Neden
yaşadığını kendine sorabilen tek canlı olması insanın kendi varlığından
duyduğu endişeyi gündeme getirir. Tarihsel süreçte neden yaşadığını
anlamlandırma çabası, ortak bir amaç edinmeye çalışan insan evladının
elle tutulur bir cevap bulamasa da sorunu ortadan kaldıracak nitelikte
kurgular yapmaya sevk etmiştir. Önce tanrılar sonra Tanrı ve onların
dinleri bilinmeyenden aldıkları güçle öbür taraftan ulvi cevaplar sunmuş
ve artık mesele inanmak ya da inanmamaya indirgenmiştir. Gerçeğin ve
sıradanlığın verdiği amaçsızlık kendi beyni içinde yaşayan insan için
diğer bir ifadeyle hayvan bedenine kıstırılmış bir bilinç için yaşama
uğraşını beyhude bir çabaya dönüştürür. Çünkü o bilinç yemek, çoğalmak
ve dışkılamaktan başka bir işe yaramadığını düşündüğü bu kıllı
bedenlerden daha “iyisini” tahayyül etme kapasitesine sahiptir.
Böylelikle bütün büyük dinler bedeni olumsuzlayan bir yapıyı inşa
ederken bu imkansız görünen -bedeni terk etme ve üstün bir varlığa
karışma- çabası var olmanın dayanılmaz endişesini insan evladının
sırtından alır ve ona ulvi bir görev verir.
Peki tanrıların ve Tanrı’nın öldüğü, anlamını yitirdiği bir çağda
insan ne için yaşar? Gün gelip biri “Ahlakın Soy Kütüğü Üzerine” kafa
yorarken dünya daha önce görülmemiş bir biçimde Kutsalların sömürüsüyle
yönetilmektedir. Artık düello yapmanın, onurlu olmanın bir ehemmiyeti
kalmadı derken Nietzsche, kimselerin anlamadığı o ironik deli üslupla
“Şen Bilim”de Tanrı’nın öldüğünü ilan eder. Onurun, erdemin ve daha nice
ulvi olgunun insan evladını terk ettiği bir çağda insan ne için
yaşayacaktır? Tanrı’nın hükmü ortadan kalkarken iyi ve kötü kendine
dayanak bulamazken “neden yaşıyoruz” sorusu şimdi hazır bir kurgudan
(dinlerden) yoksun kalan insan için başa dönmeyi dayatır, güçlen, çoğal
ve dünyaya hakim ol! Artık Tanrısız insanın bundan böyle Tanrı olmaktan
başka çaresi kalmamıştır. Tanrı ise “iyi”nin ve “kötü”nün ötesindedir.
“Şimdi nereye gidiyoruz? Bütün güneşlerden uzağa mı? Durmadan
düşmüyor muyuz? Öne, arkaya, sağa, sola, her yere düşmüyor muyuz? Hâlâ
bir yüksek ve alçak kavramı var mı? Sonsuz bir hiçlik içinde aylak aylak
dolaşmıyor muyuz? Yüzümüzde boşluğun nefesini duyumsamıyor muyuz? Hava
şimdi daha soğuk değil mi? Geceler gittikçe daha fazla karanlıklaşmıyor
mu? Tanrı öldü! Tanrı öldü! Onu öldüren biziz!”
Béla Tarr son filmim dediği The Turin Horse’u kendine yakışır bir
biçimde Nietzsche ile başlatıyor. Aslında bu eser başlı başına bir
Nietzsche filmi olarak bile nitelendirilebilirdi fakat Nietzsche’nin
meşhur ‘kırbaçlanan at hikayesi’ni siyah arka plan üzerine bir dış ses
aracılığıyla anlatmaya başlayan Béla Tarr’ın asıl merak ettiği atın
akıbeti oluyor. Dolayısıyla bu yazının ilk derdi de At’ı anlamlandırmak
olacaktır.
TAMAMI