir annenin duyabileceği hayranlık uyandıran bir sabırla, tam bir özveri ve sevecenlikle, hasta ölünceye kadar, ona iki yıldan fazla bakar.
Çoğu insanlar mutsuzdur. Walt Whitman’dan sonra on dokuzuncu yüzyılın en büyük Amerikalısı Thoreau’nun dediği gibi, “most people lead lives of quiet desperation.” Acılarına sessizce katlanırlar; bedensel sakatlıklarına da yiğitçe dayanırlar. Bir yakın arkadaşım üç dört kez beyin ameliyatı geçirdi, her ameliyattan sonra, beyni eskiden olduğundan bile daha iyi işlemeye başladı sanki. Bir yanı felç oldu, ancak bir bastonla birkaç adım atabilmeye, çoğu zaman bir koltukta oturmaya mahkûmdu artık. Ağzını açıp da bir tek kez “ben neden böyle oldum” diye yakınmadı. Dünyaya küsmedi. Hiçbir şey olmamış gibi, ülkesinin sorunlarını yakından izleyerek, kitap okuyarak, eşinin dostunun dertlerine çare arayarak, çevresine sevgi dağıtarak, yaşamını dirençle sürdürdü. Arkadaşım Server Tanilli, tekerlekli sandalyesinde hiç yakınmadan oturur; sürekli çalışmaya, sürekli üretmeye devam eder. Üstelik umutla ışıldayan gözlerle bakar dünyaya. Bir genç avukat tanırım. Bir kaza sonucu bebekliğinden beri hiç göremiyor. Hukuk Fakültesi’ni birincilikle bitirmiş, yakışıklı bir adam. Evinde tek başına oturur; otobüslerle vapurlarla tek başına işine gidip gelir. Bir gece bir dost evinden dönerken, sözde onu korumak için koluna girdim. Ama ben onu değil, o beni korudu. “Dikkat edin, burada bir çukur var” dedi gülümseyerek. Başımız biraz ağrısa, sızlanıp dururuz. O görmeyen genç ise hep gülümser.
Zaten insanlar gülümseyerek mutsuzluklarını hem gizlemesini, hem de biraz yenmesini öğrenirler. Gülümsemeyi, gülmeyi/ gülmece yeteneğini, “humour” denilen şeyi, yani başkalarının halinden çok kendi haline gülebilmeyi işte bu yüzden önemserim. Bu gülmece yeteneğinden yoksun olanlar, kendilerini hafiften alaya alamayanlar, tam insan değildirler benim gözümde.