Modernizm, totalitarizm ve postmodernizm üzerine yaptığı akademik çalışmalarla bilinen 91 yaşındaki Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman hayatını kaybetti (9 Ocak 2017)
Dünya üzerindeki milyarlarca insanın farklı beklentileri ve amaçları olsa da tek bir ortak hayali var: Mutlu olmak. Hepimiz mutlu olmak için çabalıyor, bunun için yaşamlarımızda bazı seçimler yapıyor, bazı şeylerden vazgeçiyor, kısacası yaşamlarımıza yön vermeye çalışıyoruz. Peki nedir bu mutluluk denen muamma? Gerçekten aranıp bulunabilecek bir şey mi, yoksa beyhude yere peşinden koşulan, aslında tamamen rastlantılara bağlı olan bir şey midir? Mutluluğu ararken, kader dediğimiz şeyin ağlarında debelenen bir piyondan mı ibaretiz, yoksa seçimlerimiz sayesinde kendi yaşamlarımızı "yaratan" sanatçılar mıyız? Zygmunt Bauman, mutluluğu hazır reçetelerle ulaşılabilecek bir şeye, yaşamı da adeta metaya indirgeyen yaşadığımız akışkan modern çağın açmazlarını ve ikilemlerini bir bir önümüze seriyor ve yaşamlarımıza vurulan prangaların, dayatılan yaşam tasarılarının, sözde bizim adımıza yapılan seçimlerin iç yüzünü ortaya koyuyor. Yüzyılımızın en büyük düşünürlerinden Bauman’ın "Yaşam Sanatı" yaşam, mutluluk, başarı gibi konular üzerine felsefeyle yoğrulmuş bir düşünce şöleni....Yaşam SanatıBugün entelektüelin konumu nedir? Toplumun yazgısını değiştirmeye, hatta etkilemeye gücü var mıdır? Böyle bir gücü hiç olmuş mudur? Entelektüel kavramı nasıl ortaya çıkmış, işlevi ve anlamı nereden nereye gelmiştir?
Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular'da, modernite ve postmodernite kavramlarını, "entelektüel rol"ün yerine getirildiği birbirinden tamamıyla farklı iki bağlama ve bunlara yanıt olarak gelişen stratejilere işaret etmek üzere kullanıyor. Bu karşıtlıktan yararlanarak Batı Avrupa tarihinin (ya da Batı Avrupa'nın egemen olduğu tarihin) son üç yüzyılını entelektüel praksis açısından kuramlaştırıyor. Yazara göre, entelektüel çalışmaya ilişkin tipik modern stratejiyi en iyi sergileyen şeylerden biri "yasa koyucu" eğretilemesidir. "Bu rol, görüş ayrılıklarını hükme bağlayan yetkeli ifadeler kullanmayı ve bir kez seçildiklerinde doğru ve bağlayıcı hale gelen görüşleri seçmeyi içerir. Bu durumda hüküm verme otoritesi, entelektüellerin toplumun entelektüel olmayan kesimine oranla daha kolay eriştikleri üstün (nesnel) bilgi tarafından meşrulaştırılır." Bu konudaki tipik postmodern stratejiyi ise "yorumcu" eğretilemesi gösterir. Yani, "bir topluluğa özgü gelenek içinde dile getirilmiş ifadeleri, bir başka geleneğe dayanan bilgi sistemince anlaşılabilecek şekle çevirmeyi içerir. En iyi toplumsal düzeni seçmeye yönelmek yerine bu strateji, özerk (bağımsız) katılımcılar arasında iletişimi kolaylaştırmak amacını taşır; iletim süreci içinde anlamın çarpıtılmasını önlemeye çalışır."
Bauman bu iki stratejinin kaynağını ve etkilerini, Batı ile dünyanın öteki ülkeleri arasındaki ilişkilerde, Batı toplumlarının iç örgütlenmesinde, bilginin ve bilgiyi üretenlerin bu örgütlenme içindeki yerlerinde ve entelektüellerin yaşam tarzlarında arıyor. Bunu yaparken de, modernite projesinin vaatlerine ve iflasına ilişkin kuramsal tartışmaların yanı sıra, günümüzde farklı toplumsal denetim mekanizmalarının kurulması, "yeni yoksullar"ın oluşması gibi olguları gündeme getiriyor. Bu çerçevede cevap aradığı en önemli soru ise, tamamlanmayı bekleyen modernite projesinde entelektüellerin nasıl yeniden yer alabileceği....Yasa Koyucular ile Yorumcular
Dünyada neler oluyor, biz bu gidişe seyirci kalmak zorunda mıyız, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Bugün muhalefetin imkanları nerede yatıyor? Bireysel özgürlüğe kolektif bir çalışmayla ulaşabileceğimizi, oysa günümüzde bunun araçlarının elimizden alındığını söyleyen Zygmunt Bauman, bu sorularınn yanıtını arıyor. "İnanmak için inançların tutarlı olması gerekmez. Bugünlerde inanmaya eğilimli olduğumuz şeyler, yani kendi inançlarımız da buna bir istisna oluşturmuyor. Mesela insan özgürlüğü meselesinin, en azından dünyanın ‘bize ait bölümünde’ akla gelebilecek en tatmin edici çözüme ulaştırılmış bulunduğunu düşünürüz. Oysa bir yanda da, dünya işlerinin yürütülme biçiminde değiştirebileceğimiz çok az şey olduğuna da aynı katılıkla inanmaya meyilliyiz. Mantıksal düşünme eğitimi almış herhangi birinin bu iki inancı aynı anda nasıl savunabileceği bir muammadır. Bu iki birbirine uymaz, ama ikisini de savunuyor olmamız mantık konusundaki beceriksizliğimizden kaynaklanmıyor. Yaptıklarımıza inandığımızda gayet gerçekçi ve akılcı bir tutum takınırız. Bu yüzden de içinde yaşadığımız dünyanın bize niye durmadan böyle bariz biçimde çelişkili sinyaller yolladığını anlamak önemlidir. Bu çelişkiyle nasıl yaşayabildiğimizi; dahası, niçin çoğu zaman bunu fark etmediğimizi ve fark ettiğimizde de pek tasalanmadığımızı bilmek önemlidir."....Siyaset Arayışı
Günümüzde artık bütün dünyada egemenliğini kurmuş olan neoliberal kapitalizmin yandaşlarına göre, yoksulların içinde bulundukları sefaletten kurtulmaları için zenginlerin daha zengin olması, daha az vergi vermesi gerekir çünkü bu durum hepimizin çıkarınadır. Ne var ki genelde kabul gören bu yaklaşım gündelik deneyimlerimizle, bol miktardaki araştırma sonuçlarıyla, aslında mantıkla hiçbir şekilde uyuşmuyor. Somut kanıtlar ile popüler inanışlar arasındaki bu tuhaf uyumsuzluk üzerine biraz durup düşününce akla şu soru geliyor: Aksine onca kanıt ve olguya rağmen bu görüşler nasıl oluyor da bu kadar yaygın ve dirençli kalabiliyor?
İşin daha garip, belki de daha vahim yanı ise şudur: Eğer tarihte daha önce eşine rastlamadığımız, kabul edilmesi imkânsız ama yine de hızla büyüyen mevcut toplumsal eşitsizliğin ve zenginlerle toplumun geri kalanı arasındaki hızla derinleşen uçurumun savunulmasında rol oynamamış olsaydı, bu yaklaşımların bir gün dahi ayakta kalması mümkün olmazdı. Demek ki dünya çapında büyük bir ahlaki krizin içindeyiz. Halbuki liberal kapitalizmin en büyük düşünürü Adam Smith daha 18. yüzyılda şöyle diyordu: “Zengin ve güçlü olanlara hayranlık duyup onlara neredeyse taparken, fakir ve muhtaç durumdakileri hor görme veya en azından görmezden gelme eğilimi ahlak anlayışımızı çökerten en büyük ve en yaygın nedendir.”....Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına mıdır?
Bizi eyleme geçiren korkularımız, endişelerimizdir; ama genelde eylemimiz, endişemizin arkasında yatan hakiki nedenlerden başka yönlere sapar. Hayatımızı anlamlı kılmaya çalışırken, başarısızlıklarımızdan, zayıflıklarımızdan kendimizi sorumlu tutarız hep. Böylece de her şey iyiye gideceğine kötüye gider. Eğer biz mantıklı insanlarsak bunlar nasıl başımıza gelir? Neden bu gibi durumlarla başa çıkamayız? Bireyselleşme kaderimizse toplum içinde var olmaya nasıl devam edeceğiz?....Bireyselleşmiş Toplum
Yıllardır modern sanayi uygarlığını tartışıyoruz. İlk günahı kimin işlediğini, insanın bir zamanlar doğayla barışık bir halde yaşadığı o güzel günlere kimin son verdiğini, bizi fırtınaların orta yerinde kimin çırılçıplak bıraktığını bulmak için daha çok tartışacağız. Çünkü "Tanrı(nın) öldü"ğünü bilmek, geleneğin zincirlerini parçalamak yetmedi; bu kez özgürlük ciğerlerimizi yakmaya başladı. Özgürlük kendinin, ayrıca ötekinin sorumluluğunu üstlenmek, belirsizliklerle, çözülmez çelişkilerle sarmaş dolaş yaşamak, yani, modern bireyler olmak demekti. Ama ağır geldi özgürlük. Taşıyamadık. O şenlikli devrim ve isyan uğrakları hariç yeni putlar icat ettik: "akıl", "sözleşme", "yasa"... gibi. Önceden haritası çıkarılmış bir alanda "özgürce" davranabilmenin, ahlâki eylemin çıkmaz sokaklarından muaf olabileceğimize inanmanın yarattığı konfor, bir süreliğine baştan çıkarıcı olabildi. Ama yalnızca bir süreliğine....Postmodern Etik
Felsefe yapmak hep uçuk ve soyut şeylerden söz etmek anlamına gelmiştir. Diyebiliriz ki Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları bu anlayışı ve önyargıyı silebilecek nitelikte....Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları
Ölümlülük, dünya üzerindeki her şeyi değiştirebileceği ve kendine uyarlayabileceği inancından beslenen insanoğlunun en büyük yenilgisidir. "Ölümsüz eserler" vermek yoluyla, bedeninin ölümlülüğünü düşüncenin ölümsüzlüğüyle alt etme çabası, insanın ölümlülük karşısındaki en masum çabalarındandır. Tarih, bir ba-kıma, yönetici sınıfların adlarını ölümsüzler listesine yazdırmak için yaptığı fetih-lerin kaydıdır. Dünya yüzündeki savaşlar, Yahudi soykırımı, etnik "temizlik" hare-ketlerinin tümü, ölümlülüğün kaynağı olarak görülen "kirliliği" kan akıtarak orta-dan kaldırmak ve böylece ölümsüzlüğe yaklaşmak için yapılmış katliamlardır. Sağlık alanındaki bütün "gelişmeler", hastalıklara karşı alınan önlemler, spor yapmak, beslenme rejimleri, hijyen saplantısı… bunların hepsi, modernitenin başa çıkamadığı ölümlülüğün yapısını bozarak onu üstesinden gelinebilir parçalara ayırma stratejisinin öğeleridir. Modernite, ölümü tecrit etmiş, mezarlıkları ve ce-naze törenlerini günlük yaşamın uzağına taşımış, adeta kişisel bir suça dönüştürmüştü: Nedensiz ölüm yoktur; ölen ya sigara içtiği için ya spor yapmadığı için ya hastalıklara karşı gerekli önlemi almadığı için ya da karşıdan karşıya ge-çerken sağına soluna bakmadığı için ölmüştür. Suçludur! Yaşamı sürekli bir tiyatro sahnesine dönüştüren postmodernite ise, ölümü haber bültenlerinde bir sonraki habere kadar akılda kalacak bir olaya dönüştürür; ölümsüzlük, televizyon ekranlarında birkaç saniye görünerek şöhret olmakta yatar. Ölüm, yaşamın nihai olarak sona erişi değil, şöhretin zirvesinden düşüp ortadan kaybolmak demektir. Ortadan kaybolma, ölümlülük karşısında postmodernitenin yaşam stratejisidir....Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri
Çalışmalarıyla sosyolojinin sınırlarını genişleten, yüzyılın en parlak sosyologları arasında sayılan Zygmunt Bauman’ın en önemli kitaplarından birini sunuyoruz: Modernlik ve Müphemlik. Bauman’a göre yaratıcılık, müphemlikle yakından ilişkilidir; müphenliğinse her zaman modernlikle ikircimli bir ilişkisi olmuştur. Modern proje bir yandan şeyleri adlandırmak, sınıflandırmak, düzenlemek ister; baş düşmanlarından biri bu sınırları ihlâl eden, adlandırmalara direnen, kafa karıştıran müphem konumlanışlardır; öte yandan dönüp dolaşıp müphemliği tam da kendi üretir. Müphemlikse, modern projenin bu "bahçecilik" özlemleri karşısında, çeşitli stratejiler üreterek hayatta kalmaya çalışır; kimi zaman kraldan çok kralcı olur, Alman’dan çok Alman olmaya çalışan Yahudiler gibi en mülayim olmaya çalışırken farkında bile olmadan düzene karşı bir tehdit olur; Kafka’nın garip bir öyküsünde ifadesini bulur; Simmel’in, Freud’un kuramlarında ve hayatlarında ortaya çıkar... Bir ucu Soykırım’a varabilir, öteki ucuysa modernliğin ürettiği en yaratıcı, en zengin edebiyatlara, fikirlere, eserlere... Müphemlik modernliğin hem iflası hem başarısıdır. Bauman, anlattığı hikâyenin bir parçasıdır aynı zamanda. O, Kızıl Ordu saflarında faşist Almanlara karşı savaşmış bir komünistti. Savaştan sonra sosyalist ütopyanın sadık bir bürokratı olarak uzun yıllar çalıştı. Ancak Bauman, modernist toplum projeleri iflas etmeye başlamadan bu projelere olan inancını yitirdi, itirazını dillendirdi. Dolayısıyla ordudan ve Varşova Üniversitesi’nden atıldı; sonra da Polonya’dan göç ederek, Batı Avrupa akademilerinde çalışmaya ve yazmaya başladı. Bu hayat hikâyesinin izleri kaçınılmaz olarak düşünürün yapıtlarında ortaya çıkar. Doğu’dan Batı’ya; askerlikten sivilliğe; modernist sosyalist toplum projesinin neferliğinden, Batı akademilerinde düşünce ağırlıklı bir hayata geçiş, düşünürün düşünsel anlamda modernden postmoderne geçişinin paralel izlekleridir... Şu da var: Bauman kendini bugün de sosyalist olarak tarif ediyor. Bauman’a göre postmodernlik, "müphemliğin üstesinden gelmeyi hedefleyen tipik modern güdüden özgürleşme" anlamına gelir; öte yandan postmodernlik "kendi imkânsızlığıyla uğraşan, iyi ya da kötü bununla yaşamaya kararlı olan modernlik"tir. Bauman, uyarıcı sorularıyla zihnimizi, ahlâki duruşumuzla ilgili hassas noktaları ve yaratıcı potansiyellerimizi harekete geçiriyor....Modernlik ve Müphemlik
Bauman’ın 44 mektubu günümüz dünyasına atılmış mektuplardır. Her biri Akışkan Modern Dünya’ya dairdir. Geçmiş ile bugün, bugün ile gelecek ve son olarak geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurmak üzerinedir. Çelişkili fikirler ve öneriler curcunası içinde gerçek ve değerli parçacıkları yalan, yanılsama, çöp ve atık ıvır zıvırdan ayırmamıza yarayacak bir harman makinesi olma çabasındadır. Diğer yandan, tıpkı Richard Rotry’ın ifade ettiği gibi, yeni kuşaklara bir şeyler anlatma telaşıdır: "Çocuklarımızı, masa başında oturup klavyelerin tuşlarına basan bizlerin tuvaletlerini temizleyerek ellerini kirletenlerden on kat, üçüncü dünya ülkelerindeki fabrikalarda klavyelerimizi üretenlerden yüz kat fazla ücretle çalışmamızı içlerine sindiremeyecekleri gibi yetiştirmeliyiz. İlk sanayileşen ülkelerin henüz sanayileşmekte olanlara kıyasla yüz kat refah içinde yaşadığı gerçeğini dert etmelerini sağlamalıyız. Çocuklarımız öncelikle kendi kaderleriyle başka çocukların kaderi arasındaki eşitsizliğin ne tanrının isteği ne de ekonomik yeterlilik için gerekli bir bedel olduğunu, bunun kaçınılabilir bir trajedi olduğunu öğrenmeliler. Birileri gırtlağına kadar doyarken kimsenin açlık çekmemesini sağlamak için dünyanın nasıl değiştirilebileceğini bir an evvel düşünmeye başlamalılar." Bu mektuplar yukarıdaki hedefler gözetilerek kaleme alınmıştır. Sahiplerini bulmaları dileğiyle....Akışkan Modern Dünyadan 44 Mektup
Eşitsizliğin artışı hemen hiçbir zaman ekonomik bir sorunun habercisinden öte bir durum olarak değerlendirilmez. Eşitsizliğin toplumun bütününe verebileceği zararların tartışıldığı görece nadir anlarda ise, vurgulanan çoğunlukla asayiş ve düzenin bundan ne yönde etkilenebileceğidir. Ancak bu sorunun bireylerin fiziksel ve ruhsal sağlığını, günlük yaşam kalitesini, siyasal yaşama katılımın gidişatını ve toplumu birleştiren bağların gücünü ne boyutta tehdit ettiği görmezden gelinir. Hatta ve hatta toplumun refah seviyesinin, karşılaşılan engelleri aşabilmekteki dirayetinin ve bunu kollamakla mükellef yönetici kesiminin başarısının veya başarısızlığının yegâne göstergesi, sıklıkla bireylerin ortalama geliri ve varlığı olarak kabul edilir; gelir dağılımındaki eşitsizliğin boyutu hesaba katılmaz. Bu tercihten çıkarılması gereken anlam, eşitsizliğin kendi içinde ne toplum için bir tehdit, ne de toplumun bütününü etkileyen sorunların kaynaklarından biri olarak algılanmadığıdır. Zygmunt Bauman bu kitabında bir modernite projesi olan ilerlemenin iki cephede iflas edişini ele alıyor ve modernitenin sosyalizm sürümünün eşitlik vaadiyle yola çıkıp diktatörlükle son bulduğunu; kapitalizm sürümünün ise sermayenin uluslararası hukukun yeterli yaptırım gücüne sahip olmadığı koşullarda ilkel sermaye birikimi dönemindeki acımasız mantığına geri dönmeye çalıştığını vurguluyor....Modertnite, Kapitalizm, Sosyalizm
Bugün hayatımızın her ayrıntısı hiçbir zaman olmadığı kadar çok yakından izleniyor, kaydediliyor; ve gözetim altındakiler genellikle gözetleyenlerle gönüllü bir işbirliği içinde. Londra’dan New York’a, Yeni Delhi’den İstan-bul’a, bütün büyük kentlerde kameralar artık kamusal alanların alışıldık, itiraz edilmeyen parçası haline geldi. Uçağa binecekseniz, bedeniniz boydan boya taranıp biyometrik kontrole tabi tutulur; arama motorları ve kredi kartı okuyucuları bütün alışkanlıklarımızı, ilgilerimizi ve tercihlerimizi kaydedip sessizce piyasanın hizmetine sokar.Günümüzün akışkan modern dünyasında, günlük hayatımızın işleyişini esneklik ve hareketlilik belirliyor. Ulusal sınırları geçmek sıradan bir etkinlik haline gelirken, sosyal medya herkesin her an elinin altında. Günümüzün yurttaşları, işçileri ve tüketicileri durmadan hareket ediyor ve genellikle kesinlikten ve sınırlardan uzak yaşıyor. Ancak mekanın sabitlikten uzak ve zamanın sınırsız olduğu bu dünyada, hiçbir hareketimiz yok ki kaydedilmesin. Gözetim, modern hayatın bu akışkan doğasına uyum sağlayarak, hiçbir zaman olmadığı kadar hızlı bir şekilde, erişeme-diği hiçbir alan bırakmamak üzere yayılıyor.
Akışkan Gözetim’de, akışkan modern dünyayı en ince ayrıntısına kadar gözler önüne seren büyük kuramcı Zygmunt Bauman’la, gözetim ve kontrol mekanizmaları konularında dünyanın en önde gelen analistlerinden David Lyon bir araya geliyor ve çok hayati sorunları birlikte masaya yatırıyorlar. Her anımızın gözetlendiği karanlık bir gelecek mi bekliyor bizi? Özgürlüğe ve umuda yer kalmadı mı artık? Gündelik hayatın koşuşturması içinde kaybettiğimiz insan olma sorumluluğumuza nasıl sahip çıkabiliriz?
Akademik çevreler kadar genel okuru da ilgilendiren bu soruları, iktidar, teknoloji ve ahlak çerçevesinde irdeleyen iki büyük düşünür, bugün gözetlenmenin ve gözetlemenin ne anlama geldiğini anlatıyor bize....Akışkan Gözetim
Perdeyi yırtmak, hayatı anlamak... Bunun anlamı ne? Biz, insanlar, iyinin ve kötünün, güzelin ve çirkinin, gerçeğin ve yalanın birbirlerinden kesin bir şekilde ayrıldığı ve asla bir diğerine karışmadığı, böylece şeylerin nasıl olduğundan, nereye gidebileceğimizden ve nasıl ilerleyebileceğimizden emin olduğumuz sıradan, temiz ve saydam bir dünyayı tercih ediyoruz; çaba gerektiren bir anlayış olmadan hükümlere ulaşmayı ve kararlar almayı hayal ediyoruz. İşte bizim bu hayalimizden ideolojiler doğdu. Görüşümüzü kapatan o kalın perdeler... Bizim bu etkisizleştirici eğilimimize Étienne de la Boétie ‘gönüllü kölelik’ adını verdi. Cervantes bizim bu tür bir kölelikten çıkmamızı istiyordu; dünyanın tümüyle çıplak, rahatsız, ancak özgürleştirici gerçekliğini sunarak: anlam çokluğu gerçekliğini ve onarılamaz mutlak gerçekler açığını. Bu tür bir dünyada, kesin olan tek şeyin hiçbir şeyin kesin olmaması olduğu bir dünyada, tekrar tekrar ve sonuç almaksızın kendimizi ve birbirimizi anlamaya, iletişim kurmaya ve birbirimiz ile ve birbirimiz için yaşamaya çalışacağız.”
Bu Bir Günlük Değildir, her ne kadar ismi aksini iddia etse de, bir günlük: Bazen bir pipo ne kadar pipo ise veya Bauman’ın seksen beş yaşından sonra tutmaya başladığı bir “günlük” ne kadar “günlük” olabilirse...
Aynı zamanda güncel: Bir sosyolog olarak Facebook, sanal gerçeklik, öğrenci hareketleri gibi konularda düşünen Bauman, filozof derinliği ve arşivci dikkatiyle güncelden tarihe de uzanıyor.
Yine de bu günlük, hiçbir şekilde gündelik değil… İnsanoğlunun temel dertlerinin bugünlerdeki görünümlerine yoğunlaşırken bile dertlerin kendisini ıskalamıyor. Yargı vermeye yaklaştığında şöyle bir durup “Ama hemen sonuç çıkarmayalım ve kolay değerlendirmelerin cazibesine direnelim,” diyen Zygmunt Bauman, elliden fazla başlık altında, kendi düşüncelerinin de bir özetini sunuyor....Bu Bir Günlük Değildir
Özgürlük üzerine yapılan çoğu akademik tartışma özgürlüğe ya felsefi bir kavram ya da politik ideolojinin bir öğretisi olarak yaklaşır. Oysa bu kitapta özgürlük bir fikir ya da önerme olarak değil toplumsal bir ilişki olarak analiz ediliyor. Böyle görüldüğünde özgürlük, göreceli doğasını açığa çıkarır: Tarih boyunca, özgürlük ya üstün ya da zayıf güçler karşısında deneyimlenen bir ayrıcalıktır. En nihayetinde, sosyolojinin kendisi, modern toplumun, yani üyelerinin kendi güdüleriyle davranmaları beklenen ve eylemlerinden sorumlu tutulan özgür failleri "bireyleştiren" toplumun bir bilimi olarak gelişmiştir. Dolayısıyla sosyoloji insan eylemlerinin özgür ve gönüllü doğasına bir araştırma konusu değil bir varsayım olarak yaklaşma eğilimindedir. Kitap bu eğilimden sapar ve "özgür failler"in toplumsal üretimini ve bu süreçle, sistemle bütünleşme ile toplumsal kontrol meseleleri arasındaki yakın ilişkiyi keşfeder. Kitabın merkezi önermesi, modern toplumun çağdaş tüketici evresinde, toplum üyelerinin çoğunluğu için toplumsal kontrol yöntemi olarak "baskılama"nın yerini "baştan çıkarma"nın aldığıdır. Bununla birlikte, tüketici özgürlüğü daha önceki bir aşamada emeğin kapladığı yere taşınır: Sistemsel yeniden üretim, toplumsal bütünleşme ve bireysel eylem arasında bir odak merkezi haline gelir. Bize benzer toplumlar, özgürlüğün sorunsalları ve savaş alanları, üretim alanından tüketim alanına kayar; bireysel özgürlük her şeyden önce tüketicinin özgürlüğünden oluşur. Etkili bir pazarın varlığına bağlanır ve karşılığında bu pazarın varlık koşullarını temin eder....Özgürlük
Sosyal bilimlerde standart yaklaşım Holokaustu Yahudi tarihinde bir vaka, Yahudilerin başına gelmiş bir ’şey’ olduğudur. Modernitenin ilerleyişi sayesinde üstesinden gelebileceğimiz toplumsal hayatın menfur bir çehresi, o kadar. Ama Bauman bize bambaşka bir bakış açısı öneriyor: Holokaust modernitenin dogasında var.
“Uygarlık, ilerleme ve akıl mefhumlarına dair düşünen herkes, zamanımızın temel yaklaşımlarına meydan okuyan bu kitabı okumalı.” -Times Literary Supplement
“Bauman’ın görkemli eseri derin okumalar talep ediyor.” -Political Studies
“Soykırım açıklamalarının bu cesur analizini sosyal bilimlerle ilgilenen herkes okumalı.” -Sociology..........Modernite ve Holokaust
Bauman’la birlikte, insanlık tarihinin açık uçlu olduğunun, geçmişindeki yapı tarafından tamamıyla belirlenmediğinin ve bünyesinden birden fazla olay dizisinin çıkabileceğinin farkındaysak eğer, ütopyanın, yanlış çıkan bir tahmin ya da gerçekçiliğini ispatlamayı başaramamış bir öngörü olmadığını da idrak edebiliriz. Ve “ütopyacı yöntemle düşünme kapasitesi, süre giden ilişkileri kırmayı, insanın kendisini alışılagelmişin, sıradanın, ‘normal’in apaçık haldeki ezici zihinsel ve fiziksel egemenliğinden kurtarmasını gerektirir”.
Bauman elinizdeki kitapta, ütopyacı yöntemle “insan özgürlüğünün henüz keşfedilmemiş bölgelerine yapılacak daha ileri bir sorgulama” olarak tanımladığı sosyalizmi ele alır ve şöyle der: “Şimdi artık sosyalist ütopyanın görevi, yalnızca yarının bugünden nasıl farklılaşacağını tartışmaktan ibaret değildir. Önce yarının farklı olması gerektiğini ve olabileceğini kanıtlaması lazımdır”....Sosyalizm
Özellikle modernlik ve post-modernlik üzerine incelemeleriyle son dönemin en dikkate değer düşünürlerinden biri haline gelen Zygmunt Bauman, sosyal bilimler alanında son derece faydalı bir kitap sunuyor bizlere. "Sosyolojik Düşünmek", sadece sosyoloji öğrenimi görenler için kaleme alınmış bir çalışma değil. Konuya ilgi ve merak duyan genel okurun da sosyolojinin anlamı ve işlevi, sosyolojide değişik tarzlar ve yaklaşımlar üzerine bilgilenmesini sağlayacak önemli bir kaynak kitap. Ama hepsinden önemlisi Bauman, gündelik ve toplumsal hayatımıza sosyolojik bir boyuttan bakmanın önemini; böyle bir bakışın kazandıracağı kavrayış zenginliğini; tektipliğin ve tamamlanarak donmuş görüşlerin değil, toplum yaşamında müphemliğin kabulüne dayalı bir düşünme tarzının, kısacası sosyolojik düşünmenin önemini ortaya koyuyor. Kitapta öne çıkarılan ve bu çalışmaya asıl anlamını kazandıran da, farklı perspektifleri ve gelenekleriyle, kuramsal tartışmalarıyla bir disiplin olarak sosyolojinin kapsamı ve tarihi üzerine açıklamalar olmaktan ziyade, işte bu bakışın ve düşünme biçiminin, "sosyolojik düşünme"nin kazandıracağı kavrayış çeşitliliği.
"Sosyolojik Düşünmek", akademik kullanım mantığına göre değil, "gündelik hayat mantığı"na göre düzenlenmiş bir kitap. Bauman, sosyolojinin inceleme konusu olan ikilik ve karşıtlıkları çokboyutlu bir bakışla irdeliyor: Birey olma ve toplum içinde var olma arasındaki bütünlük ile çatışma; toplumların ya da genel olarak insan gruplarının kendini ve karşıtını, daha doğrusu karşıtına göre kendini tanımlaması; birey ile grup, doğa ile kültür, millet ile devlet, birliktelik ile ayrılık, bireysel varlığını koruma ile ahlaki yükümlülük arasındaki çatışmalar, kitapta incelenen ikiliklerden bazıları. Bauman, sosyolojinin daha genel olarak düşünürsek insanı, toplumu konu alan hiçbir disiplinin asla tamamlanmış, her türlü kesinliksiz ve müphemlikten arınmış bir bakış kuramayacağını belirtiyor. Zaten sosyolojik düşünmenin kişiye kazandıracağı en önemli yetenek de, hayatın hiçbir noktasında böyle bir kesinliğin mümkün olamayacağını, her türlü kesinlik iddiasının bir "yalan" olmaktan öteye geçmeyeceğini görebilmektir.
Dolayısıyla hiçbir bakış tek başına kusursuz ya da ayrıcalıklı olamaz; hayata ilişkin değişik yorumların her biri, olsa olsa kavrayış bütünlüğümüze kendi zenginliğini katacaktır. Sosyolojik düşünmek, kesinliğe varacak bir yol sağlamak şöyle dursun, her türlü müphemliği çoğaltacaktır. ama müphemlikten korkmamak gerekir; dünyaya ilişkin gerçek bir kavrayış özgürlüğünün ve hoşgörünün temelinde bu müphemliğin, bakış zenginliğinin kabulü yatar; ba anlamda sosyoloji ve sosyolojik düşünmek, Bauman’ın sözleriyle ifade edecek olursak insanın "özgürlük davasına hizmet eder."....Sosyolojik Düşünmek
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX. yüzyılın sonlarında, artık ne süper güçler ne de bu güçlerin, dünyayı bölüp her köşesine bir anlam vererek yarattıkları bütünsellik kalmamışken ve pusulaların gösterebileceği bir kuzey yokken yazılmış; ancak doğru yöne işaret ettiği her geçen gün daha açık hale gelen bir eser.Bauman'a göre, küreselleşen güçler saltanat günlerini yaşıyor, bunun bedelini de yerelliğe çakılıp kalmış zavallılar ödüyor. Hayat toprağa, yerele bağlı olmayı sürdürüyor; oysa güç artık yurtsuz ve ne emekçilere, gençlere, muhtaçlara ne de gelecek nesillere karşı sorumluluk duyuyor. Küreselleşme bu dengesizlik üzerinde duruyor. Yereller dağarlarında ırk, millet, etnik köken, sınıf gibi ne varsa kullanarak yeni bir "biz" duygusu yaratmaya çalışırken, artık yoksullara ihtiyaç duymayan küreseller onların içlerine kapanmalarını körüklüyor. Batı, bir zamanlar dünyayı aydınlatmak ve kendisine benzetmek için harcadığı çabayı şimdi herkesin olduğu yerde ve olduğu gibi kalması için harcıyor. Küreselleşme kitabında Bauman, küreselleşmenin getirdiği ahlâki ikilemlere çarpıcı örnekler vererek değiniyor. Yiyeceğin bol olduğu yere gitmek isteyen açlar, büyük paralar ödeyerek sonunda kendilerini "çatık kaşlar"ın beklediği yolculuklarına çürük teknelerle, kimliksiz çıkarken; zenginler uçakların birinci mevkilerinde şampanyalarını yudumlayarak küreselliğin tadını çıkarıyor, üstelik daha ucuza. Suç ve ceza anlayışındaki değişim üzerinde de duruyor yazar; artık hapishanenin istihdamın bir alternatifi haline geldiğini, ihtiyaç duyulmayan yığınla insandan kurtulmanın ve yatırımcıların güven duyacakları bir ortam yaratmanın yeni bir yolu olduğunu söylüyor. Gelecek hakkında ilginç olduğu kadar korkutucu öngörülerde bulunan Bauman'a göre yereller yerellikleri etrafına kalın duvarlar örerken, küreseller yerellikleri toplama kamplarına dönüştürme peşinde. Küreselleşme ve onun ikiz kardeşi yerelleşme, aynı amaca hizmet ediyor: parçalanma ve yabancılaşma. Küreselleşme, yerelleşmenin de küreselleşmenin de ağırlıklarını fazlasıyla hissettirdiği günümüz Türkiyesi'ni anlamak için vazgeçilmez bir kaynak niteliği taşıyor....Küreselleşme
Ortodoks yöntemler kullanarak yoksullukla mücadele edebilir miyiz? İşgücünü satmadan ve toplumsal olarak kabul görmüş çalışma kavramını yaygınlaştırmadan maişet derdine yeni çözümler bulabilir miyiz?Yaşam projelerinin çalışma, profesyonel yetenek ve meslekler yerine tüketim tercihleri etrafında inşa edildiği bir tüketim toplumunda yoksul olmak, evrensel istihdama dayalı üreticiler toplumunda yoksul olmaktan oldukça farklıdır. "Yoksul olmak," başlangıçta, anlamını işsiz olmaktan alırken, günümüzde yeterince tüketemiyor olmanın berbat halinden almaktadır. Yoksulluk içinde yaşamanın ve bu sefaletten kurtulmanın umut ve olanaklarında gerçekten farklılık yaratan anlamlardan biri budur.Bu ilgi çekici eser, modern tarih boyunca meydana gelen bu değişimi göstermeye ve bu değişimin toplumsal sonuçlarının dökümünü yapmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken, artan yoksulluğu yenmek ve sıkıntılarını dindirmek için bulunan sınanmış ve iyi bilinen çarelerin, günümüzdeki yoksulluğun sorunlarını kavramaya ve çözmeye ne ölçüde uygun olduğunu (ya da olmadığını) dikkate almayı amaçlamaktadır. Sosyoloji ve siyaset meraklıları, bu eseri, sürmekte olan toplumsal bir sorunun değişen anlam ve önemi üzerine paha biçilmez bir kitap olarak değerlendireceklerdir....Çalışma Tüketicilik ve Yeni Yoksullar
Holocaust bizim modern akılcı toplumumuzda, uygarlığımızın yüksek sahnesinde ve insanoğlunun kültürel zaferinin zirvesinde doğup uygulanmıştır. Bauman kitabında Holocaust’un modern toplumdan bir sapma olmadığını, aksine modern toplumların tümünün tıpkı Nazi Almanya’sı gibi örgütlendiğini öne sürüyor.
Unutmamak gerekir ki soykırıma katılanların çoğu, Yahudi çocuklara kurşun sıkmış ya da gaz odalarına gaz vermiş değildir... Çoğu bürokrat notları düzenlemiş, taslakları hazırlamış, telefonda konuşmuş ve konferanslara katılmıştır. Onlar masalarında oturarak tüm bir halkı yok edebilirler. Görünürde zararsız gayretlerinin nihai sonucunu bilselerdi, bu bilgi kafalarının uzak girintileri içinde kalırdı ancak. Yaptıklarıyla kitle katliamı arasındaki neden sonuç ilişkisini bulmak zordu. İnsanların, gereğinden fazla kafa yormaktan kaçınma ve dolayısıyla neden sonuç zincirini en uç bağlantılarına dek gözden geçirmeye yanaşmama gibi doğal eğilimleri ahlaksal yönden pek ayıplanamazdı. Bu hayret verici ahlaksal körlüğün nasıl mümkün olabildiğini anlamak için, silah fabrikasında çalışan, yeni büyük siparişler sayesinde fabrikalarının ‘idamının durdurulmasına’ sevinen, ama Etyopyalılarla Eritrelilerin birbirlerine yaptığı toplu katliamlara gerçekten üzülen işçileri düşünmek; ya da ‘hammadde fiyatlarındaki düşüş’ dünya çapında iyi bir haber olarak karşılanırken ‘Afrikalı çocukların açlıktan ölmesi’ne aynı şekilde, dünya çapında ve içtenlikle ağlamanın nasıl mümkün olabildiğini düşünmek yararlı olabilir....Modernite ve Holocaust
Bu eserin başkahramanı insan ilişkisidir. Başkişiler erkekler ve kadınlardır, çağdaşlarımızdır, beyinlerinden başka bir şeye güvenmekten umutlarını kesmiş, aşikâr bir yararsızlık duygusu hisseden, ihtiyaç durumunda güvenebileceği yardımsever bir el kadar birliğin güvenliğini de ateşli bir şekilde arayan, "ötekiyle ilişkiler kurma"ya can atanlar... Yine de, "sonsuza dek" demeseler de, "ilişkide olma", özellikle "iyi ilişki" durumu onları tereddüde düşürüyor. Bunun onlara yükümlülük dayatmasından ve baskı uygulamasından çekiniyorlar, böyle bir şeye ne dayanabiliyorlar ne de hazır hissediyorlar kendilerini. Dahası, -evet, iyi bildiniz!- ilişki kurmak için ihtiyaç duydukları özgürlüğü ciddi biçimde sınırlandırabileceğini düşünüyorlar... Bu kitap bizim akışkan modern dünyamızda birlikte ve ayrı ayrı yaşamanın risk ve kaygılarına adanmıştır...Akışkan Aşk