14 Kasım 2016

İlhan Selçuk'un Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazısı

İlhan Selçuk'un Cumhuriyet gazetesindeki ilk yazısı, “Başlangıç” başlığını taşıyordu. Selçuk, 8 Nisan 1962’de Cumhuriyet’in ikinci sayfasında yer alan yazısında, Türkiye’de yaşanan sosyal ve ekonomik sorunlara dikkat çekiyordu. İşte İlhan Selçuk'un o yazısı...

"Başlangıçta herşey kelm idi” der, Makaddes Kitaplardan birini ilk cümlesi... Kelam... yani söz. Önce söz vardı. Evren, söz üstüne bina edildi. Her binada pencere vardır. Penceresiz bina, ya mezardır ya sığınak! İkisi de hayatın değil, ölümün komşusu. Evren, söz üstüne bina edildi.

Ve insanlar bu binada yeni binalar kurup, yeni penceler açtılar kendilerine. .. Pencereler önce küçüktü. Sonra büyüdüler, büyüdüler... ve büyüdüler. Pencereler büyüdükçe aydınlık çoğaldı. Bu, aklın aydınlığıdır. İnsan aklının aydınlığı gittikçe aydınlattı dünyayı... Ve hangi ülkede akıl varsa, orada ışık arttı.

Ve gün ışığı yetmedi insanlara... Mum ışığı dediler. Ve mum ışığı yetmedi insanlara... Lamba ışığı dediler. Ve lamba ışığı yetmedi insanlara... Elektrik ışığı dediler. Ve elektirik ışığı yetmedi insanlara... Daha ışık... dediler, biraz daha ışık! Bu yetmezliğin özleminde yeni penceler açtılar evrende..

Ve insanlar son pencereyi bir füzenin kapsülünde açtılar. Bu pencereden evreni seyretti insan gözü: “Ve evren masmavi, yeryüzü yuvarlağı turuncu idi. Yıldızlar güneş gibi parlıyorlar idi.” Böylece insan, gökyüzünde bir pencere açtı. Ve gökyüzünden yeryüzüne baktı. Yeryüzü yuvarlağının, öküzün boynuzlarında durmadığını gözleriyle gördü.

Ve kafeslerin odundan örgüleri altıyüz yıldanberi bu pencereden bakan insanların beyinlerinde çapraz dokusunu örüyordu. Atatürk ihtilali, aklın ışığına engel olan bu tahtaperdeleri kaldırmıştır bizim penceremizden. .. Artık Atatürk, ihtilalinin ilkeleri çizmektedir bizim penceremizin çerçevesini... Bu pencerenin çerçevesinden baktığımz zaman artık gerçekler görünmektedir.

Ve bu pencereden baktığımız zaman görünen gerçekler nelerdir? Ağalık, seyyitlik, toprak köleliği, kabile hayatı, irtica okulları, göçebelik, Türkiye’nin yarısına yakın düzeyinde sürüp gitmektedir. Anayasa’nın temeli sayılan sosyal devlet anlayışı ve vatandaşın sosyal hakları kağıt üzerinden toplum yaşayışımıza doğru henüz yürümemiştir.

Her insanın penceresi kendine benzer. Atatürkçülerin penceresindeki mimaride devrimlerin çizgileri vardır. Atatürk devrimlerinin Türkiye’ye açtığı pencerede ne ahşap ev pencerelerindeki kafesler, ne saray pencerelerindeki ağır perdeler, ne konak pencerelerindeki pancurlar, ne tapınak pencerelerindeki vitraylar vardır... Atatürk’ün Türkiye’ye açtığı pencereden ışık düpedüz girer... Aklın ışığı! 

8 Nisan 1962


Theodoros Angelopulos - Zamanın Tozu

“Geçmiş, geçmiş değildir. Zamanın üç boyutu; geçmiş, şimdi ve gelecek benim için mevcut değildir. Geçmiş sadece zamanda geçmiştir, aslında bilincimizde geçmiş, şimdidir. Ve gelecek dediğimiz şey, bugünkü deneyimlerimizle belirlediğimiz yarının düşsel boyutudur.”
 
 
 “Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikâyenin başladığı yere döndüm. Zamanın tozunda berraklığını yitiren ve sonra da ansızın, öyle bir anda, tıpkı bir rüya gibi geri gelen bir hikâye”
 
 
 
 “Geçmiş unutulmaz, bugün yaptığımız her şeyi etkiler”
  

“Mutlu olduğumuz kısacık anların bedelini ikimiz de ağır ödedik. Sen hapse, ben sürgüne… İçimde bir çocuk büyüyor, bizim çocuğumuz. Seninle konuşabilmek için sana yazıyorum. Mektuplarımın sana asla ulaşmayacağını biliyorum. Ama onları son geçen trene bırakacağım ki, buzla örtülü bozkırı boylu boyunca geçerek ta hapishanene, hücrene kadar yolculuk edip, seni bulsunlar. … Pencereme kadar tırmanan tuhaf bitki hala kara direniyor. Ama üç yaşındaki oğlan çocuğu kim biliyor musun? Daha düne kadar benim yanımda olan ve benle bitkiyi seyreden çocuk, bugün gitti. Jacop’un kızkardeşi Rachel onu Moskova’da, istasyonda bekleyecek. Tren onu benden alıp uzaklaştıkça yüreğim de küçülüyordu. Senin ismini haykırdım. Onun ismini. Başka isim bilmiyordum.”

 

 “üçüncü kanat” 

“Yürüdükçe biz, kalabalığın ve gürültünün ortasından

Meleğin sessizliğiydi başımızı derde sokan,

İndirdi kanatlarını dokunmak için

Toprağa ve çamura

Tek ütopyam üçüncü kanattır

Diye haykırdı sonra…”

 

  “Bilmediğim sürece, onu görüp görmediğin umurumda bile değil, gitme!” 

 

“Yolculuktan yeni döndüm, anılardaki yolculuktan. Polonya‟daki bir kamptan döndüm, 1001 numaralı hücreden… Annemle babam orada öldüler. Günlerdir uyumadım. Gözlerimi kapıyorum ve kafaları kazınmış insanların bana gülümsediğini görüyorum. İskeletler omuzlarındaki külleri savuruyorlar. Bana gülümsüyorlar” 

 

  “Hiçbir şey sona ermedi, ermez de… Hiçbir şey sona ermez.”

 

Leonard Cohen: Zarif Bir Veda

Zarafet, onu en iyi tanımlayan kelimelerden bir tanesi bana kalırsa. Orkestrasının önünde şapkasını göğsüne bastırarak diz çöküp, onunla çalan müzisyenleri hayranlıkla dinliyordu o da, tıpkı bizim onu dinleyişimiz gibi. Müziğinin zarafeti de kendisine yakışacak biçimdeydi. Telli ve yaylı çalgılar onun müziğinin bel kemiğiydi ama, onun dokunuşlarıyla çok daha büyüdü o notalar. Hikayeler anlattı asla sıkılmadan ve yorulmadan, büyüttüğü ve derinleştirdiği notalarla ulaşabildiği en uzak noktaya kadar. En birleştirici özellik oldu kimi zaman.





Ermişin Bahçesi - Halil Cibran


Cibran’ın en sevilen yapıtı Ermiş’in devamı olan Ermişin Bahçesi, yazarın ölümünden sonra, 1933’te yayımlandı. Ermiş’in sonunda on iki yılını geçirdiği Orphalese kentinden ayrılarak denize açılan El Mustafa, doğduğu adaya, annesiyle babasının ebedi uykularına daldıkları bahçeye döner. Uzun bir aradan sonra müritleriyle yeniden bir araya gelmiştir. Onlara ayrılıktan, yalnızlıktan, zamandan, insanla insanı, insanla doğayı birleştiren bağlardan söz eder. Sözlerinde mutlu ve aydınlık bir hayatın sırları gizlidir yine.

 *

 "Yalnızım Üstat," dedi, "saatlerin nalları göğsümü ezip duruyor."

El Mustafa ayağa kalktı ve ortalarında durdu; şiddetli bir rüzgârın sesine benzeyen bir sesle konuştu: "Yalnız! Ne var ki bunda? Yalnız geldin ve yalnız kaybolacaksın sis içinde.

İç öyleyse kadehinden yalnız ve sessizce. Güz günleri başka dudaklara başka kadehler verdi, acı ve tatlı şarap doldurdu kadehlerine, tıpkı senin kadehini doldurduğu gibi.

İç şarabını yalnız, kanının ve gözyaşlarının tadında olsa da; sana susuzluğu bağışladığı için hayata şükret. Çünkü susuzluk olmasa, yüreğin kurumuş bir denizin kıyısı olurdu ancak, şarkıdan ve meddücezirden yoksun.

İç şarabını yalnız, cezbe ve çoşkuyla iç!

Yukarı, başının üstüne kaldır kadehini, sonuna kadar, senin gibi yalnız içenlerin şerefine iç!

Bir gün, insanlarla arkadaşlığı aradım ve onların şölen sofralarına oturdum, yavaş yavaş içtim onlarla; ama şarapları başımı döndürmedi, bağrımı da yakmadı. Sadece ayaklarıma indi. Bilgeliğim susuz, kalbim kilitli ve mühürlü kaldı. Yalnız ayaklarım onların bulanık fikirleriyle arkadaş oldu.

Ve başka insanların arkadaşlığını aradım bir daha, ne de sofralarında onlarla şarap içtim.

Bunun için sana diyorum, saatlerin nalları göğsünü ezip dursa da, ne önemi var! Hüznünün kadehinden yalnız içmen iyidir, neşenin kadehinden de yalnız içeceksin.”

Seçme Şiirler

 
 Dökül Ey Yürek

Dökül ey yürek, zaman ağacından,
dökülün yapraklar, kim bilir ne zaman
güneşin kucakladığı, soğumuş dallardan,
dökülün, büyüyen gözlerden dökülen yaşlar gibi!

Uçuşmakta daha saçlar günboyu rüzgârda
güneş yanığı alnında toprak tanrısının,
gömleğin altında bir yumruk bastırılmıştır
daha şimdiden açılmış yaraya.

Onun için yumuşamamalısın, önünde bir kez daha
eğildiklerinde bulutlar incecik boyunlarıyla,
ve önemsememelisin Hymettos’u, senin için
petekleri kalkıp yeniden doldurduğunda.

Çünkü az gelir toprağın adamına
kuraklıkta tek bir buğday sapı,
az gelir tek bir yaz, yüce soyumuza.

Ve neyi kanıtlar ki yüreğin?
Bir rakkastır dünle yarın arasında,
sessiz ve yabancı,
ve ilan ettiği artık
kendi dökülüp gidişidir zamandan...İngeborg Bachmann

Bir Düşün İçinde Bir Düş

Alnına konsun bu öpüş!
Ve, şimdi senden ayrılırken,
İtiraf edeyim ki-
Günlerimi bir düş
Sayarken yanılmıyorsun;
Ama, umut gitmişse uzaklara
Bir gece ya da bir gün
Bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
Fark eder mi bu yüzden?
Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düş içinde bir düş.

Kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
Haykırışları içinde duruyorum:
Ve altın kum taneleri
Tutuyorum avucumda-
Ne kadar az! Ama nasıl da
Süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlerine
Ben ağlarken - ben ağlarken!
Ah Tanrım! Daha sıkı
Tutamaz mıyım onları?
Ah Tanrım! Tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız
dalgadan?
Bir düşün içinde bir düş mü
bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?....Edgar Allan Poe

Kız Kardeşimin Türküsü
 
Göklere inanırdım eskiden,
ama sen, denizlerin
derinliğini gösterdin bana,
ölü kentleri,
unutulmuş ormanları,
boğulmuş gürültüleriyle.
Gök şimdi yaralı bir martı,
süzüldü denize.
Sana kargaşalığın üzerindeki
köprüyü kurmaya çalışan bu el
kırıldı.
Bak bana:
ne kadar çıplak ve suçsuz
duruyorum önünde.
Üşüyorum, bacım.
Kim getirecek bize
ellerimizi ısıtacak güneşi?
Susuyorum. Dinliyorum.
Kimseler geçmiyor
gecemizin karanlık sokağından.
Yıldızlar kazaya uğramış
karanlık surların
ucunda sendelerken
koparıp alınan bir kartalın
paslanmış gözlerinde.
Bağlı ellerin
kapıyor çıkış yolunu.
Yalnız senin sesin
adımlıyor gecenin dehlizini
çarparak taşlara
uzun kılıcını.
Vakit geç.
Ölüm geri çeviriyor beni.
Hayat istemiyor.
Ben şimdi nereye gidebilirim ki? ...Yannis Ritsos
 
Yalnız
Haykıran kargalar
Darmadağın uçuşuyor kente doğru:
Neredeyse yağacak kar
Yeri yurdu olanlara ne mutlu!

Donmuş kalakaldın,
Hanidir gözlerin arkada!
Boşuna kaçışın, ey çılgın,
Kıştan uzaklara!

Dilsiz ve soğuk binlerce çöle
Açılan bir kapıdır dünya!
İnsan senin yitirdiğini yitirse
Bir yerlerde duramaz bir daha!

Sen şimdi solgun, sarı
Kış gurbetlerine lanetli,
Hep soğuk gök katlarını
Arayan bir duman gibi.

Uç git kuş, söyle ezgini
Issız çöl kuşlarının sesiyle!
Göm, gizle, ey çılgın, kanayan kalbini
Buzların, alayların içine! Nietzsche
 

Boethius

 
 
Yüksek dallarda türkü tutturan bir kuş
kapatıldı mı kafesteki daracık odasına
bal karıştır suyuna istersen
bol bol yem ver, üstüne titre
olanca şefkatini göster, oyunlar oyna onunla
zıpladı mı o daracık yuvasından
koruların o hoş gölgesini bir gördü mü
ayağıyla dağıtır hemen yemini, tepinir üstünde
iç çekip sadece ormanları ister
sadece ormanları fısıldar o tatlı sesiyle...
 
 
 
 

Orhan Veli Kanık - Gün Olur

GÜN OLUR
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi.
 
  

12 Kasım 2016

Afet İnan " M.Kemal Atatürk’ün Karlsbad Anıları"

Afet İnan bu detayı şöyle anlatıyor : “Daha o zamanlar “Kemal Paşa” ve 37 yaşında genç bir general. 30 Haziran 1918 . Karlsbad istasyonuna gelen trenden iner Kemal Paşa, çok yorgundur, hastadır. Trablus-Bingazi’deki böbrek krizleri, Balkan savaşlarının sıkıntısı, Anadolu’daki harekatlardan biraz ara bulunca kendini buraya atar…Muayene edilir, kendisine banyolar, çamur tedavisi ve günlük “içme” kürleri tavsiye edilir. Bu bir aylık kalış içinde, tam ana banyo binasının karşısında ve ünlü “Grand Hotel Pupp “un çaprazında iki odalı bir daire tutulur. Yanında “emir eri “de vardır…Burada Türk dostları ile de buluşur, kadınlı-erkekli 10-11 kişilik sofralar donatılır ama tedavi de tam bir disiplinle sürmektedir. Her sabah saat 7.00’de şehirdeki çeşmeler dolaşılır ve emzikli ağzı olan kupalardan, dolaşarak, yürüyerek çeşitli sıcaklıklardaki maden suları içilir, aynı bizim de yaptığımız gibi…Geceleri evinde geçiren Paşa, gündüz sivil kıyafetle dolaşmakta, tedaviye gitmekte, akşamları, resmi üniformasını giyip, nişanlarını takmakta ve Grand Hotel PUPP’da dostları ile buluşup memleket meselelerini konuşmaktadır. Bu arada, Almanca ve Fransızca dersleri de almayı ihmal etmez ve günlüğüne 2 gün Fransızca yazar…İstirahat saatlarında Fransızca Balzac okuduğunu, tahta yeni çıkan Sultan Vahdettin ile politikasının ne olacağını günlüklerine yazar…(M.Kemal Atatürk’ün Karlsbad Anıları-Prof.Dr.Afet İnan-Cumhuriyet kitapları) 

Karlovy Vary’da Mustafa Kemal Atatürk’ün de 1 ay kaldığı Carlsbad Plaza

Karlovy Vary Carlsbad Plaza Atatürk'ün 1 ay kaldığı oda


gezecegiz.com


Atatürk 20. Yüzyılın en büyük lideri

Amerikalı tarihçi ve psikiyatrist Prof. Arnold Ludwig, dünyanın çeşitli siyasi önderlerinin başarı ve önem derecelerini sınıflandıran 11 ölçeğe göre, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü, 20'nci yüzyılın en büyük lideri olarak nitelendirdi.

Amerika Atatürk Toplumu adlı kuruluşun Washington'da düzenlediği yıllık Atatürk'ü anma konuşmasını, halen ABD'nin en eski yüksek öğretim kurumları arasında yer alan Brown Üniversitesi'nde görev yapan ve 2002'de yazdığı ve dünya liderlerini ele aldığı “Dağın Arslanı: Siyasi Liderliğin Doğası” adlı kitabıyla tanınan Prof. Ludwig yaptı.

Aslen psikiyatrist olan ve daha sonra tarih ve siyasi liderlik konularını incelemeye yönelen Ludwig, siyasi önderlerin neden ve ne kadar önemli ve büyük olduklarını tarafsız şekilde değerlendirebilecek bir ölçeği geliştirmek için uzun süre çalıştığını ve sonunda Jul Sezar, Napoleon ve George Washington gibi tarihi isimlerin, liderliği tanımlamak için ortak kullandığı 11 kriterden oluşan bir sistem belirlediğini anlattı.

Ludwig'in verdiği bilgiye göre bu ölçeğin kriterleri, “sıfırdan ülke yaratmak, toprakları genişletmek, iktidarda kalınan süre, askeri başarı, sosyal tasarım gücü, ekonomik başarı, devlet adamlığı, ideoloji ortaya koyma, ahlaken örnek olma, siyasi miras ve ülkenin nüfusu” ölçütlerinden oluşuyor.

Daha sonra incelenen liderlere, bu kriterlerin her biri için 0 ile 3 veya 0 ile 5 arasında puan veriliyor. Prof. Ludwig, kitabında, 20'nci yüzyıla damgasını vuran yüzlerce lideri bu sisteme göre kıyasladığını ve Atatürk'ün en üst sırada geldiğini anlattı. Buna göre Atatürk, Ludwig'in kitabında bu 11 kriterden toplam 31 puan aldı.


09 Kasım 2016

Atatürk "Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir."


Saygı ve Özlemle
Bir ülkenin onur ve haysiyetini koruyarak, çağdaş ve örnek bir cumhuriyet haline getirilebileceğini bütün dünyaya gösteren ve bunu tarihe altın harflerle yazdıran büyük Atatürk!  Sen bizim gönlümüzde ebedi yaşayacaksın.




07 Kasım 2016

İlhan Selçuk - Japon Gülü

 
Unutmuştum onu..

Dün mutfağın penceresinden baktığımda gördüm; Japon gülü çiçek açmış.

Duvarın dibinde, arsız sarmaşığın nefti kuytuluğunda, mavi çamın dibinde, incecik yapraksız dallarında, tanımsız güzelliğiyle bana gülümsüyordu Japon gülü.

Bir kuş pencerenin pervazına kondu, bir kibritin alevi parladı, bir bulutun gölgesi yere vurdu. O an anımsadım. Annemin bahçesinden onu iki yıl önce alıp getirmiştik. Kar, kış, fırtına, don, yaz, güz, sıcak, kurak demeden yeni toprağına tutunmuştu.

Kimsecikler ilgilenmese de kendi kendine yeterdi.

Unutulurdu bütün yıl; aralık ayında, yıl sonuna doğru, tomurcuklanıverirdi, insanı şaşırtarak...

Bilmem ki çoktan toprağa karışmış annem mi yeni yılımı Japon gülüyle kutlamak isterdi? (...)

Çoğu baharda doğa aldanır, ağaçlar erken çiçeklenir, ortalık donansa da insanın yüreğine kuşku düşer; çünkü kış, kar, don, soğuk geri dönerse vurgunu yiyen sapır sapır dökülecek, renkli cümbüş düş kırıklığı yaratacaktır.

Japon gülünün böyle bir aldanışı yok; çünkü kış kıyamette gülümsüyor.

Kimi çiçek zorda açar.

Kayalık dağ yamacında, kızgın çöl kuraklığında, pis kokulu bataklıkta, ulu bir ormanın güneş girmeyen kuytuluğunda, hiç umulmadık bir yerde rastladığım çiçek zindanın dibinde bembeyaz dişleriyle gülümseyen umut gibidir.

Japon gülünün açması için ne ağaçların dallarına su yürümesine, ne toprağın buram buram bahar kokmasına, ne doğanın içten içe kıpırdanmasına gerek var.

Zor günlerin çiçeği Japon gülü.

Belki de bunun için çok seviyorum, yeni yıla girerken yine açtığını görünce bir sevindim, bir sevindim; bir sevindim; elimi salladım pencereden : Merhaba Japon gülü!

Kimi insan Japon gülü gibidir.
En zor günleri bekler açmak için, karanlık, soğuk, fırtına, tipi vız gelir. O kişiyi ne kışın geri dönmesi korkutur, ne kırağı çalması, ne don tutması...
Heeeey! Yurdumun Japon gülleri...
Hepinize merhaba!


Cumhuriyet Gazetesi, 23.03.2008
 

Anne ve Babalara Öğretmen Öğüdü

 
Hindistan’da bir öğretmen, bir sınav öncesi öğrencilerinin anne ve babalarına şu mektubu gönderdi:
...Sınav haftasına kısa bir süre kaldı. Çocuğunuzun başarılı olmasını ne kadar çok istediğinizi biliyoruz ama...
Unutmayın ki sınavlara girecek öğrenciler arasında matematiği anlamasına gerek olmayan geleceğin sanatçıları oturuyor olabilir. 
Tarih ve İngiliz edebiyatı çocuğunuzun işine yaramayabilir; çünkü onun geleceğinde, belki de başarılı bir girişimci olmak vardır. Çocuğunuz bir müzisyen olacaksa, kimya notlarının önemi kalmayacak.Ya da bir sporcu olmak yatıyorsa düşlerinde, fizik dersindeki başarısının fiziksel yeteneklerinden daha iyi olması gerekmiyor.
Çocuğunuz iyi not alıyorsa, bu güzel birşey...Ama iyi not almıyorsa, onun kendine olan güvenini ve inancını sarsmayın. Rahatlatın çocuğunuzu...Bu yalnızca bir okul sınavıdır.
Yaşamının ilerideki bölümlerinde onu, daha değişik sınavların beklediğini söyleyin. 
Ne not alırlarsa alsınlar, onları sevdiğinizi ve bir okul sınavında aldıkları notla yargılamayacağınızı duyumsatın onlara.
Lütfen yapın bunları. Çünkü siz bunları yaptığınızda, o kendine daha çok güvenen ve yaşamı boyunca karşısına çıkacak engellerle kolayca savaşabilen bir çocuk olarak yetişecek. Bir sınavın ya da düşük bir notun, onun düşlerini ve yeteneklerini alıp götürmesine izin vermeyin. Unutmayın: "Dünyanın en mutlu insanları, yalnızca doktorlar ve mühendisler değildir."


Gilles Deleuze " Manifestolar, akımlar, yazarlar üzerine "

Uzunca bir süredir edebiyat ve hatta diğer sanatlar, ‘ekoller’ halinde örgütleniyorlar. Ekoller ağaç-görünümlü yapılardır.. Ve daima dehşet vericidirler: her zaman hep bir Papa, manifestolar, temsilciler, avangardist  bildiriler, mahkemeler, aforozlar, küstahça ani politik döneklikler ortalıkta arz-ı endam eder.. Ekollerin en kötü yanları, (bunu çoktan hak etmiş) müritlerinin kısırlaştırılması değildir yalnızca, kendinden önce ve kendileriyle birlikte varolan her şeyi ezip boğmaları ve yok etmeleridir- Sembolizm 19.yüzyıl sonundaki o müthiş zengin şiirsel hareketi nasıl boğduysa, Sürrealizm uluslararası Dada hareketini nasıl ezdiyse…Artık bir ekolden olmak için bir bedel ödenmiyor fakat ekoller kapkaranlık bir örgütlenmenin faydasına çalışıyor: bir nevi marketing yani çıkarların, kârın, menfaatin oynaklığı.. Ve artık kitaplarla hiç bir alaka tesis edilemez, ama gazete makaleleri, televizyon programları, tartışmalar, gizli oturumlar, varlığı gerekli bile olmayan kitaplar üzerine yapılan yuvarlak masa toplantılarına kayar bu ilgi. Bu acep Mc Luhan’ın kehanet ettiği ‘kitabın ölümü’ müdür? Burada karşımızda karmakarışık bir fenomen duruyor: her şeyin ötesinde sinema ve belirli boyutta gazete, radyo ve televizyon, yazarlık işlevini sorgulamada güçlü öğeler olmuşlar ve artık yazarlığa duhul olmayan -en azından potansiyel olarak- yaratılıcılıkları  ortaya çıkarmışlardır.

Fakat yazının kendisi, yazar işlevinden kendini kurtarmayı öğrendiği ölçüde yazı kendisini periferide yeniden kurar ve radyo, televizyon, gazete ve hatta sinema (cinéma d’auteur)  karşısında itibarını yeniden kazanır. Aynı zamanda gazetecilik, gündemi ve olayı gittikçe artan bir şekilde yarattığı mühletçe gazeteci kendisini yazar olarak bulur ve itibardan düşmüş bir işleve (yazarlığa) hakikatini iade eder. Basın ve kitap arasındaki güç ilişkileri bütünüyle değişmiştir, yazarlar ve aydınlar gazetelerde çalışmaya başlamışlar ya da bir tür kendi kendilerinin gazetecileri olmuşlar, mülhakatçıların, mülahazacıların, sunucuların-programcıların uşakları haline gelmişlerdir: yazarın gazetecileşmesi; el etek öpen yazarı bu hale getiren radyo ve televizyonların soytarılık numaraları. Dolayısıyla bugün eski moda ekoller ‘marketing’in imkanlarıyla yer değiştirmiştir. Bu yeni durum André Scala tarafından çok iyi bir şekilde tahlil edilmiştir. Yani sorun yalnızca yazmak için değil; ama ayrıca sinema, radyo, televizyon, ve hatta gazetecilik için yaratıcılık ve üretkenlik mefhumlarını daima yenilenen bir yazarlık mefhumundan kurtarmaktan mürekkeptir. Bunun yazar için mahzuru, kurulu iktidarda, baskın anlamlar dizgesinde, bütün bu üretilmiş söylemlere tabi olan sözcelemlerin öznelerini biçimlendirmek, kendini tanıtmak ve onaylatmak, bir başlangıç ve hareket  noktası yaratmaktır: “(muktediratımda) Ben…olarak”. Yaratıcılık mefhumu bundan bütünüyle ayrıdır; ağaç-görünümlü değildir, rizomdur (köksap), onaylanan-kabul görenin tamamen dışındadır: Aralıklarda, arakesitlerde, kesişen çizgiler, tam ortada kesişen noktalar boyunca ilerler: Özne yoktur, fakat kolektif olarak düzenlenmiş bir sözcelem vardır; belirteçler yoktur yerine müzik-yazı-kuram-ses-görüntü ve onların yansımaları birbiri içine geçmeleriyle hareket eden bir topluluk-kolektifte vardır. Orada bir müzisyenin yapıp ettiği başka bir yerde bir yazarın işine yarayacaktır, bir bilim adamı bütünüyle farklı bir rejimi harekete geçirir, bir ressam bir fırça darbesiyle bir sıçramaya neden olur: Bu ilgi alanları arasındaki karşılaşmalar değildir yalnızca her ilgi alanı kendi içinde karşılaşmalar üretmiştir: tüm bu perde aralıkları (intermezzolar) yaratımın kendisidir. Bu, ortak bir projede ne konunun uzmanlarının aralarındaki bildik bir tartışma ne de önceden tasarlanmış bir tür disiplinlerarası konuşmadır. Şüphesiz yeni marketing ve eski ekollerin bizim bütün bu olanaklarımızı tüketmeye güçleri yetmeyecektir; her şey kendini yeniden başka bir şekilde kuruyor, yeniden başka bir yerde üretiyor.
 
Konuşturulmayanların, susturulanların dilsizliği  ve yaratıcılık arasındaki bu bağları kuracak, üretim gruplarını harekete geçirecek, gazeteler, televizyonlar ve radyoların uşağı olmayı reddedecek aydınlar, yazarlar ve sanatçıların bir yasası olmalı. Bu asla zavallılar, kurbanlar, işkence ve zulüm görenler adına konuşmak değildir, bütün bu şeylerin ötesinde yaşayan bir çizgi, kırık bir çizgi yaratmaktır. Ne olursa olsun en azından aydınların dünyasında, ekol yaratan bir yazar olmak isteyen ya da narsistik filmleri, röportajları, yayınları ve ruhi durumlarını-şimdiki utançlarını- dayatan ‘marketing’e duhul olmuş ya da tüm bunların hayalini kuran, hayal etmeyip bizatihi yapan yazarları ayırt etmek, işaret etmek gereklidir. Usta ya da mürit olarak aydın, orta sınıf ya da kıdemli bir memur olarak aydın: işte karşımızdaki iki tehlike budur… (1977)

Çev: Ege Berensel
 futuristika.org

Boethius - Dizeler

arar bulur her şey
kendine özgü yolunu,
giderse gider, kalırsa kalır,
sen tutsağı olma bir şeyin,
ara bul, sen de yolunu



02 Kasım 2016

Server Tanilli " Doğruya inançlar değil Bilgi götürür."

Türkiye Cumhuriyeti'nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, diyorsanız, Atatürk'ün manevi mirasçısı olarak 'evet, değer' diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!...Necip Hablemitoğlu

Hükümetler en seçkin insanlardan meydana gelmiş olsaydılar, tüm halkın bir kaç kişiye boyun eğmesi haklı gösterilebilirdi; oysa durum böyle değildir, geçmişte de böyle olmamıştır, gelecekte de olamayacaktır. Halka hükmedenler genellikle en kötü, en değersiz, en acımasız, en ahlaksız ve her şeyden önce en yalancı kimselerdir; ve bu bir rastlandı değildir...Tolstoy

Aklın, Sokrates’ten bu yana yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir...Isaac Asimov

Özgürlükler genellikle aniden değil yavaş yavaş yitirilir...David Hume

Hareket halindeki cehaletten daha korkunç bir şey yoktur...Bernard Shaw

Bertolt Brecht - Nasıldı

-I- 
Önce sevinç uyutmadı beni 
Sonra üzüntü nöbet tuttu bütün gece. 
İkisi de gidince başımdan 
Uyudum, ama ah, her mayıs gecesi 
Bir kasım sabahı getirdi ardından. 

-II- 
Senin derdin benimdi 
Benimki senin 
Paylaşamazsam bir sevinci seninle 
Yoktu benim de sevincim


01 Kasım 2016

Sessiz Gemi Hikayesini Biliyor musunuz?

Yahya Kemal Beyatlı Anısına...
Nazım Hikmet'in annesiyle Yahya Kemal arasındaki aşkı farkettiği an...Celile Hikmet resimleri ile olduğu kadar güzelliği ile de tüm İstanbul'un diline destan bir kadındı... İstanbul sosyetesinin en çok konuşulan kadınları arasındaydı...1900 yılında bu dillere destan güzellik, Osmanlı'nın meşhur valilerinden Nazım Paşa'nın oğlu Hikmet Bey ile evlendi... Türk şiirinin dünya çapındaki en önemli ismi olan Nazım Hikmet de bu beraberlikten doğacaktı...1916'ya gelindiğinde Celile Hanım'la eşi Hikmet Bey arasında şiddetli bir geçimsizlik başladı...O günlerde Yahya Kemal, Bahriye'de okuyan genç Nazım Hikmet'in şiir hocası olarak eve gelip gitmeye başlamıştı... Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'la, Yahya Kemal arasında filizlenen aşk kısa bir süre sonra Celile Hanım'ın anlaşamadığı eşinden boşanmasıyla sonuçlandı...Tutkuyla, ateşle, kıskançlıklarla dolu tarihin sayfalarının arasına gizlenen aşk başlıyordu... O aşkın aktörleri sadece Celile Hanım ve ünlü şair Yahya Kemal değildi... Nazım Hikmet, Necip Fazıl hatta Celile'nin yeğeni Oktay Rıfat'ın, yani Türk şiir dünyasının bütün ustalarının bir tarafından dahil oldukları bir aşktı o...Heybeliada'da okuyan genç Bahriyeli Nazım, hafta sonları okuldan çıkar annesinin yanına gelirdi... Yahya Kemal o günlerde genç birer Bahriyeli olan Nazım Hikmet ve Necip Fazıl'ın bulunduğu öğrenci grubuna şiir dersleri verirdi... Yahya Kemal hafta sonları "Genç Nazım Hikmet'e Türkçe ile şiir dersleri" verirken, İstanbul'un en güzel kadınlarından olan, ressam Celile Hanım'la yakınlaştı...
Nazım'a verdiği derslerden arta kalan zamanlarda Celile Hanım ile Yahya Kemal sanat ve edebiyatla başlayan uzun sohbetlere başlamışlardı... Bir süre sonra bu ilişkinin kokusu Nazım'ın ve Necip Fazıl'ın öğrencisi olduğu Bahriye mektebinde duyuldu...Dedikoduların ayyuka çıkması üzerine Yahya Kemal bir süre okula gelmedi... Geldiğinde karşısına öğrencisi Necip Fazıl çıkacaktı... Hocası olan Yahya Kemal'e şöyle dedi: "Hocam, kibrit suyu içerek intihara kalkıştığınızı duyduk... Sınıfın bu durumdan duyduğu derin üzüntüyü size söylemek isterim..." Hocasına yönelik bu alaycı, ironik, dalga geçen tutum bir Deniz Harp Okulu öğrencisi Bahriyeli için kabul edilmez bir davranıştı...
Necip Fazıl "Bu aşk ilişkisini alaycı bir şekilde ima eden " sözleri nedeniyle "Kodes" adı verilen tahta dolabın içinde cezaya gönderildi okulda...Ne ki bu Fransızcayı ana dili gibi konuşan, piyano çalan, natürmort resimler yapan dünyalar güzeli, sanatçı genç kadın Celile ile Yahya Kemal'in aşkı alevinden bir şey kaybetmiyordu...

HOCAM OLARAK GİRDİĞİNİZ BU EVE BABAM OLARAK...Olayı genç Nazım Hikmet de fark etmişti... Necip Fazıl'dan sonra bir gün Yahya Kemal'in siyah pardösüsünün cebine bir not bıraktı... Kâğıtta Yahya Kemal'e hitaben şöyle yazıyordu:
"Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz..."Bu not üzerine ünlü şair, tedirgin oldu... Bir süre Celile Hanım'ın evine gelmedi... Genç Nazım'la karşılaşmaktan çekindi... Celile Hanım ise Yahya Kemal yüzünden kocasından boşanmış, bütün İstanbul'un kulaktan kulağa dedikodusunu yaptığı bir aşka "evet" demişti... Artık evlenmek istiyordu...
Yahya Kemal bir taraftan kadını deliler gibi kıskanıyor, diğer yandan bu eviliğe yanaşmıyordu...Aşkını dile getirdiği olay inanılmazdı: "1916 yılından 1919 yılına kadar bir kadına deli gibi aşık oldum... Bu kadın yazın adada otururdu... Ben de orada idim... Deli divane olmuştum... Sonbahar'da Nişantaşı'ndaki evini düzenlemek için İstanbul'a inerdi... 1916 Sonbaharı'nda yine İstanbul'a iniyordu... Ben müthiş muzdariptim... Artık vapur giderken iskeleden mendil sallamalar, ağlamalar... O gidinceye kadar Ada dopdolu idi... Gider gitmez benim için boşalıverirdi...
Tam o günlerde Berlin Büyükelçisi Hakkı Paşa İstanbul'a dönecek lafı çıktı... Hakkı Paşa, benimkinin uzaktan akrabası oluyordu ve İstanbul'a geldiğinde geceler düzenler, İstanbul'un bütün güzel kadınlarını çağırırdı... Benimki de oralara gidecek diye içim burkuluyordu... Hatta kendisine bu endişemi söylemiştim... Gitmeyeceğine yemin etmişti...
Bir gece Ada Oteli'nde otururken, yandaki iki kişinin 'Berlin Büyükelçisi bu gece davet veriyor... İstanbul'daki bütün güzel kadınlar davetli' lafını ettiklerini duydum...Müthiş bir acıyla yerimden kalktım... İskeleye doğru gittim... Son vapur çoktan kalkmıştı... Sert bir lodos esiyordu... Deniz karmakarışıktı, ancak ne olursa olsun, sandalla Maltepe'ye geçmeye karar verdim... Sandalcılara gittim, yanaşmıyorlardı... Çok para verince biri ikna oldu... Açıldık, bir süre sonra lodos büsbütün arttı... Denizde çalkalanıp duruyorduk... Sandalcı bana küfretmeye başlamıştı... Ölmek üzereydik, ama ben sadece sevgilimin katıldığı geceyi düşünerek müthiş bir kıskançlık duyuyor ve bir an önce orada olmak istiyordum... Sırılsıklam Maltepe'ye gelebildik...Hemen bir kahvehaneye gidip, araba bulmaya çalıştım... Yoktu... Bunun üzerine Maltepe'den Bostancı'ya yürümeye karar verdim... Tren yoluna çıkarak koşmaya başladım... Maltepe-Bostancı arasının bu kadar uzun olduğunu o zamana kadar fark etmemiştim... Kan ter içinde Bostancı'ya geldim... Vakit hayli geçti... Karakola gittim. 'Bana bir araba bulunuz hastam var' dedim... Aradılar taradılar birini buldular.. Yine bir sürü para verdim... Arabayla yola koyuldum... Kadıköy, oradan Üsküdar... Karşıya geçtim. Doğru Nişantaşı!.. Sevgilimin oturduğu apartmanın kapıcısı ahbabımdı. Penceresini vurarak onu uyandırdım. 'Benimki evde mi' diye sordum?
Adam halime bakıp şaşırdı: 'Evde, bu akşam çıkmadı!' dedi, 'Ne diyorsun diye bağırdım?' Bütün katettiğim mesafe sanki başıma yıkılmıştı. Eve kaçta geldiğini araştırttım... Sözüne inanamıyordum. 'Çık bir bak! Evde mi?' diye adamı zorladım... Adam çarnaçar çıktı. Bir münasebetle hizmetçisine sormuş uyuyor! demiş...
Geldi haber verdi... Sanki dünyalar benim oldu... Apartmanın karşısında bir arabacı meyhanesi vardı. Orada sabaha kadar içtim...
Sabahleyin, doğru eve çıktım... Benim halim berbat. Toz toprak içinde olduğumu görünce şaşırdı ve hemen anladı... Sarmaşdolaş olduk..."Yahya Kemal deli gibi aşıktı, ama evlenmekten hayatı boyunca korkmuştu... Belki, böylesi bir kadına hiçbir zaman sahip olamayacağını bilmekten, belki o beraberlikte ters bir olaydan ürkmekten, belki de genç Nazım Hikmet'ten ve etraf ne der diye ürkmekten?..
O günlerde Celile Hanım, Yahya Kemal'e bir mektup yazdı, şöyle diyordu:"Bugün Pazar belki gelirsin diye üç vapurunu pencerede bekledim... Gelmedin mahzun oldum... Verdiğin konferansa gelmedim, kalabalıktır memnun olmazsın diye, fakat hep aklım sende idi... Çok çok göreceğim geldi... Beni niye aramadın... Sana gücendim canımın içi, pek göreceğim geldi... Ben o günden beri yani Salı gününden beri evdeyim, dikiş dikiyorum... Evimiz için çalışıyorum..."
Hiçbir zaman o evlilik olmadı... Yahya Kemal hep kaçtı o evlilikten ve beraberlikten...

NAZIM HİKMET' E YARDIM ETMEDİ...Uzun yıllar geçti bu olayın üzerinden... Nazım Hikmet büyük bir şair olmuştu... Sosyalistti... Dönemin iktidarı tarafından hapislerde süründürülüyordu... Celile artık yaşlanmıştı... O güzelliğinden eser kalmamış üstüne üstlük kör olmuştu... Oğlunun hapislerden kurtulması için Galata Köprüsü'nde açlık grevine başlamıştı o görmeyen gözleriyle anne yüreği... Tuhaf bir rastlantı sonucu, Celile açlık grevi yaparken, Yahya Kemal Galata Köprüsü'nden geçiyordu... Büyük aşkını gördü... Ama yanına gitmedi... Bir zamanlar "Hocam olarak girdiğin eve babam olarak girmeni istemiyorum" diyen genç Nazım Hikmet'in kurtulması için kör gözlerle açlık grevi yapan Celile'ye destek imzasını vermedi... Hızla uzaklaştı oradan...Öldüğünde evraklarının arasından içinde kurumuş iki yaprak bulunan bir zarf çıktı Yahya Kemal'in... Şöyle yazıyordu: "Bu zarfın içindeki hatıra, 19 Ağustos 1930'da Sirkeci garında gece saat 10'da veda ettiğim aziz bir kadının göğsündeki çiçektendir... Koparıp verdiği bu iki yaprağı daima muhafaza edeceğim..."
Celile muhtemelen bu aşkın devam etmeyeceğini anladığı gece Paris'e giderken, Sirkeci Garı'nda vermişti Yahya Kemal'e göğsünde duran o iki yapraklı çiçeği...

SESSİZ GEMİ...Yahya Kemal'in Sessiz Gemi'si "hep ölüme yazılmış bir şiir olarak" bilinir...
Oysa demir alıp bu limandan kalkan gemi... Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol dizeleri... Yahya Kemal'in hayatındaki en büyük aşkı olan Celile'sinin Ada'dan gemiyle İstanbul'a uzaklaşışı esnasında yaşadığı çaresizliği anlatır...
Ölümdür elbette Sessiz Gemi'nin konusu... Ama aşkta aranan ölümdür ve Celile'nin ardından ada limanında bakakalan Yahya Kemal'den esintiler içerir...

Artık demir almak günü gelmişse zamandan...
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol...
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol...
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli...
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli...
Biçare gönüller!.. Ne giden son gemidir bu...
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu...
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler...
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler...
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden...
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden...


Tık