Bu kitap; ne bir şikayettir, ne de bir itiraf.
Harbin yumruğunu yemiş, mermilerinden
kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden
kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir
deneme, sadece...E. M. Remarque
“İnsana öyle bakmasalar! İnsan gözü denilen bir çift küçük noktada bazen ne büyük acılar birikebiliyor!”
“İnsan sayısız kişinin öldüğünü gördükten sonra,bir tek kişinin ölümü için bu kadar acı çekilmesini anlayamıyor.”
Huzursuzum. Ama huzursuz olmak istemiyorum. Bu odaya göre değil o. Ben gene o günlerin rahat zevkini istiyorum. Kitaplarımın başına döndüğüm zaman içimi saran o izinsiz ve rahat coşkunluğu istiyorum. Kitapların renkli kapaklarından içime dolan o eski soluğu gene kımıldasın, gene uyansın ve içimdeki şu ölü, şu ağır yumruyu eritsin! O eski hevesi, o eski düşünme zevkini, gençliğimin sönmüş ateşini canlandırsın gene!
Burada geçirdiğimiz günler, haftalar, yıllar hep geri gelecek. Ölmüş kardeşlerimiz yeniden dirilip bize katılacak. Düşüncelerimiz durulaşacak, o zaman, amaçlarımız olacak. Ve cephedeki yıllar arkamızda, ölmüş kardeşlerimiz yanıbaşımızda olduğu halde yeniden yürüyeceğiz; ama kimin üstüne? Kimin üstüne?
“İnsan yüzü denen şey ne çok değişiyor.Bir saat önce yabancı bir yüzdü bu…şimdi ise sevgi dolu!”
İnsan sinip kaldıkça dehşete tahammül eder, fakat düşünmeye kalkıştı mı, onu öldürür bu dehşet.
“Şu kadarını öğrendim ki insan,başını diğer tarafa çevirdiği sürece en korkunç şeylere bile dayanabilir.Fakat bu şeyleri sıcağı sıcağına düşünmeye kalkışırsa dayanamaz,ölür.”
“Ben,yani koca çizmeli,beli palaskalı bir asker…Göklerin altında uzanan yolda yürüyen,gördüğü yıkımları hemen unutan,çok az kederlenen,o sonsuz yıldızlı gökyüzü altında durup dinlenmeden ilerleyen bir asker…”
Biz henüz kök salmamıştık; savaş selleri söktü, sürüdü bizi.
Bağırmalar sürüyor. İnsan değil bu bağıranlar! İnsanlar bu kadar ürkünç bağıramaz!
Kat, “Yaralı atlar,” diyor.
Dayanılacak gibi değil. Bütün dünyanın inleyişi bu, vahşete kurban giden doğanın azaptan çılgınlaşmış, dehşet içinde haykırışı.
Üsten, kimimiz şen, kimimiz tasalı askerler olarak yola çıkıyoruz. Cephenin başladığı bölgeye varır varmaz ise insan denilen birer hayvan olup çıkıyoruz.
Ah, o küf kokulu, loş odalar, demir karyolalar, damalı yatak örtüleri, dolaplar ve tabureler! Meğer sizler bile insanın gözünde tütermişsiniz! Şu anda sizler bizim gözümüzde bir dereceye kadar baba ocağı gibisiniz - bayat yemek, uyku, duman ve çamaşır kokan odalar!
.
Düşüncelerimle yalnız kalmak benim için zor. Onlar düzgün düşünceler
değiller; zayıflığımda beni rahatsız eden ve garip bir şekilde beni
harekete geçiren anılardır.
Cephede sessizlik ne gezer; cephenin tesir sahası o kadar uzaklara gider ki, ne yapsak dışında kalamayız.
Orduya katılınca on haftalık bir eğitim kursu gördük. Bu on haftanın etkisi bizim üzerimizde on yıllık okul etkisinden daha güçlü ve derin oldu. Apolet üzerindeki parlak bir yıldızın dört ciltlik Schopenhauer felsefesinden daha ağır bastığını öğrendik. Önemli olanın düşünme gücü değil de pabuç fırçası olduğunu, zekânın değil, sistemin söktüğünü, dünyanın özgürlük değil, eğitim üzerinde durduğunu farkettik.
Ansızın korkunç biçimde yapayalnız bulduk kendimizi. Bu ateşten gömleği yapayalnız taşıyıp, bu çileyi yapayalnız çekmekten başka çaremiz yoktu.
Bu kitap, ne bir şikâyettir, ne de bir itiraf… Sadece, savaşın sillesini yemiş, aralarında mermilerden kurtulanlar olsa bile, yıkıntılarından kurtulamamış bir kuşağı anlatan bir denemedir.
Sivilken borusu ne kadar az ötmüşse asker oldu mu o kadar azıtıyor insan.
Bu, qabaqlarda öz kitablarıma yanaşarkən məndə oyanan qüvvətli, ifadə edilməyən bir həyəcan hissidir.
az bir müddətə oxumaq üçün başqalarından alır və ayrıla bilmədiyim üçün geri qaytarmırdım.
Onlar hâlâ yazıp söylerlerken, biz hastaneleri, can çekişenleri görüyorduk; onlar devlete hizmeti en büyük fazilet diye vasıflandırırlarken biz artık ölüm korkusunun daha baskın olduğunu anlamış bulunuyorduk. Ama yine de isyan etmedik, askerden kaçmadık, korkak olmadık. -Bütün bu sözleri onlar öyle bol kullanıyorlardı ki! - Biz vatanımızı onlar kadar seviyor, her hücumda cesaretle ileri atılıyorduk. – Ama şimdi ayırt ediyoruz; birdenbire görmeyi öğrendik, onların dünyalarından hiçbir şey kalmadığını gördük. Ansızın, korkunç bir şekilde, yapayalnız bulduk kendimizi; ve bu işi bir başımıza halletmek zorunda kaldık.
İnsan düşününce komik geliyor! diye devam ediyor Kropp. Biz vatanımızı savunmak için buradayız. Ama Fransızlar da kendi vatanlarını savunmak için buradalar. Peki kim haklı? Belki her iki taraf da! diyorum inanmaksızın.
Gözyaşları yanaklarından aşağı akıyor. Silmek isterdim, fakat mendilim çok kirli.
Hepsi de tamamen emindirler ki dünyada doğru yol bir tanedir, o da kendi gösterdikleri yol!
On sekiz yaşındaydık, dünyayı, hayatı sevmeye başlamıştık, sevdiğimiz bu şeylere kurşun sıkmak zorunda kaldık. Patlayan ilk mermiler kalbimize saplandı. Çalışma, çaba, ilerleme kapıları kapandı bize. Biz bunlara artık inanmıyoruz, biz harbe inanıyoruz.
Hayatın korkunç hüznünü, insanoğlunun merhametsizliğini hissediyorum.
“Diyelim köpeğini sen sürekli patatesle büyütüyorsun.Bir gün getirip önüne bir et parçası koyar koymaz,hemen atılır,kapar.Çünkü doğası gereğidir.İnsanoğluna da günün birinde biraz yetki ver,hemen atılır kapar.Onun da doğası gereğidir.İnsan dediğin de aslında bir hayvandır.Ancak ekmeğe tereyağı sürer gibi biraz görgü ve gösterişle hayvanlığını kapatır.Ordu bu temel üzerine kurulmuştur.”
Fakat daha ötesi yok ki bunun; çünkü hepimizin kaderidir bu. Kemmerich ayağını on santimetre sağa alsaydı; Haie beş santim daha eğilseydi .
Durumum gittikçe kötüleşiyor, düşüncelerimin önüne geçemiyorum artık
Ben henüz şurda oturuyorum, sen oracıkta yatıyorsun; birbirimize söyliyecek ne çok şeyimiz var, ama asla söyliyemiyeceğiz.
Yalnız kaldığım zamanlar pek memnunum; beni kimse rahatsız etmiyor.
Çünkü herkesin ağzında aynı temcit pilavı: Durum iyi, durum fena;
kimine göre öyle, kimine göre böyle. Sonra da hemen kendi hayatlarını
ilgilendiren konulara geçiveriyorlar. Ben de eskiden onlar gibiydim
şüphesiz, ama şimdi öyle düşünmüyorum.
Galiba o gün bugün ben değiştim. O zamanla şimdi arasında uçurum var. Ben o zamanlar harbi tanımamıştım daha; sakin bölgelerde bulunuyorduk. Farkında olmadan yıprandığımı bugün anlıyorum.
“Apolet üstündeki parlak bir yıldızın dört ciltlik Schopenhauer felsefesinden daha ağır çektiğini öğrendik.Önemli olanın düşünme gücü değil de,ayakkabı fırçası olduğunu,zekânın değil,sistemin sözünün geçtiğini,dünyanın özgürlük değil,eğitim üzerinde durduğunu farkettik.Önce şaşırdık bunlara,sonra epey acı bir hayal kırıklığına uğradık,daha sonra da aldırış etmez hale geldik. Coşkulu bir hevesle asker olmuştuk.”
Hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret.
Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder, hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar;..
Bu hayat, Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye.. Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye
Öylesine yalnızım, öylesine bir beklediğim yok ki, .
karşılarına pervasızca çıkabilirim. Beni bu yılların içinden geçiren hayat, ellerimde, gözlerimde hala. O hayatı yenebildim mi, bilmiyorum. Ama var oldukça, içimdeki o “ben” diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
— Yangınlarda kavruk tarlalardan esip gelen ümit rüzgarı; sabırsızlığın, hayal kırıklığının çılgın sıtması, ölümün en azaplı ürpertisi, anlaşılmaz soru: Niçin? Niçin bitirmiyorlar? Biteceği söylentileri ne diye dolaşıyor ortalıkta?
Barınaklarımızın bulunduğu çayırlardaki kızıl gelincikler, saman saplarındaki parlak karafatmalar; loş, serin odalarda ılık akşamlar; alacakaranlıklarda siyah, sırlı ağaçlar; yıldızlar, suların akışı, rüyalar, uzun uykular ah, ey hayat, hayat, hayat!
Medeniyetin bu derecesi benim ne haddime.
“Siz ki siperlerde kaldınız bu kadar; bir yatak çarşafını yıkamışız çok mu?”
Yatağa bir daha bakıyorum. Kar gibi çarşaflar kaplı, temizlik dersen bu kadar olur, kıvrımlarına varıncaya kadar ütülü, gıcır gıcır. Benim gömleğimse altı haftadır yıkanmamış, leş gibi.
Yine geleceğim! Yine geleceğim!” diye sesleniyor.
“Çokları böyle söyledi,”
“İnsan oraya bir girdi mi, bir daha çıkamaz.”
Tren yavaş gidiyor. Bazen duruyor, ölenleri indiriyorlar. Tren sık sık duruyor.
___
Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç kelimeye gömmek istiyorum.
Manasız, karmakarışık bir mücadele anı yaşıyorum; çukurdan çıkmaya yelteniyor, ama yine içeri kayıyorum. Çıkmalısın, onlar senin arkadaşların, rastgele ve saçma bir emir değil bu! diyor, hemen peşinden şöyle düşünüyorum: Bana ne, canımı yolda bulmadım ya ben!
Gürültü arkamdan geliyor. Siperlerden doğru ilerleyen bizimkiler
bunlar. Kısık insan sesleri de işitiyorum şimdi. Ahengine göre, Kat'ın
sesine benziyor konuşanın sesi. Ansızın sonsuz bir sıcaklık yayılıyor
içime. Bu sesler, yavaşça söylenmiş bu birkaç kelime, arkamdaki siperden
ilerleyen bu adımlar, beni, çökertmesine kıl kalmış ölüm korkusunun
müthiş yalnızlığından çekip kurtarıyor. Hayatımdan da üstün şeyler bu
sesler; ana şefkatinden, korkudan da üstün şeyler; hepsinden, her şeyden
daha güçlü, koruyucu şeyler: arkadaşlarımın sesleri bunlar.
Ben artık karanlıkta tek başına titreyen bir hayal parçası değilim.
Onlarınım ben, onlar da benimdir; biz hepimiz aynı korkuyu, aynı hayatı
yaşıyoruz; biz basit, fakat zorlu bir şekilde birbirimize bağlıyız.
Yüzümü bu seslere, beni kurtarmış olan, bana yardım edecek olan o birkaç
kelimeye gömmek istiyorum.
Al ömrümden yirmi seneyi arkadaş, al da kalk! Al daha fazlasını, ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum çünkü.”
Affet beni arkadaş, biz bunları daima çok geç görürüz. Ne diye bize boyuna söylemezler, sizin de bizler gibi biçare yaratıklar olduğunuzu, sizin annelerinizin de bizimkiler kadar endişe ettiğini, hepimizin ölüm karşısında hep aynı acıları yaşadığımızı ne diye söylemezler?.. Affet beni arkadaş, sen benim nasıl düşmanım olabilirsin? Biz bu silahları, bu üniformaları çıkarıp atsak sen benim kardeşim olabilirdin,
Fakat aldığı her nefes, içime işliyor. Can çekişen bu adamın, bu saatler! Elinde görünmez bir bıçak, onunla boğazlıyor beni: zamanı ve düşüncelerimi.
İnsan ne de yavaş ölüyormuş!
_____
.. fakat gözler haykırıyor, uluyor, bu gözlerde bütün hayat toplanmış da kavranılamaz bir kaçmak çabası, ölüme karşı, bana karşı duyulan korkunç bir dehşet olmuş sanki.
İmparator teftişe gelecekmiş,..
Üstelik yeni verdikleri eşyaların hemen hepsini tekrar geri alıyorlar,
eski pırtılarımızı veriyorlar bize. Yenileri yalnız merasim içinmiş.
“Eee, o halde harb neden oluyor?
“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”
“Bazı adamlar var ki harb onların işine yarar.”
“Eh ben onlardan değilim!” diye sırıtıyor Tjaden. .
“Sen değilsin, buradakilerin hiç biri değil.”
Her büyük imparatorun en azdan bir harb geçirmesi lazım; yoksa adını duyuramaz. ..
“Generaller de harb yüzünden meşhur olurlar.” ..
“Hatta imparatorlardan daha fazla!”
“Harbden çıkarı olanlar da bunların arkalarına saklanırlar şüphesiz!”
“Devletsiz vatan olmaz.”
_____
“Geri gelmek olmasa! Hep bu düşüncedir zaten, iznin ikinci yarısını zehir eder.”
____
Şimdi harbte olduğumuz müddetçe taş gibi içimize oturan
şey, harbten sonra tekrar başkaldıracak, ölüm kalım çatışması ancak o
zaman başlayacaktır.
Cephede geçen günler, haftalar, yıllar tekrar geri dönecekler, ölmüş,
arkadaşlarımız o zaman dirilecekler, bizimle yürüyecekler, kafalarımıza o
zaman dank diyecektir, bir gayemiz olduğu. Bu düşünceyle yürüyeceğiz,
ölmüş arkadaşlarımız yanımızda, cephede geçen yıllar ardımızda
yürüyeceğiz kime karşı?
Ben gencim, yirmi yaşındayım; ama hayat namına ümitsizlikten, ölümden, korkudan, bomboş bir sathîliği ıstırap uçurumlarına zincirlemekten başka bir şey bildiğim yok. Milletlerin birbirlerine karşı itildiklerini; susarak, cahilce, delice, uysal ve masum, birbirlerini öldürdüklerini görüyorum. Dünyanın en zeki kafalarının, silahları ve sözleri, bu işleri daha ustaca yapmak, daha devamlı kılabilmek için icat etmiş olduklarını görüyorum. Bunu burda, karşı tarafta yaşımın bütün insanları, bütün dünya da benimle birlikte görüyor; benim neslim bunu benimle birlikte yaşıyor. Günün birinde karşılarına dikilsek de hesap sorsak, ne derler babalarımız?
birbirimize söyleyecek ne çok şeyimiz var, ama asla söyleyemeyeceğiz.,
______
Doğru, bir çocuktan fazla bir şey değilim ben; kısa pantolonum henüz dolapta asılı.. Çok da olmadı ki; niye geçti gitti o günler?
Ah anne, anne!Ben sence hala küçük bir çocuğum. Başımı kucağına koyup da niçin ağlayamıyorum? Niçin hep ben kuvvetli, hep ben metin olmak zorundayım. Ne kadar isterdim, bir defa da ben ağlasam, ben teselli edilsem!
Bakışlarımla yalvarıyorum onlara: Konuşun benimle, alın
beni ey eski hayatım, al beni ey tasasız, güzel hayat yeniden al beni!
Bekliyorum.
Var oldukça, içimdeki o «ben» diyen şey, istese de, istemese de, kendine bir yol bulmaya çalışacak o hayat.
Hem, anlamazlar da bizi, çünkü önümüzde bir nesil var;
buradaki bu yılları bizimle birlikte geçirmiş; ama evi ocağı, mesleği
olan, şimdi eski durumlarına kavuşunca harbi unutacak bir nesil ve ardımızdan bir nesil yetişiyor;
tıpkı evvelki bizler gibi; onlar da bizi yadırgayacak, bir kenara
itiverecekler.
Bizler kendimiz için bile faydasız; büyüyeceğiz; bazımız devrana uyacak,
bazımız kadere boyun eğecek, çoğumuz da perişan olacağız; yıllar geçip
gider, eninde sonunda mahvoluruz.
Kelimeler, kelimeler, fakat dünyanın dehşetlerini içlerine alan kelimeler..
Yaylım, baraj, perde ateşleri; mayınlar, gazlar, tanklar, makineli tüfekler, el bombaları
Bazen eski hayatımın esrarlı akisleri, sakin saatlerde donuk bir ayna gibi şimdiki hayatımın sınırlarını gösterdikçe kendimi bir yabancı gibi seyreder, hayat denen o tarife gelmez diriliğin bu yeni biçime nasıl uyduğunu düşünüp şaşarım. Hayatın geri kalan bütün belirtileri kış uykusundalar; hayat, ölümün tehditlerine karşı kendimizi sürekli bir kollamadan ibaret. Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için. Bizi vurdumduymazlıkla techiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye.. Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye . . Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye. Biz böylece gayet satıhta, kapalı, sert bir ömür sürüyoruz. Bazen bir olay kıvılcımlar saçıyor, ama o zaman da ağır ve korkunç bir özlemin alevi yalıyor içimizi.
Ölmeyeceğiz ama yaşayacak mıyız?
Kimsesiz çocuklar gibi bırakılmış, yaşlı insanlar gibi görmüş geçirmişiz; kabayız, üzgünüz, satıhtayız.. Galiba mahvolmuşuz.
Hayat namına bildiğimiz şey ölümden ibaret.
Ben bu ömrü ne yapacağım, artık bilmiyorum
Biz onları mahvetmezsek onlar bizi mahvedecekler!
Onlar, geçmişte kaldılar, geri gelmezler bir daha, geçti gitti hepsi; kaybettiğimiz bir başka dünya.
Geçmiş zaman hayallerinin hüzünden daha büyük bir arzu uyandırmayışının sebebi, onlardaki bu sessizliktir.
Ne tuhaf, dönüp gelen bu hatıraların iki niteliği var: Birincisi sessizlikle dolu oluşları; bu, onların en kuvvetli tarafı. Sonra gerçek olmadıkları halde gerçek etkisi bırakmaları. Sessiz görüntüler bunlar; kelimesiz, hiç konuşmadan, bakışlarla, tavırlarla bana bir şeyler söyleyen görüntüler. Susuşları öyle dokunaklı ki,
Beni şu dermansız anımda bastırmış, içimi garip hüzünlerle dolduran hatıralar
_____
Birbirimize karşı bütün duygularımızı kaybettik; birimizin hayali, ötekimizin hızdan bitkin bakışlarına çarptıkça birbirimizi tanımıyoruz adeta.
Kalbura dönmüş delik deşik ruhlarımıza işkenceli bir ısrarla burgu burgu işliyor güneşte parıldayan esmer toprağın; can çekişen, ölmüş erlerin hayali. Ölen erler, ne çare kader, der gibi uzanmış yatıyorlar; biz Üzerlerinden atlayıp geçerken, bacaklarımıza sarılıp haykırmak ister gibi yatıyorlar.
Savaş değil, ölüme karşı korunma bu bizim yaptığımız. Biz bombaları insanlara karşı atmıyoruz, şu anda insan minsan bildiğimiz yok. Orada ellerle, miğferlerle ölüm saldırıyor peşimizden;.. Karşıdan gelenlerin içinde baban bile olsa, hiç duraklamadan onun da göğsüne bir bomba yapıştırırsın!..
Her asker, sadece, binlerce tesadüf sayesinde sağ kalır hayatta. Her asker tesadüfe inanır, tesadüfe bel bağlar.
Bu hayat, bizi, düşünen hayvanlar haline getirdi, elimize içgüdü silahını vermek için. Bizi vurdum duymazlıkla techiz etti; zihnimiz açık, şuurumuz yerinde olunca bizi kolayca ezen dehşete karşı koyalım diye.. Ruhumuzda arkadaşlık duygusunu uyandırdı, yapayalnızlığın uçurumlarına düşmeyelim diye.. Bize vahşilerin kayıtsızlığını bağışladı, her şeye rağmen, işin gerçek tarafını hissedelim de hiçliğin hücumuna karşı yedek kuvvet olarak saklayalım diye. Biz böylece gayet satıhta,, kapalı, sert bir ömür sürüyoruz. Bazen bir olay kıvılcımlar saçıyor, ama o zaman da ağır ve korkunç bir özlemin alevi yalıyor içimizi.